Selefiyyun (Selefçiler)

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı gece_mavisi

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: Bursa
  • 3684
  • +299/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Uyanan Gençlik
Selefiyyun (Selefçiler)
« : 22 Kasım 2010, 06:07:42 »
Bir kısım görüşlerinin gerçekte Selefiye mezhebine ait olup ol­maması hususunda bunlarla müttefik değilsekte, biz burada «Selefçiler» olarak, kendilerine bu sıfatı verenleri kasdetmekteyiz.

Selefîler, Hicri 4. yüzyılda ortaya çıkmışlardı. Bunlar, Hanbelî mezhebine mensup insanlardı. Bunlar, bütün görüşlerinin, Selefiye inancını canlandıran ve bu inanca ters düşen görüşlere karşı sava­şan İmam Ahmed İbn-i Hanbel´e ait olduğunu iddia ederler.

Selefiye inancı Hicrî 7. yüzyılda tekrar ortaya çıkmış ve bu de­fa bu görüş, Şeyhül İslâm İbn-i Teymiyye tarafından ihya edilmiştir. İbn-i Teymiyye, insanları yoğun bir şekilde bu görüşü kabullenme­ye davet etmiş ve zamanının gerektirdiği bazı görüşleri de Selefiye görüşüne ilave etmiştir.

Daha sonra Selefiye inancı Hicrî 12. yüzyılda Muhammed b. Abdülvahhab tarafından Arap yarımadasında yeniden ortaya çıkarıl­mıştır. Günümüzde de Vahhabîler, bu görüşe davet etmekte ve bir kısım İslâm âlimleri de aynı görüşleri şiddetle savunmaktadırlar. İş­te bu görüşlere değinmek gerekmektedir.

Hanbelî mezhebinde olan bu insanlar, ´Allah´ın birliği meselesi üzerinde durmuşlar, bu meselenin kabirlerle olan ilişkisini izaha ça­lışmışlar ve müteşabih âyetler hakkında konuşmuşlardır. Bu akım Hicri 4. yüzyılda ortaya çıkmış ve bu görüşü benimseyenler, görüş­lerinin, Ahmed İbn-i Hanbel´e ait olduğunu söylemişlerdir. Ancak Hanbeli mezhebinden olan bazı zatlar bu görüşlerin, Ahmed İbn-i Hanbel´e ait olduğu hususunda bunlara katılmamışlardır.

Selefüer ile Eş´ar iler arasında büyük tartışmalar olurdu. Çünkü Selefîler, Eş´arîlerin kuvvetli oldukları sahalarda ortaya çıkıyorlar ve şiddetli tartışmalara sebep oluyorlardı. Her iki fırka da, insanla­rı selef-i salihin´in yoluna davet ettiklerini zannediyorlardı.

Biz, daha önce, Eş´ari mezhebinin, selefden nakledilen görüşler­le ilişkisini anlatmadıksa da, bizzat mezhebin mahiyetim izah ettik. Bu bölümde de, kendilerine «Selefiye» adım verenleri anlatırken, «Selefiyeci» adıyla ortaya çıkanlarla, gerçek «Seleîiyeciliği» karşılaş­tırarak, asıl Selefiye itikadının neden ibaret olduğunu izah etmeye çalışacağız.

Kendilerine «Selefiye» adını takanların metodlar:

Daha önce Mutezililerin, felsefî bir metod takip ettiklerini, bu metodlarmı Yunan mantığından, felsefecilerin tartışma usullerinden aldıklarım görmüştük. Mutezilîkn, bu metodu kullanmaya zorlayan sebep, bunların, kendilerini adadıkları, «îslâmı savunma» meselesiydi.

Eş´ari ve Matüridiler de felsefî bir metod takibetme hususunda, Mutezilîler gibi hareket etmişlerdir. Gerçi onlarla birçok tartışma­lara girişmişler, fakat vardıkları pek çok neticede birleşmişlerdir.

Sonra ortaya Selefiler çıkmıştır. Bunlar, felsefi metodu kullan­mamışlar, inanç meselelerinin, sahabe-i kiram ve tabiin zamanında, anlaşıldığı şekilde anlaşılmasını istediklerini ileri sürmüşlerdir.

Bunlar, itikadı meseleleri yalnızca Kur´an-ı Kerim den ve Besulullah´ın sünnetinden almaya çalışmışlar, itikadın hem temel mese­lelerini, hem de bu meseleleri ispatlayan delilleri, Kur´an´dan alma­ya girişmişler, âlimlerin, Kur´an´m delillerinden başka delillere baş vurmalarım engellemeye çalışmışlardır.

Bakıllani´nin. insanların, itikadı meseleler hakkında Es´ari´nin "delillerine baeh kalmalarını ileri sürmesine mukabil, Selefîlerin, in­sanların. Kur´an´ı delilleriyle bağlı kalmalarını istemleri, daha uy­gun ve daha evladır.

İbn-i Teymiyye, metodlannı tesbit ettiği âlimlerin, İslâm inancı­nı anlama usullerini dört kısma ayırmaktadır.

1) Filozoflar: Bunlar, «Kur´an-ı Kerîm, hitabet yoluyla ve in­sanları ikna eden mukaddimelerle geldi.» derler ve kendilerinin delillere dayandıklarını ve kesin bilgiye sahib olduklarını, itikadı me­selelerin ise ancak delillerle ve kesin bilgi ile elde edilebileceğini id­dia ederler.

2) Kelâmcılar, yani Mutezililer: Bunlar, aklî delilleri, Kur´an-ı Kerîm âyetlerini incelemenin önüne geçirirler. Evet bunlar her iki delili de kabul ederler. Fakat, ifade ettiğimiz gibi, aklî araştırmayı, Kur´an-ı Kerîm´in delilinden önde tutarlar. Bunlar, Kur´an inancın­dan sapmıyorlarsa da onu, kendi akıllarına göre yorumluyorlar.

3) Bir kısım âlimler (Matürîdî vb.) : Bunlar, Kur´an-ı Kerim´de bulunan itikadı mevzuları araştırır ve ona inanırlar. Kur´an´ın bu meseleler hakkındaki delillerini de kabul ederler. Ancak bu delille­ri, doğruyu gösteren, insanı irşad eden, akla yön veren deliller ola­rak değil, ihtiva ettikleri mânâlara inanılması gereken Kur´anî ha­berler olarak kabul ederler ve bu delillerin ifade ettikleri mânâları, akılla elde edilecek neticelere mukaddime yapmazlar. Çünkü bun­lar, akılla yardımlaşarak, Kur´an´m beyan ettiği itikadı meselelere delil getirmeye çalışırlar.

İbn-i Teymiyye, îmam Matürîdi´yi bu tür âlimlerden sayıyor.

4) Bunlardan başka dördüncü bir gurup ölimler vardır ki; bun­lar, Kur´an´m hem itikadı meselelerini hem de delillerini kabul eder­ler. Ancak, Kur´an´m delîleriyîe beraber, aklî delillere de başvurur­lar.

İbn-i Teymiyye´nin, bu kısım âlimlerden Eş´ariîeri kasdettiği an­laşılıyor.[1]

İbn-i Teymiyye bu ayırımı yaptıktan sonra selefin metodunun, bunlardan hiçbirisi olmadığını, çünkü itikadı meselelerin ve delille­rinin ancak nasslardan alınabileceğini, selefin ise akla itimad etme­diğini, zira akim, insanı saptırabilecegini, bunların, sadece nassa inandıklarını ve nassların işaret ettiği delilleri kabul ettiklerini, çün­kü nassların. Peygamber (S.A.V.)´e gönderilen birer vahiy oldukla­rını ifade eder.

Selefîlere göre aklî metodlar, İslâmdan sonra icadedilen, saha­be ve tabiin´in kesinlikle bilmedikleri birtakım hususlardır, itikadı meseleleri anlamak için aklî prensiplerin zarurî olduklarını söyle­mek, selef-i salihîn´in, bu meseleleri ve delillerini hakkıyla bilmedik­lerini iddia etmek olur.

Bu hususta İbn-i Teymiyye şunları söyler: «Onlar, yani Selefiyeci olmayanlar, bu sözleriyle şunu demek istiyorlar-. «Peygamber Efendimiz, kendisine inen âyetlerin mânâsını bilmiyordu. Sahabile-ri de bunları anlamıyorlardı.» Hatta onların iddia ve ifadeleri «Resulullah» müteşabih hadisleri söylerken ne söylediğini bilmiyor ve bilmediği şeyleri konuşuyordu.» mânâsına da gelir.

Vardığımız sonuç kısaca şudur; İbn-i Teymiyye´nin tasvir etti­ğine göre Selefîler; itikadı meseleleri, dini hükümleri ve bunlarla il­gili bütün mevzuları kısaca veya etraflıca bilmenin tek yolu, Kur´­an-ı Kerim ve Peygamberimizin, onu açıklayan sünnetidir, Kur´an ve sünnet yolunu takibetmektir. Kur´an ne hüküm koymuş, sünnet nasıl izah etmişse, olduğu gibi kabul edilir, asla reddedilmez. Bunla­rı kabul etmemek, İslâm inancından çıkmak olur.

Kur´an-ı Kerîm´in izahında ve O´ndan hüküm çıkarmakta akim katkısı, ancak metinlerin işaretleri ölçüsünde ve haberlerin, aklı desteklemeleri nisbetindedir.

´Aklın otoritesi, sadece inanmada, boyun eğmede, naklen bilinen şeyleri akla yaklaştırmada ve nakille çelişmemekte görülür. Akü şa­hittir, hâkim değildir. îkrar eden ve destekleyendir. Bozan ve kabul etmeyen değildir. Akıl, Kur´an´m kapsadığı delilleri ancak izah ede­bilir.

İşte Selefîlerin metodu budur. Bu metoda göre akıl, devamlı ola­rak naklin arkasında yürür, onu güçlendirir ve destekler. Fakat, hiç­bir zaman kendi başına delil olamaz. Sadece metinlerin mânâlarını

akla yaklaştırabilir.

Seîefiler, vahdaniyet, Allah Tealâ´nm diğer sıfatları, kulun fii­li, Kur´an-ı Kerîm´in mahluk olup olmadığı hususlarındaki ve Allah Tealâ´nın, yaratılanlara benzediği zannını doğuran âyetleri inceleme­ye girişmişlerdir.[2]


Vahdaniyet (Allah´ın birliği) :


Selefiler, vahdaniyeti, İslâmm esası kabul ederler. Tabii ki bu, şüphe götürmeyen bir gerçektir. Selefiler vahdaniyetin mânâsını, müslüman âlimlerin, üzerinde ittifak ettikleri bir şekilde açıklarlar. Diğer taraftan bunlar, İslâm âlimlerinin, vahdaniyete ters düş­mediğini ittifakla belirttikleri bazı hususların, vahdaniyete ters düş­tüğü ididasında bulunurlar. Meselâ: Bunlar, Rablerine intikal eden (ölen) bazı kullar vasıta, yapılarak Allah´dan birşey dilemenin, vah­daniyete ters düştüğünü iddia ederler. Yine bunlar, Peygamber Efen­dimizin kabri olan Ravza-i Mutahhara´ya karşı yönelerek onu ziyaret etmenin ve Ravza-i Mutahhara´nm etrafında ibadet etmenin, her­hangi bir peygamber veya velinin kabrine yönelerek dua etmenin, vahdaniyete ters düştüğünü zannederler.

