Şiilik, îslâm siyasî mezheplerinin en eskisidir. Şiilerin ve mezheplerinin Hz. Osman (RA)´ın son dönemlerinde ortaya çıktığını, Hz. Ali (R.A.)´m döneminde ise gelişip yayıldığım daha önce izah etmiştik.
Hz. Ali (R.A.) insanlarla oturup kalktıkça insanlar onun hayranı oluyorlar, kabiliyetini, ilmini ve dindarlığını son derece beğeniyorlardı. Aşırı uçlar, insanların bu duygularını istismar edip, kendi görüşlerini yaymaya başladılar.
Emevîler döneminde Hz. Ali (R.A´.)´ın çocuklarına karşı yapılan zulüm ve işkenceler çoğalıp had bir safhaya varınca, Resulûllah´m soyundan olan bu insanlara karşı sevgi hisleri gittikçe arttı, insanlar bunlara, zulüm neticesinde şehid olanlar nazarıyla bakmaya başladı. Bu yolla Şiî mezhebinin çerçevesi gitgide genişledi ve mezhebin mensupları çoğaldı.
Bu mezhebin temel prensipleri îbn-i Haldun´un, «Mukaddime» adlı eserinde zikrettiği şu esaslardan ibarettir:
«Hilafet meselesi, ümmetin görüşüne başvurulan umumî meselelerden değildir. Halife olacak kişi de ümmetin tayini ile başa gelecek birisi değildir. Hilafet, dinin temel prensibi ve İslâm´ın bir esasıdır. Herhangi bir peygamberin bundan gafil olması, onu ihmal etmesi ve bunu ümmete bırakması asla caiz değildir. Bilakis peygamberlerin, ümmete imam tayin etmesi onun üzerine bir görevdir. İmamın da, büyük küçük bütün günahlardan beri olması gerekir.»
Bütün şiîler Ali b. Ebi Talib (R.A)´ın, Peygamber Efendimiz (S. A.V.) tarafından seçilmiş bir Halife olduğu ye onun, ashab-ı kiram (R.A.)´ın en efdali olduğu hakkında ittifak etmişlerdir.
$üler, sahabe-i kiram içinde de Hz. Ali´yi bütün sahabeden üstün sayanların bulunduğunu ileri sürmektedirler. Ilımlı bir Şiî olan îbn-i Ebil Hadid, Hz. Ali´yi bütün sahabeden üstün sayan sahabîler olarak şunları zikretmiştir.
Âmraar.b. Yasir, Mikdad b. Esved, Ebu Zer el-Ğifari, Selman el-Farisî, Cabir b. Abdullah, Ubey b. Kâ´b, Huzeyfe, Bureyde, Ebu Eyyûb el-Ensarî, Sehl b. Hanif, Osman b. Hanîf, Ebu el-Heysem ,b. et-Teyhan, Ebu et-Tıfl Âmir b. Vâile, Abbas b. Abdühnuttalip ve oğuîîan ve bütün Haşimoğullan.
İbn-i Ebil Hadid şöyle devam ediyor: «Zübeyr b. Avam da önceleri bu görüşteydi. Daha sonra bu görüşünden döndü.» İbn-i Ebil Hadid, Benî Ümeyye´den bazılarının da aynı görüşte olduklarını Sa´d b. el-As´m bunlardan biri olduğunu sölyer.
Bütün şiiler aynı görüşte değildirler. İçlerinde Hz. Ali ve oğullarını takdir hususunda çk aşırı gidenler bulunduğu gibi, itidalli davrananlar da bulunmaktadır. Mutedil şiîler, Hz. Ali´yi, bütün sahabe-i kiramdan üstün sayma, herhangi bir kimseyi kâfirlikle itham etmeme ve Hz. Ali´yi beşeriyet üstü bir varlık kabul etmeme yolunu tutmuşlardır. Mutedil şiilerden olan İbn-i Ebil Hadid şöyle der:
«Bu meselede, düşüncelerine katıldığımız arkadaşlarımız kurtuluşa eren kimselerdir. Çünkü onlar, orta yolu tutmuşlardır. Hz. Ali´nin, âhirette varlıkların en efdali, cennette en üstün derecelisi, dünyada da varlıkların en üstünü, en çok özellikleri, meziyetleri ve kahramanlıkları bulunanıdır. Ona her düşmanlık eden veya buğzeden Allah Tealâ´nm düşmanıdır. Kâfir ve münafıklarla beraber, ebedî olarak cehennemde kalacaktır. Ancak tevbe ettiği, Hz. Ali´yi sevdiği ve onu dost edindiği tesbit edilen kişi müstesnadır. Hz. Ali´den önce Halife olan faziletli muhacirlere gelince, değil, onlarla kılıçla savaşması veya kendisine biata davet etmesi Hz. Ali onların Halifeliğini reddetse, onlara kızsa, yaptıklarını hoş görmeseydi dahi onların helak olduklarını rahatlıkla söylerdik. Bunlara Resulullah (S.A.V.) gazap etmiş gibidir. Çünkü Resulullah onun hakkında şöyle buyurmuştur: «Sana karşı savaşmak, bana karşı savaşmaktır. Seninle barışmak, benimle barışmaktır.»
Diğer bir hadis-i şerifte ise : «Allahım sen ona dost olana dost ol düşman olana da düşman ol.»buyurmuştur. Bir başka hadis-i şerifte de: «Seni ancak mümin bir kişi sever ve sana ancak münafık bir kimse buğzeder.»buyurmuştur. Fakat bizler, Hz, Ali´nin, kendisinden önce Halife olanlarının hilafetine razı olduğunu, onların peşinde namaz kıldığını, onlarla hısım olduğunu ve onların yemeklerini yediğini görürüz. Hz. Ali´nin yaptıklarına karşı çıkmaya ve ondan nakledilen meselelerde aşırı gitmeye hiç hakkımız yoktur. Meselâ : Hz. Ali Muaviye ile alâkasını kestiği için biz de alâkamızı kestik, ona. lanet ettiği için biz de lanetledik. Şam halkının ve içlerinde bulunan Amr b. ´Âs, oğlu Abdullah ve benzeri hayatta kalmış sahabenin sapık olduklarına hüküm verdiği için biz de onların sapıklıklarına hükmettik.
Kısaca biz, Hz. Ali ile Peygamber´in arasında sadece bir peygamberlik rütbesi farkını görüyoruz. Bunun haricindeki bütün meziyetleri, ikisinin arasında eşit görüyoruz. Hz. Ali´nin kendisine karşı çıktığı tesbit edilmeyen büyük sahabîlere dil uzatmayız.
Şiiliğin Doğduğu Yer Ve Zaman:
Daha önce izah ettiğimiz gibi Şiilik, üçüncü Halife Hz. Osman (R.A.) zamanında ortaya çıktı, Hz. Ali (R.A.) zamanında ise Hz. Ali (R.A.)´ın hiçbir katkısı olmaksızın büyüdü ve gelişti. Hz. Ali (R.A.)´ in üstün kabiliyetinin istismarı buna vesile olmuştu. Hz. Ali vefat edince şiilik, mezhepler haline geldi. Bazıları çok aşırı iken bazıları mutedil idi. Fakat her halükârda şiiler, ehl-i beyte bağlılıkta aşın bir taassuba kaçmalarıyîa tanınmışlardır.
Emeviler dönemi, Hz.Ali (R.A.)´in şiüer tarafından takdir edilişinde, aşın davranıimasma teşvik e´diyordu. Çünkü Muaviye (R.A.) kendi döneminde, oğlu Yezid ve daha sonra gelen Emeviler döneminde, Ömer b. Abdülaziz dönemine kadar devam eden kötü bir âdet meydana getirmişti. O da; Cuma hutbelerinin sonunda, hidayet önderi Ali b. Ebi Talib (R.A) ´e lanet okunmasıydı. Diğer sahabîler bu tutumu şiddetle eleştirdiler. Muaviye ve valilerini bundan sakındırdılar. Peygamberimizin zevcesi Ümmü Seleme (R.A.) Muaviye´ye yazdığı bir mektupta bundan vaz geçmesini isteyerek şöyle demiştir.
«Siz minberlerinizden Allah´a ve Resulüne lanet okuyorsunuz. Çünkü sizler Ali b. Ebî Talib´e ve onu sevenlere lanet okuyorsunuz. Ben ş´ahidim ki Resulullah (S.A.V.) de Ali´yi severdi.»
Buna ilâveten Muaviye´nin oğlu Yezid döneminde, hadis-i şerifte zikredildiği gibi cennet gençlerinin efendileri olan iki kardeş Hasan ve Hüseyin´in ikincisi yani Hz. Hüseyin zalimce öldürüldü, kanı heder edldi, dinin yasaklan çiğnendi. Hz. Ali ve Hz. Hüseyin´in kız-îan esir cariyeler olarak Yezicve gönderildi. Halbuki bunlar Resulullah´m kızının çocukları ve kendisinin temiz soyundandı.
İnsanlar bütün bu olupbitenleri gördü, bunlara engel olamadı, ve bunları önlemeye gücü yetmedi. Dolayısıyla mecburen öfkelerini yuttular, ister istemez susmak zorunda kaldılar, gitgide ızdırap ve hınçları arttı. Bunun neticesi olarak ta, Enıevilerin aşın derecede işkenceye tâbi tuttuklan kimseleri, aşın derecede büyütmeye başladılar.
Evet, düşünce ve duyguların devamlı baskı altında tutulması kişiyi, davranışlannda ve yargilannda aşmlığa sevkeder. Çünkü, şefkat ve merhamet duygulannm kabarması, kendisine acınan kişiyi yüceltir ve kutsallaştır.
Şiilik ilk önce Hz. Osman (R.A.) ödneminde Mısır´da başladı. Çünkü Şiiliğin propagandasını yapanlar, Mısır´da bu iş için uygun bir ortam buldular. Şiilik, daha sonra Irak´a sıçradı ve orayı merkez edindi. Mekke, Medine ve Hicaz topraklannda bulunan diğer şehirler, sünnet ve Hadis´in beşiği olmaya devam ederken Irak şülerin karargâhı haline gelmişti.
Acaba neden Irak, Şiiliğin merkezi olmuştur Bunun birkaç sebebi vardı.
1) Hz. Ali (R.A´.) hilafeti boyunca Irak´ta kaldı. Orada insanlarla görüştü, Iraklılar Hz. Ali´yi takdir etmeyi gerektiren faziletlerini bizzat gördüler ve hiçbir zaman Emevîlere kalben dost olmadılar.
2) Hz. Muaviye, hilafeti döneminde Irak´a vali olarak Ziyad b. Ebih´i gönderdi. Ziyad, görünüşte muhalefeti ortadan kaldırdıysa da insanların kalbinden, karşı gelme duygularını süenıedi.Ziyad´dan sonra Yezid devrinde Irak´ın valiliğini Ziyad´ın oğlu yaptı. Bunun döneminde Emevîlere karşı ilk ayaklananlar Iraklılar oldu.
