Milletimizin sinesinde yer etmiş ve onun şahsiyet teşekkülünün iksiri olmuş gönül sultanlarına yönelik Don Kişotça saldırılar yeni değil. Fakat nasıl bir toplum haline geldik ki, tarihimizin iftihar edeceğimiz numune taraflarını (hadiselerini) bile münakaşa mevzuu yapmayı becerebiliyoruz.
İstanbul´un fetih yıldönümü münasebetiyle haftalarca, bir televizyon kanalında ve bazı gazetelerde Fatih Sultan Mehmed tartışıldı. Bu arada onun şairliği üzerinde de duruldu. Ben, bu vesileyle gündeme gelen, hem Fatih´in hem de Osmanlı hanedan mensuplarının şairliği meselesi üzerinde durmak istiyorum.
Sanat-saltanat iklimi
Sanat ve saltanat, birbirleriyle tarih boyunca en çok birlikte kullanılan iki kelimedir. Saltanat mensupları, sanatçıları, kendi yapıp ettiklerini hem çağdaşlarına hem de çağlar ötesine anlatıp tanıtacak isimler, adlarını ölümsüzleştirecek unsurlar olarak görürken; bulunduğu konum gereği hem çağına söylenecek sözü olan, hem de bunu gelecek nesillere de iletebilme gayreti içindeki sanatçı, saltanat sayesinde sanatını icra edebileceği bir ortam bulabilmek umuduyla devlet yöneticilerine yaklaşmış, böylece sözünü ettiğimiz ilişki ortaya çıkmıştır.
Bu münasebet, Doğu ve Batı dünyasında, aynı görüntülerle karşımıza çıkar. Fakat saltanat mensuplarının aynı zamanda sanatçı olma özelliği, büyük ölçüde bizim tarihimizde görülen ilginç bir manzaradır. Hem Doğu hem de Batı dünyasında, başta şiir olmak üzere güzel sanatların çeşitli şubeleriyle meşgul olmuş, hattâ bu alanlarda başarılı sayılan sultan ve krallara rastlanmaktadır. Ama bunun neredeyse bütün hanedan mensuplarına yayılmış dünyadaki tek örneği, Osmanlı hanedanıdır. Ondan sonra da sırayı diğer Türk hanedan mensupları almaktadır. Benzer şekilde Timurlular´da, Erdebilî hanedanında, Şirvan hanlarında, Kaçarlar´da, Kazak ve Türkistan hanlıklarında, bu durum sıklıkla karşımıza çıkmaktadır.
Tümü belgelendirilemese de halkımız, Osman Gazi´den başlayarak Sultan Reşad´a kadar hemen bütün padişahlara, pek çok şehzadeye, hattâ hanım sultanların bir kısmına şairlik isnad etmektedir. Bunların önemli bir kısmının da, elimizde dîvanları bulunmaktadır. Hattâ bunlardan, Muhibbî mahlasıyla şiirler yazan Kanunî Sultan Süleyman, Türk edebiyatında en çok gazel yazmış şairdir. Yine, Muradî mahlasıyla şiirler yazan III. Murad, klasik şiirin en hacimli dîvanlarından birinin sahibidir.
Mükemmel bir eğitim
Kuşkusuz, Osmanlı hanedan mensuplarının başta şiir olmak üzere bilim ve sanatla böylesine iç içe olmalarının bazı sebepleri vardı. Onların bu özelliklerini, öncelikle yetişme tarzlarıyla izah etmek gerekecektir.
Özellikle devletin kendisini toparladığı tarihlerden itibaren, gelecekte sorumluluk sahibi olacak kişilerin eğitimine büyük özen gösterilirdi. Dört yaşından itibaren özel hocalar nezaretinde eğitilen şehzadeler, ilk derse Kur´an´la başlar, diğer dinî ilimleri, en seçkin hocalardan okuyarak bilgi sahibi olurlardı. Şehzadeler, Türkçe´den başka, Arapça, Farsça, Latince, Yunanca, Rumca, Sırpça ve Çağatay Türkçesi gibi dil ve lehçelerden birkaçını da öğrenmek zorunda idi. Tarih, Coğrafya, Harp Sanatı, Astroloji, Matematik, Mantık, Kimya gibi ilimleri de okuyan şehzadeler, tasavvuf, müzik, avcılık, atıcılık, güreş vb. sportif faaliyetleri de başarıyla icra ederlerdi.
Müzik ve şiir, Osmanlı saraylarının, güzel sanatlar içerisinde en çok önem verdikleri iki alan idi. Bu yüzdendir ki, Osmanlı hanedan mensuplarının büyük bölümü, güzel sanatların bir ya da birkaç şubesiyle ilgilenmiş, bir kısmı da bu alanlarda yenilik sayılacak çalışmalar gerçekleştirmişlerdir. Meselâ, sultanlar arasında, müzikte yeni makamlar bulanlar olduğu gibi, hat, kuyumculuk ve marangozluk gibi alanlarda da isim yapanlar vardı.
