İmam Ahmed B. Hanbel ve Mezhebi

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı gece_mavisi

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: Bursa
  • 3684
  • +299/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Uyanan Gençlik
İmam Ahmed B. Hanbel ve Mezhebi
« : 22 Kasım 2010, 05:39:12 »
İmam Ahmed B. Hanbel (164 — 241 H.)
 

Hicri III. Asrın 18. yılında insanlar, hadîs dersinden, hadîsleri toplayıp müslümanlara neklederek sünnet fıkhım açıklamadan baş­ka bir işi olmayan yaşlı bir zat görüyorlardı. Fakat O, hakaret ve horluğa mârUz kalıyor; Bağdat'tan, elleri kelepçeli olarak ders mec­lisinden Uzaklaştırılıyor; sırtında simsiyah izler bırakan kırbaçların altında, Halife Me'mun'un halifelik için ayaklandığı ve ömrünün so­nunda ölmüş olduğu Tarsus şehrine götürülüyordu. Bu zat, hapse­diliyor ve hapishanede ona durmadan dayak atılıyordu. Fakat, da­yak atan ve attıranlar, ona söyletmek istediklerini ve onun, söylen­mesine dince müsaade edilmediğine inandığı şeyi söyletmekten âciz kalmışlardı. Hem onlar, hem de o zat bu hal üzere, 18 ay devam et­mişlerdi. Bu süre içerisindeki işkence ve baskılarına rağmen O, bun­ların arzularını yerine getirmemiştir. Sonunda onlar ümitsizliğe düş­müş, O ise boyun eğmemiştir. Nihayet onu yaralar içersinde serbest bırakmışlardır. O, bu yaralardan şifâ bulup ıstırapları dinince der­sine tekrar dönmüştür. Fakat onlar, bundan sonra, bu zatı yine hap­sederek, Allah'ın yardımı erişinceye kadar dersinden alıkoymuşlar­dır. İşte bu zat, Dâru's-Selâm (Bağdad)'ın İmamı, çağındaki fakîh ve muhaddislerin üstadı İmam Ahmed b. Hanbel'dir.[2]

 

Doğumu Ve Gençliği
 

Ahmed b. Hanbel, 164 H. yılı Rabîulevvel ayında Bağdad'ta doğ­muştur. Burası onun yaşadığı, ders verdiği ve şöhretinin yayıldığı yerdir. Annesi onu, babasının ikâmet ettiği Merv şehrinden hâmile olarak getirmiştir. O, hem ana hem de baba tarafından soyca Araptır. Çünkü, ana ve babası Şeyban kabîlesindendir. Bu kabile de, Ad­nan kabilesinin bir kolu olan Rabî'a kabilesinden ayrılma olup Nizar kabilesinde Peygamber (S.A.)'in soyuna karışır.

Hanbel, babasının adı değildir, dedesinin adıdır, Babası Muham med b. Hanbel b. Hilâl'dir. Bu aile, önceleri Horasan'da oturmakta idi. Ahmed b. Hanbel'in dedesi Horasan bölgesinde bulunan Serahs Vilâyetinin Valisi idi. Babası da, müslüman kumandanlarından ve­ya kumandanlık rütbesine yakın bir rütbeye sahip bir askerdi.

Bu aile, Ahmed'in doğumuna yakın bir sırada Bağdad'a gelmiş olup Abbasî halîfeleriyle münasebetlerini devam ettirmiştir. Zira Ahmed'in amcası, aynı vazifeyi üzerine almıştır. Çünkü. Ahmed'in babası Muhammed, Bağdad'a gelişinden kısa bir zaman sonra öl­müştür.

Ahmed b. Hanbel'in ailesi himmet sahibi ve cömert idi. Dedesi Emevîlerin valisi idi. Daha sonra Abbasî hareketinin haklı olduğu­nu ve Emevî idaresinin çöktüğünü görünce vazifesinden ayrıldı. Abbas oğullarının dâvetçileriyle temas kurduğu için işkenceye uğradı. Babası da, cömert ve âlicenap bir insandı. Horasan'daki evi Arap misafirlere açıktı. Onun evine inerler, ikram ve hürmet görürlerdi.

Fakat küçük Ahmed, babasını kaybettiği için bu cömertliğin nu­runu görmemişti. Esasen O, babasını bile görmediğini söyler. Çün­kü babası öldüğü zaman kendisi, gördüğünü tanıyacak bir çağa ulaş­mamıştı. Tarihçilerin anlattığına göre babası, 30 yaşında çok genç iken ölmüştü.

Ahmed'in terbiye ve yetişmesini annesi üzerine almış ve buna amcası da nezaret etmiştir. Çocuk sayılacak bir yaşta annesi, onu ilim tahsiline başlatmıştır. Durum ve çevre de buna müsait idi. Zi­ra ailesi, devamlı olarak İslâm ilimlerinin merkezi olan Bağdad'ta oturuyordu. Bu sırada Bağdad'ta ilim ve sanat bütün çeşitleriyle ürünlerini vermeye başlamıştı. Burada muhaddisler, kıraat bilginleri, mutasavvıflar, dil âlimleri ve filozoflar bulunuyordu. Böylece Bağdad, İslâm âleminin medeniyet merkezi olmuştur.

Ahmed, çocukluğundan itibaren İslâm ilimlerini öğrenmeye baş­lamıştı. O, önce Kur'an'ı hıfzetmiş, daha sonra Arapça, Hadîs, Sahâbî ve Tabiîlerin rivayetlerini, Peygamber (S.A.)'in sîretini, onun seçkin sahâbîleriyle güzelce onların yolundan gidenlerin (tabiîlerin) hayatlarını öğrenmeye koyulmuştu.

Çocukluk ve gençlik çağından beri onda asalet ve takva ema­releri gözüküyordu. Onu, âlimler arasında muttaki bir âlim, genç­ler arasında da müttakî bir genç olarak görüyorUz. Daha sonra onu, inancı uğruna en büyük imtihanlara katlanan, azim sahibi muttaki insnlardan başkasının dayanamıyacağı işkencelere fütursUzca gö­ğüs geren ortayaşlı bir insan olarak görüyoruz.

Akranı olan çocuklar oyun oynarken Ahmed b. Hanbel, ciddî işlerle uğraşıyordu. Yetimlik ona ciddiyet, dayanıklılık ve çalışma aşkı vermiştir. Aslında bütün babalar, bunları arzu eder ve çocukla­rının Ahmed gibi olmasını isterdi. Rivayet edildiğine göre bir çocuk babası şöyle demiştir: «Ben çocuklarım için bol bol masraf ediyo­rum. Onları, yetişsin diye hususi hocalara (müeddiblere) götürüyo­rum. Fakat umduğum şekilde yetişmiyorlar. Yetim bir çocuk olan Ahmed b. Hanbel'e bakınız! Onun edep ve güzel gidişatı herkesi hay­ran ediyor.»[3]

 

Tahsilî
 

Ahmed b. Hanbel, büyük adam olma sırrına sahip bir yaradı­lışta idi. O, biraz büyüyünce ailesinin teşvikiyle ilim tahsiline yö­nelmiş ve kısa bir zaman sonra, kendisinin takva üzere yetişme tar­zına uygun olan bir ilmi seçmiştir. Ne felsefeyi, ne de matematiği tercih etmiştir. O, sadece din ilmini" seçmiş ve bu arada kendisini, memleket memleket dolaşmayı gerektiren hadîs ilmine vermiştir. Hadis ilmi de onu fıkha götürmüş, böylece onda hem fıkıh, hem de hadîs ilmi birleşmiştir. Bâzı âlimler hadîs veya fıkıhtan birini ter­cih ettiği halde, Ahmed b. Hanbel, bunların her ikisini de aynı oran­da kendisinde toplamıştır.

Ahmed b. Hanbel, emsali arasında takva, ciddiyet, sabır, meta­net ve tahammülü ile meşhur olmuştur. Belki bu, onun çocukluğun­da nöfsine fazla itimadından ve küçük yaştan beri ruhî istiklâlini hissedişinden ileri geliyordu. Ahmed b. Hanbel'in bu hali, çocukken temas ettiği âlimlerin"de dikkatini çekmiştir. Hattâ el-Haysem b. Ce­mil, onun hakkında şöyle söylemiştir: «Bu çocuk yaşarsa, zamanın-dakilerin hücceti olacaktır.»

Ahmed b. Hanbel, biraz önce söylediğimiz gibi hadîs rivayet ve tedvini ile uğraşan, hadîs ilmini kendisinden sonrakilere devreden bir muhaddis olmak istemiştir. Hadis ilmini tercih edişi rasgele de-ğldir. Önce O, rivayetle dirayeti birleştiren fıkıh tahsiline başlamış, Ebu Hanife'nin talebesi ve o çağın en büyük kadısı Ebu Yusuf'tan ders almıştır. Fakat, onun hadîs ilmine meyletmiş, fıkhına fazla il­gi duymamıştır. Bu itibarla O, «îlk hadîs yazdığım şahıs Ebu Yu­suf'tur.» demiştir. Yani Ahmed b. Hanbel, Ebu Yusuf'tan hadîs tah­sil ettiği gibi fıkıh zevkini de ondan tatmıştır.

Bu rivayeti, yani Ahmed b. Hanbel'in Ebu Yusuf'tan tahsil gö­rüşünü anlatan rivayeti gözönüne alırsak, onun önce re'y'e dayanan fıkıhtan işe başladığı sonucuna varırız., Re'y'e dayanan fıkıh, o çağda Irak'ta hâkim olan ve Ebu Yusuf'un temsil ettiği fıkıhtır. Ahmed b. Hanbel, hadis çalışmalarını fıkıh çalışmalarıyla birleştirdikten sonra kıyasa bağlı olan fıkıh istinbatını hadîs'e dayandırmıştır. O, hükmü hadisten istinbat eder, bu hükme göre yeni birtakım hüküm­ler çıkarır, kıyaslarda bulunur ve fer'î fıkıh mes'elelerini • ortaya kordu.

Ahmed b. Hanbel, önce hadis tahsil edip fıkıh tahsilini sonraya bıraktı. Hadis bilginleri, bütün tslâm memleketlerine dağılmıştı. Bağdad'ta, Kûfe'de, Basra'da, Mısır'da, Hicaz'da ve Yemen'de muhaddisler vardı. İşte bütün İslâm ülkelerinde böyle muhaddisler bu­lunuyordu. Hadîs tahsil eden bir kimse, elbette bu ülkelere gidecek ve adım adım buraları dolaşacaktı.[4]

 

Hadîs Tahsili İçin Yapmış Olduğu Seyahatler
 

Ahmed b. Hanbel, 179 H. yılında, yâni onbeş yaşında iken hadis tahsiline başladı. 186 H, yılına kadar, yâni yedi yıl Bağdad'ta hadîs tahsiline devam etti. İlk olarak 186 H. yılında Basra'ya gitmek su­retiyle seyahatlerine başlamış oldu.[5] Ertesi yıl Hicaz'a gitti. Daha sonra bunları Basra, Küfe, Hicaz ve Yemen seyahatleri takip etti.

Ahmed b. Hanbel'in seyahatleri, hayatta bulunan râvilerden şi­fahî olarak hadîs tahsîl etmek maksadını güdüyordu. O, hadis nak­letmek için kitaplarla yetinmiyordu. Bizzat râvîlerle görüşmek su­retiyle rivayet işini daha sağlam tutmak istiyordu.

Söylendiğine göre O, Basra ve Hicaz'a beşer defa seyahat etmiş­tir. Biraz önce işaret ettiğimiz gibi Hicaz'a ilk defa 187 H. yılında git­miş ve orada İmam Şafiî ile ilk olarak görüşmüştür. Şafiî ile Mek­ke'de Mescid-i Harâm'da karşılaşmıştır. Bundan sonra onunla tekrar karşılaşması, Bağdad'ta olmuştur. İbni Kesîr, Ahmed b. Hanbel'in hac seyahatlerini anlatırken şu tafsilâtı verir:

«Ahmed b. Hanbel'in ilk hac seferi, 187 H. yılında olmuştur. Bun­dan sonraki hac seferleri 191, 196 H. yıllarında olmuştur. Bu son se­ferinde 197 H. yılına kadar mücavir kalmış ve 198 H. yılı haccmı ifâ etmiş ve yine 199 H. yılma kadar mücavir kalmıştır. İmam Ahmed h. Hanbel şöyle der: Beş defa .hacca gittim, bunun üçünde yaya idim. Bu hac seferlerimin birinde otUz dirhem harcadım. Bir defasın­da yürürken yolumu kaybettim ve: Ey Allah'ın kulları, bana yolu gösteriniz', diye feryada başladım; sonunda yolu bulabildim.»[6]

Bundan anlıyorUz ki Âhmed b. Hanbel, hacca çok gitmiştir. Fa­kat onun bu seyahatleri sadece hac için değildi. Diğer bir maksadı daha vardı ki, bu da Peygamber (S.A.V.) "in hadislerini rivayet et­mekti.

Ahmed b. Hanbel, hadîs tahsili uğruna her türlü zorluğa katla­narak, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, hadîs râvüerinin yanları­na kadar giderdi. O, bu yolda meşakket çekmeyi, muradına kolay­ca ermeye tercih ederdi. Çünkü kolayca elde edilen şeyler çabucak unutulmakta, güçlükle elde edilen şeyler ise unutulmamaktadır. Ah­med b. Hanbel, hac farizasını yerine getirdikten ve Beytullah'a mü-câzir olarak (Mekke'de) kaldıktan sonra Yemen'in San'â şehrinde bulunan meşhur muhaddis Abdurrazzâk b. Hemmam (öl. 211 H.)'a gidip hadîs öğrenmek istiyordu. Bu işi, adı geçen muhaddisle hac mevsiminde görüştükten sonra gerçekleştirdi. Ondan hac mevsimin­de hadîs öğrenmesi mümkündü. Fakat O, hac mevsiminde Mekke ve Medine muhaddislerinden hadîs tahsilini tercih etmiş, Abdurrazzâk b. Hemmam'dan bundan sonra faydalanmayı kararlaştırmıştır. Mak­sadı, San'â'ya kadar zahmet çekip gitmek suretiyle sevap kazan­maktı.

O, bilfiil San'â'ya gitmek üzere yola çıktı. Bu uğurda açlık sı­kıntısına düştü ve türlü güçlüklerle karşılaştı. Çünkü, yolda nafa­kası bitmişti. San'â'ya varıncaya kadar nakliyecilerin yanında ham-mallık yapmak zorunda kaldı. Yol arkadaşları ona yardım ellerini Uzatmaya teşebbüs etmişlerse de O, Allah'ın, kendisine bedenî ola­rak çalışmak suretiyle nafakasını kazanacak kuvveti ihsan etmiş ol-duuğnu ileri sürerek, bu yardımı kabul etmemiştir.

San'â'ya ulaşınca Abdurrazzâk'la görüştü. O da, kendisine yar­dım etmek teşebbüsünde bulundu ve: Ey Abdullah'ın babası, şunu al faydalan, çünkü bizim memleketimiz ticaret ve kazanç için elve­rişli değildir, dedi ve eline birkaç dinar Uzattı. Ahmed b. Hanbel de: Benim durumum iyidir, dedi. Bu meşakkatlere tam iki sene katlan­dı. Çünkü burada, "ez-Zührî ve Îbnu'l-Müseyyib yoluyla daha önce bilmediği birçok hadisleri işitip öğreniyordu.[7]

 

Hokka Ve Kalem İle Mezara...
 

Ahmed b. Hanbel, birçok meşakkatlere aldırmadan tahsili için İslâm memleketlerinde dolaşıyor ve kitap çantalannı sırtında taşı­yordu. Bir seferinde kendisini tanıyan biri onu görmüş ve hadis ri­vayetini, hadis hıfzını ve kitaplarını çok bulmuş, bu kadar hadîs yazıp hıfz ve rivayet etmesine itirazda bulunarak: «Bir Kûfe'ye, bir Basra'ya!.. Ne zamana kadar böyle devam edeceksin?» demiştir. Ahmed b. Hanbel de; «Hokka ve kalem ile mezara kadar...» diye cevap vermiştir.

İmam Ahmed, hafızasının kuvvetli oluşuna ilâveten, işitmiş ol­duğu Peygamber (A.S.)'in bütün hadîslerini yazmaya çok önem ve­rirdi. Çünkü çağı, telif ve tedvin çağı idi. Bu çağda fıkıh ve dil ilim­leri tedvin edilmişti. Hadîs ilimlerinin de tedvini gerekirdi. Gerçi îmam Mâlk «el-Muvatta'» ı, Ebu Yusuf ve Muhammed b. Hasen «el-Âsâr» adlı eserlerini, Şafiî de «el-Müsned»ini tedvin etmişti. Elbette Ah­med b. Hanbel de; işittiği hadîsleri hem hıfzedecek, hem de tedvin edecekti. O, kendisine bir hadîs sorulduğu zaman ezberden rivayet etmezdi. Büyük bir ilim adamı olduğu zaman dahi ancak yazdığı ha­dîsleri rivayet ederdi. Rivayete göre Mervli birisi kendisine bir ha­dîs sormuş; o da, oğlu Abdullah'a bu hadîsi bulmak için Kitabu'l-Fevâid'i getirmesini söylemiştir. Fakat oğlu, bu kitabı bulamamıştır. Bunun üzerine kendisi kalkmış ve kitabı bulup getirmiştir. Birkaç cilt olan bu kitapta sorulan hadîsi araştırmaya [8]başlamıştır.[9]

 

Fıkha Doğru
 

Ahmed b. Hanbel'in topladığı Sünnet, Peygamber (S.A.)'in ha­disleri, sahâbîler ile tabiîlerin fetva ve hükümleri idi. Bu rivayetler sünnet olmakla beraber, aynı zamanda, derin ve ince bir fıkıh idi. Bu itibarla, rivayetle uğraşırken Ahmed b. Hanbel'in, fıkıh, mes'ele ve fetvalardan Uzak kaldığını söyleyemeyiz. Aksine, O, fıkıhla sıkı sıkıya ilgili idi. Hayatının büyük bir kısmını rivayete ayırmışsa da, fıkha karşı ömrü boyunca ilgisiz kalmış değildir.

Onun ilk çalışmaları, Kadı Ebû Yusuf'tan fıkıh tahsiline yönel­mişti. Olgunluk çağma ulaşınca sünnet fıkhına meyletmiştir. Belki de O'nu fıkha doğru çeken bu olmuştur. Bilhassa Mekke'de îmam Şafiî ile karşılaşınca Ahmed b. Hanbel, onun aklî kudretine ve fık-hî istinbat hususunda koymuş olduğu ölçülere hayran kalmıştır. Ya­kut el-Hamevî'nin Mu'cemu'l-Udebâ'smda aynen şöyle denilmekte­dir:

«İshak b. Rahûye (Rahveyh)[10] der ki: Süfyan b. Uyeyne'nin yanında idik. Amr b. Dinar'ın hadîslerini yasıyorduk. 'Ahmea b. Hanbel geldi ve bana: Ey Ebû Yakub, kalk sana benzerini şimdi­ye kadar görmediğin bir zatı göstereyim, dedi. Kalktun, beni zem­zem kuyusundan tarafa götürdü. Orada beyaz elbiseli,, esmer be­nizli, yakışıklı, gayet zekî bir zat vardı. Beni onun yanına oturttu. Sonra bu zâta hitaben: Ey Ebû Abdillah, İşte bu îshak b. aRhûye el-Hanzalî'dir, dedi. O da: Merhaba, diyerek beni selâmladı. Karşı­lıklı müzakerelerde bulunduk. Onda, beni şaşkına çeviren bir ilim gördüm. Meclisimiz Uzayınca Ahmed b. Hanbel'e: Kalk, o söyledi­ğin zâta gidelim, dedim. Ahmed de; İşte: O zat budur, dedi. Ben de: Subhânellah! «ez-Zührî bize şöyle... rivayet etti» diye anlatan bir zatın yanından kalktım ve zannettim ki sen, beni, ez-Zûhrî gibi ve­ya ona yakın bir zâtın yanma götüreceksin. Halbuki sen, beni bu delikanlının yanına getirdin, dedim. Bunun üzerine Ahmed b. Han­bel, bana. Ey Yakub'un babası, bu delikanlıdan (yani Şafiî'den) feyz al. Çünkü ben, bunun benzerini asla görmedim, dedi.»

Burada belirtmeliyiz ki, Ahmed b. Hanbel tahsile başladığı za­man fıkıh ve istinbat ilmini rivayet ilmi ile birlikte tahsil ediyordu. Yukarıda söylediğimiz gibi, tahisle Ebu Yusuf'un yanında başlamış­tı. Daha sonra Şafiî ve diğerlerinden tahsil gördü. Şafiî ile 1.98 H. yılında Bağdad'ta tekrar görüşmüştü. Şafiî, ondan, kendisinin orta­ya koyduğu mes'elelere muhalif olarak tesbit ettiği her hadîsi ken­disine hatırlatmasını rica etmiştir. Şafiî, Mısır'a gittiği zaman, Ah­med b. Hanbel de onun yanına gitmek niyetinde idi. Fakat bunu ger­çekleştirememiştir.

îşte böylece Ahmed b. Hanbel'de hadîs, sünnet ve rivayet fıkıh­la birleşmiş oldu. îster önce fıkıh tahsiline başlasın, isterse hadîs ve sünnetten sonra fıkha dönmüş olsun, gerçek odur ki, Ahmed b. Hanbel tam manasıyla fıkha yönelmiştir. Bu konuda bşnim görü­şüm şudur: Ahmed b. Hanbel, hadîslerin ihtiva ettiği fıkhı inceler­ken bu derin tetkikleri sayesinde fıkha yönelmiştir. O, sahâbîlerin fıkhını öğrenmek istiyordu. «el-Müsned» adlı kitabında her sahâbî için müstakil bir sened tahsis etmiştir. Ali b. Ebî Tâlib, Zeyd b. Sa­bit, Resûlüllah'ın Halîfesi Ebu Bekr, Müzminlerin Emîri Ömer b. el-Hattab —Radiyallâhu anhum— gibi fetva vermekle meşhur olan müctehid sahâbîler için ayrı ayrı tahsis ettiği senedlerle bu sahâbî­lerin fıkhını incelemeye ve bunların fıkhının gaye ve maksatlarını anlamaya önem vermiştir. Bunlar ve Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr b. el-Âs gibi diğer sahâbilerin fıkhını tetkik etmek, şuurlu bir râvinin aklını keskinleş-tirir; zihnini açar ve ona derin fıkhî bir meleke kazandırır. îmam

Şafiî'nin istinbat ilmi için koymuş olduğu esasları Ahmed b. Hanbel'in öğrenmiş olduğu bunlara ilâve edilecek olursa, şüphesiz onun sünnet fıkhını tam olarak bilen bir fakîh olduğu ve görüşlerinde şe­riatın doğru yolundan ayrılmasının imkânsızlığı kendiliğinden an­laşılır.

Bundan sonra Ahmed b. Hanbel, sahâbîlerin fıkhını incelemek­le yetinmemiş, tabiîlerin fıkhını öğrenmiş ve fetvalarını toplamıştır. Tabiîler arasında re'y tarafı galip olanlar bulunduğu gibi, bir hadîs bulamayınca fikir beyan etmekten çekmen kimseler de vardı. Ah­med b. Hanbel, tabiîlerin fıkhında öyle fıkhı bir miras bulmuştur ki, kendisi de Kitab ve .Sünnet'te bir nass, yahut da sahâbî veya tabiî­nin herhangi bir fetvasını bulamadığı zaman bu mirasa uymuş, onların metoduna ve sahâbîlerden intikal eden metodlara göre hüküm çıkarmıştır.[11]

 

Ahmed B. Hanbel Farsça Bîlir Miydi?
 

Ahmed b. Hanbel'in ailesi Merv'den gelirken annesi ona hâmi­le idi. Annesi onu Bağdad'ta dünyaya getirmiştir. Ailesinin Uzun za­man Horasan'da oturduğu anlaşılıyor. Amcasının işinin de Hora­san'la ilgili oluşu, bu ailenin farsça bildiğini göstermektedir. Buna göre Ahmed b. Hanbel'in de farsça bildiği ve bu dili konuştuğu an­laşılmaktadır. Bu hususu Zehebî, Târih'inde anlatmaktadır. Rivaye­te göre Ahmed b. Hanbel'in teyzesinin oğlu Horasan'dan gelmiş ve onun yanma müsafir olmuştur. Ahmed b. Hanbel ona yemek getir­miş, Horasan ve oranın halkıyla ilgili şeyler sormuştur. Müsafiri, kendisinin dilini anlanıaymca, Ahmed b. Hanbel onunla farsça ko­nuşmuştur.