3) Âbdülmelik b. Mervan döneminde iktidar Mervan oğullarına geçince Âbdülmelik vali olarak Irak´a meşhur Haccac´ı gönderdi. Haccac baskıyı daha da artırdı. Her baskı arttıkça şülik mezhebi de güçlendi.
4) Diğer yandan Irak, eski medeniyetlerin birleştiği bir yerdi. Irak´ta Fars ve Keldanî ilimleri ve bu milletlerin medeniyet kalmtı-lan bulunuyordu. Aynca bu ilimlere Yunan felsefesi, Hint düşüncesi katılmıştı. Bu medeniyet ve düşünceler Irak´ta birbirleriyle yoğu-ruldular böylece Irak, îslâm fırkalannın birçoğunun meydana geldiği bir yer oldu. Özellikle felsefe ile ilişkisi olan fırkalar... işte bu sebepledir ki Irak´ın düşünce yapısına uygun bir çok felsefî görüşler, şülik mezhebine karıştı.
5) Bütün bunlara ilâveten Irak, ilmi araştırmaların beşiği ve Iraklılar da zeki insanlardı. Bunlar hakkında İbn-i Ebil Hadid şöyle der: «Resulullah (S.A.V.)´in, devrinde yaşayan Araplarla bu topluluk arasında bana göre fark şudur: Bunlar Iraklıdır., Küfe sakinle-rindendir. Irak toprağı, devamlı heva ve heveslerine uyan kişiler, acaip inanç sahipleri ve harika mezhepler´yetiştirir. Bu iklimin halkı gözü açık, araştmcı, görüş ve inançlan inceleyici ve mezheplere itiraz edici bir karaktere sahiptir. Fars krallan olan Kisralar döneminde bunlann içinden «Mâni» «Deyson» «Mazdek» ve benzeri kişiler çıkmıştır. Hicaz´ın karakteri ise böyle değildir, Hicaz halkının kafa yapısı da bu zihniyette değildir."
Bu izahlardan anlaşıldığı gibi Irak eskidenberi düşünce ve inançların birbirleriyle yarıştığı bir saha idi. Bu sebeple siyasi ve itikadı mezheplerin Irak´ta meydana gelmesi çok tabii ye şiiîiğin burada yayılıp gelişmesi çok normaldi.
Eski Felsefenin Şii Mezhebine Tesiri:
Hz. Ali (R.A.)´ı ilahlaştıran «Sebeiyye» ve benzeri gurupları bir yana bırakırsak, şüphesiz ki şülik tslâmi bir fırkadır. Bunların her söylediğinin ya Kuran´dan bir âyete veya Resulullah´a nisbet edilen bir hadise dayandığı muhakkaktır. Ne var ki şülik, bir takım felsefî görüşleri kapsamaktadır. Doğu ve batı âlimleri, Şiilikte bulunan bu felsefi görüşleri, Islâmdan önce mevcut olan felsefî ve dinî kaynaklara ve telâmın gelmesiyle sona eren Fars medeniyetine dayandırmışlardır. İçlerinde Prof. Douzy´nin de bulunduğu bir kısım Avrupa âlimleri, şiilik mezhebinin kökünün Fars eğilimli olduğunu tesbit etmişlerdir. Çünkü Araplar, hür olarak yaşamaya alışmış Farslar ise krala, krallığın veraset yoluyla intikal ettiğine inanmışlardır. Farslar, Halifenin seçimi gibi bir mefhumu bilmezler. Peygamber Efendimiz (S.A.VU âhirete intikal ederken geriye erkek evlat bırakmadı. Bunlara göre, Peygamberden sonra Halife olmaya en lâyık kişi, amcasının oğlu Hz. Ali idi. Ondan daha önce Halife olan Ebu Bekir, Ömer ve Osman, Hilafeti, ona layık olandan gasp yoluyla almışlardı. Farslar, krallarına kutsal bir nazarla bakmaya alışmışlardı. Hz. Ali ve soyuna da aynı görüşle baktılar, insanın birinci vazifesinin, Halifeye itaat etmek olduğunu, Halifeye itaatin ise Allah´a itaat etmek olduğunu söylediler.
Diğer bir kısım Avrupa âlimleri ise şii mezhebinin, Farslardan daha çok Yahudi dininden kaynaklandığını ileri sürerler. Buna delil olarak ta Hz. Ali´nin, kutsallaştınlmasma ilk davet eden Abdullah b. Sebe´nin Yahudi oluşunu gösterirler. Bu âlimler, şiilikte bulunan Yahudilik tesirleri yanında eski Asya dinlerinden olan «Budizm» ve benzerlerinin de tesiri bulunduğunu söylerler. Şiiliğin, Yahudilikten alındığı görüşünü ileri sürenler belki de bu görüşlerini Şa´bî adlı âlimden veya İbn-i Hazm´dan almışlardır. Şa´bî,
şiilik hakkında şöyle dedi.- «Bunlar, İslâm ümmetinin Yahudîleridir.
İbn-i Hazm, «Fisal» adlı kitabında şöyle der: «Bu şiiler, îlyas (A. S.) Fanhas b. Âzâr b. Harun (A.S.) şu âna kadar diridirler. diyen Yahudilerin yolunu tutmuşlardı. Bazı tasavvufçılar da bu yoldan gitmiş, Hızır ve îlyas (A.S.)´ın bugüne kadar sağ olduklarını sanmışlardır.
Biz. şiiliğin, iktidar ve iktidarın miras yoluyla intikali hususunda Fars düşüncesinin tesiri altında kaldığına inanıyoruz. Şii mezhebi ile Fars yönetim sistemi arasındaki benzerlik açık olarak görülmektedir. Farslarm çoğunun günümüze kadar şiilik mezhebini benimsemeleri ve ilk şiilerin Farslardan oluşu, görüşümüzü desteklemektedir.
Yahudilik meselesine gelince; Şiiliğin bazı görüşlerinin Yahudiliğe uygun oluşunun sebebi; şiilik felsefesinin, çeşitli yönlerden kay-naklanmasıdır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, şiiler aslında îslâmî delillere dayanıyorlarsa da genellikle Fars eğilimindedirler.
Günümüzdeki şiiier ve geçmişteki birçok mutedil şiiler, Abdullah b. Sebe´ gibi kişilerin kendilerinden biri olduğunu kesinlikle reddederler. Çünkü bunlara göre İbn-i Sebe´ müslüman değildir. Nerde kaldıki şii olsun. Biz, bu hususta tamamen şiilerin görüşlerine katılıyoruz.
Şii Mezhebinin Fırkaları:
Şiiliği kısaca tanıtırken «şiilik» adını «çok aşın giden veya bunun aksine hareket eden ve bu ikisi arasında orta yolu tutan» insanların taşıdığını söylemiştik.
Çok aşırı gidenler, Hz. Ali´yi ilâhlık mertebesine çıkarmışlardır. Daha az aşırı olanlar ise Hz. Ali´yi peygamberlik derecesine yükseltmişler ve onun, Resulullah (S.A.V.)´den üstün olduğunu iddia etmişlerdir. Şimdi aşırı giderek, îslâmdan çıkan bu aşın uçların bir kısmını izah edelim.
Günümüzdeki şiiler, bunların Şiiliğini reddederler. Biz de bunların müslüman olduklarını kabul etmeyiz. Aşırı giden şii guruplar şunlardır:
1) Sebeiyye:
Bunlar, Abdullah İbn-i Sebe´ye tâbi olanlardır. İbn-i Sebe´ Hiyreli bir Yahudi idi. Kendisini müslüman olarak gösteriyordu. Annesi siyah bir cariye olduğu için İbn-i Sebe´ye «Siyah kadının oğlu» anlamına gelen «îbnüssevda» da denilirdi. Bu kişinin Hz. Osman (R.A.) ve valileri alyhinde aşırı propaganda yapanlardan bir olduğuna işaret etmiştik.
İbn-i Sebe´, bozuk düşüncelerini ve fitne zehirini müslümanlar arasında peyderpey yayıyordu. Görüşlerine esas olarak Ali İbn-i Ebî Talib´i almıştı. îbn-i Sebe´, Tevratta her peygamberin bir vekili olduğunu gördüğünü, Hz. Ali´nin de Hz. Muhammed´in vekili olduğunu, Hz. Muhammed, peygamberlerin en üstünü olduğu gibi Hz. Ali´nin de vekillerin en üstünü olduğunu ve Hz. Muhammed´in tekrar dünyaya döneceğini insanlar arasında yaymaya başlamıştı.
îbn-i Sebe´ bu hususta şöyle der: «Mesih İsa´nın döneceğini söyleyipte Muhammed´in döneceğini söylemeyene hayret ederim.» İbn-i Sebe´ bu görüşünden daha da ileri giderek, Hz. Ali´nin «Allah» olduğuna hükmetti. Bu sözler kendisine ulaşınca Hz. Ali onu öldürmek ´ istedi. Fakat Abdullah ibn-i Abbas buna mâni oldu ve Hz. Ali´ye şöyle dedi: «Eğer onu öldürürsen, arkadaşların seninle ihtilafa düşerler. Halbuki sen Şamlılarla tekrar savaş etme karanndasm.». Bunun üzerine Hz. Ali îbn-i Sebe´yi Medain´e sürgün etti.
Hz. Ali (R.Â.) şehit edilince İbn-i Sebe´ insanların Hz. Ali´yi sevmelerini ve şehit oluşuna çok üzülmelerini istismar etti. Hz. Ali´nin ölümü hakkında insanları saptırmak ve onların inançlarım bozmak için karakterine uygun olarak çeşitli yalanlar yaymaya başladı, îbn-i Sebe´öldürülenin Hz. Ali olmayıp, onun şekline giren bir şeytan olduğunu, Hz. İsa´nın göğe çekildiği gibi Hz. Ali´nin de göğe çekildiğini anlatmaya başladı ve şöyle dedi: «Yahudi ve Hristiyanlar Meryemoğlu îsa´yı öldürdükleri iddialarında yalancı oldukları gibi Hariciler de Hz. Ali´yi (R.A.) öldürdükleri iddialarında yalancıdırlar.
Yahudi ve Hristiyanlar, asılmış bir kişi gördüler, onu İsa´ya benzettiler. Hz. Ali´nin öldürüldüğünü söyleyenler de böyledir. Hz. Ali´ye benzeyen bir kişinin öldürüldüğünü gördüler, onun Ali olduğunu zan-´ nettiler. Halbuki Ali göğe çekildi. Gök gürültüsü onun sesi, şimşek çakması ise onun gülümsemesinin bir eseridir.»