Selefüer, bu görüşlerinin, selef-i salihinin görüşü olduğunu ve bunun dışındaki bir görüşün, vahdaniyeti zedeleyen bir bid´at oldu­ğunu sanırlar.

îsîâm âlimlerinin tesbitîerine göre vahdaniyetin üç yönü vardır.

1) Allah Tealâ´nın zatının ve sıfatlarından herbirinin tek oluşu.

2) Allah Teaîâ´nın, yaratma ve vâr etmede tek oluşu.

3) Allah Tealâ´nın, ibadet edilmekte tek oluşu.[3]



İzahı :


1) Allah Tealâ´nm zatının ve sıfatlarından herbirinin tek oluşu.

Bütün müslumanlar, Allah Tealâ´nın bir ve tek olduğu, onun hiç­bir benzeri bulunmadığı ve O´nun, herşeyi işittiği ve gördüğü hususda ittifak etmişlerdir.

îbn-i Teymiyye bu hususta şöyle der: «Tevhid, (Allahı birlemek) Tenzih, (Allah´ı, sanma yakışmayacak şeylerden uzaklaştırmak) Teşbih, (Allah´ı, yaratılanlara benzetmek) Tecsim, (Allah´a cisim nis-bet etmek) gibi kelimelerden herbiri, iîm-i keîamcılarm ve benzer­lerinin terimleri yüzünden, değişik mânâlarda kullanılır oldular. Her fırka bu kelimelerden herbirini, diğer fırkaların kullandığı mânâ­dan başka bir mânâda kullanır oldu. Meselâ: Mutezile ve benzerle­ri, Tevhid ve Tenzih kelimelerini, Allah Tealâ´nın sıfatlarını kabul etmeme mânâsında, Teşbih ve Tecsim kelimelerini ise Allah Tealâ´ya herhangi bir sıfat isnad etme mânâsında anlarlar. Öyle ki «Allah Tealâ görür» veya «Allah Tealâ´nm kelâm sıfatı vardır.» diyen kişi, bunlara göre, Allah´a cisim isnad eden mücessimedir. Aynı şekilde, ilm-i kelâmcılann bir çoğu, Tevhid ve Tenzih kelimelerini, Allah´ın haber verdiği sıfatların bütününü veya bir kısmını[4] reddetme mânâ­sına, Tecsim ve Teşbih kelimelerini ise bu gibi sıfatların hepsini ve­ya bir kısmım Allah´a isnad etme mânâsında anlarlar.

Felsefeciler ise, Tevhid kelimesini, Mutezile gibi anlarlar. Hatta onlardan daha da aşırı davranarak, Allah Tealâ´nm sadece bir sıfat-ı selbiyesi veya sıfat-ı zatiyesi, yahut bunların bileşimi bir sıfatı bu­lunduğunu iddia etmişlerdir.[5]

Allah´ın «Selbî» sıfatları, aksi veya zıddı O´na nisbet edilemeyen sıfatlardır. «Kıdem» «Beka» sıfatları selbî sıfatlardır. Kıdem, «evveli olmayan», Beka ise, «sonu olmayan», demektir. Bunların aksini Al­lah´a nisbet etmek mümkün değildir. îzafi sıfatlar ise «âlemlerin rabbi» «göklerin ve yerin yaratıcısı» gibi sıfatlardır.

Mürekkep sıfatlar, Allah. Tealâ´nın, yaratılanlara benzemediği­ni ifade eden sıfatlardır.

Âlemlerin, bu gibi sıfatlarda ihtilaf etmeleri, çeşitli fırkaların bir­birlerini küfürle itham etmelerine sebep olmamaktadır. Çünkü, bu ihtilaflar, zahiri ihtilaflardır, gerçek anlamda bir ihtilaf değildir. Bu itibarla Selefüer, kendilerine muhalif olan diğer îsl&mî fırkaları kâ­firlikle itham etmezler. Sadece, onların doğru yoldan saptıklarını söylerler. Selefüer, felsefecilerin, Mutezilîlerin ve tasavvufçuiann, ittihad (birleşme) ve fena fizzat (Allah´ın zatında yok plma) ´dan bah­setmeleri sebebiyle doğru yoldan saptıklarını söylerler.[6]



a) Selefîler ve Eş´arilerı


îbn-i Teymiyye´nirı anlattığına göre, Selefüere göre, felsefeciler, Mutezililer ve tasavvufçular hak yoldan sapmış kimselerdir.

Yine îbn-i Teymiyye´nin kanaatince, acaba haktan sapmayan Selefüerin görüşleri nelerdir

îbn-i Teymiyye, Selefiye mezhebini, Kur´an ve hadiste zikredilen bütün sıfatları, isimleri, haberleri ve halleri kabul eden bir mezhep olarak sıfatlandırıyor.

Allah Tealâ Kur´an-ı Kerim´de şöyle buyuruyor: «Allah, kendi­sinden başka ilah olmayan, daima diri ve yarattıklarını koruyup ida­re edendir.»[7] «Ey Muhammedi De ki: «Allah birdir. Allah sameddir (Hîçbirşeye muhtaç değildir. Kerşey O´na muhtaçtır). O, ne doğur­muş ne de doğurulmuştur. O´nun hiçbir dengi yoktur.»[8] «... O, Alim­dir, Hakimdir. Herşeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.»[9] «... Şüp­hesiz ki O, semidir, haşirdir. Çok iyi iştir, çok iyi görür.»[10] «... O, Alim­dir, Kadirdir. Herşeyi çok iyi bilir, herşeye gücü yetendir.»[11] «... O, Azizdir, Hakimdir. Herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.»[12] «...O, Gafurdur, Rahimdir. Çok affeden ve çok merhamet edendir.»[13] «... Affeden ve seven de O´dur. O, yüce arşm sahibidir. O, di­lediğini mutlaka yapandır.»[14] «O, herşeyden önce vardır. Herşey yok olduktan sonra kalacak O´dur. Varbğı apaçıktır. Zatı gizlidir. O, herşeyi bilendir.»[15] «Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden O´dur. O, yere gireni ve çıkanı, gökten ineni ve göğe çı­kanı bilir. Nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir. Allah, yaptık­larınızı çok îyi görendir.»[16] «Çünkü onlar, Allah´ı gazaplandıracak şeylere uydular ve O´nun rızasını hoş karşılamadılar. Bunun üzeri­ne Allah da onların amellerini boşa çıkarıverdi.»[17] «... Allah onlar­dan razı oldu. Onlar da Allah´dan razı oldular...»[18] «...Allah, ona gazap ve lanet etmiş...»[19] «... Allah´ın gazabı, sizin birbirinize olan öfkenizden daha büyüktür...»[20] «Onlar, bulut gölgeleri içinde, Allah´ın emrinin ve meleklerin gelmesinden ve işin olup bitmesinden baş­ka birşey mi bekliyorlar ..»[21] «Sonra, Allah´ın iradesi, duman halin­de bulunan semaya yöneldi. Semaya ve yere «İsteyerek veya isteme­yerek gelin» dedi. Onlar da «isteyerek geldik» dediler.»[22]

Bu şekilde, Selefiler, Kur´an veya sünnette zikredilen, Allah Tealâ´nın her sıfatını veya her yaptığını olduğu gibi zahiren kabul eder­ler. Zahirini bırakıp te´vil veya tefsirde bulunmazlar.

Selefîler, Allah´a «Sevgi» «gazap» «kızma» «çağırma» «konuş­ma» «bulutların gölgesiyle insanlara inme» «Arş üzerinde istikrar et­me» gibi sıfatları isnad ederler. Eli ve yüzünün bulunduğunu söyler­ler. Bu hususta herhangi bir te´vile ihtiyaç duymazlar. Ancak, Al­lah Tealâ´ya nisbet edilen bu hususların, yaratılanlara asla benze­mediğini söylerler. «Allah´ın eli, yüzü, inmesi, yaratılanların eline, yüzüne ve inmesine benzemez. Allah, bu benzerlikten çok uzaktır.» derler.

İbn-i Teymiyye, işte bu metodu, selef-i salihin´in metodu sayar ve bu hususta şunları söyler. «Doğru yol, hidayet önderlerinin üze­rinde bulundukları yoldur. Bu da, Allah Tealâ´nm, kendisini sıfatlan­dırdığı veya Resulü´nün O´nu sıfatlandırdığı şekilde sıfatlandırması, Kur´an ve hadisin dışına taşılmaması yoludur. Bu hususta, iman ve ilim sahibi bulunan selef-i salihin´in izini takibetmek gerekir. Kur´an-ı Kerim´den ve hadis-i şeriflerden anlaşılan manâlar, bir kı­sım şüphelerle bertaraf edilemez. Aksi takdirde «Söz, esas mânâsın­dan kaydırılmış olur. Yine, bunlardan anlaşılan mânâlardan yüz çevirilemez. Aksi takdirde «Onlar, kendilerine Rablerinin âyetleri hatır­latıldığı zaman, sağır ve kör olarak onlara boyun eğerler.» ifadesinin İşaret ettiği kimselerin durumuna düşülmüş, olur. Kur´an´m düşünül­mesinden de vazgeçilemez. Aksi halde «Onlardan bazılarının oku­yup yazması yoktur. Birtakım kuruntular hariç, Kitab´ı bilmezler.» ifadesiyle tavsif olunan kimselerin durumuna düşülmüş olunur.»

Bu ifadelerine göre İbn-i Teymiyye, Selefiye mezhebini, Allah Tealâ´ya, keyfiyeti bilinmeyen «el» «yüz» «üst» «inme» gibi sıfatlar isnad eden, harflerin zahirinden anlam çıkaran, Zahiri dahi olsa, me­cazlardan uzak kalan bir mezhep olarak kabul ediyor ve bu mezhe­bin, Allah´a cisim isnad eden «Mücessime» veya Allah´ın sıfatlarını reddeden «muattıla» fıkralarına benzemediğini tesbit ederek şunları söylüyor: «Selefiye mezhebi, Allah´ın zatını yaratılanlara benzetme­diği gibi, sıfatlarını da yarattıklarının sıfatlarına benzetmez. Selefi­ler, Allah´ın, kendisini sıfatlandırdığı veya Peygamberinin, O´mı sı­fatlandırdığı sıfatları reddederek, O´nun. isimlerini ve yüce sıfatları­nı işlemez hale getirmezler. Aksine davrananlar ise, sözü, esas mâ­nâsından kaydırırlar, Allah Tealâ´nm isimlerinden ve âyetlerinden saparlar.

