Bu fırka, Şiilik fırkasıyla ortaya çıkmış, her ikisi de Hz. Ali (R.A.)nin döneminde guruplar halinde görülmüşlerdir. Haricîler de Hz. AH taraftarları idi. Ancak, Şiilik düşüncesi Haricilik düşüncesinden daha önce mevcuttu.
Haricîye fırkası, «Sıffîn» denilen yerde Hz. Ali ile Hz. Muaviye´-nin arasında savaşın şiddetlendiği zamanda ortaya çıkmıştır. Bu savaş neticesinde Muaviye savaşın acısını tattı, kaçmaya yeltendi. Fakat hakem tayin etme düşüncesi kendisine, bu zor durumdan kurtulmakta yardımcı oldu. Muaviye´nin ordusu, Kur´an-ı Kerîm´i hakem tayin etmek için onu havaya kaldırdı. Fakat Ali, aralarında Allah Tealâ hüküm verinceye kadar savaşmakta ısrar etti. Ordusundan bazıları, Hz. ´Ali´nin karşısına çıkarak, hakem tayinini kabul etmesini istediler. Hz. "Ali istemeyerek bunu kabul etti. Hz. Ali, karşısında bulunanlarla, kendi tarafından bir kişi, Muaviye tarafından da bir kişinin hakem tayin edilmesi hususunda anlaştıktan sonra, Muaviye Arar b. el-As´i seçti. Hz. Ali ise Abdullah b. Abbas´ı seçmek istiyordu. Fakat, ordusundan, kendisine karşı gelenler, Ebu Musa el-Eş´ari´yi seçmeye zorladılar.
Neticede, bilindiği gibi hakemlerin kararı ile Hz. Ali azledildi, Muaviye ise hilâfet mevkiine getirildi.
Hakemlerin bu kararı ile Muaviye´nin sürdürdüğü haksızlık, daha da güçlendi.
Bundan sonra Haricîlerin durumu çok ilginç bir hal aldı. Şöyleki: Bunlar, önce Hz. Ali´yi hâkem tayinine ve belirli bir hakemi kabul etmeye zorladıkları halde, daha sonra, hakeme baş vurmayı büyük bir suç saydılar ve Hz. Ali´nin, işlemiş olduğu bu günahdan dolayı da tevbe etmesini istediler. Çünkü onlara göre Hz. Ali hakeme başvurmakla küfre girmişti. Nitekim kendileri de bu sebeple kâfir olduklarını ve tevbe ederek yeniden İslama girdiklerini sanıyorlardı.
Bazı çöl bedevileri de bunların arkasına takıldı. «Hüküm ancak Allah´ındır» sözü ise sloganları haline geldi. Hz. Ali ile münakaşa ve karşı gelme safhasını da aşıp onunla savaşmaya başladılar.
Bu fırka, İslâm fırkaları arasında mezhebini en çok savunan, düşüncelerini kabul ettirmek için en çok gayret gösteren, genellikle en çok dindar görünen, en atılgan ve en sorumsuz davranan bir fırka idi. Bunlar düşüncelerini savunurken ve sorumsuzca davranışlara girişirken birtakım sözlerin zahirine sarılarak onları kutsal bir dîn hüviyetine soktular, mümin bir insanın, bu sözlerden ayrılmayacağını zannettiler. «Hüküm, ancak Allah´ındır» sözü, bunların aklını çeldi. Bu sözü kendilerine din edindiler. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Hz. Ali´yi her konuşurken gördüklerinde O´na bu sözü söylerlerdi.
Hz. Osman´dan, İmam Ali´den ve Ümeyye oğullarının zalim idarecilerinden beri oldukları düşüncesi, yine Hariciyeye mensup olanları aldattı. Bu düşünce onların aklına tamamen yerleşti ve onları Hakk´a ulaştıracak yahut, dillerine doladıkları kelimelerin mânâlarını anlayacak her yolu tıkadı. Hatta, bizzat dinî hakikatlann mâ-nâTanm anlamalarına bile mâni oldu. Hz. Osman´dan, Ali, Talha, Zübeyr ve Emevîlerin zalim idarecilerinden beri olduğunu söyleyen herkesi kendilerinden saydılar. Adlarını isim listelerine aldılar. Bu gibi insanların diğer düşüncelerine ise göz yumdular. Belki de bu göz yummalarının, Hak´tan giderek sapmalarında büyük tesiri oldu.
Adaletli halife Ömer b. A´bdülaziz bunlarla bir zaman tartışmalar yaptı. Aralarındaki ihtilâf konusu; Ömer´in, kendi ailesinden olan zalimlerden beri olduğunu ilân etmemesiydi. Halbuki Hariciler, Ömer´in, kendisinden önce iktidarda bulunan Emevüere uymadığını, onların zulümlerinin devamını engellediğini, hatta onların yapmış oldukları haksızlıkları giderip, hak sahiplerine, haklarını iade ettiğini itiraf ediyorlardı. Ne var ki «Beri olma» düşüncesi onların beynini şartlandırmıştı ve onların, Ömer´e itaat etmelerine, îslâm sancağı altında toplanmalarına mâni oluyordu.
Hariciye mezhebine mensup olanlar, bir takım yaldızlı kelimelerin, akıl ve düşüncelerine hakim olması bakımından, Fransız devriminde en feci zulümleri işleyen Yakubîlere benziyorlardı. Yakubilerin de aklını «Hürriyet, kardeşlik ve eşitlik» kelimeleri çekmişti. Bu kelimeler adına nice mazluk insanları öldürüp, nice kanlar akıttılar. Haricileri de «İman» «Hüküm ancak Allah´ındır» ve «Zalimlerden beri olma» kelimeleri şartlandırmıştı. Bu kelimeler namına müslümanlarm kanını helâl saydılar, toprağı müslümanların kanlarıyla sulayıp her tarafa saldırdılar.
Hariciye mezhebine mensup olanların en belirgin sıfatları, sadece heyecanlı olmak ve sözlerin zahirine sarılmak değil, kendini feda etme arzusunda olmak, ölmeyi istemek, kuvvetli bir sebep olmadığı halde tehlikelere göğüs germekte bunları başkalarından ayırdeden bariz sıfatlardandı. Belki de bu davranışların başlıca sebebi, bazılarının taşkınca hareketi ve sinir sistemlerinin bozukluğu idi. Yoksa sadece mert ve kahraman oluşları değildi. Haricîler, bu tutumlarıyla Arap medeniyeti ile gelişmiş olan Endülüs´ün, Arap yönetiminde iken orada yaşayan Hristiyanlara benziyorlardı. Orada yaşayan Hristiyanlardan bir grup çılgınca davranıyor, aşırı taassuba kapılarak kendilerini ölüme atıyorlardı. Bunlardan herbiri hakimler kuruluna gidiyor, öldürülmeleri için Hz. Muhammed (S.A.V.)´e sövüyordu. Öyle ki bu davranış içinde bulunanlar, seller gibi mahkemelerin kapılarına akıyorlar, kapıcılar bunları geri çevirmekten asnıyor, hakimler idam kararı vermemek için kulaklarını tıkıyorlardı. Müslümanlar, bu zavallıların haline acıyorlar ve bunları, akıllarını kaybetmiş deliler sanıyorlardı.[1]
Haricilerden bir kısmı, Hz. Ali konuşurken onu protesto ederek kalkıp gidiyor hatta: namaz kılarken cemaatı terkediyorlardı. Diğer bir kısmı ise Hz. Ali ve Hz. Osman sebebiyle müslümanlara saldırıyor, bu iki sahabîye tâbi olanları müşriklikle suçluyorlardı.
Hariciler, Abdullah b. Habbab b. Eret´i öldürdüler, cariyesinin karnını yardılar. Bunun üzerine Hz. AH onlara «Abdullah´ı öldüren leri bize teslim edin» deyince hepsi birlikte «Onu hepimiz öldürdük-dediler. Hz. Ali ise bunlarla savaşa girişti. Nerdeyse köklerini kuru tacaktı. Ne yazık ki Hz. Ali´nin bu hareketi, onlardan geri kalanla fikirlerinden caydırmadı, daha öncekilerin yolun yürümelerim mâni olamadı. Bunlar gibi, çılgınlık hastalığına yakalanan çöl be devîlerinin de bunlara uymalarına engel olamadı.
Şurası bir gerçektir ki Hariciye mezhebine mensup olanlardan çoğunun en belirgin sıfatı «ihlas» idi. Ne var ki bu ihlas, kafalannı şartlandıran belirli bir noktaya saplanma ile dolu bir ihlasti. Bunların düşüncelerinin ne kadar tarafgir olduğunu ve ihlas seviyelerinin ne olduğunu ortaya koymak için, bunların bir kısım hikâyelerini anlatalım:
Hariciler hakkında şu haber rivayet edilir: Hz. Âbbas´m oğlu Abdullah Hz. Ali (R.A.) tarafından Haricîlere gönderildiği zaman onların yanına varıp münakaşa etti. Abdullah, uzun uzun "secdede kalmaları sebebiyle alınlarının yara olduğunu, ellerinin, deve dizleri gibi nasırlaştığını, üzerlerinde tertemiz elbiseler bulunduğunu gördü.[2] Bu hikâye, onların ihlaslarmm bir görünümüdür. Bununla beraber, onların kafalarına taraftarlık hakim olmuştu. Daha önce do gördüğümüz gibi bunlar «Hz. Ali müşriktir» demediği için Abdullah b. Habbab´ı öldürdüler. ´Buna mukabil, Hristiyanın hurmasını ücretsiz kabul etmediler. Hikâyeyi, Müberridin, «Kâmil» adlı eserinde zikredildiği gibi aktaralım.
«Haricilerin çok ilginç haberlerinden biri de şudur: Onlar, bir müslüman bir de hristiyan ile karşılaştılar, müslümanı öldürdüler, Hristiyana iyilikte bulundular. Ve hristiyan hakkında, peygamberinizin vermiş olduğu «eman´a sadakat gösterin» dediler. Diğer yandan, Abdullah ile boynunda Kur´an-ı Kerîm, yanında da hamile olan karısı olduğu halde karşılaştılar ve ona şöyle dediler: «Senin boynunda asılı bulunan, bizlere seni öldürmemizi emreder.» Hakem´e başvurmadan önce Hz. Âli hakkında ve hilafetinin ilk altı yılında Hz. Osman hakkında ne dersin » diye sordular. Abdullah, iyilikle andı. Bunun üzerine Hariciler, «Hakeme başvurma hakkında ne dersin » dediler. Abdullah, «Hz. Âli´nin, Allah´ın kitabını sizden daha iyi bildiğini ve Allah´ın dinini sizden daha iyi koruduğunu ve görüşünün sizden daha basiretli olduğunu söylerim» dedi. Haricîler «Sen hidayete tâbi olmuyor, adlarına bakarak adamlara tâbi oluyorsun» dediler, Abdullah´ı nehrin kenarına götürdüler ve orada kestiler.