Zehebi, bu olayı Ahmed b. Hanbel'in torunu Züheyr'den rivayet etmiş ve Züheyr'in bu olaya şahit olduğunu söylemiştir. Bu durum­da bize düşen, bu haberi kabul etmektir. Çünkü, onu rivayet eden güvenilir bir kimse olup İmam Ahmed b. Hanbel'in ailesiyle yakın­lığı bulunan bir şahıstır. Ayrıca bu haberi reddedecek elimizde her­hangi bir delil de yoktur. Güvenilir bir kimsenin rivayet ettiği bir haber, ancak, rivayet bakımından daha kuvvetli veya daha sağlam bir delille reddedilir.[12]

 

Ahmed B. Hanbel'in Hadîs Rîvayetîne Ve Fetva Vermeye Başlayışı
 

Ahmed b. Hanbel, hadîsi, bütün muhaddislerden tahsil etmiş; Bağdad, Basra, Küfe, Mekke ve Medine ile yetinmemiş, Yemen'e da­hi gitmiştir. Hattâ üstadı Şafiî'nin ardından Mısır.a da gitmeye ni­yetlenmiştir. Hadis ilmine sahip olan kimi işitmişse, gidip ondan ha­dîs rivayet etmiştir.

O, yalnız rvayet ilmiyle iktifa etmemiştir. Rivayet ilmi, onu de­rin bir fıkha ulaştırmıştır. Esasen ilk tahsil çağında fıkha karşı bir Cinsiyet kazanmış, din ile ilgili olan çeşitli ilimleri öğrenmiş ve bun­ların bâzısında oldukça derinleşmiştir. Bilhassa Kitab ve Sünnetle ilgili rivayet ve fıkıh üzerinde ihtisas sahibi olmuştur.

Böyle bir ilim adamının artık aldıklarım verme, yazdıklarını başkalarına yazdırma ve öğretme zamanı gelmişti. Fakat O, hadîs rivayetine ve fetva vermeye ancak kırk yadına ulaştıktan sonra baş­lamıştır. Acaba O, bu durumda Uz. Peygamber'e mi uyuyordu? Çün­kü Peygamber (S.A.V.), ancak kırk yaşından sonra Peygamber ola­rak vazifelendirilmişti. Gerçekten insan kırk yaşma ulaştığı zaman, tam olgunluk çağma gelmiş olur, nefsî arzular bu çağda azalır, akıl ve irade yükselir. Ebu Hanîfe de, fetva vermeye ancak kırk yaşında başlamıştır.

Ahmed b. Hanbel, bizi yukarıdaki soruya cevap aramaktan kur­tarmıştır. Çünkü bu soru, kendisine de sorulmuş, o da; «Hocaları hayatta iken hadîs rivayet etmediğini» söylemiştir. Bir çağdaşı, ken­disine, Abdurrazzâk'tan rivayet ettiği hadîsleri yazdırmasını söyle­diğini, Ahmed b. Hanbel'in de, Abdurrazzâk sağ olduğu için bundan kaçındığını anlatır. Bu ifadelerde Ahmed b. Hanbel'in, niçin 204 H. yılından sonra hadîs rivayetine ve fetva vermeye başlamış olduğu­nu gösteren açık bir delil mevcuttur. Çünkü bu tarihte, İmam Şafiî Mısır'da ölmüştü. Böyle bir izahı, tarihî olaylar da desteklemekte­dir.

Burada söylemeliyiz ki Ahmed b. Hanbel, hadîs rivayetine ve fetvâ vermeye başladıktan sonra, hadîs ve fetva konusunda başvurulan bir kaynak olmuştur. Bu demek değildir ki, kendisine daha önce sünnetle ilgili bir soru sorulduğu zaman O cevap vermezdi. Zira, ilmi ketmetmek caiz değildir. Din; irşâd etmeyi, başkalarının bilme­diklerini öğretmeyi ve Peygamber'in hadislerini yaymayı emreder. Ahmed b. Hanbel'in 198 H. yılında 34 yaşında iken Mescid-i Hayfda[13] kendisine sorulan bir meseleye fetva verdiği rivayet edilmiş­tir.

Buna göre Ahmed b. Hanbel'in, kırk yaşına varmadan önce de, mecbur olduğu zaman fetva verdiğini söyleyebiliriz. Çünkü zaru­ret, onu bazan bu işe zorluyordu. Ancak kendisine ilim tahsili için gelen talebelerine ders vermeye kırk yaşına değdikten sonra başla­mış ve Peygamber'in Sünnetine uyarak kırk yaşından sonra irşâd ve fetva verme işini üzerine almayı bir vazife bilerek, mevcut boş­luğu doldurmaya karar vermiştir.

Ahmed b. Hanbel'in iffet, nezahet ve takvası, insanlar arasında yayılmıştı. Herkes ona fıkıh -ve hadîs rivayeti için başvuruyordu. O da, bunlara mescidde cevap vermek zorunda kaldı. Şöhreti de, bu­nun üzerine gittikçe artmaya başladı. Bundan sonra Ahmed b. Hanbel, ileride açıklayacağımız ve onun nefsini olgunlaştıran sabır ve metanetinin derecesini gösteren mihnetlere uğramıştır. Fakat, bu mihnetler onu daha çok yükseltmiş, Allah ve insanlar katında de­ğerini daha çok artırmış ve halka onu daha iyi tanıtmış, halk da onun adını dört yana yaymıştır. O, Allah yolunda insanlara karşı tevazu' gösterdikçe yüceliyordu.

Adının ilim, zühd ve takva ile birlikte yayılışı, dersinde izdiha­ma sebep oldu. Bâzılarının rivayetine göre, onun dersini dinleyen-' lerin sayısı beşbin civarında idi. Bunlardan beşyüz kadarı dinledik­lerini yazıyorlardı. Biz, bu kadar talebenin onun dersinde hazır bu­lunduğunu teslim edemeyiz. Fakat, buna yakın bir miktarda oldu­ğunu söyleyebiliriz. Yahut, talebelerinin sayısı çok kabarıktı, diye­biliriz. Çünkü «Bin» kelimesi şüphesiz «pekçok» mânâsına da kullanılır. Ahmed b. Hanbel'in derslerini dinleyenlerin sayısı zikredilen sayının yansına, hattâ beştebirine dahi indirilse, yine de azımsanamaz ve onun Bağdad'taki mevkiini ve İslâm ülkelerinden kendisine tahsil için gelenlerin çokluğunu gösterir.

Ahmed b. Hanbel'den ders alanların ve işittiklerini yazanların çokluğu, ondan hadîs ve sünnet rivayet edenlerle onun fıkhını nak­ledenlerin çokluğunu gösterir.

Burada söylememiz gerekir ki, Ahmed b. Hanbel, faziletli mut­taki; zühd, sabır ve metanet sahibi idi. Yukarıda dediğimiz gibi, in­sanlar, O'nu, bu meziyetlerinden dolayı dinlemek istiyorlardı. Şüp­hesiz onu dinlemek için gelenlerin hepsi ilim tahsil eden talebe de­ğildi. Bir kısmı, Ahmed b. Hanbel'in meclisine, onu sevdikleri ve say­dıkları için geliyorlardı. Bir kısmı da, onun yaşayışına göre yaşa­mak, onu tanımak, ahlâk, edep ve irşadından faydalanmak için ge­liyorlardı. Îbnul-Cevzî'nin Menakıbu'1-İmam Ahmed b. Hanbel ad­lı eserinde onun bir çağdaşından şöyle rivayet edilir: «Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel)'e oniki.sene gelip gittim, o çocuklarına el-Müsned'i okuturdu. Ondan bir tek hadîs yazmadım, ancak ona ah­lâk ve irşadı için gelirdim.»

Öyle anlaşılıyor ki, onun iki türlü meclisi (ders halkası) vardı:

1 — Çocuklarıyla özel talebelerine hadîs anlatmak için evinde­ki meclisi.

2 — Hem talebelerinin, hem de halktan istiyenlerin hazır bu­lunduğu mescid'deki meclisi. Ahmed b. Hanbel'den hadîs yazan ta­lebelerinin sayısı, mescid'de dersini dinliyenlerin ondabiri kadardı.

Zehebî, Ahmed b. Hanbeî'in mescid'deki derslerinin ikindiden sonra olduğunu söyler. Ebu Hanîfe'nin Küfe mescidindeki dersi de böyle idi. Çünkü ikindiden sonraki vakit, insanın dinlenmiş olduğu, ruhun safa bulduğu ve hayat meşgalelerinden kurtulduğu bir vakit­tir. Hadîs ve fetva bu vakitte anlatılırken, ruhlar dinlenmiş ve öğ­renmeye hazırlanmış bir vaziyettedir. Yorgun ve bıkkın değildir. însanlar ruhî bakımdan hazır bulundukları zaman, dersin tesiri daha büyük ve daha derin olur.

Ahmed b. Hanbel'in derslerinde, dinleyicilerin ruhunda güzel bir tesir bırakan şu üç husus dikkati çekiyordu:

1 — Onun meclisine vakar, ciddiyet, tevazu ve ruhî hUzur hâ­kim idi. Kendisi şaka ve alay eüneyi sevmezdi. Çünkü ciddî olmak gereken bir yerde şaka etmek, akıl kıtlığından ileri gelir. Böyle bir durumda alay etmek, saçmalıktır. Dersinde hazır bulunanlar bu du­rumu gözönünde tutarlar ve onun meclisinde, ders vermiyor olsa dahi, şakalaşmazlardı. Ebu Nuaym, Halef b. Sâlim'den şöyle rivayet etmiştir: «Biz, Yezid b. Harun'un meclisinde idik, Yezid şaka yap­tığı için Ahmed b. Hanbel kalkıp gitti. Yezid bunun üzerine eliyle

alnına vurdu ve Ahmed'in burada olduğunu bana bildirseniz ya! Tâ ki şaka yapmıyayım, dedi.»[14]

2 — Ahmed b. Hanbel, dersinde ancak hadîsleri rivayet etme­si istendiği zaman anlatırdı. Böylece hadîs rivayetine rağbet artı­yordu. O, bir hadis rivayet edeceği zaman kendi yazdığı kitaplardan rivayet ederdi. Râvîlerden almış olduğu hadîsleri anlatırken yanhş olur korkusuyla hafızasına asla itimad etmezdi. Peygamber'in söy­lemediği şeyi rivayet etmemek için mecbur kalmadıkça ve hadîsin metninden emin olmadıkça ezberden hadîs rivayet etmezdi. Öyle ki talebeleri, kitab'a başvurmaksızın okuttuğu hadîsleri saymışlar ve bunların yüz adedi aşmadığını görmüşlerdir.

Zehebi'nin Tarih'inde, Ahmed b. Hanbel'in talebesi Mervezî'den şöyle rivayet edilir: «Herhangi bir mecliste hiçbir fakir görmedim ki o, Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel)'in meclisindeki gibi kıymetli olsun. Ahmed b. Hanbel, tamamen fakirlerle ilgilenirdi- Dünya ehli ile ilgilenmezdi. Aceleci değildi. Çok mütevazı idi. Vakar ve ciddi­yet sahibi idi. İkindiden sonra dersine oturur ve kendisine birşey so­rulmadıkça konuşmazdı.»[15]

3 — Ahmed b. .Hanbel, ancak hadîslerin yazılmasına müsaade ederdi. Hattâ hadîs rivayet ve nakli için îslâm memleketlerinde do­laşırken kendi nefsini mecbur ettiği gibi, hadîsleri yazmaya talebe­lerini de mecbur ederdi.

Verdiği fetvalara gelince, bunların yazılıp nakledilmesini men­ederdi. Ona göre yazılmayı icabeden din ilmi, ancak Kitab ve Sün­nettir. Bundan başkası yazılmaz. İşte fetvalarının yazılmasını bu se­beple menederdi. Birisi kendisine, Irak fakîhlerinden re'y taraftar­larının kitapları yazılabilir mi? diye sordu. Ahmed b. Hanbel, hayzr, dedi. Soran kimse; İbnu'l-Mübârek onları yazmıştır, deyince, Ahmed b. HanbeŞ; «Îbnu'l-Mübârek gökten inmedi, biz ilmi yukardan almak­la emrolunduk.» dedi. Hattâ O, muhaddisleri Şafiî'nin kitaplarını yazmaktan bile menederdi. Halbuki O, îmam Şafiî'ye hocası naza­rıyla bakar ve gönlünde ona büyük bir yer verirdi. Ahmed b. Han-bel'e göre Kitab ve Sünnetten başka din ilmi konusunda yazılarak gelecek nesillere nakledilmeye lâyık bir şey yoktur. Çünkü, ilim adamlarının sözleri zamanlarına ait olup çağlarına mahsus olan müşkillerin hallinden ibarettir. Bunların gelecek nesillere intikalinde bir faide yoktur. Yazılması da önemli değildir. İnsanlara İntikali gereken şey, Kur'ân ilmiyle Peygamber, Sahâbiler ve Tabiîlerin il­midir. Yalnız bu ilimlerin saf bir şekilde intikali gerekir. Âlimleri ve kişileri isimlerine göre taklit etmek gerekmez.

Fakat, bu konuda çok ileri gitmiş olan Ahmed b. Hanbel'i Al­lah, istemediği bir şeye mâruz bırakmıştır. Yâni talebeleri, kendi­sinden kocaman ciltler halinde kitaplar rivayet etmişlerdir.

Ahmed b. Hanbel, kendisinden öncekilerin meşgul olmadığı bir şeyle uğraşmamıştır. Kendisinden öncekiler Kitab ve Sünnet ilmi ile, fetva ile, Kitab ve Sünnet'ten faydalanarak müslümanlara dinî meselelerini öğretmekle uğraşmışlardır. Akidenin de kaynağı sade­ce Kitab ve Sünnettir. Dolayısıyla Kitab ve Sünnet'tn bildirmiş ol­duğu şeyler, inanılması gereken akideyi teşkil eder. Akîde veya di­ğer İslâmî ilimlerin delil ve kaynağı, Allah'ın Kelâmı ile Resûlullâh'ın Sünnetidir. Sırf akıl yoluyla akideden bahsedilemez; elbette akî­de nakil ile izah edilir ve bu konuda naklin dışına çıkılamaz. Ahmed b. Hanbel devrinde akaid konusunda çok söz ediliyordu. Fakat, Ki­tab ve Sünnetin metoduna uyulmuyordu. Akîde ile ilgili cebr ve ih­tiyar (irade) konusunda münakaşalara girişiliyordu. Allah'ın Kur'-ân'da zikredilen isimleri, Allah'ın sıfatları olup, zâtından ayrı mıdır, yoksa zâtının aynı mıdır? Allah'ın kelâm sıfatı var mıdır. Kur'ân ka­dîm mi, yoksa mahlûk mudur? İşte kelâmcı (mütekellim) denilen âlimler bu gibi meseleler üzerinde tartışıyorlardı.

Ahmed b. Hanbel, bunların yaptığını yapmadı; derslerinde asla bunların sözlerinden bahsetmedi. Esasen O, bunları sapıklardan sa­yardı. Bir kimse kendisine mektup yazarak, kelâmcüarla münazara hakkında sormuş, O da şu cevabı vermiştir:

«Allah, senin sonunu iyi eylesin. Bizim, işittiğimiz ve ulaştığı­mız kimselerden gördüğümüze göre onlar kelâm konusundan hoş­lanmıyordu, sapıklarla düşüp kalkmıyorlardı. Mesele, önünde so­nunda Allah'ın Kitabına teslim olmak ve bundan öte gitmemektir. İnsanlar, kitap yazmaktan ve bidatçılarla düşüp kalkmaktan hoş­lanmamaktadırlar. Böylece onlar, bid'atçüann din konusunda insa­nın içerisine soktuğu şüpheleri reddediyorlardı.»[16]

İşte Ahmed b. Hanbel'in tuttuğu yol, böyle bir yol idi. Elbette onun bu tutumunu devrin Abbasî Hükümeti teşvik etmiyordu. Bu çağ da Abbasî Hükümetinin başında Abdullah el-Me'mun b. Harun el-Reşîd bulunuyordu. Bu Halîfe, kendisini mu'tezilî âlinılerden sa­yıyordu. O Mu'tezile mezhebini desteklemek için münazaralar düzenliyor ve Kur’an’ın mahluk olup olmadığına dair mühaddislerden bir kımına bu görüşü kabul ettirmek için zor kullanmaya başlamıştı.Dâru-s-Selam (Bağda)ın İmamı Ahmed b. Hanbel de, işte bu yüzden işkenceye uğramıştır.[17]

 

Mihneti, Mihnetinin Sebep Ve Devreleri
 

Kur'ân-ı Kerîmin mahlûk (yaratılmış) olup olmadığı üzerinde birçok söz söylenmiştir. Bu meselenin ortaya atılışında Emevî hane­danının maiyetinde bulunan hristiyanlarm rolü büyük olmuştur. Bunların başında Yuhannâ ed-Dimaşkî gelir. Bu şahıs, İslâm alemin­deki hıristiyan âlimleri arasında müslümanları dinlerinde şüpheye düşürecek münazara usûllerini yayıyordu. Müslümanlar arasında da Peygamberleri hakkında yalanlar uyduruyordu. Meselâ Peygam­ber (S.A.V.), Zeynep Binti Cahş'a âşık olmuş, diyordu. Keza, Kur'-ân'da bildirildiğine göre, îsâ, Allah'ın oğludur ve Meryem'e ilka' et­tiği kelimesidir, diyordu. Yine O, Müslümanlar arasında Allah'ın ke­limesinin kadîm olduğunu yayıyor ve onlara; Allah'ın kelimesi ka­dim midir, değil midir? diye soruyordu. Müslümanlar: Hayır, diye cevap verirlerse, O'nun kelâmı olan Kur1 ân da mahlûktur demiş oluyorlardı. Allah'ın kelimesi kadîmdir, derlerse, îsâ'nm .da kadim ol­duğunu iddia ediyordu.[18] Bunun üzerine müslümanlardan; Kur'ân mahlûktur, diyerek on­ların hilesini reddetmek isteyenler olmuştur. Meselâ, Ca’d b. Dir­hem[19], Cehm b. Safvân ve Mu'tezililer; Kur'ân mahlûktur, demiş­ler, Halife Me'mun da bu görüşü benimsemiştir.

212 H. yılında adı geçen Halîfe, Kur'ân'm mahlûk olduğu görü­şünü hak nıezheb olarak ilân etmiştir. Bu maksatla münazara mec­lisleri tertiplemiş ve bu konuda kesin delil olarak kabul ettiği şey­leri ortaya atmıştır. Fakat, bu konuda münakaşayı serbest bırakmış ve insanların düşüncelerinde hür olduklarını söylemiştir.

Lâkin 218 H. yılında —kendisi bu yılda ölmüştür— bu fikri in­sanlara zorla kabul ettirmeye karar vermiştir. Gariptir ki, bu işe kendisi Bağdad'ın hâricinde iken başlamıştır. Bu uğurda mücahid olarak ortaya atılmış ve bulunduğu Rakka şehrinde bu maksatla bir kısım mektuplar yazmış ve bu mektupları Bağdad'taki vekili bulu­nan îshak b. İbrahim'e göndererek, halkı, Kur':n'm mahlûk olduğu görüşünü benimsemeye teşvik etmiştir. Bu. mektupları Mu'tezile üs-tadlarından ve fakîhlerle muhaddislerin amansız düşmanı olan Ah-med b. Ebî Düâd (öl. 240 H)'m yazdığı tahmin edilmektedir. Bu maksatla dînî baskı, önce devlet dairelerindeki vazifelerden hiçbiri­ne, bu görüşü kabul etmiyenleri tâyin etmemekle başlamış ve hiçbir meselede bu görüşü benimsemiyenlerin şahitliği kabul edilmemiş­tir. Birinci mektupta şöyle denilmektedir:

«Onlara (kadılara) bildir ki, Emîru'l-Mü'minîn, işinde kimseden yardım istememektedir. Raiyyesinden vazifeye tâyin ettiği kimse­lerden dînî, îmanı ve tevhîd konusundaki ihlâsına güvenilmeyen kimselere, itamat etmemektedir. Eğer onlar, bu görüşü ikrar ederler, Emîru'l-Mâ'minîn'e uyarlar, hidâyet ve kurtuluş yolunda olurlarsa, onlara, insanlar için şahitlik edecek kimselerin Kur'ân hakkındaki düşüncelerini tesbit etmelerini; Kur'ân yaratılmıştır, sonradan mey­dana gelmiştir, diye ikrar edip bu görüşü kabul etmiyenlerin şahit­liğini dinlememelerini emret.»[20]

Bu mektuptan anlıyoruz ki, onun bu görüşünü kabul etmiyenle­rin cezası menfî (olumsUz) bir cezadır, müsbet (olumlu) bir ceza değildir.

Fakat iş, böyle menfî bir vaziyet alışla kalmamış, tersine, bâzı insanları sıkı imtihanlar geçirmeye sebep olacak kadar ileri gitmiştir. Bu insanlara, Kur'ân hakkındaki görüşleri soruluyor, Hâ­lifenin ileri sürdüğü görüşü kabul etmezlerse, elleri kolları bağla­nıp Emîru'l-Mü'minîn'in ordugâhına sevkediliyorlardi. Çünkü o mek­tupta[21] fakih ve muhaddislerin imtihan edilmesi de emrediliyordu. Onlardan bu görüşü kabul etmiyenler, prangaya vurularak Halîfe­nin yanma gönderilecek ve bu görüşü benimseyenler de, fetva ver­meye ve hadîs rivayetine devam edeceklerdi.

Bağdad'ta Halîfenin vekili kendisine verilen emri yerine getir­mek için derhal harekete geçti. Fakih ve muhaddisleri çağırttı. Ara­larında Ahmed b, Hanbel de vardı. Onlara, istenileni yerine getirmezlerse işkence ve ceza göreceklerini ve hiçbir tereddüt gösteril-meksizin Me'mun'un arzusuna göre muhakeme edileceklerini söyle­yerek,'tehditler savurdu. Fakîh ve muhaddisler istenileni yerine ge­tirdiler ve Kur'ân hakkında bu mezhebi benimsediklerini ilân etti­ler. Ancak dört kişinin kalbini Allah bundan korudu. Onlar cesaret ve ısrarla inançlarından fedakârlık etmediler. Bunlar Ahmed b. Han­bel, Muhammed b. Nuh, el-Kavârîrî ve Seccâde'dir.[22] Bunlar yaka­lanıp elleri kelepçelendi, ayaklarına zincir bağlandı. Ertesi gün olun­ca Seccade, Halîfenin vekili îshak'm emrini kabul etti ve bağları çö­zülerek serbest bırakıldı. Diğer üçü inançlarında direndiler. Öbürgün olunca aynı soru tekrar edildi ve cevap istendi. el-Kavâvîrî'nin ta­hammülü bitmişti. İstenilen cevabı verdi ve bağları çözülerek o da serbest bırakıldı. Geriye iki kişi kalmıştı. Allah onlarla beraberdi. Bunlar, zincirlerle bağlı olarak Tarsus'taki el-Me'mûn'unun hUzuru­na gönderildi. Yolda Muhammed b. Nuh şehid oldu. Ahmed b. Han­bel, tek başına inancı uğruna işkence ve zulme göğüs geriyordu. Fa­kat halinden memnundu. Ahmed b. Hanbel yolda iken Me'mun'un ölüm haberi geldi. Fakat Halîfe, dünyadan ayrılırken kendisinden sonrakilere bir vasiyetname bırakmış ve bunda fakihlerle muhaddis-lere, Kur'ân'm mahlûk olduğunu söyleyinceye kadar işkenceye de­vam edilmesini vasiyet etmiştir. Bu vasiyetnamede şunlar yer almış­tır.

«İşte bu, Emîru'l-Mü'minîn Abdullah (el-Me'mun) b. Harun er-Reşîd'in yanında bulunanların hepsini şahit kıldığı şeydir. O, kendisi ve yanmdakilerin hepsi şöyle şahadet etmişlerdir: Allâhu Teâlâ bir­dir, O'nun mülkünde ortağı da yoktur. İşlerini kendisinden başka bir tedbir eden de yoktur. O, Halik (Yaratıcı) dır, O'ndan başka her şey mahlûktur. Kur'ân da, her şey gibi mahlûktur. Hiçbir şey Allah'a ben­zemez.» Bu vasiyetnamede kendisinden sonra Halîfe olan kardeşi el-Mu'tasım'a şöyle hitabetmektedir: «Ey îshak'm babası, bana ya­kın ol, gördüklerinden ibret al, Kur'ân'm yaratılmış olması konusun­da kardeşinin yolundan git.»