Muattüa fırkası; Allah´ın sıfatlarını işlemez hale getirmeyi, Tem­silci (benzetici) fırkası ise Allah´ı, yaratılanlara benzetmeyi benim­semektedir.

İbn-i Teymiyye bu konu üzerinde de durarak şöyle der: «Allah´­ın Kitabı´nda, Resulullah´m sünnetinde, ümmetin geçmişlerinin, sahabîlerin, heva ve heveslerin ve ihtilafların hakim olduğu dönemde yaşayan imamların sözlerinde, bunun aksini, nassan veya zahiren ifade eden herhangi bir harf bulunmamaktadır. Bunların hiçbiri: «Allah gökte değildir, arşın üzerinde değildir, O, her yerdedir. Bütün yerler O´nun için eşittir. O, ne bu âlemin içindedir, ne de bu âlemin dı­şında. O, ne bitişiktir, ne de ayrı. O´na, parmak ve benzeri şeylerle işaret etmek caiz değildir.» dememiştir.

Görülüyor ki, İbn-i Teymiyye, Selefiye mezhebini, Kur´an´da ve hadislerde zikredilen «üstte ve altta olmak» «arşın üzerinde otur­mak», «yüz ve el sahibi olmak», «sevmek ve kızmak" gibi sıfatları, herhangi bir te´vil yapmadan Allah´a isnad eden bir mezhep sayıyor.

Acaba, Selefiye mezhebi gerçekten bu mudur Buna cevap ola­rak deriz ki: Daha önce de izah ettiğimiz gibi, İbn-i Teymiyye´den evvel dördüncü yüzyılda, Hanbelî mezhebinde olanlar bu görüşü ile­ri sürmüşler ve bunun Selefin mezhebi olduğunu iddia etmişlerdir. Bunun üzerine, o zamanki âlimler bunlarla tartışmışlar ve bu söy­lenenlerin kesinlikle, Allah´ı, yarattıklarına benzetmeye ve Allah´a cisim isnad etmeye yol açtığını ispat etmişlerdir.

Bu görüşler gerçekten, benzetmeye ve cisim isnad etmeye yol aç­mıştır. Zira bunlara göre, Allah Tealâ´ya işaret etmek dahi caizdir, îşte bu sebepledir ki, Hanbeli fıkıh âlimi îbnül Cevzi, Selefilerin bu görüşlerine karşı çıkmış ve bu görüşlerin selef-i salihîn´in ve îmam Ahmed´in görüşleri olduğu iddiasını red etmiştir. Îbnül Cevzî bu hu­susta şunları söylemektedir:

«Bir kısım arkadaşlarımızın, temel esaslar hakkında doğru ol­mayan sözler söylediklerini, mezhebi lekeleyecek kitaplar yazdıkla­rını ve avam tabakasının derecesine düştüklerini gördüm. Bunlar, Allah Tealâ´nın sıfatlarını hissi ölçülerle değerlendirdiler. «Allah, Âdem´i kendi suretinde yarattı.»[23] hadis-i şerifini işittiler ve Allah´ın zatına ilâveten, şeklinin ve yüzünün bulunduğunu, ağzı, küçük dili, dişleri, yüzünün nurları, iki eli, iki parmağı, avucu, küçük parmağı, baş parmağı, göğsü, baldırı, bacağı ve iki ayağı bulunduğunu iddia ettiler. «Başının olduğunu işitmedik» dediler. Allah´a isim ve sıfat isnad etmede, metinlerin zahirine baktılar ve bazı şeyleri bid´at say­dılar. Bu hususta onların ne aklî ne de nakli delilleri vardır. Bunlar, zahiri mânâları kabul etmekten uzaklaştıran ve Allah için vacip olan mânâları almayı emreden metinlere itibar etmediler. Yaratı­lanların sıfatlarını andıran hususları Allah´a isnad etmekten kaçın­madılar. Bazı hususların, Allah´ın fiili sıfatı olduğunu söylemekle yetinmediler, bu hususların, Allah´ın zatının sıfatları olduğunu id­dia ettiler. Ve: «Biz, müteşabih metinleri, bilinen zahiri mânâların­dan anlarız. Onları, lügattaki, zahirî olmayan bir kısım münasip mâ­nâlarla yorumlamaya girişmeyiz. Meselâ: «El» kelimesinin «nimet» ve «kudret» demek olduğunu, «gelmek» kelimesinin, «iyilik» ve «lü­tuf ifade ettiğini ve «baldır» kelimesinin «zorluk» ve «şiddet» mâ­nâsına kullanıldığını kabul etmeyiz» dediler.

Zahirî mânâlardan, insanların sıfatlarını ifade eden mânâlar kastedilmektedir. Bir kelime, mümkün olduğu ölçüde gerçek mânâ­sına yorumlanır. Şayet onun, gerçek mânâsında yorumlanmasına mâni bir durum bulunursa, o zaman, mecazî mânâda kullanıldığı an­laşılır.

Diğer yandan bu adamlar, Allah´ı, bir şeye benzetmekten kaçın­dıklarını, kendilerine «Benzeticiler» sıfatının isnad edilmesine şid­detle kızdıklarını söylerler. Ve: «Biz, ehl-i sünnetiz.» derler. Fakat, bunların konuşmalarının bir «benzetme» olduğu şüphesizdir. Birçok halk tabakası bunlara uymaktadır. Ben, hem uyanlara, hem de ken­dilerine uyulanlara öğüt verdim. Ve dedim ki: «Arkadaşlar! Sizler, nakle dayanan ve imamlara tâbi olan kişilersiniz. En büyük ima­mınız, Ahmed b. Hanbel (R.A.), kamçılanırken diyordu ki: «Önce­kilerin söylemediği bir şeyi ben nasıl söyliyeyim » Onun mezhebin­de bulunmayan bir şeyi, sakın siz icad etmeyin. Sonra diyorsunuz ki: «Hadisler, zahiri mânâlarıyla almır.» «Ayak» kelimesinin zahiri mânâsı, belirli bir organ demektir. Kim: «Allah, mukaddes zatıyla oturmaktadır.» derse, O´mi, gözle görülebilen, elle tutulabilen, hissi şeylere benzetmiş olur.

Temel esaslar, kendisiyle ispat edilen akıl ihmal edilmemelidir. Çünkü biz, Allah´ı onunla bildik ve Allah´ın «Kadim» olduğuna, onun­la hükmettik. Eğer sizler: «Biz sadece hadisleri okur ve susarız.» derseniz, kimse size birşey demez. Fakat sizlerin, müteşabih hadis­leri, zahiri mânâlarına yorumlamanız, çirkin birşeydir. Selefi olan bu zatın mezhebine, onda olmayan şeyleri sokuşturmayın.»[24]

İbn el-Cevzî, Selefilerin görüşlerini çürütme hususunda uzunca beyanatlarda bulunmuştur.

İbn el-Cevzî´nin eleştirdiği hususları, H. 457´de vefat eden meş­hur Hanbelî hukukçusu EI-Kadî Ebu Ya´Iâ zikr etmiştir. Bu zatın sözleri, kendisine yöneltilen ağır eleştirilere yol açmıştır. Hatta, bir kısım Hanbelî hukukçuları.- «Ebu Ya´lâ, Hanbeli mezhebini öyle bir şekilde lekelemiştir İd, denizlerin suyu dahi, o lekeyi yıkayamaz.» demişlerdir.

Yine, Hicrî 527´de vefat eden, Hanbelî mezhebine mensup olan, İbn Ezzağferan da Ebu Ya´lâ´nm sözlerine benzer şeyler söylemiş­tir. Bu şahıs hakkında bazı Hanbelî âlimleri de şöyle demişlerdir: «Bu adamın sözlerinde, uyanık kişilerin dahi hayret edeceği teşbih­ler vardır.»

Görüldüğü gibi, Hanbelîler, hicrî dördüncü ve beşinci yüzyıllar­da meydana gelen bu gidişe karşı çıkmışlardır. Bu sebepledir ki, Selefîye mezhebi ortadan kaybolmuş ve gizlenmişti. Nihayet İbn-i Teymiyye geldi ve bu görüşleri cesaretle tekrar ortaya attı. İbn-i Teymiyye´nin bu yüzden işkence görmesi, bu mezhebin yayılmasına se­bep oldu. Çünkü, işkenceler, görüşlerin yayılmasına vesile olur. Bu nedenle, îbn-i Teymiyye´nin izinde yürüyenler çoğaldı ve görüşleri rağbet buldu.

Şu hususu belirtmek gerekir ki, Selenlerin bu görüşlerinin «Se-lefiye» mezhebi olduğunu iddia etmek, tartışılması gereken bir ko­nudur, îbnül Cevzî´nin içinde yaşadığı devirde yayılan bu görüşler hakkındaki düşüncesini daha önce nakletmiştik.

Meseleyi bir de, lügat yönünden ele alalım : Allah Tealâ: «Al­lah´ın eli, onların ellerinin üstündedir.»[25] «Herşey yok olmaya mah­kumdur. Ancak, Allah´ın yüzü hariç.»[26] buyurmaktadır. Şimdi, bu metinlerden, zahir ve hissi mânâlar mı anlaşılır Yoksa, Allah´ın şanına yakışan başka mânâlar mı anlaşılmalıdır Meselâ : «El» ke­limesi «kuvvet ve nimet» mânâsına, «yüz» kelimesi «zat mânâsma, «dünya semasına inmek», «hesabın yaklaşması» ve «Allah´ın, kulla­rına yakın olduğu» mânâsma yorumlanabilir. Kelimelerin lügattaki mânâları .bütün yorumlara müsait, kelimeler de bu yorumları kabul edecek mahiyettedir.

Nitekim, birçok ilm-i kelâm ve fıkıh âlimleri, bu gibi kelimeleri böyle tefsir etmişlerdir.

Şüphesiz ki, bu kelimeleri uygun bir şekilde tefsir etmek, bun­ları tamamen zahirî mânâlarında almaya kalkışıp, keyfiyetin nasıl olduğunun bilinmediğini söylemekten daha evladır. Bu kelimeleri, zahirî mânâlarında anlamaya çalışanlar şöyle derler: «´Allah´ın eli vardır. Fakat nasıl olduğunu bilmeyiz. O´nun eli, yaratılanların el­lerine benzemez. Allah da, aşağı iner. Fakat, O´nun inişi, bizimkine benzemez...»