Diğer yandan bir hristiyandan bir hurma ağacı istediler, adam «Âlın sizin olsun» dedi. Onlar ise «VAllahi bunu parasız almayız» diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hristiyan adam «Bu ne garip şey, Abdullah b. Habbab gibi bir adamı öldürüyorsunuz, fakat bizim hurma ağacımızı para vermeden almak istemiyorsunuz »[3] dedi.
Acaba Haricîlerde bulunan, birbirine zıt bu sıfatların varlığının sebebi ne idi
Bir tarafta takva ve ihlas, diğer yanda sapıklık, çılgınlık, aşırılık, katılık, inançlarına davet etmede taşkınlık, insanları baskı ve zorla sapık görüşlerini kabullenmeye icbar etmek, îslâm dininin hoşgö-rülüğü üe, ihlas ve takvanın kalblere doldurduğu şefkat ve merhametle bağdaşmayan davranışlar...
Kanaatimizce, bu çelişik tutumların asıl sebebi şu idi: Hariciye mezhebine mensup olanların çoğu, bedevi Araplardan, pek azı şehirli Araplardandı. Bedeviler îslâmdan önce çok fakirdiler. îslâmm ilk dönemlerinde bunların durumları arzu edilen bir şekilde düzelemedi. Zira bedeviler, çöllerde sıcak ve zor hayat şartları altında yaşamaya devam ettiler.
İslâm, bunların kalblerini fethetti amma, düşünceleri yüzeyseldi, ufukları dar idi ve ilimden uzak idiler. Böylece bu insanlardan mümin fakat düşünce sahaları dar olduğu için mutaassıp, çölde yaşadığı için taşkın ve atılgan, daha önce bol nimetler bulamadıkları için zahid bir cemaat ortaya çıktı. Çünkü fakirlikten gelen bir kişinin nefsini iman terbiye ederr vicdanım.sağlam bir itikad kaplarsa bu kişi maddi şehvetlerden, hayat lezzetlerinden yüz çevirir, bütünüyle âhi-refcin nimetlerine yönelir.
Haricilerin, çölde yaşadıkları bu hayat tarzı onları, sertliğe, şiddete ve kabalığa sürüklemiştir. Çünkü nefisler, alıştıkları şeyin birer suretidir. Şayet bunlar müreffeh bir hayat içerisinde yaşasalar, nimetlere boğulsalardı, elbetteki onların sertliği hafifleyecekti, katılıkları yumuşamayacaktı, şiddetleri hafifleyecekti.
Rivayete göre şiddeti benimseyen guruptan Ebul Hayr ´diye a´d-landınlan bir adamın Haricilerin görüşünde olduğu haberi, Irak valisi Ziyad b. Ebîh´e ulaştı. Ziyad, bu adamı çağırdı ve ona bir vazife verdi. Ücret olarak ta her ay için dört bin dirhem takdir etti. Ayrıca her yıl buna yüz bin dirhem de ilâve etti. Bunun üzerine Ebul Hayr şöyle derdi: «İtaatten ayrılmamaktan ve cemaatin içinde bulunmaktan daha hayırlı bir şey görmedim.» Ebul Hayr, vali olarak vazifesine devam etti. Nihayet Ziyad onun bir işini tenkid edince Ziyad´a karşı çıktı. Bunun üzerine onu hapsetti ve Ebul Hayr hapishanede öldü.»[4]
Bakınız, nimetler, tabiatları nasıl yumuşatıyor, nefisleri nasıl terbiye ediyor, mutaassıp ve sert olan bu adamı, hoşgörülü ve ince ruhlu yapıyor. Eğer biz, Hariciye mezhebine mensup olanların, cemaatten ayrılış sebeplerini ihlaslı olmalarına bağlayacak olursak, onların ihlaslarmm tam olduğu mânâsına gelmez. Bilâkis onların ihlaslarmı bulandıran bir kısım sebepler vardı. Hz. Ali´ye karşı gelmelerine sebep, sadece. Hakk´a inanmaları değildi, başka sebepler de vardı. Bunların en başta geleni de, Haricîye mezhebine mensup olanların, hilafeti tekelinde bulunduran Kureyş´i çekemem eleriydi. Bunun delili, Haricilerin çoğu Rabia kabilelerindendi. Rabia kabileleri ile Mudar kabileleri arasında cahiliyyet devri kinleri devam ediyordu. Hernekadar îslâm bu kinleri hafiflettiyse de tamamen silememişti. İnsanların nefislerinde bu hislerin kalıntıları mevcuttu.
İnsanların zihinlerinde kalan bu tür kalıntılar, görüşlerde ve mezheplerde kendisini gösterir, O mezhebi kabul edenler veya o görüşleri benimseyenler, bu kalıntıları hissetmezler. Bazan insanın kafasına bir hırs hakim olur, onu belirli bir istikamette düşünmeye iter. İşte o insan düşüncesinde ihlaslı olduğunu, aklının kendisini doğru yola ilettiğini zanneder. Bu durum, h´ayatm her safhasında açıkça görülebilir. İnsan, kendisine acı ve elem verme ihtimali olan her türlü düşünceden kaçar. Durum böyle olunca, çoğunluğu Rabia kabilesinden olan Haricîlerin, İslâm devletinin başında bulunan halifelerin Mudar kabilesinden olduğunu görünce, onların iktidarlarından kaçtıklarını ve hilafet hakkındaki düşüncelerinde farkında olmadan, hissettikleri nefretin baskısı altında belirli bir noktaya yöneldiklerini, söylediklerinin, dinden başka bir şey olmadığını zannettiklerini, onları böyle davranmaya sevkeden sebebin dinlerinde samimi olmaktan başka birşey olmadığını zannettiklerini düşünmemiz yerindedir.
Haricîlerin çoğu Araptır. Bunların içinde Arap olmayanların sayısı çok azdır. Halbuki Haricilerin görüşlerine göre şartları kendisinde bulunması şartıyla Arap olmayanların da Halife olabileceği kabul edilmektedir. Çünkü Hariciler, halifeliği Arap ailelerinden bir aileye ve Arap kabilelerinden bir kabileye tahsis etmezler. Hatta insan ırklarından bir ırka veya guruplarından bir guruba ait saymazlar. Buna rağmen Arap olmayanların, Harici mezhebinden nefret etmeleri, Haricîye mezhebine mensup olanların, Arap olmayanları sevmemeleri ve aleyhlerinde bulunmalarıdır.
İbn-i Ebil Hadid şöyle bir hadise rivayet eder: Arap olmayan bir adam, Haricîlerden bir kadınla nişanlandı. Haricîler kadına «Bizi rezil ettin» dediler. "EğerJ´HaricîIer bu taassubu terketmiş olsalardı belki de Arap olmayanların çoğu onlara tabi olurlardı.
Haricîlerin içinde Arap olmayanların sayısının az olmasına rağmen, bunların fırka içerisinde büyük bir nüfuzu vardı. Meselâ: Yezid b. Enîse´ye tâbi olan «Yezidiyye» fırkası, Allah Tealâ´nın, acemlerden bir peygamber göndereceğini, ona Hz. Muhammed´in şeriatının hükmünü kaldıran bir kitap vereceğini iddia etmişlerdir. Şüphesiz ki bu görüş Fars görüşüdür. Çünkü Farslar, kendi milletlerinden bir peygamber gönderilmesini çok istiyorlardı. Yine Meymun el-Elacredî´ye tâbi olan «Meymuninne» fırkası, çocukların, kız ve erkek kardeşlerin kızlarıyla evlenilmesin! helâl saydılar. Bu da bir Fars görüşüdür. Çünkü Islâmdan önce Mecusî olan Farslar bu tip evlenmeleri helâl sayarlardı.[5]
Harici Fırkalarının Müşterek Prensipleri:
Daha önce anlatılanlardan, Haricîye mezhebine mensup olanların düşünce tarzlarını ve kabilelerini öğrenmiş olduk. Şimdi ise onların prensiplerini öğrenmeye çalışalım: Şurası bir gerçektir ki, Haricilerin prensipleri, kendilerine has düşüncelerinin, yüzeysel görüşlerinin, saf akıllarının, Kureyş´e ve bütün Mudar kabilelerine kızmalarının bir dış görünüşüdür.
1) Doğru ve sağlam olarak kabul edilen, görüşlerinin birisi şudur : Halife ancak serbest ve sağlıklı bir seçimle başa gelir. Seçime, müşlümanların sadece bir kısmı değil bütün müslümanlar katılmalidır. Halife adaletli davrandığı, şeriatı ayakta tuttuğu, hata ve ayağının kaymasından uzak bulunduğu sürece halife olarak başta kalır. Şayet doğru yoldan ayrılırsa onun vazifeden alınması veya öldürülmesi gerekir.
2) Halifelik sadece Arap kabilelerinden bir aileye mahsus değildir. Başkalarının iddia ettiği gibi halifelik sadece Kureyş´e veya Araplara ait değildir. Halife olma hususunda bütün müslümanlar eşittir. Hatta Hariciler, dine muhalefet ettiği ve doğru yoldan ayrıldığı takdirde vazifeden alınması yahut öldürülmesi kolay olsun diye halifenin Kureyş´ten olmamasını tercih ederler. Zira, böyle bir halifenin, kendisini koruyacak taraftarları ve kendisini barındıracak bir aşireti bulunmaz. Haricîler, bu noktadan hareket ederek içlerinden Abdullah b. Vehb er-Rasibî´yi seçtiler, onu, başlarına emir yaptılar ve ona «Emirel-Mü´minin» dediler, Abdullah, Kureyş kabilesinden değildi.