İşte bu yüzden Ahmed b. Hanbel ve inançlarından ayrılmayan diğer fakîh ve muhaddislerin uğradığı mihnet Uzayıp gitti. Bu mih­net Me'mun'un 218 H. yılında ölümüyle sona ermedi, daha da yay­gın bir hal aldı ve ıstırap arttı, daha çetin ve daha şiddetli devrele­re girdi. Me.mun'un vasiyetleri arasında, insanların şiddet ve baskıy­la Kur'ân'ın mahlûk oluşunu kabule zorlanmaları ve Ahmed b. Ebi

Düâd'ın[23] (öl. 240 H.) görevinde kalması yer alıyordu. İşte bu be­lânın başı o idi. İşkence etmek için Halîfeyi o kışkırtıyordu. Hattâ Halifenin mektuplarını o kaleme alıyordu. Ölüm hastalığında iken Me'mun'un iradesine hâkim olan o idi. Nihayet Halîfe onun tesiriy­le bu emirleri vermiş ve bu vasiyetlerde bulunmuştur.

Âhmed b. Hanbel, zircirlerle bağlı olarak kendisine getirilirken Me'mun ölmüştü. Ölüm haberi ilân edilince Ahmed b. Hanbel Bağdad'a geri getirildi. Hakkında yeni bir emir çıkıncaya kadar zindan­da kaldı. Sonra Halîfe Mu'tasım (öl. 227 H)'ın hUzuruna çıkarıldı. Ürkütülüp korkutulmak için her türlü yola başvuruldu. Fakat hiç­birisi fayda vermedi. Ahmed b. Hanbel'in hiçbir şeye aldırmadan inancında sebat etmesi üzerine tehditler gerçekleştirildi. Onu nöbet nöbet kırbaçlamaya başladılar. Her defasında bayılmadıkça bırak­mıyorlardı. Öyle ki kılıçla dürtüldüğü zaman bile bir şey hissetmi­yordu. Bu ameliye, fasılalarla tekrarlanıyordu. 28 ay kadar zindan­da bu işkence devam etti. Ümitleri kesilince onu serbest bırakarak evine iade ettiler. Fakat îmanı Ahmed b. Hanbel, zindanda Uzun bir zaman kalışı, çok şiddetli bir şekilde durmadan dövülüşü ve vücu­dundaki yaralar sebebiyle yürüyecek bir halde değildi. Lâkin O, yi­ne de mUzafferdi.

Ahmed b. Hanbel, yaraları iyi olup mescide gelme imkânına ka­vuşuncaya kadar ders ve hadîs okutmaktan mahrum kaldı. İyileşin­ce fetva ve hadîs derslerine başladı. Uğradığı mihnet, insanların onu daha çok takdirine sebep oldu. Onu dinlemek için daha çok rağbet ettiler ve onun derslerine koştular. Mu'tasım'dan sonra el-Vâsık (öl. 232 H.) Halîfe oldu. İşkence vasiyetnamesi yürürlükte idi. Bu se­bepten Âhmed b. Hanbel'e tekrar mihnet çektirmeye başladılar. Fa­kat bu sefer, Ahmed b. Hanbel'in Mu'tasım devrinde olduğu gibi kırbaçla dövülmesi emredilmedi. Çünkü bu, halk nazarında onun mevkiini çok yükseltiyor ve Halîfenin fikrinin yayılmasına engel oluyordu. Fikirler, baskı ve zorla yayılmaz. Üstelik ona yapılan iş­kence, halkın nefretine sebep oluyor ve bu kötülüğün anası olan ı Ahmed b. Ebî Düâd gibi milletin başbelâsmdan intikam almak duy­gusunu şiddetlendiriyordu. Ahmed b. Hanbel'in karşılaştığı yeni mihnet, onu insanlarla düşüp kalkmaktan, hadîs rivayet etmekten ve fetva vermekten alıkoymaktı. el-Vâsık, ona şöyle demiştir:

«Senin yanma hiçbir kimse gelmeyecek ve sen benim bulundu­ğum hiçbir yerde oturmayacaksın!» Bunun üzerine İmam Ahmed b. Hanbel, el-Vâsık ölünceye kadar köşesine gizlenmiştir.[24] el-Müte-vekkil (öl. 247 H.) Halîfe olunca bu mihneti kaldırmış, fakîh ve muhaddislere yakınlık göstermiş, Mu'tezilîleri de saraydan uzaklaştarak ellerindeki imkânları almıştır.

Tarihin hakkını yerine getirmek için söylemeliyiz ki, fitne (mih­net) umumî idi. Ahmed b. Hanbel'e mahsus değildi. Diğer fakîh ve muhaddislere de şâmildi. Bunlar arasında İmam Şafii'nin talebesi el-Buvaytî de vardı. O da bu uğurda zindana atılmıştı.[25]

Rivayete göre ömrünün sonuna doğru el-Vâsık bu İşten usan-mıştır. Çünkü bu iş, onu bazan çok gülünç bir duruma düşürüyor­du. Söylendiğine göre, kendisiyle alay etmek için komik birisi hUzu­runa girmiş ve' Ey Emîru'l-Mü'minin, Kur' ân hususunda Allah senin ecrini artırsın (yâni başın sağolsun), demiş. el-Vâsık da: Vay hali­ne! Kur'ân öldü mü? diye sormuş. O şahıs da: Ey Emiru'l-Mü'minîn, her mahlûk ölür. İnsanlar teravih namazım ne ile kılacaklar? diye cevap vermiş. Bunun üzerine Halîfe gülmüş ve: Allah seni kahret­sin, sus, demiştir.

Demiri, Halîfe eKVâsik'm hayatının sonuna doğru işkenceden vazgeçtiğim teyid sadedinde şöyle rivayet eder: Kur'ân'ın yaratılmış olup olmaması meselesinden işkence gören bir bilgin, el-Vâsık'ın hUzuruna gelmiş ve Ahmed b. Ebi Düâd ile mücadeleye tutuşmuş ve bu mücadele sırasında şöyle demiştir:

«Öyle bir şey ki, ona, ne Allah'ın Elçisi, Ne Ebû Bekr, ne Ömer, ne Osman ve ne de Ali (R.A.) davet etmiştir. Sen, insanları ona da­vet ediyorsun. Onlar ya bunu biliyorlardı veya bilmiyorlardı diye­bilirsin. Eğer onlar biliyorlardı, fakat söylemediler dersen, bu konu­da sana da bana da susmak düşer. Fakat onlar bilmiyorlardı, ben biliyorum, dersen (Ahmed b. Ebî Düâd'a hitaben), ey hayvan oğlu hayvan, Peygamber ve Hulefâ-i Raşidîn'in bilmediği şeyi sen mi bi­liyorsun?» demiştir. Bu sözü işitince el-Vâsık yerinden sıçramış ve aynı kelimeleri tekrarlamaya başlamıştır. Bunun üzerine o bilgini affetmiş ve bu işkenceden vazgeçmiştir.

İşte bunlar, bütün mihnet tarihini özetleyen kısa ifadelerdir. Bu tarih, muttaki İmam Ahmed b. Hanbel için çok sıkıcı geçmiştir. 14 sene kadar O, böyle üzücü bir hayat yaşamıştır. Bu 14 yılın en az yansı işkence ile geçmiştir.

Ahmed b. Hanbel, namaz kılmak için camiye dahi gidemiyordu. Bak : Muhammet! Ebû

Burada şöyle bir soru hatıra gelebilir.- Bu büyük mü'min için, görünüşte onların re'yine muvafakat ederek ve doğru bildiği şeyi kendi içinde gizleyerek, hem nefsini işkenceden kurtarmak, hem de fetva ve hadis rivayetini aksaİmamak daha iyi olmaz mı idi? Çün­kü kendi inancında açıkça direnmesi, Kur'ân'ın yaratılmış olduğunu söylemesinden çok daha zararlı olmuştur. Halbuki Kur'âri yaratıl­mıştır, demek, insanı kâfir de etmez. Belki, Kur'ân yaratılmıştır de­memek, istidlal ve tetkik bakımından ona göre daha sağlam bir yol­dur.

Buna şöyle cevap verilebilir: İslâmî hükümlerin tatbik edildiği bir İslâm diyarında takiyye (inancını korktuğu için gizleme), emri bi'1-ma'ruf ve nehyi ani'I-münker esasına aykırı düşer. Ahmed b. Hanbel gibi hadîs ve fetvada büyük bir mevki işgal eden kimse için susmak caiz değildir, iyiliği emr ve kötülüğü nehyetmek, onuiı va­zifesidir. İsterse bu uğurda O, en ağır işkenceye uğrasın, görüşün­de ısrar etmesi gerekir. Müslümanların iktidâ ettiği İmamlar için takiyye caiz değildir. Çünkü bu, insanların sapıtmasına sebep olur. Öte yandan İmamlar, inançlarına muhalif olan şeyleri söylerse halk tabiatıyla onların kalblerinin içini bilmemektedir onlara uyar, söylediklerini hakikat sanır ve böylece fesat umumileşmiş olur. Ka­naatimizce bu yüzden îmanı Ahmed b. Hanbel'in işkenceye sabret­mesi daha iyi olmuştur. Gerçi işin başında biz, onun düşüncesine katılmamıştık.[26]

 

Kur'ân'ın Yaratılmış Olup Olmamasıhakkında Ahmed B. Hanbel Ve Diğerlerinin Görüşleri
 

Bu mihnet hikâyesini burada bırakıp Ahmed b. Hanbel'in görü­şüyle Mu'tezilîlerin görüşlerinin hakîki mahiyetini anlaİmamız da­ha iyi olacaktır.

Mu'tezilîler, Kur'ân'ın yaratılmış olduğunu söylüyorlardı; onla­ra göre, Kur'ân'ın yaratılmış olması, onun Allah kelâmı ve Peygam-ber'in mu'cizesi oluşuna engel teşkil etmez. Çünkü onu yaratan ve Peyganıber'e vahiy suretiyle gönderen Allah'dır. O, Kur'ân'ı Peygamber'ine parça parça 23 senede, beşer kudretinin üstünde bir ki­tap olarak göndermiştir. Bütün insanlık birleşerek bu kitabın bir benzerini yapmak isteseler, bunu gerçekleştiremezler. Mu'tezilîlerin Kur'ân'ın yaratılmış olduğuna dair ileri sürdükleri deliller şu üç esa­sa dayanır:

1 — Allah'dan başka her şey mahlûktur. Sonradan yaratılmış­tır. Şüphesiz Kur'an da, Allah'dan başka bir şey olduğuna göre, o da ancak mahlûk olabilir.

2 — Kur'ân, insanlar tarafından okunan (telâffuz edilen) harf ve kelimelerden meydana gelmiştir. Bu harf ve kelimeler olmaksızın Kur'ân var olamaz. Bu da, onun ancak yaratılmış olduğunu göste­rir. Çünkü hem okunurken, hem de yazılırken yaratılmış olan harf ve kelimelere dayanmaktadır.

3 — Kur'ân'ın mahlûk olmadığı farzedilince kadim olması ge­rekir. Çünkü yaratılmamış bir şeyin başlangıcı yoktur. Başlangıcı olmayan bir şey de, ancak kadîm olabilir. Kur'ân'ın kadîm olduğu kabul edilirse kadîm olan varlıklar birkaç tane olur. Bu da hıristi-yanların Uz. Isâ hakkında ileri sürdükleri görüşe benzer.[27]

Mu'tezilîlerin görüşlerini haklı göstermek için şöyle söylenebilir.Yuhannâ ed-Dimaşkî; İsâ, Allah'ın Meryem'e ilkâ ettiği bir keli­mesi olup O'nun ruhundandır, diyerek müslümanlan sapıtmaya çalı­şıyordu. Allah'ın kelimesi mahlûktur, denilirse onun bu gayreti bo­şa gidecekti. Dolayısıyla, Allah'ın sözü olan Kur'ân da mahlûktur, demek suretiyle bu hıristiyan propagandaları önlenecek ve onların silâhları kendilerine çevrilmiş olacaktı. Evet, Hıristiyanların delille­ri bâtıldı; çünkü Uz. îsâ hakkında Allah'ın kelimesi (sözü) demek, onu Allah, sırf «ol = kün» kelimesiyle yaratmıştır demektir. Yâni Allah, Uz. İsa'yı, diğer canlıların yaradılışına hâkim olan kanunlara göre yaraİmamıştır.-Isâ, Allah'ın rûhundandır demek de, Allah İsâ'-nın ruhunu doğrudan doğruya kendi emriyle yarattı ve diğer can­lıların yaradılışmdaki sebepleri kullanmadı demektir. Çünkü sebep­leri yaradan da Allah'dır ve O, şüpnesiz bütün sebeplerin üstünde­dir. «O, dilediğini yapar»[28] Allah'ın kudreti yüksek ve iradesi son­suzdur.

İşte bu konuda Mu'tezilîlerin görüşleri bundan ibaret olup ileri sürdükleri deliller açıktır. Öyleyse bu konuda Ahmed b. Hanbel'in görüşü nedir? Bu soruya cevap verirken önce şunu belirtmeliyiz: İmam Ahmed b. Hanbel, bu gibi meselelere dalmak istemiyordu. Ni­tekim selef-isâlih de böyle meselelere girmemiştir. Çünkü Ahmed b. Hanbel, ilim olarak selef-i sâlihin ilmini kabul ediyordu.Onların tartışma konusu yaptığı meseleleri o da tartışıma konusu yapıyor­du. Onların dalmadığı konuları bid'at sayıyor ve bu gibi konular­dan kesin olarak uzak duruyordu. Kur'ân'm yaratılmış olup olma­ması da selef-i sâlihin üzerinde münakaşa etmediği bir meseledir. Dolayısıyla, Ahmed b. Hanbel de, bu mesele üzerinde hiçbir şey söy­lemiyordu. Ona göre bu mesele üzerinde konuşanlar bid'atçı kim­selerdir. Kendisi de bunların ardından gitmek mecburiyetinde de­ğildir.

Burada bâzı bilginler, bu meselede Ahmed b. Hanbel'in tevak­kuf ettiğini, asla bir şey söylemediğini ileri sürerler ve Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilen aşağıdaki sözlerle de, bu görüşlerini des­teklemeye çalışırlar. Rivayete göre Ahmed b. Hanbel şöyle demiştir:

«Kelepçe ve zincirlere dayanamadığını için oturdum. Biraz dur­duktan sonra yanımdakine: Konuşmama müsaade eder misiniz? de­dim. Bunun üzerine o: Konuşabilirsiniz, dedi. Ben de: Allah'ın Resûlü insanları neye davet etmiştir? diye sordum. O da: Allah'dan başka Tanrı olmadığına ve Uz. Muhammed'in Allah'ın Elçisi oldu­ğuna şehâdet etmeye, namazı kılmaya, zekâtı vermeye, Ramazan orucunu tutmaya ve ganimetin beşte birini vermeye davet etmiştir,

dedi.»[29]

Ahmed b. Hanbel'in bu sözü, Kur'ân'ın yaratılmış olup olmama­sı meselesinde hiçbir şey söylemediğini gösterir.[30] Ayrıca Ahmed b. Hanbel'den şu söz de rivayet edilmiştir: «Bir kimse, Kur'ân'ın mah­lûk olduğunu iddia ederse o cehmîdir.[31] Bit kimse, Kur'ân'ın mah­lûk olmadığını iddia ederse o da bid'atçıcîır.»

Âlimlerden bir kısmı da şöyle demiştir: Ahmed b. Hanbel'e gö­re Kur'ân harfleri, kelimeleri, ibare ve mânâları ile birlikte mahlûk değildir. Bu görüşlerine delil olarak onlar, Ahmed b. Hanbel'in, Halî­fe Mütevekkil tarafından kendisine Kur'ân hakkındaki görüşü so­rulduğu zaman cevap olarak yazdığı mektubu ileri sürmüşlerdir. Bu mektupta aynen şu sözler vardır:

[Allah Kur'ân'da: «Eğer müşriklerden birisi senden eman diler­se ona eman ver, tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin.»[32] ve «Bilesiniz ki yaratma (halk) da, emir de O'na mahsustur.»[33] buyurmuş ve emrin de, yaraİmanın da kendisine ait bulunduğunu, emrin yarat­madan başka bir şey olduğunu haber vermiştir.!

İşte yukarıdaki mektupta yer alan bu ifadelere göre Ahmed b. Hanbel, yaratma ile emir arasında bir fark bulunduğunu, Kur'ân'ın Allah'ın emrinden, kelâm ve ilminden olduğunu, yaratmasından ol­madığını göstermektedir. Buna göre Ahmed b. Hanbel, Kur'ân'ı mah­lûk saymamaktadır.

Yine söz konusu mektupta şöyle denilmektedir: «Geçmiş (selef) lerimizin birçoğundan rivayet edildiğine göre onlar; Kur'ân Allah kelâmıdır; mahlûk değildir, demişlerdir. Ben bu görüşe uyuyorum, kendimden bir şey söylemiyorum. Bu konuda konuşmayı lüzumsUz görüyorum. Ancak Allah'ın Kitabında, Peygamberin Hadîsinde, Sa-hâbî ve Tabiîlerden nakledilen haberlerde ne varsa ben onları an­latıyorum. Bunların dışındaki meseleler üzerinde konuşmak hoş kaçmaz.»

Ahmed b. Hanbel, bu mektubu mihnet'den kurtulup hüzura kavuştuktan sonra yazmıştır. Bu mektuptaki açık ifadeye göre Âhmed b. Hanbel, şüphesiz ki Kur'ân'ın yaratılmış olmadığını benimseyen­lerin görüşlerinin doğru olduğunu söylemektedir.

Ahnıed b. Hanbel'e ait.olduğu rivayet edilen bu iki görüşü bir­leştirmek için şu iki hakikati açıklamamız gerekir:

1 — Ahmed b. Hanbel, önceleri Kur'ân'ın mahlûk olup ol­madığını söylemekten çekinmişti. Çünkü bu hususta konuşmayı bid'-at sayıyordu. Fakat, mihnet'den kurtulduktan sonra eski çekimser­liğinde devam edemezdi, iki görüşten birini benimseyip destekleme­si gerekirdi. Mütevekkil de ondan bunu istemişti. Bunun üzerine kendisi için daha doğru gelen görüşü tercih etmiştir. Bu da, Kur'ân'-m yaratılmamış oluşudur. Bunun mânası, Kur'ân'm kadîm olması demek değildir. Çünkü Ahmed b. Hanbel'den Kur'ân'ın kadîm oldu­ğuna dair hiçbir şey intikal etmemiştir. Ancak O, Allah kelâmı olan ve Allah'ın ilmine dâhil bulunan Kur'ân için mahlûktur demeyi ken­disine yakıştıramamıştır. Zira Allah, Kur'ân'ı yaratması değil, ken­di kelâmı ve emri olmak üzere zâtına nisbet etmiştir.

Eğer biz; bütün bu mihnetlere sebep teşkil eden ihtilâfın, sade­ce isim verme üzerinde olduğu sonucuna varırsak, aradaki fark ba­sit bir şey olur.

2 — Ahmed b. Hanbel, hayatının sonuna doğru yukarıdaki gö­rüşe sahip olmakla beraber bu mevzuda münakaşa yapılmasını menederdi. el-Me'mun'a gönderdiği bir mektubunun başında Pey­gamber (S.A)'den ve sahâbîlerden birçok rivayetleri zikrettikten sonra, Peygamber (S.A.)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: «Kur'ân üzerinde münakaşalara girmeyiniz. Çünkü bu konuda münakaşa et­mek küfürdür.»

Yine Ahmed b. Hanbel, bu mektubunda İbni Abbas'ın Kur'ân üzerinde münakaşa etmekten çekindiğini ve kendisine Emîru'1-Mü'minîn (Hz. Ömer) bunun sebebini sorduğunda şöyle cevap verdiği­ni rivayet eder[34]: Ey Emîr'ul-Mü'minîn, insanlar ne zaman bu ko­nuda münakaşaya girişirlerse herkes kendisinin haklı olduğunu id­dia eder, herkes kendisinin haklı olduğunu iddia edince birbiriyle çekişmeye başlar, birbiriyle çekişmeye başlayınca ihtilâfa düşer, ih­tilâfa düşünce de kavgaya tutuşurlar.» Halîfe Ömer (R.A.) de; «Ba­bana rahmet, vAllahi ben de bunu[35] insanlardan gizliyordum, ni­hayet onu sen getirdin (söyledin).» dedi.

Böylece biz, Ahmed b. Hanbel'in Kur'ân'ın mahlûk olmadığı gö­rüşünde karar kıldığı neticesine varmış oluyorUz. Ahmed b. Han­bel'in sözleri arasında Kur'ân'ın kadîm oluşuna dair de bir şey mev­cut değildir. Fakat Kur'ân'ın kadîm olduğunu, ondan sonra söyle­yenler mevcuttur. Ahmed b. Hanbel, bu konu üzerinde münakaşa edilmesini de caiz görmezdi. Kendisi de böyle bir münakaşaya gi­rişmezdi. Ancak, el-Mütevekkilin isteği üzerine Kur'ân'm mahlûk olmadığı görüşünü açıklamıştır. Çünkü selef-i sâlihin, Kur'ân mahlûkitur, dediği varit değildir. Ayrıca Kur'ân, Allah'ın emri ile alâka­lıdır. Allah'ın emri de yaratmasından başkadır.

Fakat, Kur'ân kadîm midir, değil midir? Bu soruya cevap vere­bilmek için Kur'ân'ın iki yönü üzerinde duracağız:

1 — Kur'ân'ın mânâları: Bunlar, Allah'ın ezelî ilmine taallûk etmektedir. Yani Allah'ı» ilmine dahildir. Allah'ın ilmi de kadimdir.

2 — Kur’an'in lâfız ve harfleri: Bunları Allah, Peygamber'ine Rûhu'1-Emîn olan Cebrail vasıtasıyla vahyetmiştir. Cebrail, bunları Uz. Peygamber'e okumuş, Hz. Peygamber de sahâbîlere okuyarak öğretmiştir. Sahâbîler de, aynı şekilde onu tabiîlere öğretmiştir. Boy­lere Kur'ân tevatür yoluyla okunup öğretilmiştir. îşte bize göre Kur'ân, bu yönüyle mahlûktur. Böyle bir anlayış. Kur'ân'ın Allah katından gönderilişine ve Peygamber (A.S.)'in bir mu'cizesi oluşu­na aykırı düşmez. Kur'ân, Peygamber'in öyle bir mu'cizesidir ki, bü­tün müşriklere meydan okumuş; eğer Kur'ân, uydurma bir şeyse kendilerinin de onun bir mislini veya on sûresini, yahut da bir tek sûresini getirmelerini söylemiştir. Fakat müşrikler, bundan âciz kal­mışlardır.[36]

 

Ahmed B. Hanbel'in Yaşayışı
 

İmam Ahmed b. Hanbel'in hayatını ve çektiği mihnetleri anlat­tık. Fakat yaşayışı ve geçim kaynağını söylemedik. O, bolluk içinde mi, yoksa darlık içinde mi yaşamıştır? Acaba halîfe ve emirlerin ih­sanlarını kabul eder miydi? Bütün bu soruların cevaplandırılması gerekir. Ahmed b. Hanbel, fakir bir hayat sürmüş ve bol bir ser­vete sahip olmamıştır. O, fakirliği, nereden geldiği bilinmeyen bir mala sahip olmaya tercih ederdi. Aynı zamanda kendi üzerinde ih­san ve yardımda bulunan bir elin mevcudiyetinden nefret ederdi.

Çoğu zaman ihtiyaç, onu bedenî olarak bir İşte çalışmaya mec­bur etmiştir. Meselâ, bir yolculuk sırasında yiyip içeceği kalmadığı için ücretle çalışmıştır. O, bu türlü zahmetli işleri, hediye ve yar­dım kabul etmekten üstün tutardı. Çünkü bu durumda hediye ve yardım, karşılığını yapmaktan insanı âciz bırakır, izzeti nefis sahi­bi olan Ahmed b. Hanbel, buna tahammül edemezdi. Bu suretle O, cismini yorardı. Fakat, ruhunu hürriyete kavuştururdu. Ahmed b. Hanbel, bedenî yorgunlukla ruhî yorgunluk arasında kaldığı zaman daima böyle yapardı.