Sebeîler, gök gürültüsünü işittikleri zaman şöyle derler «Esselâ-mü aleyke ya Emireî müminin» (Selâm senin üzerine olsun ey müminlerin emiri).
Ömer İbn-i Şurahbil, Abdullah İbn-i Sebe´ye şöyle söylenildiğini nakleder. «Hz. Ali öldürüldü». İbn-i Sebe´de şöyle cevap verdi. «Eğer bize bir kâse içinde onun beynini dahi getirseniz, öldüğüne inanmayız. O, gökten inip, bütün yeryüzüne hükmetmeden ölmiyecektir.»
Sebeilerden bazıları şöyle derdi: «îlah, Hz. Ali ve ondan sonra gelecek olan imamlara huîül etmiştir.» Bu söz, ilâhların bazı insanlara hulul ettiğini, ilâhın ruhunun, liderden lidere intikal ettiğini iddia eden bir kısım eski dinlerin görüşüne uygundur. Nitekim eski Mısırlılar, Firavunlar hakkında bu iddiada bulunurlardı.
Sebîlerden bir zümre de ilâhın, Hz. Ali ile birleştiğini iddia etmişler ve ona «Allah işte sensin- demişlerdir. Hz. Âli (R.Â.) yukarıda da izah ettiğimiz gibi, bunları yakmak istedi.
EI-Farku Beynel Firak, Abdulkahir el-Bağdadî.
2) Ğurabiyye:
Bu gurup da aşın fırkalardan biridir. Bunlar, Sebeîler gibi Hz. Âli´yi ilâhi aştırmamış! arsa da O´nu hemen hemen Hz. Muhammed (S.A.V.)´den üstün saymışlardır. Bunlar, peygamberliğin aslında Hz. Ali´ye ait olduğunu, fakat Cebrail´in, hatâ ederek Hz. Ali yerine Hz. Muhammed´e geldiğini iddia ederler. Bunlara «Kargacılar» anlamına «Ğurabiyye» deniiişinin sebebi; bunların, «Karganın kargaya benzediği gibi Hz. Ali de Hz. Peygamber´e benzer» demeleridir.
Âlimler, bu tutarsız sözü çürütmüşlerdir. Bu âlimlerden biri olan İbn-i Hazm de «Fisal» adlı kitabında bu sözün mânâsız olduğunu ortaya koymuştur.
Aslında bu söz, tarihi bilmemek ve gerçekleri çiğnemekten başka birşey değildir. Hz. Peygamber´e peygamberlik geldiğinde Hz. Ali, dokuz yaşında küçük bir çocuktu. Peygamberlik gibi ağır bir vazifeyi yüklenecek yaşta değildi. Dokuz yaşındaki bir kişi dinen sorumlu bile değildir. Nerde kaldı ki dini insanlara tebliğ edecek güçte olsun!..
Yukarıdaki iddianın, gerçeklere ters düşmesine gelince; Hz. Âli (R.A.) fizikî yönden Hz. Muhammed (S.A.V.)´e benzemiyordu. Herbirinin kendisine mahsus bir vücut yapısı vardı. Buna rağmen, fizikî bakımdan tamamen birbirlerine benzediğini farzetsek bile Hz. Muhammed (S.A.V.)´e peygamberlik gönderildiği anda bu benzerliğin mevcut olduğunu iddia etmek, efsaneden başka birşey değildir. Çünkü kırk yaşındaki olgun bir kişi ile dokuz yaşındaki bir çocuğun birbirlerine benzemeleri imkânsızdır. O halde nasıl olur da Cebrail, olgun bir kişi ile çocuğu birbirinden ayırdedemez Yine, nasıl olur da «Karganın, kargaya benzediği» derecede Hz. Ali, Hz. Muhammed´e benzemiş olur
Şiiliğin Dışındaki Fırkalar
Şiiler, yukarıda geçen sapık inançlı fırkaları ve benzerlerini, kendilerinden saymazlar, onların aşırı olduklarını söylerler ve onların çoğunu müslüman dahi kabul etmezler. Nerde kaldıki kendilerinden saysınlar.
Bu sebeple biz de deriz ki: Bu fırkalar İslâm tarihinde «Şiilik» adı altında zikredilmişler, bunlardan tamamen beri olan birçok Şii yazarlar ise, bunların suçlarının cezasını çekmişlerdir.
Hasılı durum ne olursa olsun İslâmdan çıkan bu fırkaların buküngü Şiiler arasında gözle görülecek hiçbir varlıklar yoktur. Bugünkü Şiilerin arasında, imamları, insanların gözü önünde açıkça ilahlaştıran veya Cebrail´in peygamberliği getirirken hata ettiğini iddia eden hiçbir kimse yoktur.
3) Keysaniyye:
Bunlar, Muhtar b. Ebî Ubeyd b. Mes´ud es-Sakafi adlı kişiye tâbi olanlardır1. Muhtar, önceleri Haricî mezhebine tâbi idi, daha sonra Hz. Ali´ye yardım eden şiilerden oldu. Keysaniyye, Keysan adlı bir kişinin adını taşımaktadır, Keysan´m, yukarıda adı geçen Muhtar adlı şahıs olduğu söylenilmiştir. Diğer bir görüş ise Keysan´ın Hz. Ali (R.A.)´ın kölesi veya oğlu Muhammed b. Hanefiye´nin talebesi olduğunu söylemiştir.
Hz. Ali´nin oğlu Hüseyin tarafından Akil´in oğlu Müslim Kûfe´ye gönderildiği zaman Muhtar da Irak halkının durumunu tesbit edip Resulûllah´m kızının oğlu Hz. Hüseyin´e ne ölçüde yardım edebileceklerini anlamak için Kûfe´ye gelmişti.
Küfe valisi Ubeydullah b. Ziyad, Muhtar´ım oraya geldiği duyunca onu tutuklayıp zindana attı ve dövdü. Muhtar şehitlerin efendisi Hüseyin (R.A.)´ın şehid edilişine kadar hapishanede kaldı.Kız kardeşinin kocası Abdullah b. Ömer, Ubeydullah b. Ziyad´dar: Muhtar´ın serbest bırakılıp Kûfe´den çıkarılmasını rica etti. Bunun üzerine Muhtar Hicaz´a gitti. Giderken şunları söylediği rivayet edilir:
«Müslümanların efendisi ve peygamberlerin efendisinin torunu, zulmen katledilen şehid Hüseyin b. Ali´nin kanına kan istemekte devam edeceğim. Rabbime yemin olsun ki, onun öldürülmesine karşılık olarak Hz. Zekeriyya´nm oğlu Hz. Yahya´nın kanma girmeleri dolayısıyle öldürülenlerin sayısı kadar kişi öldüreceğim.»
Sonra Muhtar, îbn-i Zübeyr´e taraftar oldu. İbn-i Zübeyr Hicaz´ı ve çevresinde bulunan İslâm topraklarını istilâ etmeye hazırlanıyordu. Muhtar, İbn-i Zübeyr başanya ulaştığı takdirde kendisini vali tayin etmesi şartıyla ona beyat etti. Muhtar, İbn-i Zübeyr ile beraber Şamlılara karşı savaştı. Yezid ölüp, müslümanlar parçalanınca Muhtar Kûfe´ye döndü. Bu gelişinde Kûfe´ye Hz. Hüseyin´in kardeşi ve kanının velisi Muhammed b. Hanefiyye tarafından Kûfe´ye gönderildiğini, Muhammed b. Hanefi´nin şehid Hüseyin´i öldürenlerden intikam alması için kendisini vazifelendirdiğini iddia etti. Muhammed b. Hanefi´yi «Vekil Mehdi» diye adlandırdı ve halka şunları söyledi:
«Şüphesiz ki beni vekil Mehdi gönderdi. Beni sizlere vekil ve vezir olarak gönderdi. Benden, imansızları öldürmemi ve ehl-i beytinin kanını istememi ve zayıfları savunmamı istedi.» Muhtar, Hz. Hüseyin´in kanının velisi olması ve insanlar arasında büyük bir mevkii bulunması hasebiyle Muhammed b. Hanefi´nin namına durmadan insanları davet etti. İnsanlar, Muhammed b. Hanefî´yi çok seviyorlar, ilmini ve faziletini takdir ediyorlardı. Gerçekten Muhammed b. Hanefî, geniş bilgiye sahip, derin bir âlimdi. Büyük bir mütefekkir idi. işlerin sonucunu iyi kestirdi. Babası, emirel müminin Hz. Ali, kendisine savaş sanatını öğretmişti.
Muhtar, durmadan bu büyük zat adına insanları davet ediyor ve bir takım gerçek dışı efsaneler yayıyordu. Neticede İbnül Hanefiye´ye, Muhtar´m evham ve yalanları ulaşıp, onun kötü niyetli olduğunu anlayınca, Muhtar´dan beri olduğunu halk huzurunda ilân etti, îbnül Hanefiye´nin bu açıklamasına rağmen, Hz. Hüseyin´in intikamının alınmasını şiddetle arzulayan bir kısım Alevîler yine de Muhtar´a tâbi olmuşlardır.
Muhtar, kâhinler gibi seçili konuşmalar yaparak gelecekten haber verdiğini iddia ederdi. Bu konuşmalarından şu örneği görelim :
«Dikkat edin! Denizlerin, hurma ağaçlarının ve bütün ağaçların, çorak çöllerin ve masum meleklerin rabbine yemin ederim ki her azgını, delip geçen oklarla ve parçalayan kılıçlarla öldüreceğim. Dinin direğini dikip, müslümanlarm dağınıklıklarını giderip, müminlerin gönlünü hoşnut edince artık benim için dünya önem taşımayacak, kapımı çalan ölüm, umurumda olmayacaktır.»
Muhtar, Hz. Hüseyin´i öldürenlere ve Alevilere düşman olanlara karşı yoğun bir savaşa girdi, bunlardan çok kişi öldürdü. Hz. Hüseyin´in, katline karıştığını bildiği herkesi öldürdü.
Muhtar´ın bu tutumu, onu insanlara sevdirdi. Özellikle Şiiler Muhtar´ın çevresinde toplandılar, onunla birlikte savaştılar, nihayet Abdullah b. Zübeyr´in vazifelendirdiği kardeşi Mus´ab b. Zübeyr, Muhtar´ı öldürdü.
Keysaniyye´nin kısaca temel prensipleri:
a) Keysaniyye inancı, Sebeîler gibi ehl-i beytten gelen imamları ilahlaştırma temeli üzerine kurulu olmayıp, imamı mukaddes bir şahıs sayma, ona son derece itaat etme, ilmine kayıtsız-şartsiz güvenme esasları üzerine kuruludur. Keysanîler, imamın hata işlemeyeceğine inanırlar. Çünkü onlara göre imam, ilâhi ilmin bir sembolüdür.
b) Sebeîler gibi Keysanîler de imamın tekrar döneceğine inanırlar. Bunlara göre dönecek olan imam, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin´den sonra gelen Muhammed b. Hanefiyye´dir. İçlerinden bir kısmı Muhammed b. Hanefiyye´nin öldüğüne, tekrar dirilip geri döneceğine inanırken, çoğunluğu teşkil eden diğer bir kısmı ise, onun ölmediğine «Rıdvâ» dağında, yanında bal ve su olduğu halde yaşadığına inanırlar. Şu söyleyen meşhur «Kuseyr Azze» bu,son gruptandır.