3) Haricîye mezhebinin «Necedat» fırkası, insanların, aralarında insaflı davrandıkları müddetçe Halifeye ihtiyaç duyulmayacağını, kendilerini´ doğru yola sevkedecek bir imam bulunmadıkça aralarında insaflı davranamıyacaklarmı onlar da bir halife tayin ederlerse bu davranışları caizdir. Haricîlere göre başa halife getirilmesi, dinen vacib olmayıp caizdir. Ancak, ihtiyaç ve menfaat icabı va-cib olabilir.
4) Haricîye mezhebine mensup olanlar, her günah işleyenin kâfir olduğu görüşündedirler. Hariciler bu hususta günahlar arasında büyük-küçük ayırımı yapmazlar. Hatta insanın, görüşünde hata etmesini de günah sayarlar. Bunun içindir ki Haricîler, hakeme başvurduğu için Hz. Ali´yi, dinden çıkmakla itham ettiler. Halbuki Hz. Ali, hakeme kendi isteğiyle başvurmamıştı. Böyle olduğu kabul edilse bile hakeme başvurmak, ictihad edip hata etmekten öteye bir suç sayılmamalıdır. Bu da hakeme baş vurmanın hatalı olduğu faraziyesine bağlıdır. Haricîlerin, Hz. Ali (R.A.) ´ı dinden çıkmakla suçlamaları, ictihad edip hataya düşen kişinin dinden çıktığı görüşünü savunduklarına bir delildir. Yine, ictihadları neticesinde, Haricilerin bazı görüşlerine muhalefet eden Talha, Zübeyr ve diğer büyük sahabîler için de aynı şeyleri söylemişlerdir.
Haricîlerin, îslâm cemaatinden, ayrılmalarına, kendilerinin dışındaki cemaatleri kâfir saymalarına ve idarecileri devamlı rahatsız etmelerine sebep olan prensipleri işte bu prensiptir. Bu nedenle Haricîlerin dayandıkları delilleri izah etmemiz gerekmektedir. Bu delilleri, îbn-i Ebil Hadid «Şerh-i Nehcülbelağa» adlı kitabında uzunca anlatır. Bu deliller, Haricîye mezhebine mensup olanların düşünce seviyelerini ortaya koyar.
Delillerin bir kısmı şunlardır.
a) Allah Tealâ şöyle buyuruyor: «... Oraya (Hacca) gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kabe´yi ziyaret edip haccetmek farzdır. Kim inkâr ederse şüphesiz kî Allah, âlemlere muhtaç değildir.»[6]
Görüldüğü gibi bu âyet-i kerîme haccı terkedeni kâfir saymıştır. Halbuki haccı terketmek günahtır. O halde her günah işleyen kâfirdir, derler.
b) Diğer bir âyet-i celilede şöyle buyurulur «... Kim, Allah´ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir.» [7]
«Her günah işleyen, kendisine, ´Allah´ın indirdiğinden başka bir-şeyle hükmetmiş olur, dolayısıyle de kâfir sayılır. Allah Tealâ, bu na benzer birçok âyetler zikretmiştir.» derler.
c) Yine başka bir âyet-i kerimede «O gün bazı yüzler ağara cak, bazı yüzler kararacaktır. Yüzleri kararanlara şöyle denecektir: îman ettikten sonra inkâr mı ettiniz O halde inkâr ettiğinizden do layı tadın azabı.»[8] buyurulmaktadır. «Günahkâr» olan kişiyi, yüzleri ağaranlardan saymak mümkün değildir, Dolayısıyle onların, yüzleri kararanlardan olması gerekir ve bunları «kâfir» diye adlandırmak vaciptir» derler.
d) Bir başka âyet-i kerîmede: «O gün parlayan, gülen ve sevinen yüzler vardır. O gün tozlanmış ve karanlık bürümüş yüzler de vardır. İşte bunlar, kâfirler ve fâcirlerdir.»[9] buyurulmaktadır.
«Günahkâr kişi, yüzü tozlanmış olanlardandır. Bu sebeple bunu kâfir saymak gerekir.» derler.
e) Şu âyet-i kerîmeyi de delil getirmektedirler: «... Fakat o zalimler, Allah´ın âyetlerini inkâr ediyorlar.»[10] Bu âyet-i celile ile zulmün, dinsizlik ve küfür olduğu tesbit. edilir. Günah işleyenin zalim olduğunda ise şüphe yoktur.[11]
Görüldüğü gibi bütün bu deliller, metinlerin dış görünüşüne saplanmaktan başka birşey değildir. ´Âyetlerin çoğu, Mekke müşriklerini anlatmaktadır. Dolayısiyle bu sıfatlar, o müşriklere aittir. Hacc hakkında zikredilen âyet, haccetmeyeni değil, hac farizasını inkâr edeni kâfir olarak adlandırır.
Haricîye mezhebine mensup olanlar hep delillerin zahirine bağlı kaldıkları için, bunlarla münakaşa ederken Hz. Ali, nasslarla cevap vermiyor, Resullullah´ın yaptıklarını misâl veriyordu.
Hz. Ali´nin Haricîlere hitaben yapmış olduğu konuşmalardan biri de şudur: Hele benim hata ettiğimi ve saptığımı iddia ediyorsunuz, peki neden bütün ümmet~i Muhammed´i de sapıklıkla itham ediyor, benim hatam yüzünden onları hesaba çekiyor ve onları, benim günahlarını sebebiyle kâfir sayıyorsunuz Kılıçlarınız devamlı havada, onları suçluya da indiriyorsunuz, suçsuza da. Suçsuzu, suçlu ile karıştırıyorsunuz. Halbuki siz, Resulullah (S.A.V.) ´in evli olduğu halde sina eden kişiyi recmettiğini, cenazesini de kıldırdığını, daha sonra mirasçılarını ona vâris yaptığını; haksız yere birini öldüreni, kısas yoluyla öldürdüğünü, terekesini mirasçılarına taksim ettiğini, hırsızın elini kesip, evli olmadığı halde zina edeni dayağa çekip daha sonra ganimet malından hisse verdiğini ve bunların, müslüman kadınlarla evlendiklerini çok iyi bilmektesiniz.
Resulullah (S.Â.V.) bunları, günahlarından dolayı hesaba çekmiş ve Allah´ın hakkını yerine getirmiştir. Fakat günah işledikleri için bunları, îslâmm kendilerine verdiği paylardan mahrum etmemiş ve bunlarm adlarını müslümanlarm adlarından ayırmamıştır.
Bu değerli sözlerin, Haricileri susturan bir cevap olduğunu ve onların demagoji yapmalarına fırsat bırakmadığını görmekteyiz.
Hz. Ali (R.A:)´nin, nasslarla delil getirmeye başvurmayıp, Resulullah (S.A.V)´in yaptığı işlerle delil getirdiği görülmektedir. Zira yapılan işler te´vü kabul etmez, olduğu gibi anlaşılır. Dolayısiyle Haricîlerin, yüzeysel düşüncelerine, tek taraflı görüşlerine ve bir takım teferruata saplanıp kalmalarına imkân bırakmaz. Metin ve nasslarm, tek yönlü anlaşılmasına girişilmesi, onları, asıl maksatlarından uzaklaştırır. Buna mukabil, metinleri her yönüyle ele alma ve geniş bir nazarla bakma insanı doğru yola ulaştırır. Her yönüyle hakkı anlamaya sevkeder.[12]
Haricîlerin Kendi Aralarındaki İhtilâfları:
Buraya kadar anlattıklarımız, Haricîye mezhebine mensup olanlardan çoğunun, üzerinde ittifak ettikleri prensiplerdir. Haricîler, bunların dışında kalan prensiplerde ittifak edememişler, bilâkis, ihtilâfa düşmüşlerdir. Hatta en basit meselelerde bile aralarında ihtilâf çıkmıştır. Belki de savaşta dirençli ve güçlü olmalarına rağmen, mağlup olmalarına sebep, ihtilaf içinde bulunmalarıdır.
Emeviler tarafmdan Haricîlerle savaşmak için vazifelendirilen Muhalleb b. Ebi Sufra, Haricîlerle, birbirleriyle ihtilâf etmelerini, onları bölmek ve güçlerini zayıflatmak için bir vesile edinmişti. Hatta Muballeb onları ittifak içinde görünce, aralarına, onları ihtilafa düşürecek kişiler sokardı.
îbn-i Ebil Hadid şunları anlatır: «Haricîye mezhebinde büyük bir fırka olan Ezarika»´ya mensup bir demirci Muhalleb b. Ebî Sufra´nın taraftarlarına atılan zehirli oklar yapardı. Bu mesele Muhalleb´e anlatıldı. Muhalleb, «İnşAllah ben, sizi taunun şerrinden kurtaracağım» dedi. Arkadaşlarından birine bir mektup ile bin dirhem para verdi ve Haricîye fırkasının emiri ve komutanı olan «Katarı b. Fucae»´nin ordusuna gönderdi. Ve o adama şöyle dedi: «Bu mektupla paraları askerin içine at ve kendini sakın ele verme.» Adam gitti, mektupta şunlar yazılıydı:
«Okların bize ulaştı. Sana bin dinar gönderdim. Bunu al ve bize ok göndermeye devam et.»
Mektup, «Katarî»´nin eline geçti. Katarî, demirciyi çağırdı. «Bu mektup nedir » diye sordu. Demirci «Bilmiyorum» dedi. Katarî, «Bu dirhemler kimden » diye sorunca «Onu da bilmiyorum» diye cevap verrtî. Bunun üzerine Katarî, emir vererek adamı öldürttü. Bu sebeple Katari´nin ordusundan Beni Kays b. Salebe´nin taraftarı «Abdu Rabbih es-Sağır» adlı kişi, Katarî´ye geldi ve «Delilsiz, dâvâsız adamı öldürdün!» dedi. Katari şu cevabı verdi: «Bu bin dirhem ne » Abdu Rabbih : «Bu iddia doğru da olabilir, yalan da olabilir» diye cevap verdi. Bunun üzerine Katarî şunları söyledi: «Toplumun menfaati için bir adamı öldürmek hoş karşılanmayan birşey değildir. İmam, umumun menfaatine gördüğü şeye hüküm verir. îmama uyanların, itiraza hakkı yoktur.»
Abdu Rabbih, kendisine katılan bir gurupla, bu hadiseyi protesto etti, fakat yine de onlardan ayrılmadı.
Hariciler arasında çıkan bu ihtilaf, Muhalleb b. Ebu Sufre´ye ulaşınca Muhalleb, ihtilafı körüklemeyi ve anlaşmazlığı alevlendirmeyi istedi. Haricîlerin içine, dolgun bir ücret bağladığı bir Hristiyanı soktu ve ona şöyle dedi: «Katarî´yi gördüğün zaman ona secde et. Şayet sana kızarsa de ki: «Ben ancak sana secde ettim.»