Ahmed b. Hanbel'in geçim kaynağına gelince: O, babasından kendisine miras olarak kalan bir akarın geliriyle yaşıyordu. İbnu'l-Cevzî'nin Menâkıbu'l İmam Ahmed b. Hanbel'inde şöyle denilmek­tedir :

«Ahmed b. Hanoel'e babası miras olarak bir dokuma atölyesi (turz) bırakmıştı. O, bu atölyenin gelirini yerdi. Bunun kirasıyla kim­selere muhtaç olmazdı.[37]

İhtimal ki başka kitaplarda «dükkânlar» diye ifade edilen şey bu atölye idi. Ebu Nuaym'ûı «Hılyetu'l-Evliyâ»smda şöyle denilmek­tedir : «Ahmed b. Hanbel'in kuyuya makası düştü. Kiracısı geldi ve bunu çıkardı. Buna karşılık olarak, Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel), ona yarım dirhem veya daha az, yahut daha çok bir miktar para verdi. O da; makasın kendisi bir kırat değerindedir. Ben bir şey almam, dedi ve çıkıp gitti. Birkaç gün sonra Ahmed b. Hanbel, ona: Dükkânın kirasına ne veriyorsun? dedi. O da: Üç aylık kirala­dım ve her ay için üç dirhem vereceğim, dedi. Bunu, Ahmed b. Han­bel onun hesabına saydı ve helâl olsun, dedi.»

GörüyorsunUz ki bu fıkra, Ahmed b. Hanbel'in sön derecede baş­kalarının hakkını gözettiğini anlatmaktadır. O, bu kiracısından böy­le bir iyilik görmüş, daha sonra onun üç aylık kirayı -ödemekte güç­lük çektiğini anlayınca ona kalan hakkını helâl etmiş ve onun iyi­liğine karşılık kendisi de bir iyilikte bulunmuştur. Ahmed b. Han­bel'in geçimini temin ettiği bu gelirinin, îbn Kesir, 17 dirhem oldu­ğunu söylemektedir. Tarih'inde O, şöyle anlatır  «Ahmed b. Han­bel'in mülkünün aylık geliri 17 dirhem idi. Bunu ailesine harcar ve bu kadara kanaat ederdi. Allah, sabırlı ve kendisinin rızâsını uman bu kuluna rahmet eylesin!»

Şüphesiz ki onun bu geliri çok azdı. îbni Kesîr'in söylediği mik­tar ister doğru olsun ister doğru olmasın, birçok haberler gösteriyor ki onun geliri ihtiyacını karşılamıyacak kadar azdı. Fakat o, gayet kanaatli ve sabırlı idi.

Ahmed b. Hanbel, bu kadar az bir gelire kanaat ederek Allah'a hamd ediyor ve hiçbir kimsenin ihsanına razı olmuyor ve yardımını kabul etmiyordu.

O, bu az geliri ihtiyacını karşılamadığı zaman şu üç yoldan bi­rine başvuruyordu:

1 — Borç almak mecburiyetinde kalıyordu. O, kira alma zama­nı yaklaşınca, kendisine borç veren kimsenin verdiği şeyi borç ola­rak kabul edip yardım olarak kabul etmediğinden emin olursa ve yolcu olmazsa buna başvuruyordu. Borç aldığı kimsenin takva sa­hibi ve malının helâl olmasına, şüpheli olmamasına dikkat ediyor­du. Rivayet edildiğine göre, bir defa bir şahıstan iki yüz dirhem borç almıştı, sonra bunu geri vermek üzere ona gitti. Borç veren kimse: Ey Abdullah'ın babası (Ahmed b. Hanbel), bunu sana geri almak niyetiyle vermedim, dedi. Ahmed b. Hanbel de: Ben bunu ancak sana geri vermek niyetiyle aldım, dedi.

2 — Bir iş arardı. İşin çeşidi ne olursa olsun, o İşte çalışmaktan çekinmezdi. Çünkü eli üste çıkaran ve alta düşürmeyen her işşe1 reflidir.[38] Başkalarının artıklarını ve mallarının döküntülerini alinak gibi insanı aşağı bir duruma düşürmeyen ve dînin müsaade et­tiği hiçbir iş küçümsenemez.

Yukarıda gördük ki, yolda kalınca Ahmed b. Hanbel ücretle yük taşıyor, bazan da dokumacılık yapıyordu. Zehebî, Tarih'inde aynen şöyle der:

«Bizim bir komşumUz vardı, bir gün bir kitap getirdi ve bu ya­zıyı tamyormusunUz? dedi. TanıyorUz : Ahmed b. Hanbel'in yazısı­dır, bunu senin için nasıl yazdı? dedik. O da şöyle söyledi: Mekke'de Süfyan b. Uyeyne'nin yanında kalıyorduk, Ahmed'i birkaç gün kay­bettik. Sonra onu sormak için geldik, kapısı örtük idi. Ne haber? dedim. Elbiselerim çalındı, dedi. Ben de: Yanımda birkaç dinar var, istersen arkadaşlık hatırı için, istersen borç olarak vereyim, dedim. Kabul etmedi. Bunun üzerine bana ücretle yazı yazar mısın? diye sordum. Evet, dedi. Bir dinar çıkardım. Ahmed b. Hanbel: Bununla bana bir kumaş al ve ikiye ayır, yani biri peştemal biri de üstlük olsun, biraz da kâğıt getir, dedi. Ben de dediğini yaptım ve biraz da kâğıt getirdim. O da, bunu bana yazdı.»

Ahmed b. Hanbel, bazan bir kısım basit dokuma işleri de ya­pardı. Zehebî, îshak b. Rahuye'den şöyle rivayet eder:

«Ahmed b. Hanbel ile Yemen'de Abdurrazzak'ın yanında idik. Ben üstte, O da alttaki odada oturuyorduk. Ben, istesem bir câriye satınalabilecek durumda idim. Öğrendim ki Ahmed b. Hanbel'in na­fakası bitmiştir. Ona bir şeyler vermek istedim, kabul etmedi. îs-tersen borç olsun, istersen yardım olsun, dedim; yine kabul etmedi. Sonra baktım ki O, uçkur bağı dokuyor ve bunu satıp nafakasını temin ediyordu.»[39]

3 — Ahmed b. Hanbel, herkes için serbest olan ekin kalıntıları­nı toplardı. O büyük bilgin ve muhaddis ipini omUzuna alır, arazî üzerinde bırakılmış olan ekin kalıntılarını toplamak için giderdi. An­cak sahibinin müsaadesi olmadıkça hiçbir tarlaya girmemeye ça­lışırdı. Bu konuda ondan şöyle rivayet edilir: «Yaya olarak yazıya çıkmıştım, bir şeyler topladık. Bir kısım insanları gördüm ki halkın tarlalarını mahvediyorlardı. Sahibi müsaade etmedikçe hiçbir kim­senin herhangi bir tarlaya girmesi doğru [40]olmaz.[41]

 

Halîfelerin İhsanlarını Ve Vazife Almayı Reddedişi
 

Ünü sağlığında her tarafa yayılan, ölümünden sonra nesiller bo: yu adı anılan, dünyanın değersiz ve fâni şeylerini değil, büyük bir ilim mirası bırakan Ahmed b. Hanbel İşte budur. Çalışmak onun şe­refini azalİmamış, aksine nesiller boyu yükseltmiştir. Çünkü insan­ların ruhuna madde hâkim ise de, ruhî ve aklî üstünlüğü takdir edenler de vardır, insanlar, bu değer ve meziyetleri kendileri elde etmemiş olsalar da, içlerinde insaf ve insanlığın mânâsından bir eser bulunanlar, onlara sahip olanlara hayranlık duyarlar. Ahmed b. Hanbel'in şu iki şeyden kaçındığını öğrendiğimiz zaman, onun büyüklüğünü daha iyi anlamış oluruz:

1 — Bir devlet memuru olmak,

2 — Vali veya halîfenin ihsanını kabul etmek.

Âhnıed b. Hanbel'in resmî vazifeye tâyin meselesi ile ilgili ola­rak şöyle rivayet edilir: İmam Şafiî, ilk defa 195 H. yılında Bağdad'a gelip kendi görüşlerini burada yaymaya başladığı zaman Ahmed b. Hanbel ondan ayrılmıyordu. Bağdad'ta olsun, sefere çıkmış olsun, hadis tahsili için onu takip ediyordu. îmam Şafiî, daha önce de söy­lediğimiz gibi, onun Yemen'e Âbdurrazzâk b. Heramam'dan hadîs rivayeti için gideceği ve bu uğurda çekeceği zahmeti gözönüne ala­rak, kendisine bir yardımda bulunmak istemiştir. Şafiî'nin durumu el-Emîn[42]'in yanında çok iyi idi. el-Emîn, Şafiî'ye Yemen'e tâyin edilmek üzere bir kadı bulmasını teklif edince, Şafiî, de Ahmed b. Hanbel'i tavsiye etti. Böylece Ahmed b. Hanbel'in.adı geçen Âbdur­razzâk'dan hadîs dinlemesi kolayca mümkün olacaktı. Durumu Ah-med'e anlattı, o da bu teklifi reddetti. Şafiî aynı teklifi birkaç kere tekrarladı ise de, Ahmed b. Hanbel, dâima saygı duyduğu hocasına, kesin olarak şu cevabı verdi: «Ey Abdullah'ın babası (Şafiî), bunu senden ikinci defa işitirsem, beni bir daha yanında göremezsin.»[43]

Görüyoruz ki, Ahmed b. Hanbel, hocasının bu teklifini reddet­miştir. Çünkü O, tam manasıyla adaletli olmayan sultanın emrinde çalışmayı uygun bulmuyordu. Bu noktada onun hocasıyla görüş bir­liğinde olmadığını görüyorUz. Hocası Şafiî, daha önce Yemen'de dört yıl kadar bir zaman vazife yaptığı için hükümdarların ne de­recede adaletli olmaları gerektiğini bildiği halde, takva bakımından Ahmed b. Hanbel'den daha mı geri idi? Bu sorunun cevabı şudur: Şafiî, eğer adaleti yerine getirmek için çağınlmışsa, isterse onu çağıranın kendisi adaletsiz biri olsun, adaleti yerine getirmeyi bir va­zife sayıyordu. Çünkü bu durumda O, kendisini bu vazifeye tâyin eden için değil, Allah için çalışacaktır. Onu tâyin edenin âdil olma­yışı, kendisinin adaletli olmasına mâni değildir. Meselâ, Ömer b. Ab-dilaziz, Süleyman b. Abdilmelik'in veliahdı olmadan önce İman, takva ve adaletiyle bilinen bir kimse idi. Adı geçen Süleyman ise, diğer Emevî hükümdarlarından farksızdı. Eğer vazifeye tâyin edil­mesi istenilen kimse, kendisinde adaleti gerçekleştirme yetkisini gö rüyorsa tâyin edilebilir.

İşte Şafiî'nin görüşü budur. Ahmed b. Hanbel ve ondan önceki Ebu Hanîfe gibi İmamların görüşüne gelince; bunlar, zâlim hüküm­darlar tarafından vazifeye tâyin edilmeyi, onlara bir nevi yardım etmek ve onların haksız olarak topladıkları malı yemek gibi bir şey addediyorlardı. Bunun için onlar, vazife almayı reddederek takva­dan ayrılmıyorlar ve haksız gördükleri kimselere yardımcı olmak­tan uzaklaşıyorlardı.


Çevrimdışı Uyanan Gençlik

  • ******
  • Join Date: Kas 2010
  • Yer: HATAY
  • 7462
  • +547/-0
  • Cinsiyet: Bay
İmam Ahmed B. Hanbel ve Mezhebi
« Yanıtla #1 : 04 Mayıs 2018, 09:29:52 »
Âhmed b. Hanbel, kadılık vazifesine tâyini reddettiği gibi, hali­fe veya vali tarafından gelen her türlü ihsanı da reddetmiştir. Esasen bu konuda fakihler üç kısma ayrılmaktadırlar:

1 — Sultan veya halîfenin malından bir şey almayı hoş görme­yen ve kendilerine bir şey verilince onu şiddetle reddeden fakihler. Ebû Hanife ve Süfyân-ı Svrî bunlar arasındadır. Meselâ, Ebu Hanîfe böyle bir şey almaktan şiddetle kaçınırdı. Halbuki O, bu suretle ken­disini tehlikeye attığını biliyordu. Çünkü el-Mansur, onun kendisine bağlı olup olmadığını, ihsanlarını kabul edip etmemesiyle anlıyor­du. Kısaca, bu kısma giren fa,kîhler, hem vazifeyi hem de ihsanı ka­bul etmiyorlardı.

2 — Halîfelerin ihsanlarını kabul eden fakihler. Bunlar, böy­lece herhangi bir ihtiyaç sahibine veya ianeye muhtaç olan ilim eh­line yardım etme imkânına kavuşuyorlardı. Bu suretle ilim adamı­nın, ilmin şerefine lâyık bir hayat geçirmesini temine ve müslüman-lann israfa düşmemelerine çalışıyorlardı. Bu fakîhlerin başında Ha7 san el-Basrî ve îmam. Mâlik gelir. Onlara göre halîfelerin verdiği ih­sanlar, müslümanlarm malı olup ilim ve dînî tahsil yapan, müslü-manlara dînî meseleleri öğretmek için kendilerini vakfeden kimse­ler buna daha lâyıktır. Bu bakımdan onlar asker gibidirler. Asker­ler, memleketi düşmandan korumak için kendilerini vakfetmiş olup nasıl vatanı savunuyorlarsa, aynı şekilde âlimler de sapıklığı önlemek, dinde bir gedik açılmaması ve ümmetin manevî bütünlüğü­nün bozulmaması için çalışıyorlar. Bu ikinci kısma giren fakîhler,halîfelerin ihsanlarını boyun eğmeksizin kabul ediyor ve valilerce verilenleri de alıyorlardı.

3 — Hem kadılık vazifesini, hem de ihsanı kabul edip bunu bir sadaka olarak ihtiyacı olanlara veren fakîhler. îşte îmam Şafiî bun­lar arasındadır. O, aldığı hiçbir ihsanı (atâ'yı) kendisi yememiştir. Ancak Mısır'da Muttalib oğulları için ganimetin beştebirinden (1/5) kendisine ayrılan hisseyi yemiştir.

Şüphesiz ki Ahmed b. Hanbel, Ebû Hanîfe'nin yolunu benimse­miştir. Bununla beraber O, Abbasileri sever ve onlar aleyhinde ha­reket etmezdi. Mihnetten önce de sonra da, ne ihsan (armağan) ne de vazife kabul etmiştir. Fakat, bazan ihsan ve hediye kabul etmek mecburiyetinde kalırdı. Lâkin bunu evine sokmaz ve ihtiyacı olan­lara dağıtırdı. Bu hususta şöyle bir rivayet vardır: Halîfe Mütevek-kil'in Veziri, Ahmed b. Hanbel'e bir yazı göndermiş ve şöyle demiş­tir: «Emiru'l-Mü' minin, sana bir armağan tahsis etmiştir. Huzuruna çıkmanı emrediyor. Bu hususta ya Allah'a sığınırsın veya bu malı reddetmek suretiyle sana karşı öfkelenen (Halîfe)'nin cezasına lâ­yık olursun.»[44]

Bu durumda Ahmed b. Hanbel, armağanı kabul etmek zorunda kaldı ve böylece kendisini tezvirci Vezirin zulmünden kurtardı. Fa­kat aldığı bu mala elini sürmedi ve oğlu Salih'e, bunu alıp muhtaç olduğu halde sabredenlere, muhacir ve anasar'ın çocuklarına dağıt­masını emretti. Çünkü onları bu mala daha lâyık görüyordu. Üste­lik O, helâl olup olmadığı şüpheli bulunan veya hoşuna gitmeyen bir malın sadaka olarak verilmesini daha uygun bulurdu. Böylece Ahmed b. Hanbel, nefsini temizlemiş ve Peygamber (S.A.V)in «Sana şüpheli geleni bırak, şüpheli gelmeyene bak.» hadisine uyarak şüp­heli şeyden Uzaklaşmıştır.

Bununla beraber tezvir işi durmamıştır. Fakat şu hikâyeden an­laşıldığına göre Mütevekkil, bu tezvir işine kesin olarak son vermiş­tir. Şöyle ki; şer vâsıtası olan bir kısım insanlar gelip Mütevekkil'e; Ahmed b. Hanbel senin yemeğini yemiyor, döşeğine oturmuyor, iç­tiğin şu şeyin haram olduğunu söylüyor.» demişler; O da, bu tezvir­lere bütün tezvircüeri kesin olarak susturmaya yeten şu cevabı ver­miştir-. «el-Mu'tasım kabrinden çıkıp gelse ve bana önün hakkında bir şey söylese onu da kabul etmem.»[45]

Ahmed b. Hanbel, Halîfe Mütevekkil'in böylesine bir güvenini kazanınca tezvirciler susmak mecburiyetinde kalmışlardır. Mütevekkil de, onun kendisine , verilen armağanları alıp almamakta tama­men serbest olduğunu bildirmiştir. Dolayısıyla Ahnıed b. Hanbel, bundan sonra her türlü ihsanı reddetmiştir.Rivayet edildiğine göre, Mütevekkil, ihtiyacı olanlara dağıtması için Ahmed b. Hanbel'e bin dinar vermiş, O da: «Ben evden çıkmıyorum. Emîru'l-Mü'minîn beni sevmediğim şeylerden affetti. Bu da sevmediğim bir iştir.» demiştir, Ahmed b. Hanbel, Halîfenin verdiği bu malı almamış, o da bunu alması için kendisini rahatsız etmemiştir. Fakat, yine de bu büyük ilim adamının gönlü hUzura kavuşmamıştır. Çünkü akraba ve ço­cukları, Halîfenin-verdiği malı alıyorlardı. Belki de bu işi Ahmed b. Hanbel'in akrabalığı adına yapıyorlardı. Lâkin İmam Ahmeçl, onları bundan menettiği halde vazgeçmiyorlardı. İmam Ahmed onlara şöyle derdi: «Bunu niçin alıyorsunuz? Halbuki hudutlar, muattal ve boştur, ganimet'deîehline taksim edilmemektedir.»[46]

Sonra bunlarla ilişkisini kesmiş ve birlikte yemek yememiştir. Hattâ onların tandırında pişen ekmeği dahi yememiştir. Rivayete göre oklunun evindeki tandırda kendisi için ekmek pişirilmiş, fa­kat O, bu ekmekten yemeyi kabul etmemiştir. Çünkü oğlu, Halîfe­nin ihsanlarını kabul ediyordu. Bu durum Halîfeye söylendiği za­man öfkelenmenıiştir. Çünkü Halîfe, onun îman ve ihlâsını biliyor­du. Bunun üzerine Halîfe.«Ahmed, bizi oğluna iyilik yapmaktan menediyor.» demiş ve Ahmed b. Hanbel'in haberi olmadan akraba ve çocuklarına yardım yapılmasını emretmiştir.

Ahmed b. Hanbel, Halîfenin verdiği malı almamak hususunda böylesine şiddetli davrandığı halde, halîfenin malının haram oldu­ğunu açıkça söylemezdi. Sadece kendisinin bu malı şüpheli buldu­ğunu söylerdi. Anlatıldığına göre, hasta yatarken oğlu kendisini zi­yaret için gelmiş ve babasına: Babacığım,, Mütevekkilin yardım ola­rak verdiği şeyden bir miktar kaldı, bununla hacca gidebilir miyim? demiş; Ahmed b. Hanbel de: Evet, diye cevap vermiştir. Bunun üze­rine oğlu: Sana göre bu böyle ise niçin kendin kabul etmedin? diye sormuş, babası da: Yavrum, bana göre o haram değildir, ancak ben, onu nezahet bakımından kabul etmedim, demiştir.[47]

Bu hale göre Ahmed b. Hanbel, Halîfenin ihsanını haram oldu­ğu için değil, şüpheli gördüğü için kabul etmiyordu. O şüpheli bul­duğu her şeyden Uzak dururdu. Dahası var, Ahmed b. Hanbel, min­net altında kalmak korkusuyla arkadaşlarının hediyelerini bile ka­bul etmezdi. Kaldı ki halîfe ve emirlerin hediyelerini kabul etsin! İşte İmam Ahmed b. Hanbel'in böylesine zâhidâne, Uz. Peygamber'in Sünnetine ve sahâbîlerle tabiîlerin ilmine bağlı bir hayat yaşadığını görüyorUz. O, zâhid, mütevazı ve huşu sahibi idi. Peygamber'in Sünnetinden başkasına önem vermezdi. Hattâ sünneti yerine getirmek için bir cariyeyi teserrî etmiştir.[48] Zira biliyordu ki Pey­gamber (A.S.), Mâriyye-i Kıptıyye'yi teserrî etmişti. Ahmed b. Han­bel, teserrîden kaçınmasının Sünnetten Uzaklaşma olacağından korkmuş ve karısından bu hususta müsaade istemiş, o da kendisi­ne müsaade etmiştir.[49]

O, Sünnete sımsıkı bağlı kalmak uğruna her türlü işkenceyi umursamamış ve Sünnetten ayrılmamıştır. Aksine bütün mihnetle­re rağmen selef-i Salih'in yolunda devam etmiştir. O, selef-i sâlih'-den intikal eden şeylere sarıldığı için en şiddetli işkencelere mârUz kalmış, fakat onların söylediklerini söylemiş, söylemediklerini de söylememiş; kısaca onların anlayış ve yollarından kıl kadar ayrıl­mamıştır. Bu zühd ve takvası, böylesine selef-i Salih'in yoluna bağ­lı kalışı sayesinde durmadan yükselmiş ve nihayet hakkıyle Dâru's-Seîâm (Bağdad)'m İmamı olmuştur.

Hadis ve fıkıh öğrenmek için îslâm âleminin dört bucağından bilginler gelip ona başvuruyorlardı. O, —Allah kendisinden razı ol­sun— fakir bir hayatı tercih ettiği halde, bu yüksek ilim mevkiinde devamlı olarak kalmış; dolayısiyle, insanların yanında değer ve iti­barı durmadan artmıştır.

Bu sebeple, Ahmed b. Hanbel, 241 H. yılında öldüğü zaman ilim ve takvasını takdir ederek, bu büyük İmamın şahsında temsil ve ih­ya ettiği, sımsıkı sarıldığı, yaymaya çalıştığı ve uğrunda her şey­den vazgeçtiği Peygamber (S.A.)'in Sünnetiyle selef-i Salih'in ilmi­ni tebcil için cenazesinde bütün Bağdad halkı hazır bulunmuştur.[50]

 

Şahsiyet Ve Karakteri
 

Ahmed b. Hanbel'in hayatını anlatırken sıfatlarının da bir kıs­mını kısaca belirtmiş olduk. Fakat burada, onun sıfatlarını daha ge­niş bir şekilde ele alacağız ve kısaca işaret etmekle yetinmeyeceğiz.

Ahmed b. Hanbel'in sıfatlarının bir kısmı Allah vergisidir. Bir kısmını da O, ruhî eğitim ve öğretimi sayesinde kazanmıştır. Biz bu­rada her iki kısma dâhil olan sıfatlarım anlatmaya çalışacağız.[51]

 

1- Hafızası
 

Ahmed b. Hanbel'in sıfatlarının başında kuvvetli bir hafızaya sahip oluşu gelir. Bu, bütün muhaddislerde ve özel olarak İmamlık mertebesine ulaşanlarda mevcut olan bir sıfattır. Bu sıfat, aynı za­manda her türlü ilim için esas teşkil eder. îlim sahibinin mutlaka hafızaya dayanan bir kısım konularla uğraşması gerekir. O, bunla­rı hafızasına yerleştirir ve başka şeyleri bunlar üzerine bina eder; yeni hüküm ve görüşlerini açıklarken bunlara dayanır. Yeni ve es­ki psikolo)i, zekâ ölçüsünün hafıza ve gerektiği zaman malûmatı açığa çıkaran hazırcevaplılık olduğunu kabul eder. Ahmed b. Hanbel'e, Allah, bu sıfatlardan bol bir nasip vermiştir. Bu konuda bir­birini teyid eden birçok rivayet vardır.

Çağdaşları onun kuvvetli bir hafızaya sahip olduğuna şahitlik ederler ve onu aralarında en büyük hafıza sahibi bir kimse sayar­lardı. Ebû Zur'a'ya; «Muhaddis ve üstadlar arasında hafızası en kuv­vetli olan kimdir?» diye sorulmuş, O da; «Ahmed b. Hanbel'dir.» de­miştir.