Bilinmelidir ki Kureyş kabilesi imamlarından,
Dördü birbirine eşit, hakkın mümessilleri olan.
Evveli Ali´dir, diğer üçü de onun oğullan,
Bunlar, herkesin tanıdığı Resulullah torunları.
Bunlardan birisi iman ve takvasıyla nam yapmıştır,
Diğeri de Kerbela´da şehadet tacını takmıştır.
Öteki, atma binip, sancak .önünde duracaktır,
Bunu başarmadan ölümü tatmayacaktır.
Çokça bal ve su vardır onun yanında,
İnsanlardan gizlenmiş Ridvâ dağında.
c) Keysanîler, «Bedâ».diye adlandırılan, sonradan meseleyi kavrayıp, ona göre görüş değiştirme prensibine inanırlar. Bu prensibe göre Allah Teâlâ, bilgisinin değişmesi neticesinde istediği şeyi değiştirir. Bir şeyi evvelâ emreder, sonra o şey hakkındaki bilgisi değiştiği için birinci emrinin aksini emreder. Bu hususta Şehristanî şöyle der: «Muhtar «Bedâ» prensibini seçti. Çünkü o meydana gelen hadiseleri, ya kendine gelen bir vahiy veya imanı tarafından gönderilen bir mektup yoluyla bildiğini iddia ederdi. Arkadaşlarına, bir şeyin olacağını veya bir hadisenin meydana, geleceğini haber vrrirdi. Eğer olay, haber verdiği.gibi cereyan ederse bunu iddialarına delil gösterirdi. Şayet olaylar haber verdiği gibi çıkmazsa «Rabbmizm görüşü değiştiği için hadiseyi değiştirdi» derdi.
Şüphesiz ki bu görüş, apaçık bir sapıklıktır, bozuk bir inançtır.
d) Keysanîler, ruhların ölenlerden ayrılıp yeni doğan canlılar ra girmesi anlamına gelen «Ruhların tenasühü» görüşüne inanırlar.
Aslında bu görüş, Hint felsefesinden alınmıştır. Bu iddiayı onlar ileri sürmüşlerdir. Hint felsefecileri, ruhun üstün bir hayvandan çıkıp, âdi bir hayvana girmesiyle azap gördüğünü, âdi bir hayvandan çıkıp yüksek bir hayvana girmesiyle de mükâfatlandırıldığmı ileri sürmüşlerdir.
Keysaniler, Hint asıllı olan bu felsefenin hepsini almamışlar, sadece imamlara ait bazı meseleleri almışlardır.
e) Keysaniler şöyle derler: «Her şeyin bir zahiri bir de bâtını vardır. Her şahsın bir ruhu vardır. İndirilen her âyetin bir te´vili vardır. Bu dünyada temsili olarak mevcut olan herşeyin bir hakikati vardır. Bu âlemde bulunan hikmet ve surlar bir insan şahsında toplanmıştır. Bu hikmet ve sırları Hz. Ali, oğlu Muhammed b. Hanefiy-ye´ye tahsis etmiştir. Bu ilimler kimde toplanırsa gerçek imam işte O´dur..
Bu sözlerden anlaşıldığı gibi Keysanîler, peygamber hakkında, peygamberliğe ters düşen bir takım iddialarda bulunmuşlardır. Hz. Ali´nin oğullarına karşı aşırı taassupları sebebiyle, onun oğullarını peygamberlik mertebesine çıkarmalarına sebep olmuşsa da sözlerinde, «Allah´ın görüş değiştirdiği» iddiaları hariç, Allah Tealâ´ya lâyık olmayan herhangi bir sıfatı ona izafe ettikleri veya Allah Tealâ´yı tenzih etmeye ters düşen bir iddiada bulundukları görülmemektedir. Bununla beraber, «ruhların bedenden bedene intikal ettiği, herşeyin bir zahiri bir de bâtını olduğunu, bütün bu kainatın, hikmet ve sırlarıyla beraber bir insan şahsiyetinde toplandığını ve bunların ilminin ancak Hz. Ali´ye ait olduğunu ve Hz. Ali´nin bu ilmi oğlu Ha-nefiyye´ye tahsis ettiğini, Hanefiyye´nin de bu ilmi babasından miras olarak aldığını iddia etmeleriyle islâm hakkındaki görüşlerini bir takım felsefi görüşlerle karıştırmışlardır.
Bugün, İslâm ülkelerinde, Keysanîyye´ye mensup herhangi bir kimse görülmemektedir.
4) Zeydiyye:
Şii mezhebinin ehl-i sünnet vel-cemaate en yakın olan ve en mutedil davranan gurubu bu fırkadır.
Bu fırka imamları peygamberlik derecesine yükseltmemiş, hatta peygambere yakın bir derecede de saymamış, onların da diğer insanlar gibi olduklarını, ancak Resulullah´m dışında bütün insanlardan üstün olduklarını kabul etmişlerdir.
Resululîah (S.A.V.)´in sahabîlerinden herhangi birini kâfirlikle itham etmemişler, özellikle Hz. Ali´nin kendilerine bey´at ettiği ve Halifeliklerini kabul ettiği sahabîleri ağır şekilde suçlamamışlardır. Bu fırkanın imamı, Zeyd b. Ali Zeynelâbidin´dir.
Zeyd, Küfe´de zamanın Halifesi Hişam b. Abdülmelik´e isyan etti. Neticede öldürüldü ve asıldı. Tarihçi Mes´udî Zeyd´in isyan ediş sebebini şöyle anlatır:
Zeyd Hişam´m huzuruna vardı. İçeri girdiğinde oturacağı bir yer bulamadı. Salonun en sonunda bulduğu bir yere oturdu ve şöyle dedi: «Ey müminlerin emin! hiçbir kimse kendisini, Allah´dan korkmaktan büyük sayamaz ve ondan korkmadan başka herhangi bir şey için kendisini küçültemez.» Bunun üzerine Hişam şu cevabı verdi: Sus ey anası ölesi! Sen, içinden Halife olmak istiyorsun. Halbuki sen cariye çocuğusun.»
Zeyd de şöyle cevap verdi: «Ey müminlerin emin sana verilecek cevap var. Arzu edersen vereyim. İstemezsen susayım.» Hişam : «Susma söyle» dedi. Zeyd ise şunları söyledi:
«Anneler, erkekleri gayelerinden alıkoymazlar. Hz. İsmail´in annesi de Hz. İshakm annesinin bir cariyesiydi. Hz. İsmail´in annesinin cariye oluşu, onun, Allah tarafından peygamber olarak gönderilmesine, onu Araplara ata yapmasına ve onun soyundan, insanlığın en hayırlısı olan Hz. Muhammed (S.A.V.) ´i getirmesine engel olmamıştır. Sen bana bu lâfı söylüyorsun halbuki ben Hz. Fatıma ve Hz. Ali´nin evlâdmdamm.» Bundan sonra Zeyd ayağa kalktı ve kendi nefsine hitaben şu şiiri okudu:,
Onu korku kovdu. Yersiz, yuvasız bıraktı.
Hakir düşürdü. Savaşın şiddetini
Sevmeyen herkesin durumu budur.
O, mestleri paramparça, yalın ay aklılıktan
Şikâyet eder. Taşlar, demirler
Onu tökezletip düşürür.
Ölümde onun için bir rahatlık vardır.
Nerde kaldıki ölüm her kulun borcudur.
Eğer gelecekte Allah ona bir devlet verirse
Düşmanlanmn eserlerini küle çevirecektir.
Sonra Kûfe´ye gitti. Daha sonra bazı Kurra ve ileri gelenlerle birlikte oradan ayrıldı. Savaş başlayınca arkadaşları darmadağın oldu. Etrafında bulunan birkaç kişiyle kaldı. Çetin bir savaşa girişti. Bu esnada şu şiiri söylüyordu.
Âdi bir hayat mı yoksa şerefli bir ölüm mü
Ben bunların her ikisini de tüketilen
Bir yemek gibi görüyorum.
Şayet bunlardan birini mutlaka
Seçmek gerekirse, bana uygun
Olan, seve seve ölüme gitmektir.
Zeyd´in öldürülmesiyle herşey sona erdi.
Bu nakledilen haberlerden anlaşıldığı gibi, İmam Zeyd (R.A.) İslâm cemaatinden ayrılmamış ve itaatten çıkmamıştır. Bu bir gerçektir. Zeyd kendini ilme vermişti. Çağındaki âlimlerin, Zeyd´le sıkı bir münasebetleri vardı. Ondan ilim tahsil ederlerdi. Vâsi b. Atâ ve İmam Ebu Hanife de Zeyd´le ilgi kurmuş ve ondan ilim tahsil etmişlerdi. Ebu Hanife Zeyd´i destekliyordu ve Emevî ordusuna karşı savaşa çıktığı zaman onun hakkında şöyle diyordu: «Zeyd´in bu çıkışı, Resululîah (S.A.V.)´in Bedir savaşındaki çıkışma benzer.»
Zeyd büyük bir fıkıh âlimi ve ilm-i keîanıcıydı. Zeyd´in fıkıh ilminde «Kitabül Mecmu» adlı bir eseri mevcuttur. İnşAllah fıkhî mezhepleri anlatırken bu kitaptan bahsedeceğiz.
Zeydiye´nin Bazı Görüşleri
a) Zeydiye mezhebine mensup olanlar, Resulullah (S.A.V.)´in vasiyetle beyan.ettiği imamın, isim ve şahsiyetle tayin edilmiş bir kişi olmadığına, sıfatları zikredilerek tayin edildiğine inanırlar. Zikredilen sıfatlar, Resulullah (S.A.V.)´den sonra Hz. Ali´nin imam olduğunu ortaya koyar. Çünkü bu sıfatlar, Hz. Ali´ye olduğu kadar başka hiçbir kimsede bulunmamıştır. Bu sıfatlar, halifenin, Haşimî-,. lerden olmasını, muttaki, âlim, cömert olmasını ve kendisine biat olunması için ortaya çıkmasını gerektirir. Hz. Ali´den sonra ise, imamın, Hz. Fatıma´nm soyundan olması gerekir.