Müteşabih metinleri bu şekilde izah etmek, kelimeleri, anlaşıl­mayan ve gayeleri kavranılmayan bir kısım meçhul mânâlara hava­le etmektir. Halbuki, bu gibi kelimeleri, lisanın kabul edeceği ve lügattan uzak olmayan bir kısım münasip mânâlara yorumlayacak olursak, Allah´ı tenzih eden ve anlaşmazlıkları bertaraf eden netice­lere varırız.[27]



b) Metinleri Te´vil Etmeden Olduğu Gibi Bırakma:


İbn-i Teymiyye´ye göre, en güvenceli yol, metinleri oldukları gi­bi bırakmaktır. Onun iddiasına göre, selem salihm´in yolu budur. Buna göre kelimeler, zahiri ve harfî mânâlarından anlaşılacaktır.

İbn-i Teymiyye, diğer taraftan, bu kelimelerin ifade ettikleri mâ­nâların, yaratılanlarda görülen şekillerde olmadığını beyan ediyor ve başka birşey söylemekten kaçınıyor, hiçbir tefsire girişmiyor. «Tef­sire girişmek, doğru yoldan sapmaktır.» diyor. Bunu söylerken de, şu âyete dayanıyor: «Sana kitabı indiren O´dur. O´nun bir kısım âyet­leri muhkemdir, mânâsı açıktır. Bu âyetler, kitabın esasıdır. Diğer bir kısım âyetleri de müteşabih tir, anlaşılması güçtür. Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak niyetiyle, müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa bunlarm açıklanmasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise, «Biz, bunlara iman ettik. Hepsi Rabbimiz kalın­dandır» derler. Bunları ancak akıl sahipleri düşünür.»[28]

îbn-i Teymiyye bu tutumuyla, müteşabih âyetleri, hem tefsir et­tiğini, hem de, oldukları gibi bıraktığını zannetmektedir. O, bu tür kelimeleri, zahiri mânâlarında tefsir eder. Ancak, Allah´ı yaratılan­lara benzetmekten uzaklaştırır ve bu sıfatların keyfiyetini izahtan kaçınır.

İbn-i Teymiyye, sahabe-i kiramın, «el», «ayak», «yüz», «oturma», «inme- gibi mânâları kapsayan müteşabih âyetlerin mânâlarını bil­diklerini, bunları zahiri mânâîarıyîa anladıklarını, ´Allah´ın zatının keyfiyetini bilmeye kalkışmadıkları gibi, bu tür sıfatlarının keyfiye­tini bilmeye de kalkışmadıklarını söyler.

Evet, İbn-i Teymiyye, selef-i Salihin´in mezhebinin bu olduğunu söyler. Fakat, bu konuda İmam Gazali, Îbn-İ Teymiyye´ye karşı çıkıyor ve «îlcâmul âvâm an ilm-i kelam» adlı eserinde şunları ifade ediyor: Kur´an-ı Kerim´de ve hadis-i şeriflerde bulunan müteşabih lâfızların iki türlü mânâsı vardır. Birincisi zahiri mânâdır. Bu mânâ, duyu organlarıyla hissedilen mânâdır. Bu gibi mânâlar, Allah Tealâ´ya nisbet edilmesi mümkün olmayan mânâlardır. İkinci mânâ ise, kolay­ca anlaşılan mecazi mânâdır. Bu mânâyı, Arapça bilen bir insan te´-vîl ve tefsire girişmeden anlayabilir.

îmam Gazali bu hususta şunları söyler: «Allah´ı takdis etmenin (O´nu, kendisine yakışmayan sıfatlardan uzaklaştırmanın) mânâsı şudur: «El» ve «parmak» gibi kelimeler veya Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´in, -Allah, Âdem´i eliyle yoğurdu», «Müminin kalbi, rahman olan Allah´ın parmaklarından iki parmağının arasındadır.» hadis-i şerifleri işitildiği zaman, bunların, iki türlü mânâlarının olduğu bi­linmelidir.

Birinci mânâ, kelimelerin konuldukları asıl mânâlarıdır. Bu da, et, kemik ve sinirden meydana gelen belli bir organ demektir. Et, kemik ve sinir özel birer cisim ve sıfattır. Burada cisim kelimesiyle, boyu, eni, derinliği olan ve belli bir yeri işgal eden, kendisi orada bulunduğu sürece, başka cismin aynı yeri işgal etmesine mâni olan bir maddeyi kastetmekteyim. Bu kelimeler, lügat mânâlarının dışın­da, başka mânâlarda da kullanılırlar. «El» kelimesi, cisim ifade et­meyen başka bir mânâda da kullanılmaktadır. Meselâ: -Memle­ket, hükümdarın elindedir.» denildiği zaman, hükümdarın eli kesik ve sakat olsa dahi, aynı şey söylenir ve bundan, memleketin, hüküm­darın idaresi altında bulunduğu anlaşılır.

ister halk tabakasından olsun, ister okumuş kimseler olsun, her­kes kesinlikle bilmelidir ki, Allah´ın Resulü, bu gibi sözleriyle, et, kemik ve kandan meydana gelen bir organı kastetmemiştir. Bu gi­bi şeyler, Allah için mümkün olmayan şeylerdir. Allah, bunlardan uzaktır, münezzehtir. Bir insanın hatırına, Allah´ın, bir kısım organ­lardan meydana gelmiş bir cisim olduğu gelirse, o kimse puta tapan bir kimse kabul edilir. Çünkü her cisim, yaratılmıştır. Yaratılmış bir şeye tapmak ise, Allah´ı inkâr etmektir. Putlar, başkaları tarafından yapılmış olan şeylerdir. O halde bunlara tapmak, küfürdür, Allah´ı inkâr etmektir.»

Görülüyor ki, hüccetül İslâm, îmam Gazali, müteşabih kelime­leri, açık seçik olan, meşhur mecazî mânâlarıyla izah ediyor. Şüphe­siz ki, lisanın mecazını ve hakikatini bilen selef-i salihîn bu kelime­leri, kendilerinin de kullandıkları, meşhur mecazî mânâlarında an-lıyorlardı.

Resulullah (S.A.V.) ´a ağacın altında biat edenler, şu âyette zik­redilen «el» kelimesinden, yaratıl ani arınkine benzemeyen bir elin kastedildiğini anladıkları şüphesizdir/Burada, Allah´ın kudretinin kastedildiğini anlamamaları mümkün değildir. Çünkü, âyette, ver­diği sözü bozacak olanın, sözünü bozmasından kendisinin sorumlu olacağı zikredilmekte ve «el» ile güç ve kuvvetin kastedildiğine işa­ret edilmektedir. «Ey Muhammedi Şüphesiz kî, sana biat edenler, an­cak Allah´a biat etmişlerdir. Allah´ın eli, (kudreti) onların ellerinin üstündedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah´a olan ahdini yerine getirirse Allah ona büyük bir mü­kâfat verecekth.»[29]

îşte bu sebeple biz, Matürîdi´nin, îbnül Cevzî´nin ve Gazali´nin metodlannı tercih ediyor ve sahabe-i kiramın, kelimeleri, hakiki mânâlarında kullanılmaları mümkün olmayan hallerde, mecazî mâ­nâlarda kullandıkJarı kanaatini taşıyoruz.[30]



c) Kur´an-ı Kerîm´in Mahluk Olup-Olmaması:



Allah´ın sıfatları hakkındaki konuşma ve tartışmalar, meseleyi, Kur´an-ı Kerîm´in mahluk olup olmadığı konusuna çekmiştir. Daha önce de şimdi de, kendilerine «Selefîler» adını takanlar, bu mesele­ye dalmışlardır. Bunlar, Kur´an-ı Kerîm´in Allah kelamı olduğuna, Allah´ın bu kelamı konuştuğuna ve peygamberine vahyettiğine inan­mışlardır.

«Okumak» okuyucunun, duyulan sesine verilen isimdir. Bu se­beple «okumak», Kur´an´dan başka bir şeydir. Bu nedenle Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: «Ey Muhammedi Müşriklerden biri sana sı­ğınırsa, onu emniyet altına alki, Allah´ın kelâmını dinlesin. Sonra onu, güven içinde bulunacağı bir vere ulaştır.»[31] Peygamber Efen­dimiz (S.A.V.) de şöyle buyurmuştur: «Kur´an-ı Kerîm´i sesleriniz­le süsleyin.»[32]

Birgün, Ebu Musa el-Eş´arî, Kur´an okurken Resulullah (S.A.V.) onu dinlemişti. Bunu öğrenen Ebu Musa el-Eş´arî: «Beni dinlediğini­zi bilseydim, Kur an´ı sana, süsleyerek okurdum.» demiştir.

İbn-i Teymiyye, îmam Ahmed İbn-i Hanbel´in fikrini tekrar ede­rek şöyle der: «Allah, Arapça olan Kur´an´ı konuştuğu gibi, dilediği zaman Arapça konuşur. Konuştuğu şeyler, O´nda var olan şeylerdir. O´ndan ayrı olan ve yaratılan şeyler değildir. Bu itibarla, Allah´ın es-mai hüsnasmdaki (güzel isimlerindeki) ve, indirdiği kitaplarındaki harfler, mahluk değildir. Çünkü bunları Allah konuşmuştur.»

îbn-i Teymiyye, Allah´ın kelamı Kur´an-ı Kerim´in yaratılmamış olmasını söylemenin, O´nun idadim oîduuğnu ifade etmeyeceği görü­şündedir, îbn-i Tcymiyye´ye göre, Kur´an-ı Kerîm, Allah´ın kelamı­dır ve mahluk değildir. Fakat îbn-i Teymiyye ayni zamanda, Kur´an´-iîi kadim (başlangıcı olmayan) olduğuna hüküm vermiyor ve şun­ları söylüyor: «Selef, Allah´ın kelamının indirildiği ve mahluk ol­madığı hususunda ittifak etmiştir. Bir kısım insanlar ise, Selefin maksadının, Kur´an-ı Kerim´in zatının kadimliğini savunmak oldu­ğunu zannetmişlerdir.» lbn-i Teymiyye devamla şöyle diyor: «Kur´an, Allah´ın zatında bulunan ve kadim olan «Kelam» sıfatı değildir. Al­lah´ın, istek ve iradesine göre konuşmasına rağmen, O´nun kelamı kadimdir. Eğer denilirse ki.- «O, sesle çağırıyor veya sesli konuşu­yor, o halde bu ifadelerden, sesin kadim olduğu anlaşılmaz,-«Allah, Kur´an´ı. Tevrat´ı ve İncil´i konuştu.» denilince Meselâ «Y» harfini, «S» harfinden öncı konuştuğunu söylemenin, mahzurlu olmayaca­ğı, âlimler tarafından beyan edilmiştir.»[33]

îbn-i Teymiyye´nin bu sözlerinden şu neticeye varılır: Allah´ın «kelâm" sıfatı «kadim» dir. Fakat, Allah Tcalâ´nın, yarattıklarına hi tabettiği Kur´an, İncil ve Tevrat gibi kelamı, ne Allah´ın yarattığı bir şeydir ne de «kadim» dir.