Çağının önde gelen şairi
Kaynaklar, Yıldırım Bayezid devrinden itibaren Osmanlı Devletinde şiir ve şairin varlığından söz etmeye başlarlar. Fakat, Osmanlı Devletinde pek çok başka mesele gibi, kültür-sanat faaliyetlerinin de bir sisteme oturması, II. Murad devrinde hız kazanmış, Fatih devrinde, belli bir düzene oturmuştur.
Fatih Sultan Mehmed (1432-1481), Osmanlı sultanları içinde, bilim ve sanata sağladığı imkânlar bakımından, ilk sırada değerlendirilecek bir isimdir. Onun zamanında bilim, hat, musıkî ve şiir alanında gözle görülecek gelişmeler ortaya çıktı. İstanbul´da maiyetinde 185 şairin bulunduğu rivayet edilmektedir. Özellikle Ahmed Paşa (ölm. 1497), Necatî (ölm. 1509), Melîhî, Aşkî, Bursalı Mehdî, Şemsî, Ulvî, Zeynep Hatun, Haffî ve Nizâmî, Fatih´in çevresindeki belli başlı şairlerdir. Avnî mahlasıyla şiirler kaleme alan Fatih Sultan Mehmed, Osmanlılar´da şiirlerini bir araya getiren ve adının dışında mahlas kullanan ilk padişahtır. Eldeki örneklere göre Fatih, kendi çağının önde gelen birkaç şairi istisna edilecek olursa, şair olarak da dikkatle üzerinde durulması gereken bir isimdir. Bugün elimizde bulunan ona ait örneklerin tamama yakını gazel nazım şekliyledir. Osmanlı içtimaî yapısının bezm tarafını anlatan bu nazım şekli, mahiyeti gereği âşık ve mâşuk arasındaki platonik sevgiyi dile getirir. Bu duygular, Fatih Divanı´nda sade ve samimi bir üslup içinde dile getirilmiştir. Bununla birlikte onun cihan padişahı olduğunu vurgulayan örneklere de rastlanır.
Şarap ve sevgili
Son zamanlarda televizyon ve gazetelerde, Fatih Sultan Mehmed´in bazı gazellerinde şarap kelimesinin ve sevgiliyle ilgili unsurların bolca kullanılmasından hareketle, bu motiflerin, onun yaşadığı hayatın bir yansıması sayılması lazım geldiği hususu üzerinde durulmuştur. Bu yaklaşım, Dîvan şiirinin kendine özgü özelliklerinin bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Hanedan mensupları da sonuç olarak, içinde yaşadıkları geleneğin temsilcisidirler. Dîvan şiiri, bir geleneğin şiiridir ve bu anlayış, günümüzdekinin tersi olarak ileri düzeyde mecaza yaslanmış olup söylenenden çok, işaret edileni dile getirmektedir. Bu gelenekte şair, bahsedeceği konuları, bunları nasıl söyleyeceğini, hangi duyguları dile getireceğini, hangi motif ve mazmunları kullanacağını öğrenmiş olarak sanatını icra eder. Kısacası, Dîvan edebiyatında şair, kendisi olmak yerine, geleneğin gösterdiği duyuşların ifadecisidir. Özellikle aşk ve sevgili bahsinde şair, bunu gerçek macerası dışında bir rol alış şeklinde ifade eder. İçkiden söz ediyorsa, bu çoğu zaman gerçekten yaşanmış bir halin anlatımı değil, zihnî bir faaliyetin ürünüdür. Kendisinin aşk karşısındaki konumu ya da sevgilisine yaklaşımı da, çoğunlukla gelenekteki gibidir. Yani kendisi dilenci, sevgilisi herşeye gücü yeten bir sultan konumundadır. Sevgilisinden söz ederken,
Zülfünün zencirine kul eyledin şâhım beni
Kulluğundan kılmasın âzâd Allahım beni
şeklinde seslenecektir.
Şeyhülislâm ve meyhane!