İmamın, ortaya çıkıp kendisine biat edilmesini istemesi şartında birçok taraftarları, başta kardeşi Muhammed Bakır olmak üzere ailesinden bazıları Zeyd´e karşı çıktılar. Muhammed Bâkır´ın şöyle dediği rivayet edilir: «Senin bu mezhebine göre baban (Hüseyin´in oğlu Ali Zeynelâbidin) imam değildir. Çünkü o, hiçbir zaman ortaya çıkarak kendisini imam ilân etmemiş ve bunu aklından bile geçirmemiştir.»
b) İmam Zeyd, daha üstün bir şahıs bulunduğu halde, ondan daha aşağı derecede olan birinin halife olabileceğini kabul eder.
îmamhk hakkında zikredilen sıfatlar, imamlığın sıhhatinin şartı olmayıp, ideal bir imamın sıfatlandır. Bu sıfatlar kendisinde bulunan kişi, hilafete başkasından daha lâyıktır. Buna rağmen eğer, İslâm ümmetinin «ehlül Halli vel-akd» söz sahipleri bu sıfatların tamamı kendisinde bulunmayan bir kişiyi Halife seçer ve ona biat ederlerse bunların biatları geçerlidir.
Bu temel prensipten hareket eden Zeyd, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer´in halifeliklerini kabul eder. sahabîlerden herhangi birini kâfirlikle itham etmez. Bu hususta Zeyd şöyle der: «Şüphesiz ki ´Ali b. Ebî Tâlib, sahabîlerin en üstünüdür. Ancak hilafet, dikkate alman bir kısım faydalar ve dini kaideye binaen Ebubekir´e bırakıldı. Bu faydalar da, ortaya çıkan fitneyi yatıştırmak, halkın gönlünü hoşnud etmekti. Çünkü, peygamberlik döneminde cereyan eden harplerin üzerinden çok zaman geçmemişti. Hz. Ali´nin kılıcında bulunan müşriklerin kam henüz kurumamıştı. Milletin kalbinde bulunan intikam ´duygusu olduğu gibi duruyordu. Kalpler tamamen Hz. Ali´ye meyletmiyor ve boyunlar ona eğilmiyordu. Halifelik meselesini, yumuşaklığı ile, sevilmesiyle, yaşlıhğıyle, ilk müsîümanlardan oluşuyla ve Re-sulullah ile yakınlığı bulunmasıyla tanınan kişilerin yürütmesinde fayda vardı.»
Birinci prensibe ilâveten bu prensip, birçok Şiilerin Zeyd´e karşı çıkmasına sebep oldu. Bağdadi´nin «el~Fark Beynelürak» adlı eserinde şunlar zikredilmiştir: «Zeyd´le Yusuf b. Arar es-Sakafi arasında savaş şiddetlenince, taraftarları Zeyd´e şöyle demişlerdir: «Biz sana, deden AH b. Ebi Talib´e zulmeden Ebubekir ve Ömer hakkındaki görüşünü bize bildirdikten sonra yardım edeceğiz.» Bunun üzerine Zeyd şöyle dedi. «Ben Ebubekir ve Ömer hakkında iyiliklerinden başka birşey söyliyemem. Ben, Emevilere karşı çıktım. Çünkü onlar, dedem Hüseyin´i öldürdüler, «Harre» savaşında Medine´yi yağma ettiler. Sonra Beytullah´a mancınıkla, taşlar atıp ateşe verdiler.» Bunun üzerine arkadaşları Zeyd´den ayrıldılar.»
c) Zeydiyye mezhebine göre, aynı devirde iki bölgede iki ayrı imama biat etmek caizdir. Böylece her imam, kendisini imam ilân ettiği bölgede imam olarak kalır. Yeter ki Zeydîlerin saydıkları sıfatlara sahip olsun ve «ehlül Halli vel akd» tarafından başa getirilmiş olsun.
Bu sözden anlaşıldığı gibi Zeydiyye mezhebine mensup olanlar, bir bölgede iki halife bulunmasını caiz görmezler. Çünkü bu durum, orada bulunan insanların iki ayrı halifeye biat etmelerini gerektirir ki, bu da sahih delillerle yasaklanmıştır.
d) Zeydiler, büyük günah işleyenin samimiyetle tevbe edip günahlarından vaz geçmedikçe devamlı olarak cehennemde kalacaklarına inanırlar. Bu meselede Zeydîler, Muteziîe´nin yolunu tutmuşlardır. Çünkü Zeyd´in, Mutezîle´nin lideri Vâsıl b. Ata ile büyük bir ilişkisi bulunmuştur.
Zeyd´in Vâsıl ile olan bu ilişkisi ve diğer bir kısım sebeplerden dolayıdır ki bir kısım şiiler Zeyd´i sevmezler. Çünkü Vâsıl b. Ata, devamlı olarak şunları söylerdi. «Ali b. Ebi Talib´in (KerremAllahu vechehu) Cemel savaşında ve Şamlılarla yapmış olduğu savaşlarda haklı olduğu kesin değildir. Çarpışan taraflardan birisinin hatalı olduğu muhakkaktır. Fakat kimin hatalı olduğunu tayin etmek güçtür.» Öyle görülüyor ki, Şiiler Vâsıl b, Atâ´nm bizzat kendisini sevmiyorlardı, Mutezile´yi değil... Çünkü inancı bakımından Şii mezhebi genellikle Mutezile ile birleşmekte, Eş´arî ve Maturidî mezhebine ters düşmektedir.
Zeyd öldürüldükten sonra, onun yetine Yahya geçti. O da Emevilerin son dönemlerinde öldürüldü. Yerine Ebu Hanife´nin hocası Abdullah b. Hasan´ın iki oğlu Mulıammed el-İmam ve İbrahim el-İmam geçti.
İbrahim´in Irak ta; Muhammed´in de Medine´de baş kaldırmaları, Irak´ta bulunan Ebu Hanife´nin ve Medine´de bulunan îmam Malik´in işkence görmelerine sebep oldu. Çünkü Ebu Hanife (R.A.) insanların Irak´ta baş kaldıran İbrahim´e yardım etmelerini men etmiyor bilâkis teşvik ediyor veya onun lehinde bulunuyordu. Ebu Cafer el-Mansur´un istihbaratı Ebu Hanife´nin davranışlarını takibedi-yordu. İbrahim´in hareketi sona erip, işler normale dönünce Ebu Cafer, Ebu Hanife´yi, söylediklerinden dolayı hesaba çekti. Neticede ona işkence yapmak için bir formül buldu. O da Ebu Hanife´yi kadı tayin etmek, kabul etmediği takdirde ona istenilen kötülüğü yapmak düşüncesiydi. Netekim arzusuna ulaştı. Bu meseleyi, fıkhî mezhepleri anlatırken, açıklığa kavuşturacağız.
îmam Malik, «Zorla yemin ettirilen kişinin yemini geçerli değildir.» diye fetva verdi. Bunun üzerine Medine´de Muhammed en-Nefs ez-Zekiyye ile beraber isyan edenlerin çoğu Ebu Cafer el-Mansur´a yapılan biatin zorla yapıldığını sanarak İmam Malik´in, hadis-i şerife dayanarak verdiği bu fetvasını, ayaklanmaya bir bahane yaptılar.
İmam Malik´e, Muhammed ve taraftarlarının ayaklanmaları meselesi sorulunca, şu cevabı verdiği rivayet edilir: «Eğer ayaklanma, Ömer îbn-i Abdülaziz gibi birisine karşı ise caiz olmaz. Şayet bunun gibi olmayan birine karşı ise, bırakın Allah, zalimin eli ile zalimden intikam alsın. Sonra her ikisini de cezalandırsın.»
Ebu Cafer´in uyanık istihbaratı, îmam Malik´i de gözden kaçır-madı. Medine valisi, îmam Malik´e büyük işkenceler yaptı. Sonra Ebu Cafer, böyle bir emir vermediğini iddia etti.
Fıkhî mezhepleri izah sırasında îmam Malik´in hayatını anlatırken bu meseleyi daha geniş olarak açıklayacağız.
Bu hadiselerden sonra Zeydiye mezhebi zayıfladı. Diğer Şii mezhepleri ona galip geldi veya onu içinde eritti yahut bazı prensiplerini ona kabul ettirdi. Bu sebepledir ki daha sonra ortaya çıkan Zeydiye mensupları, daha üstün bir şahıs bulunduğu halde, ondan daha aşağı derecede olan birinin halife olmasını caiz görmemişler ve böylece Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer´in halifeliğini kabul etmeyen Rafizîlerden olmuşlardır. Bu yolla Zeydiye mezhebinin en belirgin özelliği kaybolmuştur. Bu itibarla Zeydiye´yi iki kısma ayırabiliriz:
1 Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer´in halifeliğini kabul eden ve Ra-fizîlerden sayılmayan önceki Zeydiler.
2 Bu iki zatın halifeliklerini kabul etmeyen ve Rafizi olan sonraki Zeydîler.
Bugün, Zeydiye mezhebi mensupları Yemen´de bulunmaktadır. Bunlar, ilk Zeydilere daha yakındırlar.
5) İmamiye:
Bugün, îran, Irak, Pakistan ve diğer İslâm ülkelerinde bulunan Şii mezhebine mensup olanların çoğu «Şii-İmamî» diye adlandırılan guruba dahildirler. «Şii İmamı» fırkasına, Kur´an-ı Kerîm´in âyetlerinden birine veya dinin kesinlikle bilinen bir emrine ters düşecek de1 recede, inançları sapık olmayan bazı Şii gurupları dahil olduğu gibi, inançları sapık, yaptıkları, îslâm ile bağdaşmayan diğer bazı guruplar da dahil olmaktadır. Bu mezheplere kısaca temas edeceğiz. Bu gurupların üzerinde durduğu nokta: «îmamiye» sıfatıdır. Çünkü bunların hepsi, Zeyd b. Ali (R.A.)´ın dediği gibi, imamın sıfatla tayin edilmeyip şahsen tayin edildiğini iddia ederler.
Hz. Ali, Peygamber tarafından tayin edilmiştir. O da, Peygamber (S.A.V.)´in vasiyeti gereği, kendisinden sonra gelecek imamları tayin eder. Bunlar, imamları «Vasiler» olarak adlandırırlar. îmami-ye mezhebinde olanlar, Hz. Ali (R.A.)´ın, Peygamber Efendimizden gelen açık ve kesin bir delille bizzat imam tayin edildiği, imamın, sıfatlarıyla tayin edilmediği hakkında ittifak etmişler ve şöyle demişlerdir :
«Dünyada Halifeyi tayin etmekten daha önemli bir iş yoktur ki Resulullah (S.A.V.) İslâm ümmetinin bu önemli işini kalbinde bulundurmayarak vefat etsin. Zira, Resulullah (S.A.V.) insanlar arasındaki anlaşmazlıkları gidermek ve onların arasını bulmak için gönde-rümiştir. Resulullah´m, insanları herbirinin, diğerinin katılmayacağı bir yolda olacakları bir şekilde başıboş bırakarak vefat etmesi caiz değildir. Bilâkis, kendisine başvurulacak bir kişiyi tayin etmesi, kendisine güvenilen ve itimad edilen birini açıkça halifeliğe tayin etmesi, ona vaciptir.