Ahmed b. Hanbel, Uz. Peygamber'in hadîs-i şeriflerini, sahâ-bîlerle tabiîlerin söz ve fetvalarını hıfzetmiştir. Aynı zamanda O, bu hıfzettiği şeyleri tam manasıyla anlıyor ve bu anlayışına daya­narak hükümler istibat ediyordu. îşte O, çağındaki diğer muhaddislerden bu özelliği ile ayrılıyordu. Diğer muhaddisler sadece rivayet­le iktifa ediyorlar; fıkıh, dirayet ve istinbatı fakîhlere bırakıyorlar­dı. Ahmed b. Hanbel ise, büyük bir râvî olduğu gibi, sünnet fıkhına da önem veriyordu. Çağdaşı ve bâzı seyahatlarında kendisinden ay­rılmayan arkadaşı îshak b. Rahuye bu konuda şöyle der: «Irak'ta Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Maîn ve diğer arkadaşlarımızla bir ara­da bulunur ve hadîs müzakere ederdik. Ben: Bundan murat nedir? Bunun tefsiri ve fıkhi yönü nedir? diye sorardım. Ancak, Ahmed b. Hanbel hariç, herkes susardı.» Yine bu konuda talebesi İbrahim el-Harbi[52] şöyle der: Benzeri görülmemiş üç kişiye ulaştım: Ebû Ubuyd el-Kâsım b. Sellâm'ı gördüm, onu ancak canlı bir dağa penze-tebilirim. Bişr b. el-Hâris'i gördüm, onu da başından tırnağına kadar akıl ile yoğurulmuş bir kimseye benzetebilirim. Ahmed b. Hanbel'i gördüm; Allah sanki, öncekilerin ve sonrakilerin ilmini onda topla­mıştır. O dilediğini söyler, dilemediğini de söylemezdi.»[53]

 

2- Sabır Ve Tahammülü
 

Ahmed b. Hanbel'in en büyük ve adını her tarafa yayan sıfatı, sabır ve tahammülüdür. Bu sıfat, yüksek bir seciyenin mahsulüdür. Bu sıfatın esasını irade gücü, gerçek azim ve büyük bîr himmet sa­hibi olmak teşkil eder. Beden ne kadar yorulursa yorulsun, bu sıfa­ta sahip olanlar yılmak bilmezler. Ahmed b. Hanbel, kendisinde ah­lâkî bir mizaç haline gelen bu sıfatı ile fakirlikle cömertliği, iffetle izzeti, büyüklükle müsamahakârlığı ve işkenceye tahammül etmeyi birleştirmiştir. O, bu sıfatı sayesinde hadîs tahsili için seyahatlar yapmış ve bu seyahatleri sırasında karşılaştığı meşakkatlere göğüs germiştir. Yine bu sıfatı sayesinde O, hediye ve ihsanları almaya ta­hammül edememiş, hammalhk ve dokumacılık yapmaya razı olmuş­tur. Keza, onu, akarının geliri yetmediği zaman ekmeğini çıkarmak için bâzı sanatları öğrenmeye sevkeden bu sıfatıdır.

İşte 28 ay gibi bir zaman içerisinde mâruz kaldığı büyük fela­kete, şiddetli kırbaçlara ve cehennem gibi zindanlara tahammül et­mesini sağlayan, yine bu sıfatıdır. Keza, Onu, hemen heme'n Halîfe el-Vâsık'ın iktidarı boyunca insanlardan ayrı kalmaya, hadis rivayetinden ve dinî mes'eleleri açıklamaktan mahrum bırakılmaya ta­hammül ettiren bu sıfatıdır.

Burada söylemeliyiz ki, Ahmed b. Hanbel'in sabrı, sabr-ı cemil (güzel sabır)[54] nev'indendir. Bu da inlemeden, feryad etmeden ve şikâyette bulunmadan yapılan bir sabırdır. O, öyle sağlam bir kal­be sahipti ki hiçbir şey onu korkutamazdı. Rivayet edildiğine göre Ahmed b. Hanbel, mihnet günlerinde Halîfenin huzuruna getirilmiş ve sorguya çekiliyordu. İstedikleri gibi konuşup kendisini kurtarmu sı için tehdit ettiler ve gözlerinin önünde onu korkutmak için iki ki­şinin boynunu vurdular. Fakat O, bu korkunç manzara karşısında iken gözleri Şafiî'nin bir talebesine ilişmiş ve ona: «Mest üzerine meshetmek hususunda İmam Şafiî'den hatırında bir şey var mıdır?» diye sormuştur. Ahmed b. Hanbel'in bu soğukkanlılığı orada hazır bulunanları dehşete düşürmüş ve onları kendisinin böylesine sağ­lam bir kalbe sahip oluşuna hayran bırakmıştır. Hattâ onun en azı­lı düşmanı olan Ahmed b. Ebî Düâd; «Şu adama bakınız ki, boynu kesilmek üzereyken bile fıkıh mes'elelerini münakaşa ediyor!» demiştir.[55]

Buradaki sır şudur: Ahmed b. Hanbel, yalnız Allah'ın yüceliğini tanımış ve yalnız O'na güvenmiştir. O'nun elinde olanlara bakmış, insanların elinde olanlara bakmamış ve Ö'ndan başkasının azameti­ni duymamıştır. Böylece o, kendisine işkence edenlerin seviyesine inmemiş, şiddet ve baskıları küçümsemiş, hayatı ve dünya zevkleri­ni hiçe saymış, az bir dünya malı ile kanaat etmiş, fakat Allah için çok amel ile dahi yetinmemiştir.

Ahmed b. Hanbel, halîfe ve avenelerinin seviyesinden çok yük­sek bir seviyede olduğundan, onlara Allah'ın yanında hiçbir değer vermemiştir. Allah'ın yüceliğini tanıdığı için insanlara karşı nıüter vâzı davranmış ve onların kusurlarına bakmamıştır. Çünkü Allah'-dan başkasının yüceliğine inananlar kaba ve kibirli olurlar. Allah'­ın yüceliğini tanıyanlar ise nâzik ve çok affedici olurlar. Ahmed b. Hanbel, Peygamber (S.A)'den rivayet ettiği şeyleri iyi kavrar ve onlarla amel ederdi. O, Uz. Peygamber'den şu hadîs-i şerifi rivayet etmiş ve bunu nefsinde uygulamıştır: «Sadaka malı azaltmaz, kul affetmekle ancak şerefini artırır, Allah için tevazu' göstereni Allah yükseltir.»[56]

 

3- Nezâheti
 

Kelimenin en geniş manasıyla Ahmed b. Hanbel, nezâhet sıfa­tına sahipti. O, ruh bakımından nezihti; ister az ister çok olsun, baş­kasının malını asla almazdı. İffetli idi, nefsine ve şehvetine boyun eğmezdi. îmanı yönünden de nezihdi; O, Allah'dan başka kimsenin hâkimiyetini tanımamıştır. Düşüncesinde de,nezihdi. Selef-i Salih'in tartışma konusu etmediği bir mes'eleyi O da tartışma konusu yap­mamıştır. O, ifadesinde de nezih idi; inanmadığı şeyi söylemek is­temezdi. Bu uğurda şiddet ve baskılara göğüs germiştir. Fıkhında da nezihti; bu yüzden kendisine, aralarında ihtilâf bulunan sahâbîlerin görüşlerini karşılaştırmak için müsaade etmemiştir. Sahâbîle-rin her birinin görüşünü müstakil bir görüş olarak kabul etmiştir. Ahmed b. Hanbel, tabiîlere karşı da aynı tutumu göstermiştir.

Bu nezaheti, Ahmed b. Hanbel'i, helâl olan bâzı şeyleri terket-meye kadar götürmüştür. Bu sebepten O, ne arkadaşının, ne de ha­lifenin hediye ve ihsanını almıştır. Halbuki oğullarından birine, halîfenin verdiği mal ile hacca gitmenin caiz olduğunu, fakat ken­disinin bunu ruhi bakımdan bir nezahet mes'elesi saydığı için kabul

etmediğini açıklamıştır.

Ahmed b. Hanbel'in zühd ve nezaheti, hayatın güzel nimetlerin­den mahrum olmak değildir. Ancak helâl olan şeyleri araştırmak esasına dayanıyordu. O, güzel ve helâl olan nimetlerden istifade ederdi. Fakat, az dahi olsa, şüpheli şeylerden kaçınırdı. Ahmed b. Hanbel'e göre kalbleri yumuşatan ve nefsi olgunlaştıran zühd, sek­siz ve şüphesiz helâl olan şeylerden kaçınmak değildir, ancak zühd, seksiz şüphesiz helâl olan şeyi taiebetmek hususunda titizlik gös­termektir.

Bu konuda rivayet edildiğine göre Ebû Hafs Ömer b. Salih et-Tarsusî şöyle demiştir: «Ebû Abdülah CAhmed b. Hanbel)'a gittim ve ona: Kalbler ne ile yumuşar? diye sordum. Talebelerine baktı, sonra başını bir müddet eğdi ve şöyle dedi: Helâl yemekle yavrucu­ğum. Ebû Nasr Bişr b. el-Hâris'e uğradım ve ona: Ey Ebû Nasr, kalb­ler ne ile yumuşar? dedim: «Biliniz ki kalbler, ancak Allah'ın zikri ile hUzura kavuşur.»[57] dedi. Ben de Ebu Abdillah'ın yanından geli­yorum, dedim. Bunun üzerine: Ebu Âbdillah sana ne dedi? diye sor­du. Helâl yemekle, dedi diye cevap verdim. Ebu Nasr da; O, işin esa­sım söylemiştir, dedi. Abdul-Vahhâb b. Ebil-Hasen'e geldim ve: Kalb­ler ne ile yumuşar? diye sordum. O da; «Biliniz ki kalbler, ancak Al­lah'ın" zikri ile hUzura kavuşur.»[58] dedi. Ben de: Ebu Abdillah'm yanından geldim, deyince sevinçten yanakları kızardı ve: Ebu Abdil-lah (Ahmed b. Hanbel) ne dedi? diye sordu. Ben de: Helâl yemekle, dedi, diye cevap verdim. O da: Ebu Abdülah sana işin cevherini ver­miştir, dedi ve: Asıl olan onun dediği gibidir, asıl olan onun dediği gibidir, diye ilâve etti.»

Rahmetli, her türlü şüpheden uzak olan helâl rızk ile iktifa et­meyi şeref mertebelerinin en üstünü sayardı. Bu mertebeye ancak azimli insanlar ulaşabilirler. Ahmed b. Hanbel'e göre insan için ha­kiki güç, beden gücü değil, nefse hâkim olmak, onu helâl ve temiz rızk ile iktifaya sevketmektir. Kendisine bir defasında: Yiğitlik ne­dir? diye sorulduğunda: «Yiğitlik, nefsinin arzu ettiği şeyi korktu­ğun şey için terketmendir.» dedi.

Temiz ve helâl rızkla iktifa etmek, Allah'ın: «Ey îman eden­ler, Allah'ın size helâl kıldığı temiz şeyleri haram kılmayın.»[59] âyet-i kerîmesinde nehyetmiş olduğu mutlak mahrumiyetle, Allah'­ın mubah kıldığı şeyleri tecâvüzü veya haram olan şeylere dalma­ya sebebiyet veren ve yapılmasında ruhî meşakkat bulunan mutlak başıboşluk arasında bir mertebedir. Çünkü nefis, faydalanmak için dâimi bir arzu içindedir. Ya mahrum edilmek suretiyle onun bu ar­zusu kırılmış olur veya isteği yerine getirilmek suretiyle harama düşmüş olur. Sapmaksızm sağlamca bu iki noktanın ortasında du­rabilmek, ruh kuvvetine ve nefse hâkim olmaya muhtaçtır.[60]

 

4- İhlâsı
 

Ahmed b. Hanbel'in en bariz sıfatlarından biri de ihlâsıdır. Bü­tün büyük İmamlar, bu sıfatla imtiyaz etmişlerdir. Allah u Teâlâ, Kitab ve Sünnet ilmini tahsilde îmam Ahmed b. Hanbel'e ihlâs bakı­mından büyük bir nasip vermiştir. Nefsi arzular, tahsil sırasında ona musallat olmamıştır. Tahsilinde selef-i Salih'in yoluna uymayan hiçbir şeyi ortaya, atmak istememiştir. Çünkü, bu ilim din ilmidir. Herhangi bir bid'atçılığa değil, bu ilme uymak zarurîdir. O, bu il­mi mevki' ve şöhret elde etmek için tahsil etmemiştir. Rahmetli şöy­le derdi : «Bilinmemek için Mekke'ye gitmek ve kendimi oranın mahal­lelerinden birine atmak istiyorum.» Ahmed b. Hanbel, adı sam unu­tulmuş olan âlimlere imrenir ve: «Adını Allah'ın unutturduğu kim­selere ne mutlu!» derdi. Ahmed b. Hanbel, müttakilikle öğünmenin takvayı eksilteceğine inanırdı. Yahya h. Maîn şöyle der: «Ahmed b. Hanbel'in emsaline raslamadım. Onunla beş yıl arkadaşlık ettim. O, salâh ve hayır ile bize asla öğünmedi.»[61]

Ahmed b. Hanbel'in en çok nefret ettiği şey riyadır. O, ne amel­de, ne ibâdette ve ne de ilim tahsilinde riyakârlık etmiştir. Dâima riyayı menederdi. Hattâ âlim veya talebenin ilim aletlerini yanında taşımasını riya sayar ve : hokka ve kalemi göstermek de riyadır, der­di. Bunun için kendisi onları göstermezdi.

O, —Allah kendisinden razı olsun— Allah'ın Kitabı, Resûlullâh'ın Sünneti ve selef-i sâlih'in yolundan ayrılmamak için uğradığı şeyleri azımsard.'Dînî vicdanının kuvveti sayesinde O, dînîni koru­mak uğruna karşılaştığı felâketleri de çok görmezdi. Çünkü nefs-i' levvâme, sahibini kusur işlemekle suçlar ve ibâdetle şımarmasını önler.[62]

 

5- Heybeti
 

Ahmed b. Hanbel'in önemli sıfatlarından biri de heybetidir. Bu sıfat, onun söz ve rivayetinin ruhlar üzerindeki tesirini artırmıştır. Heybet sıfatının yanında ona mutlak bir surette itimat edilirdi. O, heybetli idi. Asla korkak değildi. Emniyet mensupları onun evinin yanından geçerlerken korkarlardı. Rivayete göre Ahmed b. Hanbel'­in kapısında gece beklemekle görevlendirilen bir polis (şurtî) onu çağırmak için gitmiş, fakat kapısını vurmaktan korktuğu için amca­sının kapısını çalmayı tercih etmiş ve kendisini böyle heybetli bir şahısla karşılaşmaya alıştırdıktan sonra bu kapıdan Ahmed b. Han­bel'in yanma varabilmiştir.

Ahmed b. Hanbel'in, talebeleri üzerindeki heybeti, onlarla faz­la ülfet etmesine rağmen çok büyüktü. Bir talebesi bu konuda şöy­le demiştir: Ahrned b. Hanbel'i bir şeyden dolayı reddetmekten ve­ya herhangi bir şey üzerinde onunla tartışmaktan korkardık.» Baş­ka bir talebesi de şöyle demiştir: «Ahmed b. Hanbel'den daha heybeyli birini görmedim. Bir şey söylemek için yanına gitmiştim, Onu görünce heybetinden beni bir titreme aldı.»

Ahmed b. Hanbel'in halleri onun bu heybetini artırmakta ve ruhlar üzerindeki tesirini kuvvetlendirmekte idi. O, her zaman ciddî idi. Alay ve şaka etmezdi. Hattâ O, ciddî olmak gereken bir yerde şaka etmenin, akıl kıtlığından veya dînî vicdanın uyuşukluğundan ileri geldiğini söylerdi. Ahmed b. Hanbel'in meclisinde ne boş lâf, ne de kötü söz bulunurdu. O, ya Kur'ân ve Sünnet ilminden bahseder­di, ya da susardı. Heybet ve vakarı; boş laf, lüzumsUz yere çok mü­nakaşa etmek kadar hiçbir şey azaltmaz. Ahmed b. Hanbel, bunla­rın hepsinden Uzak durmuş, kalb ve dilini bunlardan korumuştur.[63]

 

6- İyî Muaşereti
 

Ahmed b. Hanbel, böylesine heybetli olmakla beraber aynı za­manda iyi muaşeret sahibi idi. Katı kalbli değildi. Geniş ruhlu, gü­leç yüzlü, yumuşak huylu ve büyük bir haya sahibi1 idi. Allah'dan hakkıyla haya eder, münafıklık ve riyakârlık bilmezdi. İnsanlardan da haya ettiği için onlara emir vermez ve büyüklük satmazdı. Bir çağdaşı şöyle der: «Ahmed b. Hanbel'in çağında gördüklerim ara­sında ondan daha dindar, daha müttakî, daha nefsine hâkim, daha fakîh, daha edepli, daha ahlâklı, daha sebatlı, daha iyi muaşeretli ve gösterİşten daha Uzak hiçbir kimse görmedim.»

İşte Ahmed b. Hanbel'in ahlâk ve sıfatları bunlardır. Onun şah­siyet ve karakteri Peygamber'in Sünnetinin gölgesinde teşekkül et­miştir. O, Resûlullâh'm Sünnetine tam olarak uymuş, O'nu kendisi­ne örnek edinmiştir. Peygamber (S.A) 'in ahlâkını iyice öğrenmiş, hiçbir riyaya kapılmaksızm veya insanı silikleştiren şöhret peşine düşmeksizin nefsini bu yönden sımsıkı kontrol altına almıştır. Dolayısıyla Ahmed b. Hanbel, hem sözünde, hem de işinde. mütevazı davranırdı, büyük bir haya sahibi idi. Yalnız Allah'a itaat ederdi. Hakka sarılırdı. Sadece yüce ve sonsUz Kudret sahibi olan Allah'a gü­venirdi.[64]

 

Ahmed B. Hanbel'in Görüşleri
 

Ahmed b. Hanbel, Sünnet adamı idi. Yani Sünneti tam olarak hıfzetmişti. Onun fıkhı Sünnete dayanmaktadır. Fakat kendisinden, . mücadelelere dalmaksızm, akaid me's'eleleri üzerinde bir kısım gö­rüşler ileri sürdüğü rivayet edilmiştir. Yâni Ahmed b. Hanbel'in İman, kader, insanın fiilleri, büyük günah işleyen kimselerin duru­mu ve Kur'an'm yaratılmış olup olmaması hakkında kendine has görüşleri vardır. Kur'an hakkındaki görüşünü, mihnetinden bahse­derken anlattık. Burada, diğer konular hakkındaki görüşlerini kısa­ca belirtmek istiyoruz.[65]

 

İman Hakkındaki Görüşü
 

Ahmed b. Hanbel'in çağındaki ve kendisinden önceki âlimler, îmanın hakikati üzerinde münakaşa etmişlerdir. Bunlardan bâzısı: İman bir marifettir, demiş; bâzısı: îman tasdik ve iz'ândır, ne artar ne de eksilir, demiş; kimisi de: îman artar ve eksilir, demiştir. El­bette Ahmed b. Hanbel de, münakaşaya girmeksizin kendi ölçüsü­ne göre ve Sünnetin ışuğ altında görüşünü açıklamak mecburiyetin­de idi. Ahmed b. Hanbel'e göre îman: Kesin olarak- inanmaktan, iz'ân ve amelden ibarettir. Bu konuda onun şöyle söylediği rivayet edilmiştir:

«îman, hem söz hem de ameldir; artar ve eksilir. Yâni İman, iyi amellerle artar, kötü amellerle eksilir. însan, îmandan çıkar; fakat, islâm'dan çıkmaz. Tevbe edince yeniden îmana döner. İnsanı .an­cak Allah'a şirk koşmak veya farzlardan birini inkâr ederek yap­mamak îmandan dışarı çıkarır. însan herhangi bir farzı tembellik veya gevşeklik sebebiyle terkederse, onun durumu Allah'ın iradesi­ne kalmıştır. Allah dilerse ona azap eder, dilerse onu affeder.»

Bu sözlerden anlaşılıyor ki Ahmed b., Hanbel şu üç hakikati bir­birinden ayırıyordu:

1 — îman: Kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve Uzuvlarla ameldir.

2 — İslâm: Tasdik ve ikrardan ibarettir. Kişi, Allah'a şirk koş-maksızın veya Kur'an ile Sünnetin bildirdiği herhangi bir emri in­kâr etmeksizin amelden geri kalırsa, İslâm'dan çıkmış olmaz.

3 — Küfr: Bu da, Allah'a şirk koşmak veya dinin emir ve nehiylerinden birini inkâr etmektir.

Ahmed b. Hanbel, bu görüşlerinde sadece nass'lara dayanır ve aklî münakaşalara girişmezdi.[66]

 

Büyük Günah İşleyenler Hakkındaki Görüşü
 

İmam Ali —Kerremallâhu vechehû— zamanından beri müslü-manlar, büyük günah (kebîre) işleyenlerin durumu üzerinde müna­kaşalara dalıyorlardı. Çünkü Hâriciler, büyük günah işleyenlerin müşrik olduklarına hükmediyorlar ve bu konuda çok şiddetli dav­ranıyorlardı. Dolayısıyla âlimler, bu konuda ihtilâfa düşmüşlerdir. Hasan el-Basri: Büyük günah işleyen münafıktır, demiş; Mürcie'nin sapıkları: îman olduktan sonra günahın hiçbir zararı yoktur, nite­kim küfür ile tâatın da hiçbir faydası yoktur; yâni İman olduktan sonra azap da yoktur, hesap da yoktur, demişlerdir.

Ebu Hanîfe ve fakîhlerin büyük çoğunluğuna göre kebîre işle­yen kimse, tevbe-i nasuh ile tevbe ederse Allah onun tevbesini ka­bul eder. Nitekim Allah, kulları için böyle va'detmiştir. Eğer tevbe etmezse durumu Rabbma havale edilir. Allah isterse ona azap eder, isterse onu affeder. Mu'tezilîler büyük günah işleyen kimseyi mü'-min saymazlar ve onun iki menzile arasında kalacağını söylerler.

Ahmed b. Hanbel'in görüşü de diğer fakîhlerin görüşü gibidir. O, mü'minin vasıflarını şöyle anlatır:

«Mü'min kendisine gizli olan işleri Allah'a havale eder, kendi işini de O'na bırakır. Günahlarla Allah'ın "mağfiret kapısını kapat­maz. Her şeyin, bütün hayır ve şerrin, Allah'ın kaza ve kaderiyle ol­duğunu bilir. Muhammed ümmetinden ikilik edenler için Allah'dan ümidini kesmez. Kötülük edenlerin akıbetinden korkar. Ümmet-i Muhammed'den hiçbir kimse, yaptığı iyilik sebebiyle cennete ve ka­zandığı günah sebebiyle cehenneme girmez. Ancak Allah kullarını dilediği yere gönderir.»[67]

Bundan anlıyorUz ki, Ahmed b. Hanbel günahkârların işini Allah'a havale ediyor. Fakat, onların akıbetinden korkuyor. Mu'tezi-lîlerin, kebire işleyen rriü'min değildir, sözünü de reddediyor ve şöy­le söylüyor: «Eğer bir kimse, kebîre işleyenlerin mü'min olmadıkla­rına inanırsa, o, Hz. Âdem ve babalarına yalan söyledikleri için Uz. Yusuf'un kardeşlerinin de kâfir olduklarını iddia etmiş [68]olur.[69]

 

Kader Ve İnsanın Fiilleri Hakkındakî Görüşü
 

Ahmed b. Hanbel'in dînî nıes'eleleri inceleme metodu selefin metodu idi. Nakli bırakıp sadece akla itimat etmezdi. Selefin söyle­diği şeyleri söyler, onların söylemekten kaçındığı şeylerden kaçınır­dı. Kaza, kader ve insanın fiilleri hakkındaki tutumu da böyle idi. Bu konuda selefin kabul ettiği şeyleri söyler, onların münakaşa et­mediği aklî mes'eleler üzerinde durmaz ve münakaşa etmezdi. Onun kader hakkındaki şu görüşüne bakınız. O, sadece bu husustaki selefin görüşünü naklediyor ve kendisi susmayı uygun buluyor:

«Tabiîlerden, müslumanların İmamlarından ve büyük şehirlerin fakîhlerinden yetmiş kişi Peygamber (S.A.)'in bıraktığı, şu sünnet üzerinde icmâ' etmiştir: Allah'ın kazasına rızâ, emrine teslimiyet, hükmüne - sabır, emrettiğini yapmak, nehyettiğinden Uzaklaşmak, hayır ve şerriyle kadere îman etmek, dinde mücadele ve husumeti bırakmaktır.»[70]

İşte görüyorUz ki Ahmed b. Hanbel, hayır ve şerri ile kadere îman ve itaatin vacip olduuğnu beyan etmektedir. Kader, teklif ve tâat'da irade ve ihtiyara aykırı düşmez. Gerçi o, bunu açıkça söylemiyor. Fa­kat yukarıdaki ifadesi bu görüşü içerisine almaktadır.