Hristiyan, söyleneni yaptı. Katari ona «Secde ancak Allah´a yapılır» dedi. Hristiyan: «Ben ancak sana secde ettim» diye cevap verdi. Bunun üzerine, Haricilerden bir adam «Bu, Allah´ı bırakıp sana taptı» dedi ve şu âyeti kerimeyi okudu. «Siz de, Allah´dan başka taptığınız putlar da cehennem odunudur. Siz oraya, suya koşarca-. sına gireceksiniz.»[13]
Katari şü cevabı verdi: «Hristiyanlar Meryem oğlu İsa´ya taptılar. Onların bu tapınmaları Hz. İsa´ya herhangi bir zarar vermedi.»
Haricilerin içinden başka bir adam ortaya çıktı ve Hristiyanı öldürdü. Katari bu davranışa kızdı, Haricîlerden bir kısmı da Katari´ye kızdı.
Bu ihtilaf, Muhalleb´e ulaşınca Muhalleb, aralarındaki´ ihtilafı daha da alevlendirmek istedi ve bunlara çeşitli sorular yöneltmesi için bir adam gönderdi. Adam, onlara şu soruyu sordu: «Size gelmek üzere iki adam yola çıksa, bunlardan biri, size varmadan yolda ölse, diğeri ise size ulaşsa siz de onu imtihan etseniz ve o da imtihanı başaramasa bu iki kişi hakkında ne dersiniz » Bazıları şu cevabı verdi: «Ölen cennetliktir. İmtihanı başaramayan ise, imtihanı başarmcaya kadar kâfirdir.» Diğer bir gurup ta şu cevabı verdi: «Onların her ikisi de kâfirdir.»
Bunun üzerine, aralarındaki ihtilaf gittikçe arttı. Liderleri Ka-tari, «İstahr» denen yerin sınırına kadar gitti. Orada bir ay oturdu. Halk ise yine ihtilafında devam etti.
Görüldüğü gibi dâhi kumandan Muhalleb, Haricîler arasındaki anlaşmazlığı körüklüyor, arzularına erişiyor, ihtilafla bölük pörçük olmuş ve kendi arasında guruplaşmiş bu fırkanın karşısına ordusuyla Çıkıyor.
Gerçekten, Haricîlerin itilaf içinde oldukları, kendi aralarında ve başkalarıyla yapmış oldukları münakaşalardan anlaşılmaktadır.Okuyucuya, bunların münakaşalarından ve çeşitli mezheplerinden çeşitli bilgiler vermek gerekir.[14]
Haricîlerin Tartışmaları:
Haricîye mezhebine mensup olanların bir çok sıfatları vardır. Bunlar, bu sıfatlarıyla, tartışmacı, mezhepleri hakkında münakaşaya girişen, hasımlarının delillerini kullanabilen, görüşlerine aşırı bir şekilde bağlı olan bir topluluk haline gelmişlerdir. Böylece Haricîlerin görüşleri tarafgir ve tek yönlü bir şekilde oluşmuştur. Bunların görüşleri iyiyi kötüden ayırdedecek, çeşitli görüşleri ölçüp tartacak, hakkı batıldan ayıracak kriteri tayin edecek bir vasıfta olmamıştır. Haricîye mezhebine mensup olanlar, tartışma ve konuşmalarında şu sıfatlarıyla tanınmışlardır.
1) Haricîler, güzel konuşmalarıyla, ikna usullerini bümeleriyle tanınmışlardır. Bunlar soğuk kanlı idiler. Düşmanları karşısında şaşırmazlar, heyecana kapılmazlar ve düşüncelerini unutacak Ölçüde kendilerim kaybetmezlerdi. Rivayete göre: Abdülmelik .b. Mervan, Haricîlerden bir kişiyi huzuruna getirtti. O adamın, anlayışlı, âlim ve zeki bir kişi olduğunu gördü ve mezhebinden dönmesini istedi. Fakat adamın şuurlu ve ince düşünen bir kişi olduğunu gördü. Bunun üzerine Abdülmelik, adamın, mezhebinden dönmesini tekrar istedi. ´Adam ise şu cevabı verdi. «Bir kere söylemeniz kâfidir. Siz konuştunuz ben dinledim. Şimdi ben konuşayım siz dinleyin.» Abdülmelik ona «konuş» dedi. O kişi konuşmaya başladı. Açık ve sade bir dille mezhebini ona anlatmaya ve güzel göstermeye başladı.-Abdülmelik şöyle dedi: «Nerdeyse kalbime, cennetin onlar için yaratıldığı ve onlarla beraber cihad etmenin daha efdal olduğu fikri yerleşiyordu. Sonra, Allah Tealanın bana ilham ettiği, sarsılmaz delillere baş vurdum ve kalbimde yerleşen Hakk´a dönerek o adama dedim ki: «Dünya da, âhiret de Allah´ındır. Allah beni dünyada nüfuz sahibi kıldı ve bize orada imkânlar verdi.»
îkisi arasındaki konuşmalar devam ederken, Abdülmelik´in oğlu ağlayarak yanma geldi. Abdülmelik buna dayanamadı. Bunun üzerine Harici mezhebine mensup olan adam Abdülmelik´e şu sözleri söyledi: «Bırak onu ağlasın. Çünkü ağlama, avurtlarını genişletir, dimağını sağlamlaştırır. Sesinin gür olmasını sağlar, Rabbine itaat mevkiinde bulunduğu zaman da kolayca ağlar ve yaşları bolca dökülür.» Abdülmelik buna şu cevabı verdi. «İçinde bulunduğun durum, senin böyle konuşmana engel olmuyor mu » Harici şu cevabı verdi: «Mümini, hakkı söylemekten alıkoyan herhangi bir engel bulunamaz.» Bunun üzerine Abdülmelik onun hapsedilmesini emretti ve peşinden de özür dileyerek şunları söyledi. «Eğer sen, sözlerinle halkımın çoğunu ifsad edecek bir tehlike arzetmeseydin seni hapsetmezdim. Beni şüpheye düşüren´ve Allah´ın koruması olmasaydı beni dahi yoldan çıkarabilecek olan bir kişinin, benden sonra gelenlerin aklını çelmesi uzak bir ihtimal değildir.»[15]
2) Haricîler, güzel konuşmalan yanında, keskin zekâları, hazır cevap oluşları ve atılganlıkiarıyla Kitap ve Sünneti öğrenmek, hadisleri ve Arap edebiyatını iyice anlamak istiyorlardı.
Anlatıldığına göre, Haricilerden «Ezarika» gurubunun lideri «Nâfi b. el-Ezrak» Abdullah b. Abbas´dan faydalanırmış. Bir defasında Abdullah´a «Geceye ve kapladığı şeylere yemin olsun ki»[16] mealindeki âyetin «Ve ma vessake» kısmının mânâsını sormuş. Abdullah da «Kapladığı şeyler» demektir, diye cevap vermiş. Bunun üzerine Nâfi, «Araplar bunu bilebilir mi » diye sormuş, Abdullah «Evet şairin:
«Eğer kendilerini güden birini bulsalar...»
«Bir araya toplanmayı isteyen hikka yaşında develerimiz ´
vardır.»[17]
şeklindeki şiirini duymadın mı Burada «Vesaka» kökünden «müs-tevsikat» kelimesini kullanmıştır ve bu kelime «toplanmak» mânâsına gelir.» dedi.
Yine bir defasında Nâfî Abdullah´a şunu sordu: «Allah´ın Peygamberi Hz. Süleyman´a, Allah´ın bu kadar nimetler vermesine rağmen, nasıl oluyor da Süleyman, güçsüz ve âciz olan Hüdhüd kuşundan yardım bekliyor »
Abdullah şu cevabı verdi: «Süleyman´ın suya ihtiyacı vardı. Hüdhüd, uzağı, yakındaymış gibi görebilen, yeryüzü kendisi için bir cam gibi şeffaf olan bir kuş idi. O yeryüzünün dışını da görürdü içini de. Bunun içindir ki Süleyman onu aradı.»
Bunun üzerine Nâfi şunları söyledi: «Dur bakalım ey söz söyletmeyen, Hüdhüd, nasıl oluyor da üzerini bir parmak toprağın kapadığı tuzağı görmüyor da yerin altım görüyor »
Abdullah vşu cevabı verdi: «Vay haline senin, Erzak´m oğlu!.. Bilmezmisin ki kader gelince göz kapanır »
Evet, Hariciler, Kur´an-ı Kerîm´i ve sünnet-i seniyyeyi, bilenlerden öğrenmeye çalışırlardı. Fakat ne yazık ki, görüşleri tek taraflı olduğu için öğrendikleri şeylerden tam anlamıyla istifade edemiyorlardı.
3) Haricîler, tartışmayı, mücadele etmeyi, şiir ve edebi metinleri okumayı çok severlerdi. Bunlar, savaş anlarında bile hasımla-nyla karşılıklı tartışmalara girişirlerdi. îbn-i Ebil Hadid, «Eğanî» adlı kitaptan şunları nakleder: «Haricîler, Emevî taraftarı Muhal-leb ile Haricîlerin lideri Katarı b. el-Fucae arasında meydana gelen savaşta, hasımlarını bir an durduruyor onlara dini hususlarda sorular soruyorlardı. Soru yönetirken sükunet ve tam bir emniyet içinde hareket ediyorlardı. .
Bir gün Haricîye fırkasından Ubeyde b. Hilâl el-Yeşkurî, karşı tarafın askerlerinden Ebî Huzabe et-Temimî adlı kişiyi durdurdu ve ona şunları sordu: «Ey Ebu Huzabe, sana bazı şeyler soracağım, bana, doğru cevap verecek misin »
Eğer sen de aynı şekilde davranacaksan, evet.
Kabul ediyorum.
Peki istediğini sor.
İmamlarınız hakkında ne dersin
Onlar, akıtılması haram olan kanın akıtılmasını helâl görüyorlar.
Vay haline! Mal ve servet hakkındaki tutumları nasıldır
Malı, gayr-i meşru yerlerden toplarlar ve lâyık olmayan yerlere harcarlar.
Onlar, yetime karşı nasıl davranırlar
Onlara, malları hususunda zulmederler ve haklarını çiğnerler.