İşte Resulullah´m tayin ettiği o şahıs, Hz. Ali´dir.» îmamîler, Resuîullah (S.A.V.) tarafından bizzat Hz. rAli (R.Â.)´ın halife olarak tayin edildiğine delil olarak, doğru ve sahih olduğunu zannettikleri bazı hadisleri gösterirler. Bu hadisler şunlardır.
«Ben kimin dostu isem Ali de onun dostudur. Ey AHahunl Sen ona dost olana dost ol, düşman olana düşman ol.»
«Sizin en iyi hükmim, vereniniz Ali´dir.»
Şiilere karşı çıkanlar, bu zikredilen delillerin, Resulullah´dan gelip gelmediği hususunda şüphe etmektedirler.
İmamiye mezhebi mensupları, Peypgamber Efendimiz (S.Â.V.) zamanında görülen bazı hadiselerden de, Hz. Ali´nin, Peygamber tarafından halife tayin edildiğine dair deliller çıkarmaya çalışırlar, Meselâ:
Resulullah (S.A.V.) hiçbir sahabeyi Hz. Âli´ye âmir tayin etmemiştir. Hz. Ali, Resuluilah´dan ayrı bulunduğu her harp ve müfreze harekatında âmir kendisi olmuştur. Ebubekir, Ömer ve diğer sahabîler böyle değildirler. Çünkü onlar bazan âmir olmuşlar, bazan da başkaları onlara âmir tayin edilmiştir. Bunun en güzel örneği; Hz. Ebubekir ve Ömer´in de içinde bulundukları ve Resulullah´m, başına komutan olarak Üsame´yi tayin ettiği ordudur.
Şiilerin, kendi inançlarına göre Peygamber Efendimiz (S.´A.V.) Hz. Ebubekir ve Ömer´i, Hz. Ali´ye vasiyet ettiği hilafet mevzuunda Ali´ye karşı çıkmamaları için Üsame´nin emri altındaki ordu ile göndermiştir.
Yine Şiiler, Peygamber Efendimiz (S.A.V.), Hz. Ebubekir´i Hac için âmir tayin ettiği vakit, Tevbe sûresinin nazil olduğunu, Hac mevsiminde bu sureyi insanlara tebliğ etmek için Hz. Ali´yi gönderdiği., Haccm âmiri olduğu halde Hz. Ebubekir´i vazifelendirmediğini de bu hususta delil olarak gösterirler.
Görüldüğü gibi îmamiler, doğru olduğuna inandıkları bir kısım haberleri ve nass mahiyetinde sandıkları bazı davranışları, Hz. Âli (R.A)´ın bizzat halife tayin edildiğine delil getirirler.İslâm alimlerinin çoğunluğu ise delil gösterilen bu haberlerin doğruluğunda ve kendilerinden hüküm çıkarılmak istenen icraatın sıhhatmda îmamîlere muhalefet etmişlerdir.
İmamiler, Hz, Ali´nin nass yoluyla Resulullah´m halifesi olduğu hususunda ittifak ettikleri gibi, Hz. Ali´nin, Hz. Fatıma´dan doğma oğulları Hasan ve Hüseyin´in, Hz. Ali´den sonra sırasıyla, hilafete ´gelmesi icabeden vekiller oldukları hususunda da ittifak etmişler an cak, bunlardan sonra gelecek olan halifeler hakkında ihtilâfa düşmüşlerdir. Hatta bu hususta yetmişten fazla fırkaya ayrıldıkları söylenilmektedir. Aralarında en büyük iki fırkaîsnaaşeriyye ve İsmailiyye´dir.
A) İsnaaşeriyye:
Bunlar, halifeliğin, Hz. Hüseyin (R.A.)´dan sonra Ali Zeynelâbi-din´e ondan sonra Muhammed el-Bâkır´a ondan sonra Cafer-i Sadık´a, ondan sonra Musa Kâzım´a, ondan sonra Ali el-Rıda´ya, ondan sonra Muhammed el-Cevad´a, ondan sonra Ali el-Hadiye, ondan sonra Hasan el-Askert´ye, ondan sonra onikinci imam olan Askerî´nin oğlu Muhammed´e ait olduğunu kabul ederler. îsnaaşeri´ler, onikinci imam Muharnmed´in, babasının evinde «Sirdab» diye adlandırılan bir sığmağa girip gizlendiğine ve bir daha dönmediğine inanırlar. îs-naaşerîler, gizlenen onikinci imamın yaşı mevzuunda ihtilâf ederek bazıları, gizlendiği zaman yaşının dört olduğunu, bazıları ise sekiz yaşında olduğunu söylerler. Yine İsnaaşeriler, gizlenen onikinci imamın, vereceği hüküm hakkında da ihtilâf etmişler, bazıları, kaybolduğu yasta iken, halifenin bilmesi gereken şeyleri bildiğini ve ona itaat etmenin vacib olduğunu ileri sürerken, diğer bir kısmı, hüküm vermenin, gizlenen imamın mezhebine mensup âlimlere ait olduğunu söylemişlerdir.
Günümüzdeki isnaaşeriyye mezhebi mensupları bu son görüşü benimsemektedirler. Irak nüfusunun hemen hemen yarısı, îsnaaşeriyye mezhebine mensup olan Şiiîerdendir. îtikadi meselelerde, aile hukukunda, miras, vasiyet, vakıf, zekât ve ibadetlerinde, İsnaaeşriyye mezhebini tatbik ederler, İran halkının çoğu da Şiiliğin bu koluna mensuptur. Bu mezhep mensuplarından bazıları Suriye´de, Lübnan´da ve birçok İslâm ülkelerinde bulunmaktadır.Bunlar çevrelerinde bulunan Sünnîlere hoş görünmeye ve onlan, kendilerinden nefret ettirmemeye çalışırlar.
İmamiyeniri İsnaaşeriyye kolu, diğer imamiyeler gibi imamda, Peygamber (S.A.V.)´in vasiyeti ile aldığı mukaddes bir otoritenin bulunduğunu kabul eder. İmamın, müslü m anların işini vasiyetle üzerine aldığı gibi...
İmamın bütün davranışları, vasiyetin sahibi Hz. Muhammed (S. Â.V.)´den kaynaklanmaktadır. Şimdi bunlara göre imamın yetkilerini ve yetkilerinin kanunî sınırlarını anlatmaya çalışalım.[27]
İmamiye´ye Göre Halifenin Mevkii
İmamiyye mezhebinde olanlar, imamın şer´î hükümler ve kanunlar bakımından otoritesinin tam olduğuna, her söylediğinin şer´î bir hüküm olduğu ve imamdan, şeriata ters düşen herhangi bir davranışın meydana gelmediğine dair ittifak içindedirler. Bu hususta büyük âlim, Muhammed Hüseyin Ali Kâşif el-Ğita, şöyle der: «İmamiye mezhebine mensup olanlar, ortaya çıkan her hadise hakkında ´Allah Tealâ´nm bir hükmü bulunduğuna, mükellef olan kulların, yapmış oldukları her" amel hakkında Allah Tealâ´nın şu beş hükmünden birinin mevcut olduğuna inanırlar: Yapılan iş, ya vaciptir, ya haramdır, ya mekruhtur yahut menduptur veya mubahtır, Allah Teaîâ, bu hükümleri, peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed´e göndermiştir. Hz. Muhammed bu hükümleri ya ´Allah´ın vahyi ile veya ilhamla öğrenmiştir. Hz. Muhammed, bu hükümlerden çoğunu açıklamıştır. Özellikle etrafından ayrılmayan ashabına, her gün huzurunda bulunan ashabına açıklamıştır. Böylece o ashab, çevrede bulunan tüm müslümanlara dini tebliğ ediciler olsunlar... Netekim Allah Tealâ bir Âyet-i Kerime´de şöyle buyuruyor: «Böylece siz, insanlara karşı şahitler olasınız. Peygamber de size karşı şahit olsun...»[28] Birçok hükümler, tatbik edilmelerini icap ettiren sebepler gerçekleşmediğinden açıklanmamıştır. Yine dinin peyderpey yayılması hikmeti, bir kısım hükümlerin izah edilmesini, diğer bir kısmının da gizli tutulmasını gerektirmiştir. ´Ancak, Hz. Muhammed (S.A.V.) bu çeşit hükümleri vekillerine öğretmiş, her vekil de kendisinden sonraki vekile bunları aktarmıştır. Umumî hükümlerin istisnalarım, mutlak olarak bırakılan hükümlerin sınırlandırılın alarmı, kapalı olan hükümlerin izahına, hikmete uygun bir şekilde ve müsait zamanlarda vekiller tebliğ edeceklerdir.
Meselâ: Peygamber Efendimiz (S.A.V.) umumî bir hüküm beyan eder, hayatının daha sonraki dönemlerinde o hükmü sınırlandırır veya sınırlarını beyan etmez de vakti gelince onu izah etmeleri için vekillerine bırakır."[29]
Evet bu sözler, muhterem el-Gita´dan alınmıştır. Bu sözlerden ve benzerlerinden, îmamiyenin, şer´i hükümler hakkındaki görüşlerine dair şu üç husus anlaşılır.
1) Bunlara göre kendi imamları, Resulullah´m kendilerine şeriatın sırlarını bıraktığı vekillerdir. Resulullah, şeriatın bir kısım hükümlerini beyan etmiş diğerlerinin zamanı gelmediği için izahla nnı vekillerine emanet etmiştir.
2) Vekillerin her söylediği İslâm şeriatıdır. Çünkü bunların söyledikleri, peygamberliği tamamlamaktadır. Bunların sözleri, Peygamber Efendimiz (S.A.V.)´in sözü gibidir. Zira, bunların söyledikleri, Resulullah´m, kendilerine emanet ettiği dini sırlardır. Onlar konuşurken, Resulullah´dan aldıklarını konuşur ve onun, özellikle, kendilerine tevdi ettiği şeyleri izah ederler.
3) İmamlar, dinin umumî hükümlerini hususileştirebilirler, mutlak hükümleri smırlandırabilirler.
Hüküm koyma bakımından imamların bu mertebede olduklarını sanan İmamîler, imamlarının hatâ yapmaktan, unutmaktan ve günah işlemekten beri olduklarına ve imamın, kendisine hiçbir şüphe arız olmayan, temiz ve temizleyen bir zat olduğuna inanırlar. Bu hususta îmamîler ittifak içindedirler.