Allâhu Teâlâ, kullarının yaptığı her şeyi bilir ve onu kendisi murad eder. Kâinatta O'nun nıurad etmediği hiçbir şey olmaz. Ah­med b. Hanbel, bâzı kaderiyecilerin görüşlerini beğenmez ve daima kendi görüşünü şöyle açıklar: «Ben söz sahibi değilim. Bu konuda herhangi bir söz söylemeyi düşünmüyorum. Ancak Kitab, Sünnet veya Peygamber'in Hadisinde ve sahâbîlerden rivayet edilenlerde ne varsa onu söylüyorum. Bunların dışında söz söylemek hoş bir şey değildir.»[71]

 

Allah'ın Sıfatları Hakkındaki Görüşü
 

Allahu Teâlâ yüce zâtını bir kısım sıfatlarla vasiflandırmıştır. Meselâ, Allah'ın kudret, irade, ilim, hayat, semi' (işitme), basar (gör­me) ve kelâm sıfatlan vardır. Nitekim Kur'an'da; «Allah Musa'ya hitab ederek konuştu.»[72] buyurulmuştur. Yine Allahu Teâlâ yüce zâtını, bunlardan başka Esmâu'l-Husnâ'smda zikrettiği sıfatlarla tavsif etmiştir.

İşte Ahmed b. Hanbel, Kur'an ve hadislerde zikredilen Allah'ın bütün sıfatlarını aynen kabul etmiştir. Ona göre Allah işitici (semi), konuşucu (mütekellim), kudret sahibi (kadir), irade sahibi (mürid), her şeyi bilen (alîm), her şeyden haberdar (habir), latif ve hakim­dir. Kur'an'da da; «Onun benzeri dahi yoktur.»[73] buyurulmaktadır. Ahmed b. Hanbel, Allah'ın kendi zâtını vasıflandırdığı bütün sıfat­larını sayar ve bunları te'vile çalışmazdı. Yine O, bu hususta Uz. Peygamber'den rivayet edilen şeyleri de te'yil etmezdi. Oğlu Abdullah'-dan babasının, Allah'ın sıfatlarından bahseden hadisler hakkında; «Biz bu hadisleri olduğu gibi rivayet ediyoruz.», dediği nakledilmiş­tir.

Buna göre Ahmed b. Hanbel, Allah'ın sıfatlarının hakikat ve künhünden bahsetmediği gibi, bir nassa dayanmayan te'vili de Sün­net ve Kur'an'ın dışına çıkma sayardı. Çünkü müteşâbihlere uymak, fitne peşine düşmek ve İslâm'da bid'at çıkarmaktır. Bunun için O şöyle derdi:

«Mü'minin sıfatı, kendisine gizli olan işleri Allah'a havale et­mektir. Peygamber'in hadîslerindeki şeyleri de olduğu gibi tasdik etmek ve bunları misallerle anlaİmamaktır.»[74]

Görüyoruz 'ki, Ahmed b. Hanbel i'tikadî meselelerde nakle sarıl­makta ve aklın ortaya koyduğu neticeleri kullanmamaktadır. Çün­kü O, tam manasıyla Sünnet adamıdır. Felsefe adamı değildir. Fel­sefî kaziye (önerme) lere ve aklî prensiplere dayanmamaktadır. Zi­ra akıl, duyulan (mahsûs) ve görülen âlemin ötesini kavrayamaz. Yunan filozoflarından tutunUz da günümüze kadar bütün insanlar, gayb âlemi veya onların tabiriyle tabiatötesi (metafizik), bizim de­yişimizle, duyulanlar-ötesi âlem hakkında değişik görüşler ortaya atmışlardır.     .  .

Ahmed b. Hanbel, Allah veya Peygamber" tarafından bildirildiği kesin olarak anlaşılan nass'lara itimat etmekle saf lam bir kale­ye sığınmış, aklın kuruntu ve saptantilanndan Uzak kalmıştır. O, fay­dasız şeyleri bırakarak ancak faydalı şeylerle, insanlara işlerinde, dünya ve âhiretterinde yararlı olan ilimlerle [75]uğraşmıştır.[76]

 

Siyaset Hakkındaki Görüşleri
 

Ahmed b. Hanbel'in siyasetle ilgili mes'eleler hakkındaki me­todu da selefin metoduna uygundur. O, hilâfet ve halîfe konusun­da sahâbi ve tabiîlerin çoğunluğuna uyar. Dolayısıyla burada da se-lef-i sâlih'e uyulması görüşünü benimser. Selefin bu husustaki tu­tumuna göre, halife kendisinden sonra elverişli gördüğü birini hi­lafet için tavsiye edebilir. Burada son söz, mü'minlerin bî'atıdır. Ni­tekim Peygamber (S.A.),Hz. Ebû Bekr'in kendi yerine geçmesine işaret buyurmuş, fakat bunu açıkça söylememiştir. Şöyle ki: Hz. Peygamber Ebû Beki"i müslümanlara namaz kıldırmak için İmam olarak seçmiştir. îşte bu O'nun dünya işleri bakımından da İmamet'e (hilafet'e) tam olarak ehil olduğuna bir işarettir. Bu itibarla sahâ-bîlerin «Peygamber (S.A.) Ebû Bekr'i din işimiz için seçmiştir. O halde biz, onu dünyâ işimiz için nasıl seçmiyelim?» sözü, ona ya­pılan bî'at'ın yerinde olduğunu gösterir.

Ebû Bekr (R.A.), kendisinden sonra halîfe olmak üzere Hz. Ömer'i seçmiş ve müslümanlarm biat edip etmeme hususunda ser­best olduklarını bildirmiştir. Müslümanlar da Hz. Ömer'e bîat et­mişlerdir. Daha sonra Hz. Ömer, Peygamber'in hoşnutluğunu kaza­nan altı kişiyi seçmiş ve bu altı kişiye, aralarından birini halîfe se­çip müslümanları buna bî'at'a davet etmelerini tavsiye etmiştir. Bunların dördü. Hz. Osman'ı seçmiş ve müslümanlar da ona bîat et­mişlerdir. Hz. Ali de ona bî'at edenler arasındadır.

Ahmed b. Hanbel, «Onların işleri, aralarında danışma (şûra) iledir.»[77] âyetine uyarak, halîfenin şûra ile seçilmesini kabul eder­di. O, Sünnete uyarak, Peygamber (S.A.Ve halîfe olacak kimselerin Kureyş'den olmasını ileri sürerdi.

Ahmed b. Hanbel'in diğer fakîhlerle birleştiği siyasi görüşü de, hilâfeti zorla ele geçirip halkı memnun eden ve adaleti yerine ge­tiren kimsenin hilâfetini meşru saymasıdır. Hattâ Ahmed b. Hanbel, daha ileri giderek, hilâfeti zorla ele geçiren kimseye, fâcir bile olsa, itaatin vacip olduğunu söyler. Çünkü bu suretle fitnelerin önüne geçilmiş olur. Bir risalesinde aynen şöyle der:

«İmamlara (halîfelere), yâni emiru'l-mü'minine, halifelik mev­kiine gelen ve halk tarafından memnunlukla kabul edilen veya kı­lıçla halkın üzerinde, hâkimiyet kurduktan sonra emîru'l-mü'minîn unvanını alan devlet reisine, ister fâcir olsun isterse muttaki olsun, itaat gerekir. Emirlerle,[78] ister fâcir ister mütakî olsun gaza işi, kıyamete kadar sürecektir. Ganimeti taksim ve cezalan infaz etmek de İmamlara aittir. Hiçbir kimsenin onları ta'n etmek (yermek) ve­ya onlarla münazaada bulunmak hakkı yoktur. Sadakaları (vergi­leri) onlara vermek caizdir. Bir kimse, fâcir olsun müttâkî olsun, on­lara bu sadakaları verirse borçtan kurtulur. Cum'a namazı bunların tâyin ettiği İmamların arkasında da kalınabilir. Bir kimse, bunların arkasında kıldığı namazı iade ederse bid'at işlemiş, hadisleri ter-ketmiş ve sünnete muhalefette bulunmuş olur. Bir kimse, müslümanların İmamlarından birine karşı ayaklansa, bu İmam etrafında , toplanmış olan halkda herhangi bir şekilde ister rızâ ile, ister tahakküm karşısında onun hilâfetini tamsa, ayaklanan kimse müslü-manların birliğini bozmuş ve Peygamber'in hadislerine aykırı dav­ranmış sayılır. Eğer ayaklanan bu kimse, aynı hal üzere ölürse ca-hiliye ölümü ile ölmüş olur.»[79]

Bu- görüşler tuhaf karşılanabilir. Çünkü, zulmü kabul etmekte, zâlime karşı isyanı itaatsizlik saymaktadır. Ahmed b. Hanbel, bun­ları nasıl söyler? Şüphesiz Ahmed b. Hanbel, zâlimin zulmünü ka­bul etmemektedir. O, zâlimin zulmü miktarınca Allah'ın hUzurun­da hesaba çekileceğine inanmaktadır. Kendisi bu konuda birçok ha­dîs rivayet etmiştir. Fakat, bu meselede O, müslümanlann masla­hatını gözetmektedir. Ona göre istikrarlı ve sabit bir nizam, mut­laka bulunmalıdır. Bu nizamın dışına çıkanlar ümmetin kuvvetini parçalamakta ve onu temelinden sarsmaktadır. Ahmed b. Hanbel, Hâricilerin bir kısım haber ve fitnelerini gözönüne alarak her şey­den önce sabit bir nizamın bulunmasını lüzumlu görmüştür. Bu nizamı bozmak isteyenler, zâlim hükümdarların işledikleri suçtan da­ha fazla süç işlemiş olurlar.

Ayrıca Ahmed b. Hanbel, bu meseleyi selefe tâbi olmak yönün­den ele almaktadır. Çünkü tabiîler, Emevîler devrinin üçte ikisin­den çoğunu teşkil eden yıllarda yaşamışlardır. Birçok' zulüm ve fısk-u fücur ile karşılaşmışlardır. Bununla beraber isyanı nehyetmişler ve isyancılara katılmamışlardır. Onlar, halîfe ve valilerde dinleyecek kulak ve anlıyacak kalb buldukları zaman nasihat etmişlerdir. Du­rum ne olursa olsun onlar, isyan etmedikleri gibi isyancıları da des­teklememişlerdir.

Ahmed b. Hanbel, hükümdarın vasfı ne olursa olsun, istikrar ve nizamın korunmasını isteyen böyle bir görüşe sahip olmakla be­raber, halîfe ve valilerle hiçbir şekilde temas kurmamıştır. Asla on­ların hediye ve armağanlarını kabul etmemiştir. Gerçekten O, ça­ğında adaletin yerine getirildiğini görmüyordu. Devrin halîfelerin­de insaf yoktu. Hattâ onlar, zulümde çok ileri gidiyorlardı. Fakat Ahmed b. Hanbel, yine de kimseyi isyana teşvik etmemiştir. Lâ­kin, nefsini tenzih için bizzat onlardan Uzaklaşmıştır. Allah Ona rahmet etsin ve Ondan razı olsun. O, hakka inanan, zulmü tanıma­yan, fesat ve karışıklığı istemeyen büyük bir kalbe sahipti.[80]

 

Ahmed B. Hanbel'in Hadîs Ve Fıkhı
 

Bilginler, Ahmed b. Hanbel'in muhaddis olduğunu, ittifakla ka­bul ederler. Fakat bir kısmı, onun fakîh olduğunu" kabul etmez. Bi­zim, burada şöyle .söylememiz uygun olur: Şüphesiz Ahmed b. Han-bel hadîste İmamdır. İşte onun fıkıhtaki İmamlığı da buradan gel­mektedir. Zira onun fıkhı; mantığı ve prensipleri, ölçüsü ve rengi itibariyle hadislere dayanmaktadır. Bunun içindir ki îbni Cerir et-Taberi, O'nun fakîh olduğunu kabul etmemiştir. îbni Kuteybe de O'nu mahaddislerden saymış ve fakîhler arasında zikretmemiştir. Bunlardan başka bilginlerin görüşleri de onlara yakındır. Fakat Ah­med b. Hanbel'den intikal eden görüş ve fetvalar dikkatle incelenir­se, daha önce söylediğimiz gibi, onun hadis yönü üstün gelen bir fakîh olduğu anlaşılır.

Ahmed b. Hanbel'in fakîh olup olmadığına dair bilginlerin ka­naati ne olursa olsun, gerçek odur ki, kendisine kadar ulaşan se-nedlere'dayanan çeşitli rivayetlerle Ona nisbet edilen elimizde bir yığın fıkhî miras vardır. Bu mirası insanlar kabul etmektedirler. İnsanların kabul ettiği bir şeyi, delilsiz reddetmek hakkımız değil­dir.    .

Ahmed b. Hanbel'in fıkhı etrafında koparılan gürültü, gerçek­te şunlardan ileri geliyor:

1 — Ahmed b. Hanbel, rivayeti fetvaya tercih ederdi. Onun hadîs ile meşhur oluşu ve hadîste İmamlık derecesine çıkışı, bir müd­det kendi fıkhını perdelemiştir.

2 — O, fetvalarının yazılmasını menederdi. Çünkü, insanların istinbata dayanan fıkha önem verip bu fıkhın asıl kaynağına önem vermemeleri endişesiyle, Peygamber (S.A.V)'in hadîslerinden başka bir şeyin yazılmasını hoş görmezdi. Öyle anlaşılıyor ki, Onun fet­valarının yazılmasını menedişi, fıkıh hayatının başlarına raslamak-tadır. Bu sebeple daha sonraki rivayetler, Ahmed b. Hanbel'in bâzı fetvaları kendisinin yazmış olduğunu ve bunları naklettiğini göstermektedir. Belki de O, hadîslere yakın olan veya hükmü hadîsler­le belirtilen fetvaları nakletmiştir.

3 — Ahmed b. Hanbel, ihtilâfa düşen sahâbîlerin görüşlerini ayrı ayrı kabul eder ve bunları meselenin çeşitli yönlerden izahı (vecihleri) sayardı. İhtilâfa düşen tabiilerin görüşlerini de meselenin vecihleri olarak kabul ederdi. Kendisine onların sözleri arasında tercih etme yetkisi tanımazdı. Öte yandan Ebû Hanîfe'nin tabiîler hakkında; «Onlar da insan, biz de insanız...» dediği, Şafiî'nin de sahâbilerin görüşleri arasında Allah'ın Kitabı ve Peygamber (S.Â.V.)'-in Sünnetine en yakın olanı tercih ettiği bilinmektedir.

4 — Bilginler, hadis hakkındaki «el-Müsned» in Ahmed b. Habel'e nisbetinin sıhhati üzerinde birleşmişlerdir. Fakat bilginlerin çoğu, bâzı fıkhî meselelerin Ona nisbetinde şüpheye düşmüşlerdir. Gerçi onların bu şüpheleri bir mesnede dayanmamaktadır.

Biz, önce muhaddis olan Ahmed b. Hanbel'i anlatalım. Sözü bu noktaya getirince, ilk kez el-Müsned'den bahsetmemiz gerekmek­tedir.[81]

 

El-Müsned[82]
 

el-Müsned, îmam Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği hadîslerin bir kolleksiyonunu teşkil eder. Bu hadîsler Onun güvenilir (Sika) râvılerden yapmış olduğu rivayetlerin bir hulasasıdır. Ahmed b. Han­bel, ilk önce el-Müsned'deki hadîsleri toplamaya hadîs rivayetine başladığı zaman teşebbüs etmiş ve hayatı boyunca bu işi bırakma­mıştır. Fakat, gayretini hadîsleri tertip işine yöneltmemiş, sadece on­ları toplamak ve tedvin etmekle uğraşmıştır. O, hadîsleri ayrı ayrı kâğıtlara yazıyordu ve bu kâğıtlar, onun toplamış olduğu bütün ha­dîsleri içine alıyordu. Yaşı ilerleyince topladığı bu hadîslerimi zayi olmasından korkmuş ve bunları çocuklarıyla yakınlarına yazdırma­ya başlamıştır. Bu hadîsleri onlara, tertiplenmiş bip. şekilde olmasa da, tam olarak okutmuştur.

Şemsüddin el-Cezerî şöyle der: «İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned'i toplamaya başlamış, onları ayrı ayrı kâğıtlara yazmış, müs­veddesinde olduğu gibi ayrı ayrı cüzlere bölmüştür. Daha sonra yaş­lanınca, ölümünden evvel el-Müsned'i çocuklarıyla aile efradına okutmaya başlamıştır. Fakat onları iyice ayıklayıp tanzim etmeden önce ölmüş ve el-Müsned eski hâli üzere kalmıştır. Bundan sonra oğlu Abdullah, el-Müsned'e kendi işittiği benzeri hadis ve rivayet­leri de ilâve etmiştir.»[83]

Bu sözler şu iki hususu gösterir:

1 — el-Müsned'in toplanması ve tertibi Ahmed b. Hanbel'e ait değildir. Belki kendisinden sonra rivayet edene aittir. Onu rivayet eden de Ahmed. Hanbel'in oğlu Abdullah olduğuna göre, tertibi de ona aittir. Bu bir eksiklik değildir. Çünkü Abdullah, babasının rivayet ettiği bütün- hadisleri hıfzetmiş bir nıuhaddis olduğu gibi, babasından başkalarından da hadis tahsil etmiştir.

2 — Abdullah, el-Müsned'i bir kitap haline getirmekle yetinme­miş, aynı zamanda kendi işittiği benzeri şeyleri de ona ilâve etmiş­tir. «Benzeri şeyler» den maksat, el-Müsned'de Abdullah'ın rivayet ettiği herhangi bir mesele hakkında sahâbilere ait olan hükümler­dir. Meselâ, Abdullah babasından veya başka birinden işitmiş ol­duğu benzeri şeyleri, babasının kendisine yazdırmış olduğu mecmu­aya ilâve etmiştir. îhtimal ki bunlar çok fazla değildir. O, el-Müsned'e babasının dışmdaki râvîlerden pek az bir şey ilâve etmiştir. Çünkü bilginler, el-Müsned'in Ahmed b. Hanbel'e ait oluşunda ih­tilâf etmemişlerdir.

Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah, hem babasının sağlığında, hem de babasının ölümünden sonra hadîsle uğraşan bir kimsedir. Ebu'l-Hüseyin b. el-Münadi'nin kitabında Ahmed b. Hanbel'in oğlu Salih ve Abdullah'dan bahsedilir: «Salih babasından az bir şey yaz­mıştır. Abdulah'a gelince, dünyada babasından en çok hadîs riva­yet eden şahıs odur.»[84]

Âlimler, Abdullah'ı babasının faziletini devam ettirdiği, büyük himmet sahibi olduğu ve babasının bıraktığı zengin ilim mirası üze­rinde çalıştığı için çok överler.

İşte el-Müsned'i tertip ve tedvin eden bu Abdullah olmuştur. Fakat, onun bu tertibi bambaşka olup hadîs kitaplarının tertibine benzememektedir. Çünkü diğer sahih hadîs kitapları, umumiyetle fıkıh bablanna göre tertip edilmiştir. Fıkıhla ilgili olmayan hadîsler de râvileri gözönüne alınmaksızın dâhil oldukları konulara göre düzenlenmiştir. Böylece edeple ilgili hadîsler, tefsirle ilgili hadîsler, ilimle ilgili hadîsler, vahiyle ilgili hadisler vb. bir araya toplanmış­tır. Uz. Peygamber'den riayet edilen herhangi bir şeyi öğrenmek is­teyenler ilgili bölüme (bab'a) kolayca başvurabilirler.

el-Müsned'in tertibine gelince, bu, sahâbîlerin sırasına göre ya­pılmıştır. Meselâ Ebü Bekr'in rivayet ettiği hadîs ve ondan intikal eden sünnetler bir kitapta toplanmış ve adına «Müsnedu Ebî Bekr» denmiştir. Keza, Ömer b. el-Hattab, Osman b. Affân, Ali b. Ebî Tâlib ve bu minval üzere bütün sahâbîlerin rivayetleri birer kitap ha­linde toplanmıştır. Bu yüzden hadislerin ihtiva ettiği ilmî konulara göre bulunması güç olmaktadır. Bununla beraber el-Müsned'in bu tertibi, herhangi bir sahâbînin fıkıh ve rivayetini öğrenmek isteyen tarihçi için çok faydalı olmaktadır. Sözgelimi, Hz. Ömer'in fıkhını öğrenmek isteyen bir kimse, şüphesiz Müsnedu Ömer'de onun de­ğerli fıkhını gösteren esaslı ve ilmî bir malzeme bulacaktır. Gerçek­ten bu çok faydalı bir şeydir. Fakat, Hadîs fıkhını ve Sünnet-i Se-niyyeyi Öğrenmek isteyenlerin maksadına elverişli değildir.

Zehebi, Ahmed b, Hanbel'in oğlu Abdullah'ın tedvin etmiş oldu­ğu, el-Müsned'in tertibi hakkında şöyle der: «Eğer O, el-Müsned'in tertibini daha güzel ve daha düzgün yapsaydı en büyük hizmeti yapmış olurdu. Yine de bu kıymetli esere emeği geçen, onu bölüm­lere ayıran, râvîlerini anlatan ve ona bu şekil ve düzeni veren kim­seyi Allah'ın mükâfatlandırmasını umarım. Çünkü el-Müsned, Hz. Peygamber'in hadislerinin çoğunu içine almakta ve ondan sâdır olan her hadîs, hemen hemen bunda bulunmaktadır.»[85]

 

Ahmed B. Hanbel'în El-Müsned'î Rivayetteki Metodu
 

Ahmed b. Hanbel, çağındaki güvenilir kimselerden rivayet eder­di. Rivayet ettiği hadîsin sened bakımından Uz. Peyganıber'e ulaş­masına çok dikkat ederdi. Sened bakımından Peygamber (S.A.V)'e ittisal etmeyen hadîsleri zaîf sayardı. İsterse bu hadîslerin râvîsi güvenilir kimselerden olsun. Zehebî'nin deyişiyle, Ahmed b. Han­bel, bu metodla en büyük hadîs mecmuasını meydana getirmiştir. Fakat O, topladığı hadîsleri daima ayıklar, rivayet ettiği bâzı şeyle­ri sonradan silerdi. Bazan O, kendisinden hadis rivayet ettiği şahsın Hadîsi öğrenip hıfzetme (zapt) bakımından mükemmel olmadığını veya rivayet ettiği şeyde aldandığını anlarsa ondan yaptığı rivayeti çıkarırdı. O daima, ölüm döşeğinde bile yaptığı rivayetleri ayıklar, düzeltir ve zaif gördüklerini silerdi. Ekseriya meşhur ve sa­hih hadislere aykırı düşen şeyleri hazfederdi. Birbirine zıt.olan her iki rivayeti de önce yazar, sonra sahih hadîslere aykırı düştüğünü veya biriiîfn diğerinden kuvvetli olduğunu gördüğü için ayıklama sırasında bunlardan birini hazfederdi (silerdi).

Lâkin bu hazf ve ayıklama (ten'kîh) işinden sonra el-Müsned'in ihtiva ettiği bütün hadîslere itimat edilebilir mi? Bu soruya âlimler şöyle cevap vermişlerdir: İmam Ahmed b. Hanbel, hazf ve ayıkla­maktan kendisini alamamış ise de, hazf işinde son derecede iktisatlı hareket etmiştir. Kendisinden hadis rivayet ettiği râvînin bir kusu­runu görmedikçe onun hadîsini hazfetmezdi. Bu konuda oğlu Abdul­lah'a şöyle söylediği bilinmektedir:

«el-Müsned'de meşhur hadîslere yöneldim. İnsanları Allah'a ha­vale ettim. Eğer bana göre sahih olan hadîslere yönelmek istesey­dim, bu el-Müsned'de ancak pek az bir şey rivayet etmiş olurdum. Fakat, ey oğulcuğum! Sen, benim hadîsteki metodumu biliyorsun; ben zaif hadîs'e, bu babda onu reddeden bir şey yoksa muhalefet et­medim.»[86]

 

El-Müsned'de Zaîf Hadîs Var Mıdır?
 

Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilen yukarıdaki paragrafa göre el-Müsned'de bâzı zaîf hadîs vardır ve elbette böyle düşünmek ge­rekir.

el-Müsned'de zaîf hadîsin bulunması,'onda yalan veya uydurma olduğu sabit olan hadîslerin bulunması demek değildir. Zaîf hadîs­le uydurma (mevzii' > hadîs arasında fark vardır. Zaif hadis diye, râvileri arasında sika (güvenilir kimse) derecesine ulaşmayan şa­hıs bulunan veya sened zincirinde kesiklik olan, Peygamber (S.A.)'e nisbetinin bâtıl olduğuna dair herhangi bir delil bulunmayan ve sika kimselerden ona muhalif bir şey sabit olmayan hadîs'e denir. Yalan veya mevzu' (uydurma) hadîs ise, Sünnetten sayılmasının bâtıl ol-duuğna dair delil bulunan, sika râvîlerce red ve Peyganıber'e nisbeti iptal edilen hadîstir.