Evet, «Sclrfiye" diye adlandırılanların ve Selefin görüşlerim nak­lettiklerini iddia edenlerin görüşleri ve Allah´ın zatının tek oluşu hakkındaki çeşitli düşünceleri işte bunlardır.

Görüşlerini izah ederken, bunların seîef-i salihin´e nisbet edilme-lerindeki sıhhat derecelerini anlatmıştık. Şimdi Selenlerin «Vahda­niyet» hakkındaki görüşlerine " geçelim ve vahdaniyet ve tekvini (yaratmayı) anlatalım.[34]



2) Vahdaniyet ve Tekvin


Allah Tealâ´nin, yaratma ve varetmede tek oluşu.

Tevhidin (Allah´i birlemenin) bu bölümünün esası şudur: Şüp­hesi ki gökleri, yeri ve aralarında bulunanları, Allah yaratmıştır. Allah in. varlıkları yaratmasında hiçbir ortağı yoktur. Hükümlerinde ve idaresinde hiçbirşey O´na karşı çıkamaz. Yaratılanlardan hiç birinin isteği, Allah´ın iradesine karşı çıkamaz, herhangi bir şeyi meydana getirmekte O´na ortak olamaz. Her iş ve herşey Allah´dan ebr ve sonunda yine O´na döner.[35]



a) Cebir ve İhtiyar:


Cebir ve ihtiyar meseleleri, burada da büyük bir tartışma konu­su olmuştur. Cehmiye, Mutezile ve Matüridiye´nin bu konu ile ügüi görüşlerini daha önce görmüştük. Acaba günümüzde kendilerini «Selefiler» diye adlandıranlarm tâbi oldukları îl vi Teymiyye´nin nakletmeye çalıştığı Selefîlerin cebir ve ihtiyar konusundaki görüş­leri nelerdir

lbn-i Teymiyye, bu konuda Eş´arilere karşı çıkıyor ve açıkça on­ların Cebriyeci olduklarını söylüyor. îbn-i Teymiyye, Eş´arîlerin, ku­lun fiili ile kesbini birbirinden ayırdıklarını, fiilin, Allah tarafından yaratıldığını, kesb»m ise kula ait olduğunu söylemelerini eleştiri­yor ve şunları ileri sürüyor: «Eğer «kesb» sadece kulun iradesinin, Allah´ın iradesine yaklaşmasından ibaret ise bu, sorumluluk yüklen­meye, ceza ve mükâfat kazanmaya kaynak olamaz. Şayet «kesb etkisi olan, yön veren, icad eden, yapan ve imal eden bir güç, bir nü ise, bu takdirde kulun fiili, kendi gücüyle meydana gelmiştir. Eğer kesb, bu mânâda kabul edildiği halde «Kesb, Allah´a aittir» denilir­se btı, «Cebriyecilik» olur. Şayet «kesb»in kula ait olduğu söylenir­se, bu da Mr´ezileîiğin ta kendisi olur.

İbn-i Teyiaiyye, Mutezile mezhebini de eleştiriyor. Ancak, Mu­tezile mezhebinin, cebir ve ihtiyar mevzuunda Eş´arilerden akla da­ha yakın olduğunu söylüyor.

İbn-i Teymiyye´ye göre, Selef mezhebinin esasları-. «Kadere, ha­yır ve şerriyle iman etmek, Allah´ın kudret ve iradecinin herşeyi kap­sadığına, Allah´ın, kulları ve onlardaki bütün güçleri yarattığına ve kulun, kendi kudret´ve iradesiyle dilediğini yaptığına inanmaktır." İbn-i Teymiyye, bu hususta şunları ilave ediyor: «Bilinmesi gereken hususlardan biri de şudur ki; ümmetin selefinin mezhebi, şu sözle­riyle ifade buyuruhnuştur: «Allah, herşeyi yaratandır. Allah kulunu; basma bir felâket geldiği zaman feryad eden, bir iyiliğe uğradığı za­man .ise, çok cimrileşen bir varlık olarak yarattı. Kul, gerçekten ken­di fiilini yapandır. Kulun, kudreti, iradesi ve dilemesi mevcuttur. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: «Kur´an, âlemlere ancak bir öğüt ve uyandır. Bilhassa içinizden, doğru yolu bulmak isteyenler için. Âlemlerin îlabbi olan Allah birşeyi dilemedikçe siz dileyemezsiniz.»[36]

Ibn-i Teymiyye, Allah Tealâ´nın kudreti olduğunu, kudretinin, herşeyi kapsadığını, ayni zamanda kulun da kudreti olduğunu, so­rumluluk hissedecek bir güce sahibolduğunu, Allah´ın kudretinin umumî mahiyette olduğunu, kulun, kudret ve iradeye sahip oluşu­nun, nasslarla sabit olduğunu, keza kulun ihsas ve ihtiyaçlarının da nasslarla beyan edildiğini ifade eder ve şu üç hususu ortaya koyar.

1) Allah Tealâ herşeyin yaratıcısıdır. Kainatta hiçbirşey O´nun iradesi dışında değildir. Hiçbirşey, Allah´ın iradesine karşı duramaz, (îbn-i Teymiyye, burada Cebriye mezhebiyîe birleşmektedir.)

2) Kul, gerçekten, iş yapan bir varlıktır. Kulun kendisini, yap­tıklarından sorumlu tutacak tam bir iradesi ve gücü vardır. (îbn-i Teymiyye burada da, Mutezile ile birleşmektedir.)

3) Allah, hayrı kolaylaştırır. Yapılmasına rızası vardır ve onu sever. Şerri ise, kolayla ştırmaz ve sevmez. (İbn-i Teymiyye, burada da Mutezileden ayrılır.)

Burada akla gelen önemli nokta şudur: İbn-i Teymiyye, nasıl oluyor da birbirine zıt olan bu meseleleri birbiriyle bağdaştırıyor Meselâ: Allah Tealâ´nm, günahkârı cezalandırmasında ve iyilik iş­leyeni mükâfatlandırmasında adaletli olacağı düşüncesiyle, bütün işlerin Allah tarafından yaratıldığı düşüncesini nasıl bağdaştırabi­liyor

Buna şu cevap verilebilir: Öyle görünüyor ki; îbn-i Teymiyye, kulun fiillerinin, kulda bulunan bir kudretten dolayı kendisine nisbet edildiği, kuldaki bu kudreti, Allah´ın ona vermesi sebebiyle de bu fiillerin, Allah´a isnad edildiği ve bu fiillerin sebep ve kaynakla­rının, Allah Tealâ olduğu kanaatmdadır.

İbn-i Teymiyye bu hususta şunları söylüyor: «Allah Teaîâ, bü­tün varlıkları, onları bağladığı sebeplerle birlikte yaratmıştır. Al­lah Tealâ hem kulun kendisini, hem de kuldaki iş yapma kudretini yaratmıştır. Çünkü kul, gerçekten kendi fiilini kendi yapar. Ehl-i sünnetin; kulun fiilinin, Allah´ın iradesi ve kudretiyle yaratıldığını söylemesi, diğer eşyanın, sebepleriyle birlikte yaratıldıklarını söyle­mesi gibidir.»

Evet, İbn-i Teymiyye´ye göre, «Kulun fiilini Alîah yarattı» de­mek; «O fiilleri meydana getiren kuldaki sebepleri Allah yarattı.» demektir.

îbn-i Teymiyye bu görüşüyle, büyük ölçüde Mutezüe mezhebiyle birleşmektedir. Bu nedenle İbn-i Teymiyye, Mutezili ferin, hakka, Eş´arîlerden daha yakın olduklarını söylemiştir. Bununla beraber o, iki noktada, Mutezilelerden ayrılmaktadır.

1) Emirle iradenin arasında bir.bağ bulunmadığı hususunda:

Mutezüîler, Allah. Tealâ´nm. emriyle iradesinin, birbirine bağlı olduğu görüşündedirler. Bunlara göre, Allah Tealâ, ancak dilediği bir şeyi emreder. Ve yine ancak, dilemediği bir şeyi yasaklar. Allah Tealâ, günahın işlenmesini istemediği için onu yasaklamıştır.

İbn-i Teymiyye ise, Allah´ın emriyle iradesinin birbirine bağlı olmadığı görüşündedir. Ona göre, Allah Teaîâ; itaat edilmesini diler ve emreder. însanoğlundan meydana gelen günahları dilemez ve ya­saklar. Diğer yandan, kulun günah işlemesini irade etmesi, dileme­si; bunların sebeplerim irade etmesi, dilemesi şeklindedir.

2) İbn-i Teymiyye, rıza ve sevgiyi, iradeden farklı olarak mü­lâhaza eder. Ona göre, Allah´ın iradesi, emir ve yasaklarına muha­lif olabilir. Fakat rıza ve sevgisi, emir ve yasaklarına muhalif olmaz. Bilakis onlarla birleşir. Meselâ: Allah Tealâ, günah -işlenmesini ne sever, ne de razı olur. Fakat onu dileyebilir.

İbn-i Teymiyye, bu hususta bazı Eş´ari âlimleriyle birleşmekte ve şunları söylemektedir: «Bütün fırkalarıyla ehl-i sünnetin çoğun­luğu ve Eş´arî taraftarlarının ekserisi, irade ile sevgi ve rızayı birbi­rinden farklı görürler ve derler ki: «Allah Tealâ, hernekadar günah işlenmesini dilese de, onu sevmez, ona razı olmaz. Aksine, ona buğzeder, kızar ve onu yasaklar.» «Bunlar, Allah´ın iradeciyle sevgisini farklı şeyler kabul ederler. Bütün selefin görüşü de budur.»[37]

Görülüyor ki, bu hususta îbn-i Teymiyye´nin mezhebi. Mutezile ile Eş´ari mezhebi arasında yer alan ve genellikle Matüridİ mezhe­bine yakın olan bir mezheptir. İbn-i Teymiyye, Allah Tealâ´nm, kul­da bir kudret yarattığı ve bu kudretin yapılan işlerde tesiri olduğu hususunda Matüridî ile birleşmektedir. ´Ancak İbn-i Teymiyye, eş­yadaki bu tesirin, Allah´ın, kulda yarattığı bir kudretle meydana gel­diği görüşünde iken, Matüridî, Allah´ın, kula verdiği bu kudretin fiillerdeki tesirinin, sadece fiilin kesbinde olduğu görüşündedir.[38]



b) Fiillerin Sebepleri:


Âlimler bu konuda, Allah Tealâ´nm yaptığı işlerin sebebi bulu­nup bulunmadığı hususunu tartışmışlardır. Allah Tealâ, yaptıkları­nı ve yarattıklarını, herhangi bir sebep olmadan mı meydana geti­rir, yoksa bir sebep düşünülebilir mi

Eş´ariler, Allah Tealâ´nm, varlıkları herhangi bir sebepten do­layı yaratmadığını, aksi takdirde, O´nun iradesinin, kayıt ve şartlar­la sınırlanacağını, halbuki Allah´ın, herşeyin yaratıcısı ve her şeyin üstünde olduğunu, «Yaptıklarından sorguya çekilemiyeceğini, kulla­rın ise hesap vereceğini.»[39] söylemişlerdir.