Yazıklar olsun sana ey Eba Huzabe! Sen böyle adamlara mı tâbi oluyorsun »
Bu konuşmalardan anlaşılıyor ki, münakaşa etme ve mücadeleye girme arzusu Haricîlerin düşüncelerine hakim olmuş, öyle ki bunlar, kendileriyle savaşan hasımlanyla fikir teatisinde bulunabilmek için, savaşı bırakıp, tartışmaya girişiyorlarmış.[18]
4) Tartışmalarına Taassup Hakimdi:
Haricîler, düşmanlarının hiçbir delilini kabul etmezler, ne kadar açık-seçik ve hakka yakın olursa olsun, onların görüşleriyle ikna olmazlardı. Bilakis, düşmanlarının delilleri güçlü olduğu nisbette, inançlarına daha fazla sarılırlar ve kendi inançlarını destekleyen delilleri daha fazla araştırırlardı. Bunun sebebi; körü körüne düşüncelerine bağlanmaları ve rnezheplerinin, kainlerine yerleşmesi, bütün düşünce ve idrak yollarım tıkam asıydı. Diğer yandan Hariciler. bedeviliklerini yansıtan bir şekilde, münakaşalarında çok sert ve katı idiler. Bunların tek yönlü düşünmelerine ve başka yönleri dikkate almamalarına sebep te bu idi.
Haricilerin, mezheplerini asın derecede savunmaları, bunların bazan hadisler uydurarak Resıılullah´a nisbet etmelerine seben olmuştur. Şöyleki: Haricilerden bir kişi. yaptıklarından vazgeçin tev-be edince, Resulullah´m hadîslerini incelemeleri için âlimleri davet etti. Çünkü Hariciler, delil bulamadıkları zaman, hadîs uydurur, Re-sulullah´a nisbet ederlerdi.
5) Daha önce de işaret ettiğimiz gibi Hariciler, Kur´an-ı Kerim´in zahirine sımsıkı sarılırlar, asıl maksadını anlamava vaklasmazlardı. ´Âyet okımdııenncta ilk akla gelen mânâ ile yetinirler, ondan zerre kadar ayrılmazlardı.
Haricîler, kendilerine yöneltilen suçlamalar Varsında kendilerini savunmak için Kur´an-ı Kerîm´in zahirine bağlı kalır ve gerçek maksadını araştırmaya girişmezlerdi. Yukarıda Ebu Huzabe ile tartişmasım anlattığımız Ubeyde b. Hilal el-Yeşkurî, bir demircinin^karısı ile ilişkisi olmakla itham edildi. Bu adamın demircinin evine izinsiz olarak defalarca girip çıktığını gördüler. Bunun üzerine Hariciler, kendilerine emir seçtikleri Katarı b. Fucae´ye geldiler ve ona durumu anlattılar. Fucae onlara şu cevabı verdi. «Ubeyde dinî bakımdan, bildiğiniz mertebededir. Cihad bakımından ise gördüğünüz mevkidedir.» Bunun üzerine Haricîler: «Biz, onun yapmış olduğu fuhşu kabul edemeyiz» diye cevap verdiler. Katarı: «Dağılıp gidin!» dedi. Sonra Ubeyde´ye bir adam göndererek durumu bildirdi. Ubeyde gelip şu cevabı verdi: «Ey müminlerin emiri, gördüğünüz gibi, bana iftirada bulundular.» Katarı şunları söyledi: «Seni onlarla yüzleştireceğim. Ne suçluların boyun eğdiği gibi onlara boyun eğ,nede suçsuzların isyan etmesi gibi üste çıkmaya çalış.»
Katari, bunları yüzleştirip konuşturdu. Ubeyde ayağa kalktı ve «Bismillâhirrahmanirrahiym : «O uydurma haberi getirip iftira atanlar, içinizden bir topluluktur. Onu, kendiniz için bir şer sanmayın. Bilakis o, sizin için hayırdır. İftirada bulunanlardan her birinin, kazandığı günaha göre cezası vardır. Onlardan günahın en büyüğünü yüklenene de büyük bir azap vardır.»[19] âyetini okudu. Onlar bunu dinleyince ağlamaya başladılar, ayağa kalkıp Ubeyde´nin boynuna sarılarak ona «Bizim için Allah´dan af dile.» dediler.[20]
Ubeyde, âyeti okuyarak kendisini itham edenleri o konudan uzaklaştırdı. Onların ithamlarında doğru olduklarını ispatlayarak kendisinin ceza görmesine veya yalancı olduklarını tesbit ederek onların, iftira attıklarının isbatma fırsat bırakmadı.
Âyet-i Kerîmenin zahirine bakarak mânâsını düşünmediler ve onun hükümlerini tatbik etmediler. Böylece kesin bir delile dayanmadan Ubeyde´yi «zina» yapmakla itham ettikleri gibi yine herhangi bir delile dayanmadan zina yapmamış olduğuna hüküm verdiler. Bölyece, derhal bir karar değişikliğini gerektirecek kuvvetli bir delil olmadığı halde iddialarının tam aksine bir karara vardılar.[21]
Haricî Fırkaları
Buraya kadar zikrettiğimiz prensipler, Haricilerin genellikle üzerinde ittifak ettikleri prensiplerdir. Ancak, daha sonraları Haricîler, aralarında meydana gelen çeşitli anlaşmazlıklar yüzünden, birbirlerine zıt muhtelif gurup ve mezheplere ayrıldılar. Her gurup kendi görüşüne tek taraflı olarak bağlandığından, Hariciler kendi aralarında çok az sayıda savaş yapmışlarsa da aslında çok fazla guruplara ayrılmışlardır. Haricileri birbirine düşüren ve onları bölük-pör-çük eden sebepler, bazan çok basit bazan da köklü sebeplerdir. Bunların fırkalarım izah ederken, hangi sebeplerin köklü ve hangilerinin basit olduğu ortaya çıkacaktır.
Şimdi Haricî fırkalarını izaha başlayalım.[22]
I. Müslüman Sayılan Haricîler:[23]
1) Ezarika:
Bunlar, Hanife´ oğullarından olan Nâfi b. el-Ezrak´a tâbi olanlardır. Hanife oğullan. Haricilerin en kuvvetlileri ve en kalabalık olanları idi. Abdullah b. Zübeyr´den ve Emevilerden gelen darbelere ilk maruz kalanlar da bunlardı. Abdullah b. Zübeyr1in ve Emevilerin komutanları ondokuz sene, Nâfi´nin liderliğindeki Haricîlerle savaştılar. Nâfi, savaş meydanında öldürüldü. Ondan sonra liderliği, oğlu Ubeydullah aldı. Daha sonra liderlik, Katarî b. el-Fucae´ye intikal etti. Katarî döneminde, Emeviler adına, Haricilerle savaşan kişi, Emevlîerin, el-Muhalleb b. Ebi Sufra adlı dâhi komutanları idi. Muhalleb, girişeceği hareketten önce Haricîleri birbirine düşürür, ondan sonra onlarla savaşa girişirdi. Bu nedenle Katarî döneminde Haricîler gitgide zayıfladı. Zira bunlar, kendi aralarında anlaşamıyor, savaş meydanlarında anlaşmazlıklnnm kötü sonuçlarına uğruyorlardı. Diğer yandan, bütün müslümanlar bunların aleyhlerine dönmüştü. Sonra bunlar, öteki guruplara karşı çok katı ve sert davranıyorlardı.
Hariciler, Muhaîleb ve ondan sonra gelen komutanlar döneminde devamlı olarak .yenildiler ve nihayet etkinlikleri tamamen kayboldu.
Ezarika´yı diğer Haricî fırkalarından ayıran temel prensipler şunlardır.
a) Bunlar, kendilerine karşı çıkanlram sadece mümin olmadıklarına değil, aynı zamanda müşrik olduklarına, ebedî olarak cehennemde kalacaklarına ve kanlarının helâl olduğuna inanırlar.
b) Kendilerine karşı çıkanların memleketleri onlara göre «Dârül Harb» dır. Oralarda «Dârül Harb» da helâl olan herşey helâldir. Meselâ: Çocukların, kadınların öldürülmesi, esir alınması, muhaliflerinin köleleştirilmesi, savaştan geri kalanların öldürülmesi onlara göre helâldir.
c) Ezarika´nm görüşlerinden biri de şudur. Onlar, kendilerine muhalif olanların çocuklarının, ebedi olarak cehennemde kalacağını söylerler. Başka bir ifade ile, bunlara göre muhaliflerinin kâfir olmalarına yol açan günahlar, çocuklarına da sirayet eder ve onları cehennemlik yapar.
Halbuki çocuklar hiçbir günah işlememişlerdir. Fakat bu görüş, fikri bir sapıklıktan başka birşey değildir.
d) Yine bunların fıkhı görüşlerinden biri de şudur: Bunlar, zina edenin «recm» cezasını kabul etmezler. Kur´an-ı Kerim´de zina eden erkek ve kadına sopa atılmasından başka bir ceza bulunmadığını, bu sebeple «recm», cezasının Kur´an´da zikredilmediğini ileri sürerler ve bu cezanın hadis ile de sabit olmadığını iddia ederler.
e) Bunlara göre iftira cezası» sadece namuslu kadınlara iftira edenlere tatbik edilir. Namuslu erkeklere iftira edenlere bu ceza uygulanmaz. Çünkü «Ezarika» şu âyet-i kerime´nin sadece dış görünüşüne bakarlar, mânâsını anlamaya çalışmazlar. «İffetli kadınlara zina isnad edip te sonra bu iddialarını doğrulayacak dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun. Onların şahitliklerini de ebediyyen kabul etmeyin. İşte onlar, fâsıklarm tâ kendileridir.»[24]
Bu âyet-i kerime, namuslu erkeklere zina iftirası yapanların cezasını zikretmemiştir.» derler.
f) Ezarika, peygamberlerin, küçük ve büyük günahları işleyebileceklerini kabul ederler.[25]
Görüldüğü gibi «Ezarika- nın bu son görüşü kendilerinin diğer görüşleriyle çelişmektedir. Çünkü onlar, bir taraftan büyük günah işleyenin kâfir olduğunu iddia ederler, diğer taraftan peygamberlerin de büyük günah işleyebileceklerini kabul ederler. Bunlara göre peygamber bazan küfre gidip sonra tevbe edebilir. «Ezarika» bu görüşünü şu âyet-i kerime´den aldığını iddia eder. «Ey Muhammed, biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik.» «Allah, bu fethi sana, geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamak, üzerine olan nimetini tamamlamak, seni dosdoğru bir yola iletmek ve seni şanlı bir zaferle muzaffer kılmak için ihsan [26]etti.[27]
2) Necedat:
Bunlar, Hanife kabilesinden olan Necde b. Uveymir´e tâbi olanlardır. Bu fırka, Haricî fırkalarından, harpten geri kalanları kâfir kabul etme, küçük çocukların öldürülmesini, helâl görme ve muhalifleriyle birlikte bulunan ehl-i kitaba karş1. vaziyet alma hususlarında Ezarika ile görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Ezarika, muhalifleriyle birlikte bulunan ehl-i kitabın, rnüslümaiüa-ra sığınıp, onların teminatı altında yaşadıkları için kanlarının akı-turnasının helâl olmadığını ileri sürerken Necedat, ehl-i kitabı himaye eden muhalif mü s lüm ani arın kanları helâl olduğu gibi himaye edilen ehl-i kitabın da kanlarının helâl olduğunu iddia ederler.