Fakat, el-Müsned'de uydurma olduğu sabit olan hadisler var mı­dır? Bâzı âlimlere göre el-Müsned'de zaîf sayılabilecek hadîsler vardır. Uydurma olduğu sabit olan hadîsler de vardır. Fakat, bunlar çok az, hattâ nâdirdir. el-İrakî[87] bu görüştedir.

İbni Teymiyye de el-Müsned'de zaîf hadîslerin bulunduğunu, fa­kat hiçbir zaman uydurma hadîslerin mevcudiyetinin-sabit olmadı­ğını söylemiştir.[88] Ekseri âlimler, İbni Teymiyye'nin bu görüşüne katılmışlardır.

Taassuba saplanan bâzı âlimler de el-Müsned'de asla zaif hadî­sin bulunmadığım iddia etmişlerdir. Biz, bu konuda sözü Îbnu'1-Cevzi'nin şu satırlarıyla bitirmek istiyoruz:

«Bâzı hadîsçiler, bana, Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'inde sa­hih olmayan hadîs var mıdır? diye sordular. Ben de: Evet, dedim. Bu, Hanbelî mezhebinde olan bir topluluğa ağır geldi. Ben de,, onla­rın bu durumlarını avamdan oluşlarına hamlettim ve önem verme­dim. Bir de gördüm ki, onlar fetvalar yazmışlar, bu arada bir top­luluk da bu sözü yermiş ve reddetmiştir. Onlar, bu sözü söyleyeni de bir hayli kötülemişlerdir. Bu durum karşısında şaşırdım kaldım ve kendi kendime şöyle dedim: Çok acaip bir şey! İlimle uğraşan kimseler de, avamdan ayırdedilmez oldu. Çünkü onlar, hadîsi işiti­yorlar, fakat bu hadîsin sahih veya illetli olup olmadığını araştırmı­yorlar. Benim söylediğim sözü söyleyenlerin Ahmed b. Hanbel'in ri­vayet ettiği şeylere dil Uzattığını sanıyorlar. Hiç de böyle değildir. Çünkü İmam Ahmed b. Hanbel meşhur, hasen ve zaîf hadisleri riva­yet etmiş, sonra bunların çoğunu atmış ve kendisi de kabul etme­miştir.»

İbnu'l-Cevzi sözünü şöyle bitiriyor:

«Beni üzen şey, bu devirde âlimlerin ilim bakımından yetersiz­likleri ve avam durumuna düşmeleridir. Onlar, uydurma bir hadîs­le karşılaştıkları zaman bile böyle bir rivayet vardır, diyorlar. Him­metlerin bu derecede azalışına ağlamak gerekir. Lahavle velâ kuv­vete illâ billahi’

Sözün kısası, el-Müsned'in ihtiva ettiği hadislerin ekserisi salih olup bunlar sayılamayacak kadar çoktur. Onda zaif hadîsler ve vârdir olarak mevzu' (uydurma) hadîsler de vardır. Fakat, bâzı âlimler onda mevzu' hadîsin bulunduğunu kabul [89]etmezler.[90]

 

Ahmed B. Hanbelin Fıkhı
 

Buraya kadar söylediklerimizden anlaşılmıştır ki, Ahmed b. Han bel'in fıkıh İmamlığı hadîs İmamlığından sonra gelmektedir. Bu nun için O'nun fıkhı hadıs'e daha yakındır. Hanbeli mezhebinin fa kinleri, Hanbelî fıkhının dayandığı usûlü (delilleri) tesbit ederek or taya koymuşlardır. Ahmed b. Hanbel'in fıkhı', kendisinin sünnet ve ya benzerinden faydalanarak vermiş olduğu fetvalarında mevcut tur. îbni Kayım el-Cevziyye, bu fetvaların dayandığı usûlü (delille ri)' özetlemiş ve bunların şu beş esastan ibaret olduğunu söylemiş tir:

1 — Nass'lar : Ahmed b. Hanbel, bir nass bulursa onunla fetva verir ve başka bir şeye iltifat etmez. Bu sebepten O, nassi sahâbile rin fetvalarına tercih eder. Îbni Kayyım el-Cevziyye, Onun nass kar­şısında sahâbîlerin fetvalarını terkettiğine dair birçok misaller verii ki, bunlardan bir - ikisini zikrediyorUz : Ahmed b. Hanbel, kocası ölmüş.hâmile kadının iddetinin doğumu iie sona ereceğini bildiren ha­disi tercih etmiş ve böyle bir kadının iki iddetden en Uzun olanını beklemesi yolundaki fetvaya uymamıştır.[91] Nitekim îbni Abbâs'ın fetvası da Ahmed b. Hanbel'in görüşüne uygundur. Keza, Ahmed b. Hanbel, müslim ile gayrimüslim arasında miras cereyan etmeyece­ğini bildiren hadîsi tercih etmiş ve Muaz b. Cebel ile Muâviye b. Ebi Süfyan'm fetvalarını nazan itibara almamıştır.

2 — Sahâbilerin vermiş olduğu fetvalar: Ahmed b. Hanbel, sahabîlerden bâzısının vermiş olduğu fetvalara diğerlerinin muhalif olduğunu tesbit edemez ise bu fetvaları esas olarak alır ve başkası­na ehemmiyet vermez. Buna icmâ da demez. Takvasından ötürü, «Bunu reddedecek bir şey bilmiyorum.» der. Kölenin şahitliğini ka­bul edişi de böyledir. O, bunu, Enes'ten rivayet etmiştir. Bu husus­ta Onun, «Kölenin şahitliğini hiçbir kimsenin reddettiğini bilmiyorum.» dediği, rivayet edilmiştir.

İbni Kayyım el-Cevziyye de şöyle der: «İmam Ahmed, sahâbilerden böyle bir şey bulursa ona herhangi bir ameli, re'yi ve kıyası tercih etmezdi.»[92]

3 — Sahâbîlerin görüşleri: Ahmed b.. Hanbel, sahâbüer arasın­da ihtilâf olduğu zaman bunların görüşlerinden Kitab ve Sünnete muvafık olanları tercih eder ve sahâbîlerin görüşlerinin dışına çık­maz. Ahmed b. Hanbel, eğer sahâbîlerin görüşlerinden herhangi bi­rinin Kitab veya Sünnete uygun olduğunu anlıyamazsa, sahâbîle­rin ihtilâflarını anlatır ve kesin olarak bir şey söylemez. îshak b. İbrahim b. Hâni' Mesâl'inde şöyle söyler: «Ahmed b. Hanbel'e: în-sana, kavmi içerisinde ihtilaflı bir şey sorulsa nasıl yapacaktır? denildi. Ahmed b. Hanbel de: bu görüşlerden O, Kitab ve Sünnete uy­gun olanı ile fetva verecek, Kitab ve Sünnete uygun olmayanı hak­kında bir şey söylemeyecektir, demiştir.»[93]

Burada Ahmed b. Hanbel'in Şafiî'den ayrıldığını görüyoruz. Çünkü Şafiî, kıyas ile de olsa, tercihlerde bulunur. Şafiî, kıyas ba­kımından daha kuvvetli olanı alır ve tercih eder, kıyas bakımından kuvvetli olmayanı biralar. Ahmed b. Hanbel ise, sahâbîlerin görüş­leri arasından Kur'ân veya Hadîs nassı ile desteklenmiş olanı tercih eder ve kıyas'a başvurmaz. Çünkü O, kıyası sahâbînin görüşü ne tercih etmez-

4 — Mürsel hadis: Ahmed b. Hanbel, mürsel hadisi delil olarak kabul eder. Bir hadis'i rivayet eden sahâbi bilinmezse ona mürsel hadis denir. Zaîf hadis ise, uydurma olduğu sabit olmayan hadistir. Ahmed b. Hanbel, zaif hadîsi de, bu babda onu reddedecek bir şey yoksa, kıyasa tercih eder. İbni Kayyım el-Cevziyye, zaîf hadisi şöy-,1e açıklar: Zaîf hadîs bâtıl, münker ve kabulü mümkün olmayacak şekilde rivayet bakımından müttehem olan hadîs değildir. Zaîf ha­dîsten murat, "râvîleri sika derecesine ulaşmayan ve aynı zamanda ittiham derecesine de düşmeyen hadîstir.

GörüyorUz ki, burada İbni Kayyım el-Cevziyye, Ahmed b. Hanbel'in tabiîlerin görüşleri karşısındaki tutumunu anlaİmamaktadır. İbni Kayyım el-Cevziyye, tabiîlerin görüşlerinden bâzısını Ahmed b. Hanbel'in mücerret olarak ve kendisini onlara uydurmak mecburi­yetinde görmeksizin tercih ettiğine dair mevcut olan rivayeti benim­semiş görünüyor. Buna göre, tabiînin sözü Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'i için bir hüccet değildir. Eğer O, tabiîlerden birinin sözü­ne uymuşsa, bu, onun deliline güvendiği içindir, sahibinin hüccet oluşundan dolayı değildir. Diğer rivayete göre ise, Ahmed b. Han­bel, tabiînin sözüne uymanın vacip olduğunu söyler. Bu itibarla Kitab, Sünnet ve Sahâbîlerin fetvasını bulamadığı zaman Tabiînin sö­zünü delil olarak alır. Eğer tabiîler ihtilâf etmişlerse ve bunlardan herhangi birinin sözü bir sahâbî sözüne uygun 'düşmüyorsa, bunla­rı kendi mezhebinde ayrı ayrı birer görüş olarak bırakır, değilse Sünnete uygun düşeni tercih eder. Çünkü Sünnet, tabiîlerin üstünde olup Peygamber (S.A.V.) veya sahâbilerin sözleridir.

Bu rivayet daha meşhurdur. İmam Ahmed'in bize intikal eden sözleri ve risaleleri de bunu teyit etmektedir. Bunların bir kısmını daha önce işaret ettik. O, selefin söz ve metodunu uyulmaya daha lâyık görür ve tabiîleri de seleften sayardı.

5 — Kıyas: Ahmed b. Hanbel, elinde Kitab ve Sünnetten bir nass, sahâbîlerle meşhur rivayete göre— tabiîlerin sözü, mürsel veya zaîf bir hadîs bulunmazsa kıyasa başvurur. el-Hallâl[94] Ahmed b. Hanbel'den şöyle nakletmiş tir: «Şafiî'ye kıyası Sordum. O da: Kıyasa.ancak zaruret ânında başvurulur, diye cevap verdi.»[95]

Görüyoruz ki, Ah'med b. Hanbel, kıyası hüccet olarak kabul et­mekte ve ona ancak zaruret halinde başvurmaktadır. Eğer imkân bulursa kıyasa hiç yanaşmamâktadır. O, bu konuda Şafiî'den riva­yet ettiği yukarıdaki görüşe yaklaşmaktadır. Fakat Şafiî, kıyası terkedip zaif hadîsi delil olarak almaz. Her iki İmamın kıyası kabul edişi değişiktir. Şafiî, kesin bir delil bulamadığı zaman kıyasa yö­nelir. Ahmed b. Hanbel ise, kıyası, reddetmek için bir delil yoksa, her türlü nass veya nass kabilinden olan şeylerden sonraya bırakır.

Görüyoruz ki, İbni Kayyım el-Cevziyye'nin anlattığı bu usûl (deliller) nass'lara dayanmaktadır. Mürsel ve zaîf hadîsler, sahâbilerin fetvaları, sonra —münakaşa kabul etaneKle beraber— tabii­lerin sözleri, daha sonra da kıyas bunlara dâhildir.

Fakat îbni Kayyım el-Cevziyye îcmâ', masâlih, zerâyi', istihsan ve istishab'm Ahmed b. Hanbel'e göre birer asi (delil) olup olma­dığım söylememektedir. Halbuki bunlar, Hanbelîlere göre. usûlden sayılmakta ve kitaplarında anlatılmaktadır.

Bunun içindir ki biz, bu esasları kısaca açıklamak mecburiye­tinde kaldık. Eğer kıyas, nass'lar hariç, diğer istinbat vâsıtalarını içi­ne alacak şekilde geniş mânada tefsir edilirse masâlih, istihsan, zerayi' ve istishab'm kıyasa dâhil olduğunu söyleyebiliriz.[96]

 

İcmâ'
 

îcmâ', herhangi bir asırda ümmetin müctehidlerinin Kitab, Sünnet veya —bâzı fakihlere göre— kıyas delillerinden birine da­yanarak şer'î bir hüküm üzerinde ittifak etmeleridir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi icmâ' ikiye ayrılır:

1 — Farzların asılları üzerindeki icmâ': Meselâ, farz olan na­mazlar, bunların rek'atleri, oruç, hac, zekât. vs. üzerindeki icmâ' böyledir. Bu türlü, icmâ', her müslüman tarafından kabul edilmiş­tir. Onu inkâr eden, dînin kesin olarak bilinen emirlerinden birini inkâr ettiği için kâfir olur. Çünkü, bu gibi emirler üzerindeki icmâ', Kur'ân ve Sünnetle kesn olarak sabit olan meseleler hakkındadır. Bu meseleler, dînin asıl sınırlarını ve müstahkem surlarını teşkil eder. Bunların dışına çıkan kimse, dinin dışına çıkmış olur.

2 — Birinci kısımda zikredilen farzların asıllarına dâhil olmayan meseleler üzerindeki icmâ': Meselâ, fethedilen memleketlerdeki arazinin mülkiyeti devlete ait olmak üzere eski sahiplerinin elinde bırakılması ve mürted (dinden dönen) lerin öldürülmesi vs. üzerin­deki sahâbilerin icmâ'ı hakkında Ahmed b. Hanbel'den değişik riva­yetler yapılmıştır. Âlimlerden bir kısmı, Ahmed b. Hanbel'in: îcmâ'ın mevcudiyetini iddia eden yalancıdır.» dediğini nakletmiştir. İbni Kayyım el-Cevziyye; «Ahmed b. Hanbel icmâ' iddiasında bulu­nanları yalanlardı ve icmâ'm sabit olan bir hadis üzerine takdim edilmesine cevaz vermezdi.» demiştir. Ahmed b. Hanbel'in oğlu Ab­dullah da şöyle rivayet etmiştir: «Babamın şöyle dediğini işittim: Bir şey üzerinde icmâ' olduğunu iddia eden kimse yalancıdır. Belki insanlar bir şey üzerinde ihtilâfa düşmüşler, fakat o şey üzerinde icmâ' olduğunu iddia.eden kimse buna vâkıf olamamıştır. Dolayı­sıyla, o kimse, icmâ olup olmadığını bilmiyoruz, desin.»

Bu açıklamalardan, Ahmed b. Hanbel'in icmâ'm aslını inkâr et­mediği, fakat sahâbiler asrından sonra vuku'unun bilinmediğine kani olduğu sonucuna varabiliriz. Dolayısıyla O, sahâbilerin bâzı meseleler üzerinde icmâ' ettiğini söylerdi. Çünkü onlar malûmdur­lar, bilginleri de mahdut ve belli kişilerdir. Uz. Ömer, bunları Me­dine'de alıkoymuştur. O, müslümanları ilgilendiren her mühim me­selede kendileriyle istişarede bulunmak için, müslümanlarla bilgin sahâbileri bir araya toplar ve onlar sayesinde kesin bir görüşe ula­şırdı. Böylece kendisi, mesuliyeti tek başına üzerine almazdı.

Bundan sonraki devirlere ait olduğu ileri sürülen icmâ'lar hak­kında Ahmed b. Hanbel; «Bunlara muhalif olan bir şey bilmiyoruz.» ' derdi.

Buna göre Ahmed b. Hanbel'in iki dereceli bir icmâ' kabul et­tiğini söyleyebiliriz:

1 — Yüksek icmâ': Bu sahâbîlerin icmâ'ıdır. Bu türlü icmâ'lar, sahâbilerin karşılaştığı ve neticede hakkında tek bir görüş beyan ettiği meselelere aittir. Böyle icmâ'lar hüccettir. Çünkü Kitab ve sa­hih Sünnetin esaslarından birine dayanmaktadır. Sahâbîierin sahih bir sünnete muhalif hareket ettikleri düşünülemez. Zira onlar, Pey­gamber (S;A.V.)'in sözlerini rivayet eden kimselerdir. Onlardan bir kısmı, bâzı hadisleri bilmeyebilirler. Fakat, İmam Şafiî'nin deyişiy­le, hepsinin bütün hadîsleri bilmemesi imkânsızdır.

2 — İkinci derecede yer alan icmâ': Herhangi bir görüş, her­kesçe bilinir ve buna birinin muhalefet ettiği bilinmezse böyle bir görüş, eğer buna icmâ' diyebilirsek, bu türlü icmâ'a dâhil olur. Bu icmâ', sahih hadîsten sonra ve kıyastan önce gelir. Çünkü, buna muhalif olan bir fakîh bulunursa icmâ' bozulur.

Burada gözönüne alınması gereken husus şudur: Yukarıda an­latılan icmâ'm her iki derecesi de dinin kesin emirlerinden olan farz­ların» asılları üzerindeki icmâ'dam sonra gelir. Zira, dînin kesin emir­lerinden olan farzların asıllarından birini inkâr eden kâfir olur. Me­selâ, beş vakit namazı ve namazuı rek'atlerini inkâr eden kimse böy­ledir. Çünkü, bunlar üzerindeki icmâ'm derecesi, diğer bütün istinbat esaslarından önce gelir.[97]

 

Kıyas
 

Buradaki «kıyas» sözü ile Ebû Hanîfe, Şafiî ve diğer kıyasa da­yanan fakîhîerin istılâhmdaki kıyası kastediyoruz. Buna istihsan, masâlih-i mürsele ve zerâyi' dâhil değildir. O halde buradaki kıyas, hüküm bakımından hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, ara­larındaki ortak ve hükme esas teşkil eden bir vasıf sebebiyle hak­kında nass bulunan bir meseleye bağlamaktır.

Ahmed b. Hanbel'den rivayet edildiğine göre kıyastan müstağ­ni olunamaz. Sahâbîler kıyasa başvurmuşlardır. Âhmed b. Hanbel, prensip olarak kıyası kabul ettiği için kendisinden sonraki Hanbe-Hler de kıyasa önem vermişler, Peygamber (S.A.V) ve sahâbilerin hükmünü beyan etmediği hâdiselerle karşılaştıklarında kıyastan ol­dukça faydalanmışlardır.

Fakat öyle anlaşılıyor ki, İbni Teymiyye ve talebesi îbni Kayyım el-Cevziyye gibi Hanbelî yazarları, tesbit edilen mücerret illete gö­re değil, münasip vasıflara[98] göre kıyas yapıyorlardı. Meselâ, Hanefîler selem akdini kabul ederler. Bu akid, para peşin ve mal veresiye olmak üzere borcu (deyn'i) mal (ayn) karşılığında satmak­tır. Bu akid, aslmda kıyasa uymamaktadır.Çünkü, üzerine akid te­rettüp eden şey mevcut değildir. Mevcut olmayan şeyin satılması ise caiz olmaz. Fakat İbni Teymiyye bu akdin kıyasa uygun olduğunu söylemektedir. Çünkü, satılan malın bulunmasmdaki hikmet, bura­da da mevcuttur. O da, mal hakkındaki cehaletin ortadan kalkma­sıdır. Burada cehalet veya özür bulunmadığına göre akid kıyasa uy­gundur.

Başka bir misâl: Hanbelîler bir şahsın başka, bir şahsa olan borcunun havalesini kabul ederler. Buna göre alacak (borç), başka bir şahsa havale edilir ve bu, o şahıstan istenir. Bu, kıyasçı Hanefilerin görüşüne aykırıdır. Çünkü bu, bir nevi borç karşılığında bor­cu satmaktır ki, caiz değildir.[99] Hanbelîlere göre ise, bu, borcu ödemek demektir. Zira borcu havale eden kimse havale ettiği şahıs vâsıtasiyle onu ödemiş oluyor. Borcu ödemek ise gayet tabiîdir ki caizdir.

İşte görüyorUz ki, böylece birçok mes'elelerde Hanbelîler illetle­re iltifat etmiyorlar; buna mukabil, mes'elelerdeki hüküm ve müna­sip vasıflara önem veriyorlar.[100]

Çevrimdışı Uyanan Gençlik

  • ******
  • Join Date: Kas 2010
  • Yer: HATAY
  • 7462
  • +547/-0
  • Cinsiyet: Bay
İmam Ahmed B. Hanbel ve Mezhebi
« Yanıtla #2 : 04 Mayıs 2018, 09:31:19 »
Masâlîh
 

Burada masâlihderi maksat, nıasâlih-i mürseledir. O da, hakkın­da Kitab, Sünnet ve îcmâ'a dayanan müsbet veya menfî özel bir de­lil bulunmayan maslahatlardır. Tabiidir ki bunların, şeriatın kabul ettiği maslahatlardan olması gerekir. Mâlikîler, şeriatın genel amaç) larına uygun düşmek, herhangi bir güçlüğü kaldırmak ve bir nassa aykırı olmamak şartıyla bu türlü maslahatları kabul ederler.

Hanbelîlerle diğerleri, bu maslahatları kıyastan sayarlar. Çün­kü bunlar, Kur'an ve Sünnet nass'larmm toplamından elde edilen umumî maslahatlardır. Gerçi bunlar, bizzat özel bir nass üzerine kı­yas edilmemiştir.

Esasen, sahâbüer bu maslahatları kabul ettiği için Ahmed b. Hanbel de kabul etmiştir.

Ahmed b. Hanbel, siyaset-i şer'iyye'de maslahatı esas alır. Siyaset-i şer'iyye,1 İmam (halîfe)'m insanları ıslâh maksadıyla onları yararlı işlere teşvik etmek ve zararlı işlerden Uzaklaştırmak için takip etmiş olduğu yoldur. Ahmed b. Hanbel —Allah ondan razı ol­sun—- bir nass mevcut olmasa dahi bu konuda bir kısım cezaların tatbikini kabul etmiştir. Onun bu kabil' fetvalarından bâzıları şihit lardir: Fesat ve kötülük çıkaranlar, şerlerinden emin olunabilecek bir memlekete sürgün edilirler. Ramazanda gündüz şarap içenlerin cezaları artırılır. Sahâbi'ye dil Uzatan cezalandırılır. Yâni Ahmed b. Hanbel, sahâbi'ye dil Uzatanın cezalandırılmasını zaruri görür. Hü­kümdar, onu affedemez; mutlaka cezalandırır ve tevbeye davet eder. Eğer o, tevbesinde durursa mesele yok, durmazsa tekrar cezalandı­rılır.[101]

Hanbelîler, bu hususta Ahmed b. Hanbel'e uyarak ve şeriatın kabul ettiği maslahatlar nev'inden olan maslahatlara dayanarak bir­çok konularda fetvalar vermişlerdir. Meselâ : Bir ev sahibini, eğer evi müsaitse, barmacak yeri olmaya'n bir kimseyi evinde iskân et­mesi için icbar etmek caizdir, diye fetva vermişlerdir. Bu hususta İbni Kayyim el-Cevziyye şöyle der: «Eğer bir cemâat herhangi bir şahsın evinde oturmak mecburiyetinde kalsa bundan başka bir yer veya bir han (otel) bulamasa, o şahsın münazaasız bir şekilde evini bunlara vermesi gerekir. Fakat, karşılığında bir ücret alabilir mi? Âlimler burada ayrı ayrı iki görüş beyan etmektedir. Bu görüşler, aslında Ahmed b. Hanbel'in talebelerine aittir. Bunlardan ücret al­masını caiz görenler, ev sahibinin ecri misilden fazla bir ücret is­temesinin haram olduğunu söylemişlerdir.»[102]

Ahmed b. Hanbel'in talebelerinin verdiği fetvalardan diğer bir misâl: «İnsanların muhtaç olduğu çiftçi vs. sanatkârlar, ecri mis­liyle çalışmak üzere icbar edilirler. Bu sanatkârların çalışmaktan imtina etme hakları yoktur. Eğer imtina ederlerse cezalandırılırlar.-Çünkü maslahat, ancak böyle tamam olur. Yine onlara göre korun­ması vacip olan maslahata dayanılarak sanatkâr yetiştirilmesi farz-ı kifâyedir. Çünkü insanların sanatkârlara ihtiyacı vardır.»[103]

Ahmed b. Hanbel, maslahatları kıyasın bölümlerine dâhil olan bir esas olarak kabul etmiş ve böylece kıyasın mânâsını genişletmiş­tir. Diyebiliriz ki, O, maslahatları umûmî olarak, îslâm fıkhında mu­teber olan ve belli bir nass'dan değil, topluca bütün nass'lardan çı­karılan maslahatlara kıyas etmiştir.