îkinci bir görüş olan, Matüridî´nin görüşünde ise; Allah Tealâ, yarattığı varlıkları, emrettiği hükümleri ve yasakladığı hususları mutlaka güzel bir hikmete göre yapmıştır.

İbn-i Teymiyye bu son görücün, Selefin görüşü olduğunu savu­narak şöyle der: «Müslümanların da, müslüman olmayanların da görüşü budur. Ebu Hanife´nin, Malik´in, Şafii´nin, Ahmed îbn-i Hanbel´in ve diğerlerinin taraftarlarından bir kısım âlimlerin ve ilm-i ke­lâm âlimlerinin bazılarının görüşü de budur.»

Bu ikinci görüşte olanlar, Allah´ın iradesinin belli bir hikmete göre değişebileceğini söylemezler. Herhangi bir şeyin hikmetinin, Al­lah´ı o şeyi yapmaya mecbur edemiyeceğini, ancak, yaptığı şeylerin bir hikmetinin bulunduğunu ve bu görüşün, Allah Tealâ´nm, kendi­sini sıfatlandırdığı «Hakim» sıfatına uygun düştüğünü söylemişler­dir. Ayrıca, bunu söylemekten maksatlarının, Allah´ın yaratmasının, emirlerinin ve yasaklarının üstünlüğünü ortaya koymak olduğunu, yoksa Allah Tealâ´nın, sebep ve hikmetlerle bağlı olduğunu ifade et­mek istemediklerini beyan etmişlerdir.

Matürİdilerin görüşü olan üçüncü bir görüşe göre ise, Allah Te­alâ işlerinde, emir ve yasaklarında, ancak iyi olanı yapar ve emre­der. Kötü şeyleri yapmaz ve onları yasaklar. Bu görüşün dayandığı temel esas şudur: Mutezileye göre varlıkların iyilik veya kötülük­leri bizzat kendi mahiyetlerinde mevcuttur. Allah, iyi olan şeyin iyi­liğini veya kötü olan şeyin kötülüğünü bildirmeden önce de kul, on­ların nasıl olduklarını aklıyla bilebilir. İşte bu sebeple, Allah Teaîâ ancak iyi olanı emreder ve kötü olanı yasaklar.

İbn-i Teymiyye, bu görüşü reddeder: Buna razı olmaz. Selefin sözlerinin bu görüşe açıkça ters düştüğünü ileri sürer ve bu görüş sahipleri hakkında şunları söyler: «Bunlar, bu meseleyi, kulun yap­tığı iyi ve kötü şeylerle kıyas ederler. Kul için gerekli gördükleri şe­yi, Allah için de gerekli görürler. Kula haram saydıkları şeyi Allah için de haram sayarlar. Bu tutumlarım da «Adalet ve Hikmet» diye adlandırırlar. Halbuki onların akılları, Allah´ın hikmetini anlamak­tan âcizdir. Pöylece bu adamlar, Allah´ın umumi ve geniş bir ira­desi bulunduğunu, O´nun, tam bir ´kudrete sahip olduğunu tesbit edememişlerdir. Allah´ın herşeyc güç yetiren olduğunu takdir edemediler. «Allah neyi dilerse olur, neyi de dilemezse olmaz» diyeme­diler.[40]

İşte, İbn-i Teymiyye´nin «Cebir ve ihtiyar» «Allah Tealâ´mn yap­tıklarında hikmet arama» meseleleri hakkındaki görüşleri bunlardır. İbn-i Teymiyye, görüşlerini devamlı olarak, sahabe-i kiram ve tabi­inden meydana gelen selef-i salihine istinad ettirir. İbadette Vahdaniyet (Allah´ı birlemek) : İbadette Allah´ı birlemekten maksat şudur. Kul, ibadet ederken, Allah´dan başkasına yönelmemelidir. Bu da iki şeyi gerekli kılmak­tadır.

a) Kul, ancak ve sadece Allah´a ibadet etmeli, O´ndan başka­sının Hanlığını kabul etmemelidir. Kim, Allah´a ibadet hususunda bir şahsı veya birşeyi Allah´a ortak yaparsa, o kimse Allah´a şirk koşmuş olur. Yine kim, Allah´a yapılan herhangi bir ibadet hususun­da, yaratanla yaratılanı eşit tutarsa, o kimse, Allah ile beraber baş­ka ilahlar icadetmiş olur. Yaratıcının tek olduğuna inansa dahi...

Allah Tealâ şu âyette buyurmaktadır ki: «Yemin olsun ki, eğer onlara «gökleri ve yeri kim yarattı » diye.sorsan, mutlaka (yarattı) derler.»[41] Müşrik Araplar, göklerin ve yerin yaratıcısının, sadece Allah olduğunu kabul ediyorlardı. Buna rağmen «Allah´a or­tak koşanlar» diye isimlendiriliyorlardı. Çünkü onlar. Allah ile bir­likte başka şeylere de tapıyorlardı.

b) Allah Teala ya, Peygamberlerinin dili ile beyan ettiği şekil­de ibadet etmemiz lâzımdır. O´na sadece vaciplerde veya müstahaplarda yahut ona itaat ve şükretmeyi hedef alan mubah şeylerde iba­det edilmemelidir.

İbn-i Teymiyye şöyle der. Dua etmekte ibadetlerdendir. Fakat her kim ölülere veya dirilere dua edip yalvarırsa ve onlardan yar­dım beklerse, o kişi, dinde bid´at icadetmiş olur. Alemlerin Rabbi olan ´Allah´a ortak koşmuş olur ve müminlerin yolundan başka bir yol tutmuş olur. Yine kim, yaratılanları vasıta yaparak Allah1 d an birşey dilerse veya ona yemin ederse, Allah´ın göndermediği bir bid´at icadelmiş olur.»[42]

Selefîlerin simgesini taşıyan bu mezhebin bayraktarı İbn-i Teymiyye, görüşlerini şu üç esas üzerine bina etmiştir:

1- Salihler ve evliyalar vasıtasıyla Allah´a yaklaşma düşün­cesini yasaklamak.

2- Ölülerden ve benzerlerinden yardım beklemek ve onları vasıta yapmak düşüncesini yasaklamak.

3-Teberrük veya takdis için peygamberlerin ve salih kulla­rın kabirlerini ziyaret etmeyi yasaklamak.

a) Salih kullar ve evliyalar vasıtasıyla Allah´a yaklaşma düşün­cesini yasaklamak.

îbn-i Teymiyye, bazı insanların keramet sahibi olduğuna ve Al­lah Tealâ´mn bazı insanlar vasıtasıyla bir kısım harikalar gösterdi­ğine inanır. Ancak, buna İnanmanın, bu gibi insanların hatalardan beri olduklarını göstermeyeceğini izah eder. Ve der ki: «Bunlar da sorumlu olan kullardır. Kulların mükellef oldukları hükümler, bun­lar için de geçerlidir. Keramet, doğru olmaktan daha üstün değildir. Bu sebeple bazı salih kullar Allah´dan, keramet değil, doğru yoldan saptırmamasını isterler.»

Ibn-i Teymiyye, bu hususta Ebu Ali el-Cürcani´nin şu hikmetli sözünü nakleder: «Sen, doğru yolda olmayı iste, keramet isteme. Çünkü senin şahsın, kerametli olarak yaratılmıştır. Bu da senin doğ­ru olmanı ister.»[43] İbn-î Teymiyye devamla şöyle der: «Salih kullar­da görülen bu kerametler, bu gibi kulların, Allah´a vasıta yapılma­larına cevaz vermez. Çünkü, kullar vasıtasıyla Alîah´dan birşey di­lemek caiz değildir. İşte bu nedenle. Peygamber Efendimiz´in, müş­riklere dua etmesi şu âyetle yasaklanmıştır: «Ne peygamberin, ne de müminlerin, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, yakın akrabaları da olsa, müşrikler için af dilemeleri, asela doğru olmaz.»[44]

Peygamber Efendimiz, yakın akrabaları hakkında şunları buyur­muştur : «Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi Allah´dan satın alın. Çün­kü Allah´a karşı benim size hiçbir faydam dokunamaz. Ey Abdi Me-|naf oğulları! Benim, Allah katında sizlere herhangi bir faydam do­kunmaz. Ey Abdulmuttalib´iıı oğlu Abbas! Allah´ın huzurunda sa­na bir faydam dokunmaz. Ey Safiye! (Resulullah´ın halası) Allah katında sana bir faydam olmaz. Ey Fatime! (Resuîullah´ın kızı) Ma­lımdan dilediğini benden iste. Fakat, Allah´a karşı sana bir faydam olmaz.»[45]

Sahabe-i kiram, Resulullah (S.A.V.) sağ iken, onu vasıta yapa­rak yağmur yağması için dua ettiler. Bir defasında da, Hz. Abbas´ı vasıta yaptılar. Bunun dışında hiçbir sahabeyi hayatta iken vasıta yapıp yağmur yağmasını istemediler.

Bu da gösteriyor ki, başkasını vasıta yapmak, Allah´a yakın ol­mayı istemek caiz değildir. Ancak, hayatta bulunan bir kimsenin, başkaları için rahmet dilemesi caizdir.

b) Allah´dan başkasından yardım dilemek.

Bu Selefilere göre, Allah´dan başkasından yardım dilemek ke­sinlikle yasaktır. Bunlar, Peygamber Efendimiz´in bile, kendisinden yardım dilenmesini yasakladığını söyler ve Taberanî´nin «El-Muce-mülkûbra» adlı eserinde, şunu naklettiğini zikrederler: «Bir müna­fık Hz. Peygamber (S.A.V.)´e eziyet, ediyor, onu üzüyordu. Hz. Ebubekir «Kalkın, gidip Resulullah´dan yardım dileyelim.» dedi. Bunun üzerine, Resulullah (S.A.V.) : «Benden yardım dilenilmez. Yardım, ancak Allah´dan dilenir.» buyurmuştur. Bunun böyle olduğu apa­çıktır. Çünkü, kendisinden yardım istenen kimse, değiştirme gücü­ne sahip olandır. Bu da, sadece Allah´a mahsustur.

