İnsan hayatının değerini belirleyen, amacıdır. Hayatın değeri, ne için yaşandığına bağlıdır. Sahi, biz ne için, hangi gayeye hizmet için yaşıyoruz?
Başka bir deyişle, yaşamaktan maksadımız nedir? Maksatsız ve gayesiz bir hayat, elbette insana yakışmaz. Hayvanların bile bir gayesi vardır. Ne var ki, sadece yemek, içmek ve bir takım dünyevi hazlar için yaşamak, insanı hayvanların seviyesine indirir. İnsanın ayrıcalığı, üstünlüğü ve asıl değeri, hayatına kattığı mana ve maksatla ortaya çıkar.
Hayatımız ne için? Bu sorunun cevabı, gerçek değerimizi ortaya çıkaracaktır. Yemek için yaşadığını, ekmek uğruna savaştığını söyleyenlere, siz de rastlamışsınızdır. Bu insanlar, yaratılış gayesinin dışına çıkmış olmuyorlar mı? Hayatlarını mutfak, yatak odası ve tuvalet üçgenine hapsedenler, gerçekten insan sayılabilirler mi?
İnsanı öteki varlıklardan ayıran akıl ve imandır. Akıl ve iman ise insana kul olmanın yolunu açar. Gerçek kulluk, Allah için yaşamak demektir. Allah için yaşamanın ölçüsü, Allah’ın emrettiği ahlak üzere olmaktır.
Allah’ın insanlara, en mühim ve en yüksek örnek olmak üzere gönderdiği Efendiler Efendisi sallAllahu aleyhi vesellem, Rabbimiz tarafından ahlakıyla övülür ve tabii ki örnek gösterilir: “Muhakkak ki Sen, büyük bir ahlak üzeresin” ; “O’nda, sizin için güzel bir örnek vardır.”
Güzeller Güzeli de sallAllahu aleyhi vesellem, temel vazifesini şöyle açıklar: “Ben, ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.”
Her ne varsa sahibi Allah’tır!
İmanlı bir aklın sahibi, daimi bir aşk ve şevk içindedir. Çünkü şevki mutlak, hakiki müminin bütün hayatına hâkim olur. Mümin kuldur ve kul olarak kaldıkça, mutludur. Zira kul, kendi varlığını yok sayar; var olan her şey, var ve tek olandandır. Allah’tandır (celle celaluhu)…
Her şey O’ndandır, O’nundur. Onsuz hiçbir şey olmaz. O ki, insanı en mükemmel, en üstün kılmış da yaratılmışın hepsini onun emrine ve hizmetine vermiştir. Kul, böyle bir Rabbe âşık olmaz mı? Tarifsiz minnetlerle bağlanmaz mı? Sayısız ihsanlarına layık olamama korkusuyla kıvranmaz mı? Nail olduğu nimetlerin çokluğu ve bolluğu penceresinden bakıp O’nun yağdırdığı Rahmetten heyecanlanmaz mı?
Rahmetinin hangi tecellisiyle cezbeye düşülmez, hangi cömertliğine âşık olunmaz ki? Kendisini bilme, bulma ve tanıma nasibi de “Kendisi’ndendir” biliciyle, nasıl coşulmaz ki?
Hakiki aşk, aşkın hakikati, hakikatin aşkı da O’ndan… O’ndan olmayan ne var? O varsa her şey var. O’nunla zindan saray, O’nsuz saraylar zindan…
Tanıdıkça, daha çok sevilen o Yüceler Yücesi, hem marifetini hem de muhabbetini verdi. Bildirmeseydi bilemezdik… Buldurmasaydı, karanlıklarda el yordamıyla arayarak, bir ömrü boşa geçirip heba edecektik. Sevdirmeseydi, sevgi nedir bilemeyecek ya da bu güzel duyguyu israf edip yanlış yerlerde ziyan edecektik.
O’nun verdiği akılla O’nu bulduk… O’nun verdiği gönülle O’nu sevdik… O’nu bulan, her şeyi kaybetse, ne gam… O’ndan uzaklaşan, bütün dünyaya sahip olsa neye yarar?