İsnaaşeriyyelerin kitapları da aynı meseleleri ortaya koymaktadır. Meselâ: eş-Şerif el-Murtaza «Şâfî» adlıa kitabında şöyle der: Hem bize hem de bize muhalif olanlara göre îslâmî hükümleri ve îslâm ceza hukukunu tatbik edecek bir imamın mevcut olması şarttır. Mademki imamın bulunması şarttır, o halde bu imamın masum olması da şarttır. Çünkü, dini tatbik eden bir imam olduğu halde, masum olmazsa dinen hatâ mümkündür. îmamm hatâ işlemesi halinde ise bizlerin o hatâda imama uymamızı ve yaptıklarını taklid etmemizi gerektirir. Bu ise herhangi bir vesile ile dinen çirkin olan şeyleri yapmakla emrolunduğunıızsu icabettirir. Mademki dinen çirkin olan şeyleri yapmakla emrolunduğumuz iddiası bâtıldır. O halde kendilerine uymakla emrolunduğumuz ve dinen izlerini takip etmeye mecbur olduğumuz imamlar masumdur, asla yamlmaz ve hata işlemezler.
îmamiyeler, imamlarının, hem zahiren hem de batmen, imam olmadan önce de imam olduktan sonra da masum olduğuna inanırlar. Bu hususta İmamiyelerin, ileri gelen din adamlarından olan «Tusî» şöyle der: «Hikmet sahibi olan yüce Allah´a, saygı ve tazimi gerektiren emaneti, kendisine batmen lanet edilmesi ve kendisinden uzaklaşılması caiz olan kişilere vermesi asla yakışmaz. Zira bu bir cehalet ve gaflettir. Keza, imamın, henüz Halife olmadan önce masum olduğu, halifelikten önceki davranışlarından anlaşılır. Çünkü imamın söylediği sözler, o konuda delil olan sözlerdir. Evet, imamın, imam olmadan önce de masum olması gerekir. Zira, böyle olmazlarsa onlardan uzak durulması gerekir. Bu ise doğru değildir. Nitekim, peygamberler hakkında da aynı şeyi söyleriz. Yani onlar, henüz peygamber olmadan dahi masumdurlar.
îmamiyeler, imanım, imamlığını ispat etmesi için bir kısım akıl üstü davranışlar gösterebileceğine inanırlar. İmamda görülen harikulade davranışlara peygamberlerde görülenlere denildiği gibi «mucize» derler.
İmamîler şöyle derler.«imamlardan herhangi birinin imamlığına dair delil bulunmadığı takdirde, imamlığın, mucize ile ispat edilmesi gerekir. Bu hususta, zamanındaki îmamîlerin lideri olan Tusi şöyle der: «İmam, bazan delil ile bazan da mucize ile bilinir. Delilleri nakledenler, özür yollarını kapayacak bir şekilde bu konuda bir delil naklettikleri takdirde maksat hasıl olmuş demektir. Şayet, delilleri nakledenler bu hususta herhangi bir delil nakletmezler ve bundan yüz çevirirlerse Allah Tealâ´nm, imamı başkalarından ayırdede-cek ve onun imam olduğunu tanıtacak bir ilmî mucizeyi, imamda göstermesi gerekir. Böylece insanlar, imamı tanıyabilsinler ve onu başkasından ayırabilsinler.»
Daha önce de izah ettiğimiz gibi İmamüere göre imamın ilmi, din ile ilgili herşeyi ve kendisine tevdi edilmiş hükümleri kuşatmıştır. Bu hususta Tusî şöyle der: «İmam olan zatm, dinin her sahasında imam olduğu ve büyük, küçük, gizli, aşikâr bütün hükümleri tatbik etmeyi üzerine aldığı, tesbit olunmuş bir gerçektir. İmamın, imamlık sıfatına sahip olduğu halde hükümlerden bazılarını bilmemesi caiz değildir. Çünkü, ehli olmayana bir işi yüklemenin ve ehil olmayanı bir iş için yeterli görmenin, çirkin bir şey olduğu, bütün akıl sahiplerince ittifak edilen bir husustur.»
İmamiyeye göre, imamın herşeyi kuşatan bu ilmi, ledünnî bir ilimdir, Allah tarafından verilmiştir. Bu ilim fiilen mevcuttur. Ictihadla elde edilen veya mümkinattan olan bir ilim değildir.. Zira kişi ya bilir ve hüküm verir yahut ictihad eder, bilir ve hüküm verir. Nitekim, imam olmayan âlimlerin durumu böyledir. İmamın ise böyle olması mümkün değildir. Zira ictihadla bilinmesi mümkün olan ilimler, eksik olan ilimlerdendir. Bu tür ilimler, önce cehaletle başlar, daha sonra öğrenilir ve neticede ilim halini alır. İmamın, herhangi bir zaman dinî hükümlerden herhangi birisini bilmemesi caiz değildir.»
İmamilerin, imamlarının ilminin kuşatıcı mahiyette olduğuna hüküm vermeleri, imamların, Peygamber Efendimiz (S.A.V.) tarafından vekil tayin edildiklerini ve onlara dini açıklamayı tamamlayacak bir kısım ilimleri tevdi ettiğini söylemelerinin zaruri bir neticesidir, îmamîlere göre, imamların ilmi, peygamberlerin, kendilerine aktardığı bir emanettir, ve imamlar hatadan beri kişilerdir.
îmamilere göre, imamların varlığı, sadece dini izah etmeleri ve Resulullah´ın açıklamaya başladığı hükümlerin açıklanmasını tamamlamaları için değil, şeriatı korumaları ve onu kaybolmaktan muhafaza etmeleri için de gereklidir. İmam, hem şeriatı tamamlar hem de korur. İmam, Resulullah (S.A.V.)´den sonra, şeriatın koru-yucusudur. Onu bozulmaktan, sapık düşüncelerin karışmasından, yıkıcı görüşlerin tesiri altında kalmasından korur. Zira imam, Allah´ın yeryüzünde kıyamete kadar devam edecek bir hüccetidir. Bu hususta Ali b. Talib (S.AV.) şöyle der: «Yeryüzü ve meşhur olmayan gizli veya açık olduğu halde herkesçe idrak edilemeyen, Allah´ın hükmünü ayakta tutan bir hüccetten hâli değildir.»
İmamilere göre, yeryüzünde Allah´ın hükmünü ayakta tutan delili, «vasi» diye adlandırılan vekildir. Vekilin, kendisine itaat edilmesini ve izinde yürünmesini gerektiren İSMET (masumiyet) sıfatı sayesinde din kıyamete kadar korunmuş olur.
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bir hadis-i şeriflerinde «Ümmetim sapıklıkta birleşmez,» buyurmuşlardır.[33] Dinin kıyamete kadar konmuşu aslında îslâm ümmetinin, sapıklıkta birleş memesinden ileri gelmektedir. îmamîler şöyle derler: «îslâm ümmetinin sapıklıkta birleşmesi, aklen mümkündür. Fakat masum olan imam (vasi) ümmeti doğru yola sevkeder, irşad eder ve ümmeti sapıklığa düşmekten korur. Diğer dinlerin mensupları, içlerinde masum bir imam bulunmadığı için sapıklıkta birleşmişlerdir. Yine diğer ümmetlerin şe-şeriatları, şeriatların sonuncusu olmadığı halde, Hz. Muhammed (S.A.VJ´m şeriatı şeriatların sonuncusudur. Elbetteki böyle bir şeriatı kıyamete kadar sapıklıktan koruyacak bir masum kişinin bulunması gerekir.»
Bu anlatılanlar, îmamiyenin İsnaaşeriyye fırkasına göre imamın mertebesine kısaca bir işarettir. Diğer bütün îmamilerin de, aynı görüşte oldukları anlaşılmaktadır. İmamın mertebesinin, peygamberin mertebesine yakm olduğu hususunda îmamîler asla ihtilâf etmemişlerdir. Çünkü onlar, «vasi» olan imamın, peygamberden sadece bir sıfatla ayrıldığını açıkça söylerler. O da, imama vahyin gelmemesidir.
İmamın mertebesi hakkında geniş iddiaları kapsayan bu sözleri okuyan kişi, bunların herhangi bir delile dayanmadığını, bilâkis bâtıl olduklarına dair delil bulunduğunu anlayacaklardır. Zira Hz. Muhammed (S.A.V.) îslâm şeriatını tümüyle açıklamıştır. Bu hususta Allah Tealâ şöyle buyurur: «Bugün size dininizi tamamladım...»
Eğer Hz. Muhammed (S.A.V.) İmamilerin iddia ettikleri gibi herhangi bir şeyi gizlemiş olsaydı, Rabbinin, kendisine tebliğ etmesini emrettiği dini tebliğ etmemiş olurdu. Bu da mümkün değildir.
Diğer yandan, hatalardan beri olmak ancak peygamberlere mahsustur. Peygamberlerden başkasının masum olacağına dair herhangi bir delil yoktur.
B) İsmailiyye:
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi îsmailiyye, İmamiyenin bir koludur. Bu fırka, çeşitli îslâm ülkelerine yayılmıştır. Bir kısmı Afrika´nın güneyinde ve orta kısmında, diğer bir kısmı Şam´da, çoğunluğu ise Hindistan ve Pakistan´da bulunmaktadır.
İsmailler, Mısır ve Şam´a hükmeden «Fatımİler» ve çeşitli İslâm ülkelerine hakim olan «Karamito» devletlerini kurmuşlardır.
Bu mezhep, İsmail b. Cafer es-Sadık´a nisbet edilir. Bu mezhebe mensup olanlar, imamların sıralanması meselesinde Cafer-i Sâdık´a kadar, İsnaaşeriyye taifesiyle ittifak halindedirler. İsnaaşeriyyeler, imamlığın, Cafer-i Sadık´tan sonra Cafer´in oğlu Musa Kâzım´a geçtiğine inanırlarken, İsmailiyye gurubu, Cafer-i Sâdık´ın diğer oğlu İsmail´e geçtiğini ileri sürerler. İsmailiyye mezhebine mensup olanlar, İsmail´in imam olduğunun babası Cafer-i Sâdık´ın nassı ile (sözü ile) sabit olduğunu, ancak İsmail´in, babasından önce Öldüğünü ileri sürerler.
İsmail´in, babası Cafer-i Sadık´tan önce ölmesine rağmen, İsmailiyye mezhebinde olanlar, Cafer´den sonra oğlu İsmail´in, imam olacağına dair, Cafer´in nassını geçerli sayarlar. Çünkü bunlara göre, imamın söylemiş olduğu bir nassı geçerli saymak, onu geçersiz saymaktan daha evladır.
Bu görüşe şaşümamalıdır. Zira, İmamüer, imamlarının sözlerini, ´şeriatın nasslarma denk tutarlar. Onlarla amel edilmesinin vacip olduğunu ve ö sözlerin ihmal edilmesinin caiz olmadığını iddia ederler.