Yardımın, sadece Allah´dan olacağı gibi, affın da, ancak O´nun tarafından olacağı muhakkaktır. Allah´dan başkasına: «Beni affet, bana yardım et.» denmesi caiz değildir.

İbn-i Teymiyye, Ebu Yezid e-lBestanıi´nin, «Yaratılandan yar­dım dilemek, boğulmakta olan birinin, yine, boğulmakta olan bir di­ğerinden yardım dilemesine benzer.» dediğini ve Ebu Abdullah el-Kerşi´nin, «Yaratılanın, yaratılandan yardım dilemesi, bir tutuklu­nun, diğer bir tutukludan yardım dilemesine benzer.» dediğini nak­leder.

îbn-i Teymiyye, yaşayan kullar vasıtasıyla Allah´a yakın oluna-mıyacağı, onlardan yardım dilenilemiyeceği gibi, ölülerin de vasıta olamıyacaklarmı ve kendilerinden yardım dilenilemiyeceğini beyan ederek, şöyle der: «Biz, peygamberlerden ve salih kullardan, ölüm­lerinden sonra birşey isteyemeyiz. Onlar kabirlerinde diri olsalar ve dirilere dua etmeleri takdir edilse bile, kimsenin, bunlardan birşey istemeye hakk iyoktur. Selef den hiçbir kimse bunu yapmamıştır. Çün­kü bu, Allah´a ortak koşmaya yol açan bir sebeptir. Ve bu, Allah´­dan başka, Pepgamberlere ve salih kullara tapmak olur. Bunlar sağ iken kendilerinden yardım beklemek böyle değildir. Çünkü bu hal, istekte bulunanı, Allah´a ortak koşmaya sürüklemez.»

İbn-i Teymiyye´ye göre, ister sağ olsunlar, İster ölü, salih kullar vasıtasıyla Allah´a yaklaşmak, veya bunlardan yardım dilemek caiz olmadığı gibi, kabirlere veya kabirlerde bulunanlara adak adamak caiz değildir. Haramdır. Çünkü bu hal, putlara ada.k yapmaya ben­zer. Adak adayan kimse, ister zeytinyağı adasın, ister başka şey... Bu hususta İbn-i Teymiyye şunları söyler: «Kim, kabirlerin fayda veya zarar vereceğine inanırsa, o kişi, sapıktır, cahildir.»

Ibn-i Teymiyye, bu gibi adakları, günah olan. bir şeyi adamak olarak kabul eder ve şöyle der: «Kim bu gibi adakların, Allah´a olan ihtiyaçlarım izm kapısı olduğuna, bunların, belaları kaldırıp, rızık kapılarını açacağına ve bunlara devam edeni koruyacağına inanır­sa, o kimse müşriktir, öldürülmesi vaciptir.»[46]

c) Salih kulların ve peygamberlerin kabirlerini ziyaret etmek.Bütün bu görüşlerin mantıkî neticesi şudur ki: Salih kulların kabirlerini, hayır ve uğur bekleyerek, yahut, Allah´a yaklaştıracaklarmı ümit ederek ziyaret etmek caiz değildir. Fakat öğüt ve ibret almak için ziyaret etmek caizdir, hatta menduptur.

İşte bu nedenle, İbn-i Teymiyye şu karara varıyor: «Peygamber Efendimizin kabrini teberrüken ziyaret etmek caiz değildir.» Bu se­beple Peygamberimiz, (S.A.V.) ziyaret edilmesin diye, kabrinin, mescide çevirilmesini yasaklamıştır.

Peygamber Efendimız´in, ölüm hastalığında şu hadisi buyurdu­ğunu, iki sahih hadis kitabı, Hz. Aişe (R.A.)´dan rivayetle naklediyor: «Allah, Yahudilere ve Hristiyanlara lanet etsin. Onlar, peygamber­lerinin kabirlerim camiye çevirdiler.»[47]

Peygamber Efendimiz, Hz. Aişe´nin evine defnedildi. İnsanların daha önce görmedikleri bir şekildi bu. Bunun sebebi ise, kabrinin zi­yaret yapılmamasıydı.

Peygamber Efendimiz, diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuş­tur: «Ey Allah´ım! Sen, benim kabrimi, tapınılan bir put haline getirme. Peygamberlerinin kabirlerini mescide çevirenlere Allah´ın ga­zabı çok şiddetlidir,»[48]

Sahabe-i kiram, Peygamberimiz (S.´A.V.)´in vefatından sonra O´na selâm verip dua etmek istedikleri zaman kıbleye yönelip dua ediyorlardı. Onlar, ancak bir yolculuğa çıktıkları veya bir yolculuk­tan döndükleri zaman, Peygamberimiz (S.A.V.)´in kabri olan Rav­za-i Mutahhara´ya yöneliyorlardı.[49]



İbn-i Teymiyye´nin Görüşlerinin Değerlendirilmesi:


îbn-i Teymiyye, bu görüşleriyle müslümanlarm çoğunluğuna muhalefet ediyor. Hatta, Peygamberimizi (S.A.V)´in kabrinin ziya­reti hususunda, müslümanlarm çoğunluğuna şiddetle karşı çıkıyor. Biz, salih kulların kabirlerinin ziyaret edilmesi ve onlara adak adanması hususunda, bir noktaya kadar kendisine katılıyorsak da, Peygamberimiz (S.A.V.)´in Ravza-i Mutahhara´sı hakkındaki görüş­lerine tamamen karşıyız. Çünkü, lbn-i Teymiyye, Ravza-i Mutahhara´nın teberrüken (bereket alınması için) ve uğur beklenilmesi mak­sadıyla ziyaret edilmemesine gerekçe olarak, «putperestliğe yol aça­cağı korkusunu» göstermektedir. Bu, korkuyu icabet t irmeyen bir şeyden korkmaktır. Çünkü, bu ziyaret Peygamber´i kutsallaştınyor­sa, Allah´ın birliğine davet eden bir Peygamberdi kuts ali aştırıyor de­mektir. Bu ise, Allah´ın birliğini kutsallaştırmaktır. Çünkü böylelik­le, Peygamber´in getirdiği ilkeler kuts ali aştırılın iş olur.

Peygamber´in kabrini ziyaret etmek; onun sabırhlığını, metane­tini, cihad ve mücadelesini, onun cihadı ve Allah´ın da yardımı sa­yesinde, Allah´ın, putperestliği yoketmesini ve ibadetin sadece Al­lah´a karşı yapılmasını sağlaymcaya kadar çalışmasını ve tevhid inancını yüceltmesini hatırlamak ve yadetmektir.

İbn-i Teymiyye´nin bizzat kendisi, selef-i salihîn´in, Peygamberimiz´in Ravza´sinm önünden her geçişlerinde O´na selâm verdiklerin nakleder.

Hz. Ömer´in oğlu Abdullah´ın ilmini nakleden kölesi Nâfi şöyle der: «Abdullah İbn-i Ömer´in, Peygamberimiz´in kabri önünden ge­çerken, kabre selâm verdiğini yüz defa, hatta daha fazla gördüm.» Yine Abdullah İbn-i Ömer´in, ellerini, Peygamberimiz´in minberde oturduğu yere koyup, sonra yüzüne sürdüğü rivayet edilmektedir.

Yine, dört mezhebin imamı Medine´ye her geldiklerinde Peygam­berimiz´in kabrini ziyaret etmişlerdir.

İbn-i Teymiyye´nin ve diğerlerinin rivayet ettikleri şu hadis-i şe­rif, Peygamberimiz´in, yanında defnedildiği caminin, şerefli olduğu­nu göstermektedir. Hanımlarının evlerinden bu mescide en yakın olan Hz. Aişe´nin evine defnedilmiştir. Bu ev, Mescid-i Nebevî´nin içinde değil idiyse de, ona bitişikti. Bu hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır: «Ancak üç cami için eyerlerin ko­lanı sıkılır: Mescidi Haram için, bu mescidim için ve Mescid-i Aksa için.»[50]

«Cennetül baki» denilen kabristan gibi Mescid-i Nebevî´den uzak yerlerde bulunan kabirlerin ziyaret edilmesine engel olmak düşünül­se bile, bereket almak, ünsiyet kazanmak için Ravza-i Mutahhara´-nın ziyaret edilmesini, İbn-i Teymiyye´nin reddetmesine cidden şaşa­rız. Çünkü, daha önce de izah. edildiği gibi, büyük imamların, Peygam­berimiz´in kabri önünden her geçtiklerinde Peygamberimiz´e selâm verdiklerini ve her yolculuğa çıktıkları veya yolculuktan döndükleri zaman, Peygamberimiz´in kabrine gittiklerini, bizzat İbn-i Teymiyye rivayet etmiştir.

Hasılı biz, Peygamberimiz´in kabrinin, bereket edinilmesi mak­sadıyla ziyaret edilmesini güzel bir şey kabul ediyoruz. Biz burada «Teberrük» (Bereket edinme) kelimesinden, tapınmayı veya ona ya­kın bir mânâyı kastetmiyoruz. «Teberrük»ten kastımız, hatırlamak, öğüt almak ve gerçekleri müşahade etmektir.

Resulullah´m hayatını, rehberliğini, savaşlarım ve cihadını bi­len bir insan, Medine-i Münevvere´ye gittiği zaman, Resulullah´ın, o topraklarda yürüdüğünü, dua ettiğini, orada çalıştığım,, işleri orada planladığım ve cihad ettiğini, nasıl içten hissedip ibret almaz Gözleriyle görmeye çalışmaz Veya Resuluîlah´ın, Allah katındaki derecesini hissetmez Yahut Allah aşkı ve Peygamber sevgisi, hislerini kabartarak, emirlere uyarak yasaklardan kaçınmasını sağlamaz

Allah´ın kitabı Kur´an´dan yüzçeviren kişiler, ancak bu haller­den uzak kalabilirler.

İyi bilinmelidir ki, Resulullah´m kabrini ziyaret etmek, bir ha­tırlama bir öğüttür, bir hidayet, bir basirettir. Resululahın kabrinin yanında yapılan dua ise, en mübarek bir duadır. Çünkü orada içinde, akıl şuurlu, nefis ihlaslı ve vicdan uyanıktır.[51]



Yeni Mezhepler


Kökleri çok eskiye dayanan bu mezheplerin, Emevîler devrinde tekrar ortaya çıktıklarını, bu fırkaların, kendi aralarında yeniden çeşitli fırkalara ayrıldıklarını daha önce anlatmıştık.