O’nu bulan, bilen ve seven, gerçekten kulluk bilincine eren, hiçbir şükürle borcunu ödeyemeyeceğini idrak edendir. Bu idrake erenlerden biri der ki:
Cenabı Maşuk’tan olmazsa muhabbet âşıka,
Sa’yi âşık, âşıkı Maşuk’a isal eylemez.
Evet, insanı sevgisinden, sevgisiyle Yaratan, muhabbetle baktığı insana aşkı ihsan eder; aksi halde, âşıkın çalışıp çabalaması, onu Maşuk’a ulaştıramaz.
Sahip olduğumuz bütün maddi ve manevi varlığın Sahibi Allah’tır… Varlığın, hayatın, zamanın, yeryüzünün, gökyüzünün sahibi Allah… Her şeyin dizgini O’nun elinde, her şey O’nun külli iradesine teslim. Böyle iken, insan ne için yaşamalı, kim için yaşamalı, kime teslim olmalı, kimin ölçüsünü hayatına hâkim etmeli?
Allah için değilse kim için?
O’nun rızası dâhilinde yaşamayacaksa kimi memnun etmeye bakacak insan? Hangi ölçülerle mutlu olur kişi, huzuru hangi huzurda bulur, söyler misiniz?
Doğru düşüncenin bize fısıldadığı hakikat, “Allah için yaşamak”tır.
Evet, sadece ve yalnız yaşamak… Başkaca yaşamaklar, yaşamak değil, yaşamaya, hayata kıymaktır, ömrü ziyan etmektir. Tabii ki hayatın Sahibi’ne de ihanet etmektir.
Bu sebeple, Allah rızasına uygun yaşamayanlar, sadece kendilerine yazık etmiş olmazlar, aynı zamanda, o rıza istikametinde hareket eden bütün kâinatı da tekzip etme küstahlığına düşmüş olurlar.
Bu yüzden, inançsız ve ibadetsiz insan, kâinatın normal işleyişine ters düşmüş, yaratılış çizgisinden çıkmış bir isyankârdır. Zalim bir anarşisttir, başkasına kul olan. Zira Allah’ın malını, mülkünü, yarattıklarını, başkalarına mal etmekte, hükümranlık hakkını Yüceler Yücesi’nden alıp başkasına, hem de zavallı bir mahlûka ya da mahlûklara vermektedir.
Allah için yaşayan, kuldur ama azizdir; izzetlidir, asla zillete düşmez. Çünkü Tek olana kuldur, binin, binlercesinin kulu, kölesi olmaktan kurtulmuştur. Tek olan Allah’a kul olmayanın tanrısı çoktur; zelildir, her yaratık onu ürkütür, korkutur, titretir. Zira, Allah’a güvenip dayanmadığı, yani tevekkül hakikatinden habersiz olduğu için hayatın tüm acılarına, dertlerine, musibetlerine karşı kendi gücüyle karşı koymak durumundadır. Oysaki gücü az, sonlu ve sınırlıdır; belalar çok, dertler demet demet, musibetler peş peşedir.
Allah için olmayan, kendini yalnızlığa, yorgunluğa ve bunalımlara mahkûm etmektedir. Allah için yaşamayan, kendisini Allah’ın sonsuz ve sınırsız desteğinden mahrum ediyor demektir.
Hâlbuki, dertlerin dermanıdır Allah’tır…
Hz. Mevlana der ki: “Ey insan! Dertsiz dünya olmaz. Dert çok, sen de zayıf ve güçsüzsün. Bunca derdi, sen kendi gücünle çözemezsin… Öyleyse, bil ki, her şeyin Sahibi olan Allah celle celaluhu, senin dertlerinin de sahibidir. Sen, Allah ile aranı düzelt ki Allah da dertlerinle senin aranı düzeltsin. ”
Allah ile arayı düzeltmek, bir ömür uğraşacağımız ve hiçbir an gözden kaçırmayacağımız en hayati bir Tevhid eylemidir.
İşte bu dikkat, bu titizlik, bu hassasiyet, insanı titretir, irkiltir ve bütün gaflet perdelerini paramparça eder. Bu çabadan kaynaklanır Allah korkusu… Bu, Allah’a layık olamama korkusudur.