Yine Necedat fırkası, halife tayininin dinen vacip olmadığını, umumun menfaatinin gerektirdiği vakit vacip olabileceğini ileri sürerler. Bunlara göre, müslümanlar, aralarında hakkı tavsiye edebilir ve yerine getirebilirlerse halife tayin etmeleri gerekmez.
Necedat fırkası, herhangi bir Haricîye fırkasının getirmediği yeni bir prensip getirmiştir. O da «Takiyye» (gizleme) prensibidir, Bu prensip gereği, Haricîye fırkasında olan bir kişi, kanının akmasını önlemek ve kendisine yapılacak olan saldmlafı engellemek için kendisini «ehl-i sünnet» ten gösterip asıl inancım açığa vurma zeminini buluncaya kadar asıl inancım gizleyebilir. Necde b. Uvey-mir´in peşinden gidenler, önceleri «Yemame» denilen yerde «Ebu Ta-lut el-Haricî» denilen kişinin arkasından gidiyorlardı. Daha sonra bu fırka, Ebu Talut´u bıraktı Necde´ye biat etti. Hem Necde hem de bu fırka güçlendi. Bahreyn, Hadramut, Yemen ve Taif bölgelerini istilâ ettiler. Ne var ki diğer fırkalar gibi bunlar da kendi aralarında bir kısım tali meselelerde ihtilâfa düşerler ve neticede bölünürlerdi.
Bu fırkaya mensup olanlar, emirleri olan Necde b. Uveymir´e şu meseleler sebebiyle karşı çıkmışlardır.
a) Necde, oğlunu bir ordunun başına komutan tayin etti. Bu ordu gittiği yerde kadınları esir aldı. Ganimet mallarını da taksim edilmeden yedi. Buna rağmen Necde bunların bu davranışlarına göz yumdu.
b) Taraftarlarından cezaya uğrayanları himaye etti ve «Belki
´Allah bunları affeder. Âffetmeyip azap etse bile bunlara ateşten başka birşey ile azap eder daha sonra da cennetine koyar.» dedi.
Necde, bu görüşüte Haricilerin günah işleyeni kâfir sayma prensiplerine karşı çıkmıştır. Necde bu anlayışıyla sanki, Haricilerden günah işleyenlerin ´Allah tarafından affedileceklerini, Haricî olmayan günahkârların ise affedilmeyeceklerini kabul etmiştir.
el Necde, bir orduyu denizden diğer birini ise karadan sevket-miş ve ganimet taksiminde karadan giden orduyu üstün tutmuştur.
İşte bu meseleler hakkındaki ihtilâflar gittikçe arttı. Necde aleyhine bazı guruplar ortaya çıktı. Onun imamlığını reddettiler, Bunlar- da kendi aralarında üç guruba ayrıldılar.
aa) Bir gurup Beni Hanife´den olan Atiyye b. el-Esved ile Sicistan´a gitti.´ Üzerinde ittifak ettikleri prensiplere göre yaşadı.
bb) İkinci bir fırka- Necde´yo karşı isyan etti. Onu öldürdü ve yerine Ebu Füdeyk´i getirdi. Haricilerin en güçlü ve kararlı fırkası da bu fırka idi. Bu fırka Necde´nin elinde bulunan yerleri işgal etli ve oralarda hakimiyetini sürdürdü. Nihayet, Abdülmclik b. Mervan, bunlara karşı bir ordu gönderdi. Ordu bunları mağlup etti. Ebu Füdeyk´in başını Abdülmelik´e gönderdi. Böylece bu fırkanın otoritesi de ortadan kalktı.[28]
cc) Üçüncü bir fırka, devamlı olarak Necde´ye bağlı kaldı. Ona yönetilen ithamları reddetti ve onu mazur gördü. Bu fırka zayıf bir durumda uzun zaman yaşadı. Fakat tarih, Ezarika´nın adını sildiği gibi bunların da adını sildi.[29]
3) Sufriyye:
Bunlar, Ziyad b. el-Esfer´e tâbi olanlardır. Bunlar, görüşleri bakımından Ezarika´dan daha yumuşak, diğer fırkalardan ise daha aşırıdırlar. Sufriyye´ler, büyük günah işleyenler hususunda Ezarika ile ihtilafa düşmüşlerdir. Ezarika, büyük günah işleyenleri, ebedi olarak cehennemde kalacak müşriklerden saydılar. Sufriyye ise büyük günah işleyeni müşrik sayma hususunda kendi aralarında ittifak edemediler. Bunlardan bazıları, hakkında ceza bulunan günahı işleyenlerin, Allah Tealâ´nm, onlara verdiği «zinakâr» «hırsız» «iftiracı» gibi isimlerle isimlendirilebileceklerini, bunun dışında onlar için birşey söylenemiyeceğini, buna mukabil hakkında ceza bulunmayan günahı işleyenlerin kâfir sayılacaklarını ileri sürmüşlerdir.
Sufriyyeden diğer bir gurup ise günah işleyenin cezasını vali infaz etmedikçe kâfir sayılamayacağım iddia etmiştir.
Sufriyye gurubuna mensup olanlardan biri de Ebu Bilal b. Mir-das idi. Bu şahıs salih bir kişi idi. Yezid b. Muaviye döneminde Basra taraflarına çekildi. Kimseye dokunmazdı. Fırsat buldukça devletin malından, kendisine yetecek kadar alırdı. Savaşmak istemezdi. Nihayet, Ubeydullah b. Ziyad.bir adam gönderip onu öldürttü.
Yine bu guruptan olan bir kişi de tmran b. Hittan idi. Bu şahıs, dünyaya önem vermeyen bir şairdi. İnancı uğruna kaçarak İslâm beldelerini gezerdi. Sufriyye fırkası, Ebu Bilal´den sonra bunu kendisine imam seçmişti.
Haricilere mensup olan bu Sufriyye fırkasının başında bulunan liderlerin davranışları incelendiğinde görülür ki bu fırka, müslümanların kanının akıtılmasını helâl görmüyor, muhaliflerinin oturdukları yerleri dârül harp saymıyor, kadınların ve çocukların esir alınmasına cevaz vermiyor, iktidarın ordusundan başkası ile çarpışmayı caiz saymıyor.[30]
4) Âcâride:
Bunlar, Abdülkerim b, "Âcred´e tâbi olanlardır. Abdülkerim, Necde´ye karşı çıkan ve Necedat´dan bir gurupla Sicis-tan´a giden Âtiyye b. el-Esved´e tâbi olanlardan biriydi. Bu sebeple Acâride, metodları bakımından, Necedat fırkasına çok yakındır. Çünkü bunlar, Necedat´dan ayrılmışlardır. Bu fırkanın görüşleri kısaca şunlardır:
Acâride, Hariciye fırkalarından, savaşa gitmeyip geri kalanları, muttaki olduklarına inandıkları takdirde kendilerinden sayarlar. Bunlar, devamlı olarak c´ihad etmenin vacip olduğuna, cihad etmeye gücü yetenin, hiçbir sebeple cihaddan geri kalamayacağına inanan Ezarika´ya benzemezler. Acâride´ye göre, kendilerine muhalif olanların topraMarmdan hicret etmenin, gerekli değil daha iyi olduğuna inanırlar. Muhaliflerinin malını, kendileriyle savaşmadıkça mubah görmezler ve ancak kendileriyle savaşanların öldürülmesini caiz görürler.
Acâride birçok meselede kendi aralarında ihtilâfa düştüler. Bunlardan bazıları, kaza ve kader meselesi, kulun kudreti meselesi, kendilerine muhalif olanların çocuklarının akıbeti meselesidir. ´Acâri-de, basit ihtilâfları abartır, neticede umumî meselelerde ihtilâfa düşerler ve çeşitli guruplara ayrılırlardı. Meselâ: Bunlardan olan Şu-ayb adlı bir kişi, yine bunlardan olan Meymun adlı bir kişiye borçlu idi. Meymun alacağını isteyince Şuayb, ona şu cevabı verdi. «Eğer ´Allah dilerse onu veririm.» Bunun üzerine Meymun «Allah, bunu şu anda diledi.» dedi. Şuayb «Eğer ´Allah, dilemiş olsaydı onu sana vermekten Knşka bir şey yapamazdım.» dedi. Meymun şu cevabı verdi. «Allah, bunu emretti. ´Allah, her emrettiğini diler ve emretmediğini dilemez.» Bunun üzerine Şuayb ve Meymun, liderleri ve imamları olan Abdülkerim b. Ecred´e başvurdular. O da bunlara şu kapalı cevabı verdi: «Biz, «Allah dilerse olur, dilemezse olmaz» deriz ve ´Allah´a başka birşey isnad etmeyiz.» Cevabın kapalı olması sebebiyle her iki taraf, cevabın, kendi lehine olduğunu iddia etti.Neticede Acâride, «Şuaybiyye» ve «Meymuniyye» diye iki guruba ayrıldı.