İhtilaflar, genellikle inanç meselesi çevresinde dönüp dolaşmak­ta ve inancın cevherine yansımaktaydı. Sadece doğru yoldan çıkan bazı sapıklar, aşırı gitmeleri sebebiyle İslâm çerçevesinin dnşna çık­mışlardı. Günümüzde kalıntılarını Afrika, Hindistan ve Pakistan´da gördüğümüz, Hz. Ali´yi ilahlaştıran «Sebeiyye», Allah´ın, Hakim bi-Emrillah´a hulul ettiğine (girdiğine) inanan, «Hakîmiye» fırkaları bunlardandı.

Toplumsal hastalıkların devası olan fıkıh ilminde, ictihadda bu­lunmak; yeteneklerin acizliği, âlimlerin, kendilerinden öncekilerin görüşlerini kutsalmış gibi kabul edip, yeni görüşler beyanından ka­çınmaları yüzünden tamamen durmuştu. Bu sebeple tabii olarak, iti­kadı meselelerde de letihaddan kaçınılır olmuştu. Ehl-i sünnet âlim­lerinin çoğu, Eş´arî´nin görüşleriyle yetinmişler, onları okuyup ince­lemeye çalışmışlardı. Birçokları da, Matüridî´nin görüşlerini öğren­memişlerdi. «Bakülanî» denen âlimin, Eş´arî´nin görüşleriyle amel edilmesinin gerekliliğini ve onun delillerinden ayrılmamıyacağmı or­taya atmasından sonra, artık hiçbir kimse, Eş´arî´nin delillerinden ayrılamıyordu.

İşte bu nedenle, hicri sekizinci yüzyıl ile onikinci yüzyıl arasın­da, yeni bir şeye davet eden herhangi bir mezhep ortaya çıkmamış­tır. Sadece îbnül Kayyım ve hocası İbn-i Teymiyye´de gördüğümüz gibi, Eş´arî´nin görüşlerinin terkedilmesine ve bazı eski fırkaların gö­rüşlerinin benimsenmesine davet eden bazı akımlar görülmüştür. Yine bir kısım âlimlerde gördüğümüz gibi, Mutezile´nin görüşünü Eş´ari´ye tercih eden veya Matürî´nin görüşünü seçenler bulunmuş­tur. Bunun dışında genellikle düşünce hayatı donukluğa uğramış, fet­vada ve itikadı meseleler için, delil getirmekte taklit yolu seçilmiştir. Fakat hernekadar bu sekizinci asrın bir kısmıyla, dokuz, on, onbir ve onikinci asır ile onüçüncü asrın büyük bir bölümünde, toplu­mun düşünce hayatı donuk kalmış ise de,. İslâm düşüncesi, doğruluk­larına kesin bir delil bulunamayan bir kısım metodlarla ve itikadı mevzularda ileri sürülen bazı delillerle böyle donuk bir şekilde bağlı kalmaya devam edemezdi.

Akim, donukluğa uğradığı dönemlerde, daha önce de işaret et­tiğimiz gibi, müetehid imamların görüşleri takdis edilmiş, bunun bir neticesi olarak ta salih kullar hayatta iken de, ölmelerinden sonra da takdis edilir olmuşlardı. Türbeleri ziyaret edilip çevrelerinde, Ka­be´yi tavaf eder gibi dönülüyordu.

İşte buna bir reaksiyon olarak ortaya, bu tür davranışlara kar­şı savaşan ve İbn-i Teymiyye´nin görüşlerine tâbi olan bir fırkaçti. Yılların sildiği görüşleri, mezarından çıkararak ortaya koydu al."[52]







--------------------------------------------------------------------------------

[1] Risale, Mearic el-Vusul, İbn-i Teymiyye.

[2] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/232-235.

[3] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/235-236.

[4] Kur´an-ı Kerîm´in haber verdiği ve Allah Tealâ´ya yakışan şu sıfatlar gîbî «Allah, Musa ile konuştu» (Nisa suresi, âyet, 165) «Ey mülkün sahibi» (Âl-i İmran suresi, âyet, 26)

[5] Nakd el-Mantık, İbn-i Teymiyye sh. 256

[6] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/236-237.

[7] Bakara suresi âyet; 255

[8] İhlas suresi âyet; 14

[9] Tahrim suresi âyet; 2

[10] İsra suresi âyet; 1

[11] Rum suresi âyet; 54

[12] Câsiye suresi âyet; 37

[13] Yunus suresi âyet; 107

[14] Buruc suresi âyet; 14, 16

[15] Hadid suresi âyet; 3

[16] Hadid suresi âyet; 4

[17] Muhammed suresi âyet; 28

[18] Beyyîne suresi âyet; 8

[19] Nisa suresi âyet; 93

[20] Mü´minun suresi âyet; 10

[21] Bakara suresi âyet; 210

[22] Fussilet suresi âyet; 11

[23] Buhari, kitab-i istizan bab, l/Müslim, kîtab-ı bîrr, bab; 115/Müsned-i îmam Ahmed" C. 2, sh. 244, 251, 315.

Not: Hadîsin, Miîslimdeki metni şöyledir: «İçinizden biri, herhangi bir kar­deşiyle dövüştüğü vakit, onun yüzüne vurmaktan sakınsın. Çünkü Allah, Ademi, kendi suretinde yarattı.» Bu hadîs, «müteşabih» diye isimlendirilen ve mânâları kesin olarak belli olmayan hadîslerdendir. Bu sebeple, bazı âlimler, «Biz, bunla­rın hak olduğuna, zahiri mânâlarının kastedilmedlğine ve bizim bilmediğimiz bir kısım mânâlarının bulunduğuna iman ederiz.» demişlerdir. Selef-i Salibin bu gö­rüştedir. Diğer bazı âlimler ise, bu tür metinlerin, Allah Tealâ´nm zatına yakışır bîr şekilde yorumlanmasını uygun görmüşler ve nasıl te´vil edileceği hususunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir.

a) Bazıları «...Allah, Âdem´i kendi suretinde yarattı...» ifadesinden maksat; «Allah, Âdem´i, kardeşiniz suretinde yarattı.» olduğunu söylemişlerdir.

b) Diğer bîr kısım âlimler ise; «Allah, Âdemi, Adem suretinde yarattı.» mâ­nâsının ifade edildiğini beyan etmişlerdir.

c) üçüncü bir kısım âlimler ise; «Allah, Âdem´i kendi sıfatında, diri, bilen, işiten, gören vb. bir şekilde yarattı» demek olduğunu söylemişlerdir. Bkz: Umdetülkarî c. 24, sh. 229 Kahire baskısı. Şerh en-Nevevî alâ el-Müslim c. 16, sh. 166

[24] İbn el-Cevzi, Def´u Sibh-i el-Teşbih

[25] Fetih suresi, âyet; 10

[26] Kasas suresi, âyet; 8S

[27] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/237-243.

[28] Al-î İmran suresi, âyet; 7

[29] Fetih suresi âyet; 10

[30] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/243-245.

[31] Tevbe suresi, âyet; 6

[32] Buhari, Kitab el-Tevhid, bab; 52/Ebu Davud, Kitab el-Vitr bab; 20/Ne-seî Kitab el-iftitalı bab; 83/lbn-i Mace, Kitab el-lkamet bab; 176/Darimî, kitab el-FedaiI, bab; 34



[33] İbn-i Teymiyye´nin bu görüşleri «Resail ve Mcsail» atili kitabın 3. cildinde dağınık bir hakle mevcuttur, sn. 21-2, 45-10G

[34] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/245-246.

[35] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/246-247.

[36] Tekvir suresi, âyet; 27-29

[37] Minhac es-sûnne c. 1, sh.; 366/ Mecmuattirresail vel mesail e. I, sh. 103

[38] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/247-249.

[39] Enbiya suresi, âyet; 23

[40] Mecmualirresail vel Mesail c. 1. sh. 121

[41] Lokman suresi, âyet; 25/Zümer suresi, âyet; 38

[42] Bu konuda bkz. İbn-i Teymiyye, «Kaidetun celiletun fittevessül-i vel vesileh.

[43] Mecmuaturresail c. 1, sh.; 7

[44] Tevbe suresi, âyet; 14

[45] Buharı Kitab el-Vesaya bab; 11/ Müslim, Kitab el-tman, bab; 351/Neseî, Kitab el-Vesaya bab, 6/Darimî, Kitab el-Rıkak bab; 23/Müsnedi İmam Ahmed c. 2, sh. 350

[46] Mecmuatürresail vel Mesail c. 1, sh.; 55

[47] Buhari, Kitab el-Cenaiz, bab; 61, 96. Kitab, el-Enbiya, bab; 50 Müslim, Kîtab el-Mesacid, bab; 19, 23/Nesaî, Kitab el-Mesacid, bab; 13. Kitab zuru yoktur. Bu hususta bkz. «Umdetul kari Şerhil Buharİ, c. 8, sh. 136

el-Cenaiz, bab; 106/Muvatta tmam Malik Kitab el-Sefer, bab; 85. Kitab eî-Medine, bab; 17

Not: Peygamber Eîcndimiz´m bu hadîsi, fitne yolunu kapamak için buyurul-muştur, ki, cahiller, Yahudi ve Hıristiyanların yaptığı gibi, kabrine tapmasınlar. Eskimiş bir kabir üzerine, namaz kıbnması için cami yapılmasının bir mah-

[48] Muratta, İmam Malik, Kitab es-Sefer, bab; 85/Müsned-i İmam Ahmed c. 2, sh. 246

Not: Bu hadîs, «Mürsel» olarak «Atâ» dan rivayet edilmiştir. Mürsel hadîs­leri delil kabul edenler için sahih hadîstir. Ancak, «Bezzazsın rivayetine göre ha­dîs, Ebu Said el-Hudrîıden rivayet edildiği için Mürsel değildir. Hadîsin izahında şunlar söylenmiştir : a) Hadîs, kabirlere tapınmayı yasaklamak için söylenmiştir. b) Hadîs, kabirlrrin kıble yapılmasını yasaklamaktadır, c) Hadîs, peygamberle­rin kabirleri üzerine secde etmeyi yasaklamaktadır. Bu hususta bkz. Şerh-i ez-Zer-kani Alâ el-Muvatta c. 1, sh. 315

[49] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/249-255.

[50] Buharı, Kitab, Mescid-i Mekke, bab; 1,6-Kitab es-Sara, bab; 67 . Kitab es-Sayd, bab; 26/MüsIim, Kitab el-Hacc, bab; 415, 512/Ebu Davud, Kitab, el-Menasik bab; 94/Tirmizâ, Kitab, es-Salat, bab; 126/Nesaî Kitab, el-Mesacid, bab; 10/Darimî, Kitab, es-Salat, bab; 136/Müsned-ı İmam Anmed, c. 2, sb. 234

Not: Hadîste geçen «Eyerlerin kolanının sıkılması»ndan maksat; Yolculuktur.

[51] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/255-257.

[52] İslamda Siyasî Ve İtikadî Mezhepler Tarihî Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 1/258-259.