İşte bu korkuyu, Hz. Mevlana şöyle anlatır: “Allah korkusu, imanlı kalplerin ziyneti ve süsüdür. O korkuyla insan insan olur. O korkudan mahrum olan gönüller haraptır ve şehvet yuvasıdır.”
O korku, bütün korkulardan kurtaran bir korkudur; korkunun çaresidir. Bu sebeple de bildiğimiz manada korku değildir. Bu yüzden atalarımız, “Kork, Allah’tan korkmayandan!” demişler.
Gönülde sürekli bir kulluk bilinci taşımak gerek. Kulluk bilincini sürekli tazelemek gerek. Böylece Allah için olmak, insanın hali, tavrı olur; varlığının olmazsa olmazı haline gelir. Kul, görüldüğünde hep Allah’ı hatırlatır. Çünkü o, Allah’ı hatırlamaz; unutmaz ki hatırlasın…
Mümin kullukta bulur kurtuluşu… Hürriyete kullukla erer… Kullukta bulur kendini. Kendi varlığını hiçe indirger; varlığında aşkla fani olur Yüceler Yücesi Rabbi’nin…
O şevkle kanatlanır ve Mevlana gibi hüzünlenir:
Yazık ki akşam oldu, yine biz yalnız kaldık
Bir kıyısı görünmez deryaya daldık.
Bir gemiye binmişiz, bulanık bir gecede,
Allah’ın denizinde, Allah’tan uzak kaldık.
Ve sonra, yine aynı inançla şevklenir, ebedi teselliye yapışır: “Allah ile olduktan sonra, ömür de hoş, ölüm de hoştur.”
Allah kuluna kâfidir
Hz. Lokman, iyi bir kul olmasını, Allah yolunda bulunmasını istediği can parçasına şöyle seslenir:
“Ey Oğul! Dünya derin bir denizdir, pek çok insan onda boğuldu. Gemin takva, yükün iman, halin tevekkül olsun. Umulur ki, kurtulursun…”
Fırtınalı bir ömrün sonunda, Şairler Sultanı Necip Fazıl da bizi Yüceler Yücesi’ne şöyle çağırır:
Neye yaklaşsam, sonu ayrılık ve kırgınlık…
Anladım ki, Mevla’dan başkasına yokmuş yakınlık.
Mümine düşen, Allah için olmaktan başka nedir ki?
Bunu Rabbimiz söyler bize: “Allah kuluna kâfi değil mi?”
Günde en az kırk defa, Fatiha’da, “Ancak Sana ibadet eder, ancak Sen’den yardım bekleriz” diyen mümin için tek yol, Allah’ın yoludur; O’nun için olmaktır, O’nunla dolmaktır, O’nun rızası dairesinde yaşamaktır.
Rabbimiz bize öğretir ki, “Biz buralı (dünyalı) değiliz. Allah’tan başkasına ait değiliz. Ve eninde sonunda dönüş onadır…” Bir ayeti kerime de ferman buyrulduğu gibi: “Muhakkak ki biz, Allah içiniz ve kesindir ki O’na döneceğiz.”
Sonunda ona döneceğini bilenler, ancak ve sadece onun için yaşarlar. O’nun emri ve izni dairesinde hareket ederler. Ondan geldik, ona döneceğiz bilinci, insanı Allah’a dost eder ve sadece Allah için yaşama şevki verir.
İşte, o şevkle bir asra yakın yaşanmış olan bir ömrün sonunda; Bandırmalı Ali Efendi rahmetullahi aleyhin cenaze namazında, İmam Efendi diyor ki: “Hakkınızı helal eder misiniz? Diye sormuyorum; Biliyorum ki, asıl o bize hakkını helal etsin!”
Bütün cemaat, İmam Efendi gibi düşünüyor. Ne mutlu o mübarek zata… Yaşanması gereken hayata hakkını tam veren o er kişiye ne mutlu…
İşte böyle bir ömür, Allah için yaşanmış olan bir ömürdür.
Allah için yaşamak, hepimize nasip olsun inşaAllah.
(Amin)