Burada klasik şiirin, sevgilinin saçının tuzağına yakalanan âşık imajı yanında, sevenin kul, sevilenin her şeye gücü kudreti yeten şah olarak tanımlanması ve bu kulluktan son derece mutlu olunduğu için hiç bir zaman kurtulmak istenmemesi motifi, pek çok şair tarafından aynı şekilde işlenmiştir. Bu bakış açısı, gerçekten sevgilisi karşısında âciz başka şairlerce de, daha doğrusu bütün dîvan şairlerince de asırlar boyu tekrarlana gelmiştir. Bu, klasik şiir için öylesine alışılmış bir durumdur ki, bırakın padişahı, XVII. yüzyılın ünlü şairi Şeyhülislâm Yahya Efendi,
Mescidde riyâ-pîşeler etsin ko riyâyı
Meyhâneye gel kim ne riyâ var ne mürâyî
beytini dile getirmiş, kimse bu ifadeleri gerçek manasıyla değerlendirip, onu görevden almayı düşünmemiş, Osmanlı´nın şeyhülislâmı, mescidi kötüleyip meyhaneyi övüyor dememiştir. Meseleyi mecaza yaslamadan ele alacaksak Fuzûlî´nin Hz. Peygamberi övdüğü Su Kasidesinde yer alan
Ben lebin müştakıyam zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelir huşyâre su
beytini nasıl açıklayacağız. Aynen çevirirsek, ben dudağını özlüyorum zahidler ise kevsere talib. Bunda şaşılacak bir şey yok, sarhoş içki, ayık olan ise su içmek ister anlamı verilebilecek beyitten şairin muradı elbette bu değildi. Klasik şiirde vahdet-kesret (birlik-çokluk) ikilemi üzerine beytini kuran şair, burada vahdeti ifade eden leb kelimesi ve kesreti ifade eden kevser kelimesinin çağrışımlarıyla oynamaktadır. O zaman şiir, ben cennette Allah´ın cemalini görmek istiyorum, ham sofu ise kevseri istiyor. Allahın azameti ve güzelliği karşısında sarhoş olan ben bu sarhoşluğu daha da arttıracak şeyler isterim. Menfaat düşkünü olan zahid de kevsere taliptir demek istemektedir. Bunu, Yunus da,
Cennet cennet dedikleri
Bir kaç köşkle bir kaç hûrî
İsteyene ver anları
Bana seni gerek seni
şeklinde ifade ediyordu. Burada Yunus, rindlerin temsilcisidir, köşk ve huri isteyenler de zahidlerdir. Bir başka ifade ile, burada, ibadeti sırf Allah rızası için yapanlarla, bundan karşılık bekleyenler karşılaştırılmış ve ikinciler kınanmıştır.
Anlamak için bilmek gerek
Peki klasik şiirde yer alan kelimeler, her zaman mı mecaz olarak anlaşılmalıdır Tabii ki hayır. Orada da sevgilinin zaman zaman beşerî olanı çağrıştırdığı, meyin gerçek şarap anlamında kullanıldığı elbette vakidir. Hattâ, aynı şekilde şair zaman zaman da kendi psikolojik iç dökümlerini, şahsî duygularını dile getirir. Bunlara Tezkireciler hasb-i hal tarzı şiir adını veriyor. Yine Fatih´e dönecek olursak, onun
İmtisâl-i câhidü fillâh oluptur niyyetim
Dîn-i İslâmın mücerred gayretidir gayretim
beyti, ya da
Bizimle saltanat lafın edermiş ol Karamânî
Hudâ fırsat verirse ger kara yere karam ânı
gibi ifadeleri, mecaza gerek duymayan anlatımlardır.
Bize has bir terslik
Mecaz, aynı zamanda, şiire farklı anlamlar yükleyebilmenin de kapısını açar. Bu yüzdendir ki, şark şiiri, farklı kültürel seviyedeki okuyucunun beklentisine de cevap veren bir şiirdir. Günümüzde bazı insanlar bu örneklere, çağı içindeki bakış açılarıyla bakmayabilir. Kendi çağdaş birikimleriyle bu şiiri değerlendirebilirler. Kısacası, Mevlana´nın ifadesiyle söyleyecek olursak, deniz ne kadar büyük olursa olsun, oradan alacağımız su miktarı, elimizdeki kabın büyüklüğü kadardır.
Günümüzde de gelişmiş devletin ölçüsü, bilime, sanata, spora sağladığı destekle orantılıdır. Osmanlı hanedan mensupları, özellikle devletin ve kültürün dinamik olduğu dönemlerde, şiire ve başka güzel sanatlara gösterdikleri ilgi ile dünyada örneği az görülen bir uygulamanın sahipleridir. Bunun ötesinde onlar, bizzat sahnede rol alışlarıyla da farklı bir manzara sergilemişlerdir. Böyle bir örneğe başka toplumlar sahip olsaydı, meselâ Napolyon´un bugün elde Fransızca´nın önde gelen şairleriyle boy ölçüşecek düzeyde bir şiir kitabı bulunsaydı, kendi toplumu acaba bunu nasıl değerlendirirdi Türk toplumu, nasıl bir hâle geldi ki, tarihimizin övünç duyacağımız numûne hadiseleri üzerinde bile tartışma yapabiliyor veya onları münakaşa mevzuu yapmayı becerebiliyoruz.
Prof. Dr. Mustafa İsen/Tarih ve Medeniyet, Sayı 40