Yine anlatıldığına göre Acâride´ye mensup «Sa´lebe» adında bir adamın kızı vardı, başka bir Acâride mensubu bunun kızını istedi ve kızın annesine birini göndererek şunu sordurdu. «Eğer kızın erginlik çağma gelmiş ve Acâride´nin kabul ettiği şartlara göre Islâmı kabullenmişse mehrinin ne kadar olacağı mühim değildir.- Kızın annesi ise şu cevabı verdi. «Kız, Acâride´nin taraftan olup onun velayeti altında bulunduğuna göre müslümandır. Onun erginlik çağına gelip gelmemesi neticeyi değiştirmez.» Bunun üzerine mesele Abdülkerim´e intikal etti. Abdülkerim ise çocukların velayetinden berî olma görüşünü tercih etti. Kızm babası Sa´lebe bu görüşünden dolayı Abdülkerim´e karşı çıktı. Nihayet ortaya «Sa´lebiyye» diye adlandırılan yeni bir fırka çıktı.
Görüldüğü gibi siyasetle hiçbir ilişkisi olmayan basit bir mesele yüzünden iki fırka ortaya çıkıyor ve bu fırkalar da kendi aralarında guruplara ayrılıyorlar.[31]
5) Îbadîyye:
Bunlar, Abdullah b. îbad´a tâbi olanlardır. Bu gurup, Haricîlerin en ılımlı olanı, düşünce bakımından îslâm cemaatine en yakını, sapıklık ve aşırılıktan en uzak olanıdır. Bu sebeple İbadiye fırkası, uzun zaman yaşayabilmiştir. Bunların te´Iif ettikleri güzel fıkıh kitapları vardır. İçlerinden seçkin âlimler çıkmıştır. İbadiye´nin bir kısmı, Fas´daki Batı Sahra´nm vakalarında, diğer bir kısmı da Zengibar´da yaşamaktadır.
Bu fırkanın, kendilerine ait fıkhı görüşleri vardır. Hatta Mısır kanunları miras konusunda bunların bazı görüşlerini almıştır. Meselâ: Azad etme velayetinden dolayı mirasçı olmayı en son mirasçı olma sebebi kabul etmiştir.[32] Halbuki diğer dört mezhep azad "etme velayetinden dolayı mirasçı olmayı, nesep yoluyla mirasçı olanların hemen peşinden saymış, mirasçıların kendilerine düşen paylarını almalarından sonra artan kısmı, hısımlık yoluyla mirasçı olan karı veya kocaya tekrar ilâve´ etmeyip, onu azad etme velayeti olan şahsa vermiştir.[33]
İbadiye´nin, Kısaca Görüşleri:
a) Bunlara göre, kendilerine karşı çıkan müsKimanlar, ne mümindir ne de müşrik. Bunları «inkarcılar» diye adlandırırlar.İbadiye, kendilerine karşı çıkan müslümanlara şöyle derler. «Onlar, nimetleri inkâr edenlerdir, yoksa itikaden kâfir olanlar değildir. Çünkü onlar, Allah´ı inkâr etmemişlerdir. Fakat ´Allah´a karşı olan vazifelerinde kusur işlemişlerdir.»
b) Kendilerine karşı çıkan müslümanlarm kanım akıtmak haramdır. Üzerinde yaşadıkları topraklar îslâm ve tevhid toprağıdır. Ancak, iktidarın ordularının üzerinde yaşadığı topraklar müstesnadır.
Fakat îbadiye bu görüşlerini açıklamazlar, muhaliflerinin topraklarının dar-ı îslâm olduğunu ve kanlarının akıtümasımn haram olduğunu gizlerler.
c) İbadüerle savaşan müslümanlarm mallarından sadece atlar, silahlar ve harp malzemeleri, ganimet malı olarak helâldir, diğerleri haramdır. Bunun için îbadiler, kendileriyle savaşanlardan aldıkları altın ve gümüşleri geri iade ederlerdi.
d) İbadilere karşı çıkanların şahitlikleri caizdir, onlarla evlenilir ve miras alınır, verilir.
Bunlardan anlaşıldığına göre İbadiler, mutedil davranmakta, muhaliflerine insaf gözüyle bakmaktadırlar.[34]
II. Müslüman Sayılmayan Hariciler:
Genellikle Hariciye mezhepleri, dini anlama bakımından aşırı gitme ve kuru taassuba saplanma temeli üzerine kurulmuştur. Böylece Haricîler, hayır işlemek isterken sapıklığa düşmüşler, hem kendilerini hem de çevrelerinde bulunanları yıpratmışlardır. Hakiki müminler, bu fırkanın sapık olduğuna hüküm vermişlerse de kâfir olduğuna hiçbir zaman hüküm vermemişlerdir. Bu cümleden olmak üzere Hz. Ali (R.A.)´nin de taraftarlarına, kendisinden sonra Haricilerle savaşmamalarını vasiyet ettiği rivayet edilir.
Çünkü hakkı araştırırken hataya düşen, bâtılı ararken sapıklığa düşen gibi değildir. Hz. Ali (R.A.) Haricileri, «Hakkı ararken yollarını şaşıranlar.» Ernevileri ise «Bâtılı arayıp sapıklığa düşenler» kabul ederdi.
Ne var ki, Haricilerin aşırılıkları sebebiyle, içlerinden, İslâm´la hiç alâkası olmayan, Allah Tealâ´nm gönderdiği Kitab´a ve Resulul-lah´dan nakledilen haberlere tamamen ters düşen yollardan giden guruplar çıkmıştır.
«el-Fark-u Beyn el-Firak» adlı eserde, îslâm dışı prensiplere saplanan iki Haricî fırkası zikredilmiştir.[35]
a) Yezâdiye:
Bunlar «Yezid b. Enîse el-Harici» ye tâbi olanlardır. Yezid, önce İbadiye fırkasındandı, daha sonra, Allah Tealâ´nın, Parslardan bir peygamber göndereceğini ve o peygambere, Hz. Muhammed´in şeriatının hükmünü ortadan kaldıracak bir kitap ineceğini iddia etmeye başladı.[36]
b) Meymuniye:
Bunlar, «Meymun el-Acredi» ye tâbi olanlardır. Meymun´u daha önce, din hususunda, Allah Tealâ´nın verdiği şeylerde iradesi meselesinde anlatmıştık.
Bu adam, kişinin, evlatlarının kızlarıyla ve kız ve erkek kardeşlerinin çocuklarının kızlarıyla evlenmesinin helâl olduğunu kabul etmiştir. Buna delil olarak, Kur´an-ı Kerîm´in, bu sayılanları «Evlenilmeleri haram olanlar» içinde zikretmemesini göstermiştir.
Meymuniye fırkasına mensup olanların, Kur´an-ı Kerîm´deki «Yusuf» suresini inkâr ettikleri, Kur´an´dan saymadıkları rivayet edilir. Bunlara göre «Yusuf» suresi bir aşk hikâyesidir.
İşte bu sebeple bu fırkayı müslüman saymak mümkün değildir. Bu kötü inançları sebebiyle Allah bunların yüzünü kara çıkarmıştır.[37]
Hilafet Konusunda Ehl-i Sünnet Mezhebinin Görüşü
Buraya kadar anlatılanlar, doğru yoldan sapanların ve bu sapma sebebiyle tek tarafa yönelen ve yöneldiği tarafta saplanıp kalanların görüşleridir.
Alevîler, halifeliği, peygamberden intikal eden bir miras ve peygamberin, kendisinden sonrakilere yaptığı bir vasiyet saymışlar ve sadece bu görüşü benimsemişlerdir.
Diğerleri ise halifelik hususunda bütün kayıt ve şartları hiçe saymış geniş bir mezhep tutturmuşlardır.
Ehl-i sünnet vel cemaat ise orta yolu seçmiş, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´den rivayet edilen «Halifeler Kureyştendir.»[38] hadis-i şerifine sarılaralc, halifenin Kureyş´ten olması hususunda umumiyetle ittifak etmişlerdir. Ehl-i sünnet bu hadisi bir temel kaynak saymış ve Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´den sonraki tatbikat da bunu desteklemiştir.
Burada biz, sadece herbiri bir tarafa yönelen çeşitli aşırı görüşlerin aralarını bulmakla yetinmeyeceğiz, ayni zamanda İslâm siyaseti hakkında İslâm hukukçularının görüşünü de anlatacağız. İslâm hukukçularının görüşleri, Sahabe-i Kiran dan gelen haberlere Ve müslürnanların bölünmelerinden evvelki tatbikata mutabık olan mutedil bir mezheptir.
İslâm ulemasının çoğunluğunu teşkil eden ehl-i sünnet âlimleri, cuma namazlarının kılınmasını sağlayacak, İslâm cemaatini organize edecek, cezaları tatbik edecek, zenginlerden zekâtı toplayıp, lâyık olan fakirlere dağıtacak, hudutları koruyacak, tayin edeceği hakimler vasıtasıyla insanlar arasında meydana gelecek ihtilâfları halledecek, müslümanları bir araya toplayacak, bölünmeleri ortadan kaldıracak, dinin bütün hükümlerini tatbik edecek ve Islâmın, gerçekleştirilmesini emrettiği faziletli medeniyeti kuracak bir halifenin gerekliliği hususunda ittifak etmişlerdir.
Evet, mutedil muslümanlar bu hususta ittifak etmişler, İslâm dini de ilk gelişinde bu yolu takibederek sağlamlığını muhafaza etmiştir.