îsmaililere göre imamlık, Cafer´in oğlu İsmail´den sonra, İsmail´in oğlu Muhammed Mektum´a geçmiştir. Muhammed Mektum «Gizlenen imamlar» mânâsına gelen «Mektum imamların» birincisidir. Çünkü îsmaililer, imamın gizli olabileceğini, buna rağmen ona itaatin gerekliliğini savunurlar. Bunlara göre imamın gizli oluşu, imam oluşuna engel teşkil etmez.
İsmaililere göre, imamlık, Muhammed Mektum´dan sonra oğlu Cafer-i Musaddık´a, ondan sonra Musaddık´ın oğlu Muhammed el-Habib´e, ondan sonra Kuzey Afrika´da ortaya çıkan ve Fas ülkesine kral olan Habib oğlu Abdullah el-Mehdi´ye, ondan sonra da Mısırda Fatımi devletini kuran diğer imamlara geçmiştir.
Diğer Şii mezhepleri gibi bu mezhep de Irak´ta ortaya çıkmış ve diğer mezhep mensuplarının gördükleri işkencelere bunlar da uğramışlardır. İşkence ve baskılar neticesinde bu mezhebe mensup olanlar. İran´a, Horasan´a ve onların komşuları Hindistan´a, Türkistan´a kaçmışlar, mezheplerine eski Fars inançları ve Hint görüşleri karışmış, neticede birçokları hak yoldan sapmışlar, heva ve heveslerine uymuşlardır. İşte bu sebeple, îsmailiyye adını birçok fırkalar taşımaktadır. Bazıları İslâm´ın dışına çıkmamışken diğerleri, İslâm´ın değişmez hükümleriyle çelişen bir kısım düşünce ve inançları benimseyerek İslâm çerçevesinin dışına çıkmışlardır.
Bu mezhepten olanlar, Hindistan´da bulunan Brahmanizm düşüncesinde olanlarla, Pythagoras felsefesini benimseyen îşrakiyyunla, Budizm inancında olanlarla ve Keldani ve Farsda bulunan inanç ve manevî düşünceler, astronomi ve benzeri gprüşlerle temas kurmuş, haşir neşir olmuşlardır.
Eu mezhep mensuplarından bir kısmı, bu hurafelerin tümünü kabullenmiş ve aşırı davranmışlardır. Aşın davranmaları ölçüsünde de îslamdan uzaklaşmışlardır. Bu mezhep mensuplarından diğer bir kısmı ise» bu hurafelerin sadece bir bölümünü almış ve îslâmî gerçeklerden tamamen uzaklaşmamalardır, îsmailiyye mezhebinde olanların, kendilerine prensip edindikleri gizlilik, onların îslâm cemaatinin çoğunluğundan kopmasına vesile olmuştur. İsmaililer, Sünnilerin inancına ısmamamışlardır. Bunlar, gizlilikleri.arttıkça îslâm cemaatinden uzaklaşmışlardır. Bunların gizlilik prensibi o derece ileri gitmişti ki kitap ve risaleler yazarlar, yazarlarının adlarını zikretmezlerdi. Meselâ: Birçok ilimleri ve derin felsefî görüşleri kapsayan «îhvanussafa» risaleleri, İsmailîyye mezhebi mensupları tarafından yazılmış fakat âlimler, bunları yazanların isimlerini bilememişlerdir.
İsmailiyye mezhebine mensup olanlara «Batıniler» de denir. Böyle adlandırılmalarının sebeplerinden biri, bunların, inançlarını insanlardan gizlemeleridir. Gizlemelerinin sebebi ise önceleri zulüm ve işkenceye uğramaları idi. Daha sonra ise, inançlarını gizlemek, onların bazı guruplarında psikolojik bir hastalık durumuna geldi. Bunlardan bir kısmına da «Haşşaşîn» denir. Bunların davranışları ve içyüzleri, Haçlı seferlerinin ve Tatarların savaşları sırasında ortaya çıkmıştır. Bunların bir kısmı İslâm´a ve Müslümanlara bir belâ kaynağı olmuştur.
Bunların «Batmîler» diye adlandırılma sebeplerinden biri de bunların, birçok zaman «îmam gizlidir» diye iddiada bulunmalarıdır. Bunlara göre Fas topraklarında kurulup daha sonra Mısır´a geçen devletleri ortaya çıkıncaya kadar imamları gizli olarak devam .etmiştir.
Yine bunların «Batmîler» diye adlandırılış sebeplerinden biri de «Şeriatın bir zahiri vardır bir de batını, insanlar, onun ancak zahirini bilebilirler, batınını ise ancak imam bilir. Hatta imam, şeriatın batınının batınını bilir.» demeleridir. Bunlar, bu düşünceden hareket ederek, Kur´an-ı Kerîm´i çok uzak ihtimallerle te´vÜ ettiler. Hatta bazıları, bir kısım Arapça kelimeleri acaip şekillerde te´vil ettiler. Bu te´villerini ve imamda var olduğunu kabul ettikleri sırları «Batı ni ilim» diye adlandırdılar. «Zahiri ilim» «Batınî ilim» meselesinde İsnaaşeriyye taifesi de bunlara katılmaktadır. Bir kısım tasavvufçu lar da «Zahirî ilim» «Batınî ilim» meselesini bunlardan almışlardır
Kısaca, îsmailiyye mezhebinde olanlar, görüşlerinin çoğunu gizlerler, ancak müsait zamanlarda onların bir kısmını açıklarlar. Onlar, doğuda ve batıda nüfuzu yaygın olan bir devletleri bulunduğu zamanda bile inançlarının tümünü ortaya koymamışlardır.
îsmailîlerin mutedil olanlarının benimsedikleri görüşler şu üç temel üzerine kurulmuştur. îsnaaşeriyyeler de bu fikirlerin çoğuna aynen katılırlar.
1) İlâhî feyiz: Bu, ´Allah´ın, imamlara lütfettiği bir bilgidir. ´Allah Tealâ, imamları, imamlıkları icabı derece ve ilim yönünden, insanlardan üstün kılmıştır, imamlarda, başkalarında olmayan ilimler vardır. Onlara, diğer insanların idrak edemedikleri şer´î ilimler verilmiştir.
2) İmamın açık ve tanınan bir kişi olması gerekli değildir. Bilâkis imam, gizli ve tanınmayan biri de olabilir. Buna rağmen ona itaat edilmesi vaciptir. O, insanlara doğru yolu gösteren mehdidir. O, geçen nesillerde ortaya çıkmamışsa da birgün mutlaka ortaya çıkacak, kıyamet kopmadan önce, zulüm ve haksızlıkla dolan yeryüzünü adaletle dolduracaktır.
3) İmana, hiçbir kimsenin önünde sorumlu değildir. îmam ne yaparsa yapsın, hiçbir kimse onu hatalı görmez. Bilâkis, herkesin, ona inanması vaciptir. Onun yaptığı herşey hayırdır. Ondan, şer su dur etmez. Çünkü imamda hiçbir kimseye verilmeyen bir ilim vardır.
îşte bu sebeple İsmailîler, imamların masum olduğuna inanırlar. Buradaki masumluğu, bizim anladığımız şekliyle «Hata işlemezler» mânâsına almamışlardır. Onlara göre imamın masumluğu şu mânâ dadır: Bizim hata sandığımız şeyleri diğer insanların yapması caiz olmadığı halde imamlar yapabilir. Çünkü onlarda, yollarını aydın latan ilim vardır.
6) Hakimiye:
Batmîyeden aktardığımız bazı düşüncelerin açıkça inkâr sayılacak bir yönü yoktur. Bu düşünceler hakkında ancak şunu söyliyebiliriz. Bunlar, Kur´aa-z Kerîm´den ve sünnet-i seniyyeden alınmayan düşüncelerdir. Ne var ki bu düşüncelerin gölgesi altında, İslâm çizgisinden çıkmayan insanlar yanında îslâmdan tamamen sıyrılıp çıkanlar da bulunmuştur. Batıniye fırkasının yolu olan ve gölgesi altında görüşlerinin geliştiği gizlilik, «Hakimiyye» diye adlandırılan fırkanın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunlar İsiâmî sınırlan aşan aşırı uçlardandır. Hakimiye fırkasında olanların bir kısmi; «Allanın nurunun yeryüzünü aydınlatması» meselesinde çok aşırı gitmişler, Allah´ın, imama hulul ettiği görüşüne varmışlar ve imama ibadet etmeye davet etmişlerdir.
Bu aşın gurubun reisi, Allah´ın, kendisine hulul ettiğini (girdiğini) iddia eden ve insanları kendine ibadet etmeye çağıran, Fatımi devletinin başkanlanndan «el-Hâkim bî-Emrillah» dır. Bu kişi, önce kendini gizledi, daha sonra bazı rivayetlere göre öldü, bazılarına göre ise öldürüldü. Tercih edilen görüş, Hâkim´in, bir kısım akrabaları tarafından öldürüldüğüdür..
«el-Hâkim bî-Emrillah»´m rnüridleri ve kendisinden sonra ortaya çıkan mezhebine tâbi olanlar Hâkim´in öldürüğünü kabul etmezler. Onun gizli yaşadığını ve birgün döneceğini iddia ederler.
İşte bu fırkaya «Hakimiyye» adı verilir.
7) Dürziler:
Çoğunluğu Şam´da yaşayan Dürzi´lerin, Hakimilerle büyük bir ilişkisi vardır. Hatta bir kısım tarihçilere göre el-Hâkim bî-Emrillah´-ın, bu aşın düşünceleriyle insanlann huzuruna çıkmasını «Hamza ed-Dürzî» adlı Fars asıllı bir kişi teşvik etmiş ve onu kandırmıştır. Belki de Dürziler bu adama nisbet edilmektedirler.
Bunlann durumlarının ne olduğu bugün bilinmemektedir. İnanç ve davranışlannı komşularından, eş ve dostlarından saklarlar. Durumlarının ne olduğunu Allah daha iyi bilir.
8) Nusayriye:
Şam´da bulunan Hakimiler yanmda, İslâmdan sıyrılıp çıkan bir fırka daha bulunmaktadır. Bu fırka, her ne kadar kendisini İsmai-üye fırkasına
Şam´da bulunan Hakimiler yanmda, İslâmdan sıyrılıp çıkan bir fırka daha bulunmaktadır. Bu fırka, her ne kadar kendisini İsmai-üye fırkasına nisbet etmiyorsa da bunlar, İslama karşı gelmekte ve îslâmdan kopmakta,´ îsmailiye´nin bazı kollarıyla birleşmektedir. Bu fırka, Nusayriye fırkasıdır. Daha önce de belirtildiği gibi bunlar, kendilerini İsmailiye fırkasından saymazlar. Fakat bunlar, îsmaili-yenin, İslâmdan sıyrılıp çıkan guruplarının eli