Çoğunluğu teşkil eden ehl-i sünnet âlimleri, idarenin, ısırıcı bir iktidar olmayıp peygamberlik hilafeti olarak devam edebilmesi için halifenin şu dört şartı haiz olması hususunda ittifak etmişlerdir. Bu şartlar:
a) Kureyş kabilesinden olmak,
b) Kendisine biat edilmek,
c) İstişare ile seçilmiş olmak,
d) Adaletli davranmaktır.[39]
a) Kureyş Kabilesinden Olmak:
Ehl-i sünnet âlimleri, halifenin Kureyş kabilesinden olmasını şart koşmuşlardır. Bunun sebebi, Kureyş´in üstünlüğü hakkında ve halifenin onlardan olacağına işaret eden birçok delilin bulunmasıdır. Bu delillerden biri de Resulullah (S.A.V.)´den rivayet edilen şu hadistir: «İnsanlardan iki kişi kaldığı sürece bu iş Kureyş´te devam
eder.[40]
Yine iki sahih hadis kitabında Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ´in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: «İnsanlar bu hususta Kureyş kabilesine tabidirler. Müslümanlar, Kureyş´in müslümanlarma, kâfirler de Kureyş´in kâfirlerine tâbidir.»[41] Diğer bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (S.A.V): «însanlar, hayırda da serde de Kureyş´e tabidirler.» buyurmuşlardır. Keza, Buharı Hz. Muaviye´den şu hadisi rivayet eder: «Resulullah (S.A.V.)´in şunları söylediğini duydum»: «Şüphesiz ki bu iş Kureyş´tedir, Onlar, dini ayakta tuttukları müddetçe kim onlara düşmanlık ederse Allah onu yüzüstü düşürür.»[42]
Şüphesiz ki bu metinler, Kureyş´in üstün olduğunu gösterir. Zaten Resulullah´m, Kureyş´ten oluşu, fazilet olarak Kureyş´e yeter. Ancak bu deliller, hilafetin sadece Kureyş´e ait olduğunu, başkalarının halife olamıyacağmı, halifeye boyun eğmek için, onun mutlaka Kureyş´ten olmasını gerektirir mi Şu bir gerçektir ki, tatbikatta halifeler Kureyş´ten olmuştur. Beni Saide sakifesindeki toplantıda müminler bir araya gelmişler ve Hz. Ebubekir (R.A.)´in konuşmasından sonra Kureyşli muhacirlerden halife seçmek istemişlerdi, Hz. Ebubekir bu konuşmasında, halifenin Kureyş´ten olması gerektiği hususunda herhangi bir hadis metnini delil göstermemiş, şu iki hususu ileri sürmüştür.
aa) Muhacirler ensardan daha üstündür. Kur´an-ı Kerim, önce muhacirleri zikretmiştir. İslâmin ilk zamanlarında güçlük ve saldırılara onlar göğüs germişlerdir.
bb) İslâm gelmeden evvel de daha sonra da insanlar arasında Kureyş´in itibarı büyüktür.
îşte bu hususlara işaret ederek Hz. Ebubekir (R.A.) konuşmasının sonunda şöyle demiştir; «Araplar ancak Kureyş´e boyun eğerler.»
Şüphesiz ki bu sözler Kureyş´in üstünlük sebebini açıklamaktadır. Kureyş´in üstünlüğü hakkında rivayet edilen hadisler de bu mânâyı ifade etmektedir. Ancak Hz. Muaviye (R.A.)´nin rivayet ettiği hadis, başka bir mânâ ifade etmektedir. O da, halifelerin Kureyş´ten olacağı, Kureyş´ten olmayan herhangi bir kimsenin halifelik iddia etmesi halinde onu Allah´ın yüzüstü düşüreceği mânâsıdır. Fakat bu hadis, meydana gelecek bir hadiseyi haber verme mahiyetinde midir Yoksa gelecekte böyle yapılmasını emredici mahiyette midir Şurası bir gerçektir ki Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali´de görülen gerçek halifelik, Kureyş´liler tarafından ifa edilmiştir. Evet, hidayet rehberi bu imamlar, Kureyş kabilesindendi. Diğer yandan zikredilen bu hadis-i şerif, dini ayakta tuttukları müddetçe hilafetin Kureyş´te olacağını, dini ayakta tutmadıkları takdirde hilafetin onlardan alınıp dini ayakta tutana verileceğini, dolaylı yolla ifade etmektedir.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, zikredilen hadis ve haberler, halifeliğin mutlaka Kureyş´e ait olduğunu, Kureyş´ten olmayanların halifeliğinin, Peygamberlik halifeliği olmayacağını kesin olarak ifade etmez. Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´in, halifenin Kureyş´ten olmasını istediğini ortaya koydukları farzedilse bile bu deliller, bağlayıcı emir mahiyetinde olmayıp, bilâkis, halifenin Kureyş-ten olmasının daha iyi olduğunu ifade etmektedir. Çünkü iki sahih hadis kitabında Ebu Zer1 den şu hadis rivayet edilmektedir. Ebu Zer şöyle diyor: «Dostum Hz. Muhammed bana: «Başınıza burnu kesik habeşli bir köle dahi getirilse, onu dinlememi ve ona itaat etmem! emretti.»[43]
Yine Buharî, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´in, şöyle buyurduğunu rivayet eder: «Başınıza, kafası kuru üzüm gibi olan habeşli bir köle dahi getirilse onu dinleyin ve itaat edin.»[44]
Sahih-i Müslim´de Ümmü Hüseyin´in Resulullah´dan şunları duyduğu rivayet edilir: «Başınıza, burnu kesik siyah bir köle dahi getirilse, sizi Allah´ın Kitabının hükümlerine göre idare ettikçe onu dinleyin ve ona itaat edin.»[45] Bütün bu nasslar, «Bu iş Kureyş´tedir...» hadisiyle karşılaştırıldığı vakit nasslann çoğu, halifeliğin Kureyş´e tahsis edilmesini ve Kureyş´ten olmayanın hilafetinin doğru olmayacağını ifade etmemektedir. Bilakis, Kureyş´ten olmayanların da halife olabilecekleri muhakkaktır. Bu iş Kureyş´tedir...» hadis-i şerifi Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´in ya gelecekten haber veren mucizelerinden biridir. Nitekim diğer bir hadis-i şerifte : «Benden sonra hilafet otuz senedir. Ondan sonra saltanat başlayacaktır.»[46] buyurmuştur. Yahut da, bu. hadis-i şerif, halifeliğin Kureyş´ten olmasının daha iyi olduğunu beyan etmektedir. Yoksa Kureyş´ten başkasının halife olamayacağı hükmünü getirmemektedir.
Hz. Ebubekir (R.A.) ve onun gibi düşünen diğer sahabîlerin görüşüne gelince, bunların, halifenin Kureyş´ten olmasını istemeleri, o zaman Kureyş´in daha takva sahibi ve daha güçlü olmasındandır. Şayet bu sıfatlar Kureyş´te bulunmayıpta başkalarında bulunursa, diğer sahabîlerin de ortak olduğu Hz. Ebubekir (R.A.)´in düşüncesine göre hilafetin, Kureyş´ten olmayana verilmesinde bir sakınca yoktur. Zira, madem ki asıl tercih sebebi güçlülük ve takva sahibi olmaktır, o halde bu sıfatlar kimde bulunursa onun.halife olması caizdir.
Halifenin Kureyş´ten olması prensibine, bu hususta rivayet edilen sahih nasslara ve ifade ettikleri mânâlara ve Hz. Ebubekir (R.A.) halife seçilirken üzerinde ittifak edilen prensibe, araştırıcı bir nazarla bakıldığı zaman, yukarıda anlatılan bu sonuca varılır.[47]
b) Kendisine Biat Edilmek:
Ehl-i sünnet velcemaatin, halifenin seçimi için aradığı ikinci şart; «Ehlül halli veîakd» denilen ileri gelen zevatın, halifeye biat etmeleridir. Yani; «Ehlül halli velakd», ordu ve bütün İslâm cemaati bir günaha vesile olmadıkça, hoşlarına giden veya gitmeyen bütün hususlarda, halifeyi dinleyip ona itaat edeceklerine dair söz verirler, halife de onlara, îslâm ceza hukukunu tatbik edeceğine, İs-lâmm bütün emirlerini yerine getireceğine, adaletli davranacağına, Allah´ın Kitabı ve Resulullah´ın sünnetinin icabettirdiği şekilde hareket edeceğine dair söz verir.
Sahabe-i Kiram, bu usul üzere hareket etmiş ve Resulullah (S. A.VJ´den bunu görmüşlerdir. Allah Tealâ´nm, şu âyet-i kerimede beyan buyurduğu gibi, sahabe-i kiram, Resulullah (S.A.V.)´e ağaç altında biat etmişlerdir. «Ey Muhammed, şüphesiz ki sana biat edenler, ancak Allah´a biat etmişlerdir. AUah´ın kudreti, onların kuvvetinin üstündedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah´a olan ahdini yerine getirirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.»[48]. Yine, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Medine´ye hicret etmeye karar verdiği zaman, Medinelilerle biatlaşmış, Mekke´yi fethettiği ve Mekke halkı Resulullah´m emrine girdikleri zaman da Mekke halkıyla biatlaşmıştır. Biat edenler arasmda kadınlar da vardır.Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: «Ey Peygamber*, mümin kadınlar sana gelip, Allah´a hiçbir şey ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup ileri sürmemek ve iyilikler hususunda sana karşı gelmemek şatıyla sana biat ederlerse, biatlarım kabul et. Allah´dan, onların affedilmelerini iste. Şüphesiz ki Allah, gafurdur, rahimdir. Çok affeden ve çok bağışlayandır.»[49] Sahabe-i Kiram, hicret eden sahabîlerin, Medineli ensardan daha üstün oldukları kanaatine varınca, Hz. Ebubekir (R.A.)´e biat etmişlerdir. Hz. Ömer (R.A.), Hz. Ebubekir (R.A.)´e «Uzat elini sana biat edeyim.» demiş, ondan sonra bütün müslümanlar da, Hz. Ebubekir´e biat etme hususunda; Hz. Ömer´e tâbi olmuşlardır.
Hz. Ebubekir (R.A.) hilafeti Hz. Ömer (R.A.)´e devredince ona biat aldı, ondan sonra bütün müslümanlar Hz. Ebubekir´in biatma uydular. Hz. Osman (R.A.)´m hilafete getirilmesinde de aynı usule uyuldu. Hz. Ömer (R.A.)´in, halifeliğe aday gösterdiği altı kişi arasından Hz. Osman (R.A.) seçilince Medine halkı Mescid-i Nebevi´de ona biat ettiler.
Yine Hz. Osman (R.A.)´dan sonra Hz. ´Ali (RA.)´ye de Medine-liler biat etmişlerdir. Biat meselesi, Emevîler döneminde ve Abbasî-lerin ilk halifeleri döneminde devam etmiştir. Sahabe-i Kiram döneminde biat, tam bir hürriyet içinde yapılıyor, müslümanlar halifeye itaati isteyerek kabul ediyorlardı. Fakat, Emevîler döneminde biat, iktidarı zorla kabullendirme ve insanları cebren itaata boyun eğdirme şeklini aldı. Haccac b, Yusuf es-Sakafî ve benzeleri biat etmek için çeşitli şekiller icad etmişlerdi ve biat ederken, insanlara şunları söyletiyorlardı: «Eğer halifeye itaatten aynlırsam, kölelerim hür ve kadınlarım boş olsun!» Bu gibi şekilleri icad edenler, insanları kayıtsız şartsız itaat etmeye zorlamak istiyorlardı. Abbasîlerin, ilk dönemlerinde de her ne kad