Maslahatlar, kıyasın bölümlerine dâhil olduğu için Ahmed b. Hanbel, bunları hadîslerden sonraya bırakır. Hadisler, isterse kuvvetli olmasın, yalan olduğu sabit olmadıkça kıyastan önce gelir Çunku Ahmed b. Hanbel'in kaidesine göre, kıyasla ancak zaruret anında Kıtab, Sünnet veya sahâbîlere ait bir nass (hüküm) bulun­madığı zaman amel edilir.[104]

 

İstihsan
 

Hanefîlere göre istihsân; nass, icmâ' ve zarurete dayanan bir de­lil veya zahir kıyam daha kuvvetli bir kıyas ile çatışması sebebiy­le bir mes'eleye benzeri bir mes'elenin hükmünden başka bir hü­küm vermektir. Şüphesiz bu esas, Hanbeli usûl-i fıkhı'na da dâhil­dir. Çünkü istihsân ya nass, ya icmâ' gibi bir delile dayanmakta ve­ya zaruretin hükmüne uyularak kabul edilmektedir. Bunların hep­si Hanbelî mezhebinde muteber olup İmam Ahmed b. Hanbel'in bun­lara muhalefet etmesi mümkün değildir.

Mâlikîlere göre istihsân, sabit bir kaideye dayanarak maslahat­la hükmetmektir. Hanbelîlerin kabul ettiği maslahatlar da Mâliki mezhebine aykırı değildir. Çünkü bu, malsahatım hükmüne' uymak demektir. Hanbelîler, nass bulunmayan yerde Hulefâ-i Râşidîn ve diğer sahâbîlerin fakîhleri gibi selef-i sâlih'e uyarak, maslahatı esas olarak alırlar.[105]

 

Zerâyi
 

Bu fikhî esası Hanbelîler, İmamları Ahmed'e uyarak kabul eder­ler. Çünkü şeriatın yapılmasını istediği bir işe vâsıta olan her şey matluptur. Yasakladığı bir işe vâsıta olan her şey de memnu'dur. Zerâyi' İşte bu vâsıtalardır. Bunlar vâsıta olduğu şeyin hükmünü alır. Dolayısıyla bunlar, emredilen bir şeye vâsıta oluyorsa matlup, menedilen bir şeye vâsıta oluyorsa yasaktır.

Hanbelî mezhebi, zerâyi' ile amel etme bakımından, mezheble-rin en şiddetlisidir. Bu konuda İbni Kayyım el-Cevziyye şöyle der:

«Maksatlara, ancak onlara götüren vâsıta ve yollarla ulaşıldı­ğına, göre, bu vâsıta ve yollar da onlara tâbi olur ve onların hük­münü alır. Dolayısıyla, haram ve mâsiyete vâsıta olan şeyler, sebep olduğu ve götürdüğü gayelere göre mekruh veya haramdır. Allah bir şeyi haram etmişse, bu haramın işlenmemesi için ona götüren birtakım yol ve vâsıtaları da haram etmiş demektir. Eğer Allah ha­rama götüren vâsıtalar, (zerâyi) ı mubah kılsaydı, haram edişi (tahrimi) bozmuş ve ruhları ona teşvik etmiş olurdu. Allah'ın hikmet ve- ilmi buna mânidir. Meselâ, tabibler bir hastalığın önüne geçmek istediklerinde, hastayı buna sebep olan şeylerden menederler. Ak­si takdirde iyileştirmek istedikleri hastayı fenalaştırmış olurlar. O halde hikmet, maslahat ve kemâl derecelerinin en üstünde olan bu şeriat hakkında ne düşünülür? Bir kimse, bu şeriatın kaynaklarını iyice incelerse, Allah ve Resûlullâh'm harama götüren yolları tıka­dığını (seddü'z-zerâyi'ı), yâni harama sebep olan şeyleri yasakladığını görür.»[106]

Bundan anlaşılıyor ki Hanbelî mezhebi, Ahmed b. Hanbel'e uya­rak, zerâyi'i hem emirler için, hem de nehiyler için bir esas olarak kabul etmiştir. Dolayısıyla, yapılması istenilen hususlara vâsıta olan şeyler matlup, yapılmaması istenilen hususlara vâsıta olan şeyler de, seddu'z-zerâyi' olmak üzere memnudur. Hanbelî mezhebinde ze­râyi' iki türlü ele alınmaktadır:

1 — Fiillerin yapılmasına vâsıta oluşu yönünden; şahıs, bu fiil­leri yapmakla haram mı, yoksa mubah mı işlemeyi kasdetmiştir. Çün­kü Peygamber (S.A.V.) : «Ameller niyetlere bağlıdır. Herkesin amelî niyetine göredir.» buyurmuştur.

2 — Mücerret haller yönünden; isterse iyi niyete bağlı olsun. Meselâ, bir kimse putlara sövse, fakat bunu iyi niyetle yaptığı hal­de neticede bu, müşriklerin Allah'ın yüce zâtına sövmesine sebep olsa, o kimse kötü bir şey yapmış olur.

Buna göre zerâyi'ı ele almak, sırf niyete dayanmaz. Belki bazan niyete dayanır, çoğu zaman da sebep olduğu neticeye göre değer­lendirilir. Hanbelîler, bu iki hususu da gözönüne alırlar. Bu sebep­le zarar ve kötülüğe sebep olan şeyler menedilir; isterse bu şeyler aslında mefsedet (zararlı) olmasın. Bir kimse; bunları yapmakla şer kastederse ve bu fiili de kendisinin kötülük yapmasına sebep olursa günah işlemiş olur. Meselâ, bir kimse uyuyan herhangi bir insana, öldürmek kasdîyle ok atsa, fakat bu oku ona değmese, ora­da bulunan ve bu uyuyan şahsı sokmak isteyen yılana değse, o şa­hıs Allah huzurunda günahkârdır; isterse yaptığı işin neticesi iyilik olsun.

Hanbeli mezhebinin zerâyi'a göre vermiş olduğu fetvalar için birkaç misâl daha verelim:

a) Pazara gelmeden önce malı almak ve onu, pazara tahakküm etmek için elde tutmak menedilmiştir. Çünkü bu, ihtikâra ve satıcıyi fahiş fiyata sevkeder. Bu sebepledir ki, Ahmed b. Hanbel'e göre satıcının, malının değerinin sattığından başka olgunu anlasın veya anlamasın, muhayyerlik hakkı vardır. İsterse o, seddü'z-zerâyi'a uyarak akdi fesheder.

b) Ahnaed b. Hanbel'in zerâyi'a dayanarak verdiği fetvalardan birine göre, bir kimse herhangi bir şahsı yemek ve içmekten menetse, sonunda da o açlıktan ölse, diyet vermesi gerekir. Çünkü o kim­senin yemek ve içmekten menedişi, bu şahsın ölümüne sebep olmuş­tur.

c) Ahmed t». Hanbel, insanların komşusundan alış-veriş yap­masını önlemek için malın fiyatını indiren kimselerden bir şey sa-tmalmayı mekruh sayardı. Çünkü fiyatı indirmekle O, kardeşini za­rara uğratmak istemektedir. Böyle bir adamdan alış - veriş etmemek, bu zararı önlemektir. Peygamber (S.A.V.) 'den vârid oldıiğuna göre O, birbiriyle yarış eden iki kişinin, yâni fiyat indiriminde birbirini geçmek isteyen kimselerin yemeğinden nehyetmiştir.

d) Ahmed b. Hanbel, fitne zamanı silâh satışının haram oldu­ğunu söylemiştir. Çünkü bu, kötülüğe bir yardımdır. Yol kesenlere silâh satmak da böyledir; zira bu da, cürüm işlemeleri için onlara bir yardımdır. Şarap imal edenlere, şarap yaptığı kuvvetle tahmin edilen kimselere üzüm satmak da haramdır. İşte bu türlü alım - sa­tımlar sahih değildir. Keza, haram olan eğlenceler ve raks gibi gü­nah şeyler için kullanmak isteyen kimselere binayı icara vermek de haramdır.[107]

 

İstishâb
 

İstishâb'ın mânası, sabit bir hükmün, onu değiştiren bir delil bu­lununcaya kadar devam etmesidir.

Hanbelîler, bu esası da çok kullanmışlardır. Onların istishâba göre fetva vermiş oldukları bâzı meseleler şunlardır:

a) Menedildiğine dair bir delil bulununcaya kadar eşyada asıl olan ibahattır Cmübah olmaktır). Bunun içindir ki, akid ve şartlar­da asıl olan ibahattır. Bunları meneden bir nass bulununcaya kadar akid ve şartlara bağlı kalmak vaciptir.

b) Pis olduğunu gösteren bir delil bulununcaya kadar suda aslolan temizliktir.

c) Bir kimse karısını boşasa, sonra bir talâkla mı, yoksa üç ta­lâkla mı boşadığmda şüphe etse, onu bir talâkla boşamış olur.Çünkü bir talâkla boşadığı muhakkaktır.[108]

 

Hanbelî Mezhebinin Gelişmesi Ve Yayılışı[109]
 

Mezhebin Rivayeti
 

Ahmed b. Hanbel, fıkhını yazmamıştır. Hattâ O, fıkhının yazıl­masını menetmiştir. Halbuki İmam Şafii, kendi fıkhını daha önce bizzat yazmıştır. Ahmed b. Hanbel'in bâzı fıkıh meseleleriyle ilgili birtakım yazılan mevcut ise de, bunlar, kendisi için tutmuş olduğu notlardır. O, bunları neşretmediği gibi başkalarının nakletmesine de müsaade etmemiştir. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi insanlar, teklif ifade eden hükümleri öğrenmek için başvuımayı unutmasın­lar diye Kitab ve Sünnet'ten başka hiçbir şeyin tedvinini hoşgörmezdi.

Hanbelî fıkhının nakil ve rivayeti şöyle olmuştur:

1 — Hanbelî fıkhı İmam Ahmed b. Hanbel'in talebeleri vasıta­sıyla rivayet edilmiştir. Bunların başında Ahmed b. Hanbel'in oğlu Salih (öl. 266 H.) gelir. Bu, hem babasından hem de başkalarından fıkıh tahsil etmiştir. O, babasının fıkhını, yazdığı mektuplar vasıta­sıyla yaymıştır. Çünkü O, kendisine gelen mektuplara cevap verir­ken babasının görüşlerine dayanıyordu. Salih, aynı zamanda kadılık vazifesine tâyin edildiği için babasının fıkhını, sadece gelecek ne­sillere nakletmekle kalmamış, aynı zamanda onu fiil ve tatbik sa­hasına' koymuştur.

2 — Ahmed b. Hanbel'in diğer oğlu Abdullah (öl. 290 H.) da, el-Müsned'i ve babasının fıkhını gelecek nesillere nakletmiştir. Ger­çi Abdullah, hadîs rivâyetiyle daha çok uğraşıyordu.

3 — Ahmed b. Hanbel'in fıkhını nakleden talebelerinden biri de Ebû Bekr el-Esrem[110]  (öl. 261 H.) dir. Bu, İmam Ahmed'in yanın­da Uzun zaman kalmış ve onun fıkhını nakletmiştir.

4 — Talebelerinden Abdülmelik el-Meymunî[111] (öl. 274 H.) de

Ahmed b. Hanbel'in yanında yirmi iki seneye yakm bir zaman kal­mış ve hocasının kendisini menetmesine rağmen, açıkladığı mes'eleleri yazmıştır. Ahmed b. Hanbel'in fıkhını rivayet işinde onun bü­yük bir mevkii vardır.

5 — Ebû Bekr el-Mervezî[112] (öl. 275 H), Ahmed b, Hanbel'in en seçkin talebelerinden olup hocasının birçok meselelere ait görüş­lerini nakletmiştir. El-Hallâl da ondan nakletmiş olup Efou Bekr el-Mervezî'ye karşı büyük bir hayranlık duyardı.

6 — Ahmed b. Hanbel'in fıkhını nakledenlerden biri de Harb[113] (öl. 280 H.)'dir. Bu zat, Ahmed b. Hanbel'in yanında kısa bir müddet kaldığı halde onun birçok fıkhî görüşlerini rivayet etmiştir. Ahmed b. Hanbel'in açıklamış olduğu hükümleri araştıran Harb'in rivayetleri arasında onun şu sözü de bulunmaktadır: «İnsanlar il­me, ekmek ve su kadar muhtaçtırlar.»

7 — Ahmed b. Hanbel'in talebelerinden İbrahim b. îshak el-Harbî (öl. 285 H.) de hocasının fıkıh ve hadîsini nakletmiştir. Bu zat, zühd ve takva bakımından tamamen hocasına uymakta idi. Ri­vayet edildiğine göre Halîfe el-Mu'tazıd kendisine onbin dirhem gön­dermiş, O da kabul etmemiştir. Halîfe, bunu alıp komşularına dağıt­masını istemiş ise de, İbrahim el-Harbi, elçiye şu cevabı vermiştir: «Emîru'l-Mü'minîn'e söyle, biz, toplamak için meşgul olmadığımız şeyi dağıtmakla da kendimizi meşgul etmeyiz. Yine Emîrul-Mü'minîn'e söyle, bizi bıraksın, yoksa civarından gideriz.»

Bunlardan başka daha birçokları, Hanbelî fıkhını nakletmişlerdir. Fakat buuydığımız zatların üstün bir yeri, vardır ve bunların çoğu, Uzun zaman Ahmed b. Hanbel'e arkadaşlık etmiştir.

İmam Ahmed b. Hanbel'den ayrılmayan bu talebelerinden son­ra, Ebû Bekr el-Hallâl (öl. 311 H.) gelir. Bu zat, İmam Ahmed b. Hanbel'in ilimlerini cem'etmek için bütün gayretini sarfetmiş, bu mak­satla seyahatlere çıkmış ve birçok kitap telif etmiştir. Onun, Ebû Bekr el-Mervezî ile Uzun zaman kalışı, Ahmed b. Hanbel'in fıkhını rivayet etme arzusunu kuvvetlendirmiştir. Dolayısıyla Ahmed b. Hanbel'in fıkhını rivayet eden herkesten nakillerde bulunmuştur. Meselâ; Ahmed b, Hanbel'in çocuklarından, Harb'den, el-Meymunî'-den ve bunlardan başka sayılamıyacak kadar çok kimselerden na­killerde bulunmuştur, Bu yüzden el-Hallâl, talebelerinden sonra Ah-med b. Hanbel'in fıkhının nâkili sayılmıştır. Ebû Bekr el-Hallâl'dan sonra Hanbelî mezhebini nakleden birçok kimse gelmiş ve bu mezheb insanlar arasında yayılmıştır.[114]

 

Mezheb'dekî Kaviller
 

Hanbelî mezhebinde birçok kaviller (görüşler) vardır. Bunun se­bepleri çoktur:

1 — Ahmed b. Hanbel, selefiyeci bir fakih idi. Tercih yapmak­tan sakınırdı. Sahâbîler veya tabiîlerden iki türlü kavil naklettiği zaman, bunlardan birini Veya birkaçını terketmeyi gerektiren her­hangi bir nass bulunmazsa her iki veya daha çok kavli de mezhe­binde ayrı ayrı kabul ederdi.

2 — Ahmed b. Hanbel, bâzı hallerde hüküm verirken iki görüş veya iki vecih arasında tereddüde düşer ve her ikisini de, herhangi bir tercihe tabi tutmaksızın açıklardı.

3 — Ahmed b. Hanbel'in bir kısım meselelere ait görüşü değişik şekilde rivayet edilmiştir. Birinin doğruluğunu diğerine tercih ede­cek bir şey bulunmadığı müddetçe, her rivayet mezheb'de ayrı bir kavil olarak kabul edilir.

4 — İmam Ahmed, herhangi bir durumda muayyen bir mesele hakkında fetva verirdi. Fakat, kendisine aynı mes'ele tekrar sorul­duğunda, meseleyi soran kimsenin önceki durumu ile sonraki du­rumu arasındaki değişikliğe dikkat eder ve onun durumuna göre fetva verirdi. Halbuki bu fetvaları nakleden râvî, aynı mes'ele üze­rinde Ahmed b. Hanbel'in iki görüşe sahip olduğunu zanneder. Lâ­kin hakîkatta, durum değiştiği için hüküm (fetva) de değişmiştir. Ahmed b. Hanbel, fetva verirken, fetva soran kimsenin durumunu tetkik ederdi. Zira fetva soran kimse, belki alacağı fetvayı haram bir şeye" vâsıta yapabilir.

5 — İmam Ahmed, maslahat veya kıyasa dayanan re'ye göre çok az fetva verirdi. Bu durumda değişik görüşler ortaya çıkarsa, herhangi bir tercih yapmaksızın onları olduğu gibi bırakırdı.[115]

 

Mezhebin Gelişmesi
 

Hanbelüer, ictihad kapısının kapanmadığını söylerler. Bâzı mezheblerin mutaassıb çevreleri, içtihad kapısının kapalı olduğunu ile­ri sürerken, Hanbelîler, müctehid olmaya ehil olan veya kendisinde ictihad şartlan bulunan herkes için bü kapıyı açık tutmuşlardır. Bu­nu kitabımızın baş tarafında da söyledik. Hattâ Hanbelîler, daha da ileri gitmişler ve her asırda bir müstakil (mutlak) müctehidin bu­lunmasını farz-ı kifâye saymışlardır. Çünkü, insanların karşılaştığı yeni olaylar da bunu zarurî kılmaktadır. Tâ ki sapıtmasınlar, bu müctehid yeni olaylar hakkında onlara fetva versin, Kitab ve Sünnet'e başvuracak yerde dînin bizzat esası imiş gibi mezheblere bağ­lanıp kalmasınlar ve mezhebleri Kitab ve Sünnetin üstüne çıkarma­sınlar.

Bu ve başka âmiller sebebiyle Hanbeli mezhebi oldukça geliş­miştir. Bu mezhebin gelişmesi şu üç esasa dayanır:

1 — Mezhebin usûlü (dayandığı deliller),

2 — Fetvalar,

3 — Tahric.

Önce usûlü ele alalım:Hanbelî mezhebinin dayandığı usûlün çok zengin olduuğnu görüyorUz. Bunları yukarıda kısmen anlattık. Bu mezhebin gelişmesini sağlayan en büyük âmil, mezhebce hadîs, sünnet, sahâbî ve tabiîlerin fetvalarının geniş çapta ele alınması ve toplanmış olmasıdır. Daha sonra birçok fetvalar, bunların üzerine bina edilmiştir. Zira bunlar, müctehidler için bir kaynak teşkil et­miştir. Onlar, buna göre hüküm çıkarmışlar, kıyaslar yapmışlar ve yollarını tâyin etmişlerdir.

Sonra diğer deliller de çok verimli olmuştur. Özellikle masâlih ve zerâyi', ictihad için geniş bir kapı açmıştır. Bunun içindir ki Han­belî mezhebinin fürû'u oldukça zenginleşmiştir. İstishâb babında da Hanbelî İmamları geniş çapta ictihadlar yapmışlardır. Bilhassa akid-lerle ilgili konularda en çok istishabdan istifade edilmiştir.

Fetvalara gelince; Hanbelîler' fetva verme (iftâ) şartlarını çok ağırlaştırmalardır. Buna göre fetva verecek kimsenin Kitab, Sünnet ilimlerinde, sahâbî-ve tabiîlerin fetvalarına vukufda, mezhebin usûl ve fürû' ilminde çok kudretli olması gerekir. Ayrıca müftinin idrâk edici bir akıl ve halis bir niyet sahibi olması, insanların hallerini ya-kinen bilmesi gerekir lş;c bu şartlan kendisinde' toplayan kimse, doğru ve insanların haline uygun, aynı zamanda usûlden aynlmak-sızın fetva verebilir.

Hanbeli mezhebi fakihlerınden çoğunun mutlak müctehid oldu­ğu iddia edilmiştir. İbni Kayyım eî-Cevziyye şöyle der: «Hanbelî fa-kîhlerinden bir kısmı Ahmed b. Hanbel'in derecesine ulaşamamışsa da, mutlak (müstakil) ictihad mertebesine çıkmıştır. Bir kısmı da, bu dereceye yükselememişiır.Adı geçen müellif, Hanbelî faKînleri hakkında yine şöyle der : «Bir kimse bunların hallerini, fetvalarını ve tercihlerini incelerse, söyledikleri her konuda İmamlarını taklit etmediklerini, onlara muhalefet bile ettiklerini görür. Bu durum in­kâr edilemiyecek kadar açıktır. Gerçi onlar arasında bu şekilde dav­rananlar az veya çok olabilir.»

Fetva ve fer'i meselelerle uğraşan bilginlerin ilmi kudreti nisbe-tinde mezheb gelişmiş ve isabetli tahricler yapılmıştır.

Tahric yapan mezheb bilginlerine ve bunların mezhebi geliştir­medeki hizmetlerine gelince; bunlar, mezhebi esaslı bir şekilde ter­tip etmişler, fetva ve fer'î meseleler üzerindeki çalışmalarını bir dü­zene bağlamışlardır. Onlara göre fetva ve kaviller üç kısma ay­rılır :

1 — Rivayetler: Bunlar, Âhmed b. Hanbel'e nisbet edilen şey­ler olup hükümleri açıktır. Tahriç yapan mezheb bilginleri, bu ri­vayetleri esas olarak almışlar, kendi çalışmalarını bunların üzerine bina etmişler, birçok fer'î mes'eleleri ortaya koymuşlar ve tahriçler-de bulunmuşlardır.

2 — Tenbihler: Bunlar, açık ifadelerle Ahmed b. Hanbel'e nis­bet edilmeyen kaviller olup İmamın görüşünün ne olduğu, onun bir hükmü gösteren herhangi bir hadîsi söylemesi, bu hadîsin «Hasen» olduğunu açıklaması veya bir ifade ile o hadisi kuvvetlendirmesi gi­bi herhangi bir ibarenin işaret ettiği tenbih yoluyla anlaşılır. îşte bu tenbihler, mezhebde ayrı ayrı birer kavil (söz  görüş) olarak benimsenmiş ve üzerine yeni mes'eleler bina edilmiş; bilginler de fıkhî istinbat kudretlerine ve sahâbî, tabiî ve diğerlerinden rivayet edilen fetvalar hakkındaki bilgilerine göre tahriclerde bulunmuş­lardır.

3 — Vecihler: Bunlar ne nass, ne tenbih, ne de işaret ile İmama ait kavillerdir. Bunlar, mezhebde müctehid olanlarla tahriç yapan­ların sözleridir. İtfa rütbesine ulaşan fakîhlerin bütün ictihadları mezhebe nisbet edilir ve mezheb'de bir vecih sayılır. îmanım bu ko­nuda, ibare (ifade) veya işaretle bir görüşü vârid olmadığı halde, ba-zan bunlar ona nisbet edilir. En doğrusu, bunların mezhebe ait ka­viller olması ve İmama nisbet edilmemesidir.

Bu bilginler, kıyasla ilgili mes'elelerde İmama muhalefeti caiz görmüşlerdir. Böylece înıama nisbet edilmese dahi mezhebde diğer bir kısım vecihler meydana gelmiştir.

Hanbelî mezhebindeki tahric ehlinin bu mezhebe hizmet husu­sunda büyük gayretleri olmuştur. Belki bu gayretlerin en büyüğü, mezhebin fer'i ve dağınık mes'eleleri için küllî kaideleri ortaya koy­muş olmalarıdır. Onlar, muhtelif bölümlerde dağmık bir şekilde yer alan mes'eleleri ve çeşitli bablarda belirtilen birbirine yakın hüküm­leri tesbit etmişler, sonra bunları biraraya toplamışlar, hüküm ve illeti aynı olan mes'eleleri küllî kaidelere bağlamışlardır. Böyle bir gurup teşkil eden fıkhî konular, mes'eleleri biraraya toplayan kai­delerin doğmasını sağlamıştır.

Bu kaideler, mezhebin umumî hükümlerinin kavranılmasını ko­laylaştırmış, fürû'u öğrenmek için bir kapı olmuş, mezhebin mantık ve yönelişleri hakkında açık örnekler vermiştir.

Bu kaidelerle ilgili çeşitli kitaplar telif edilmiştir. Misâl olarak Necmeddin et-Tûfî (öl. 717 H.)'nin «el-Kavâid es-Bûğrâ»sını, İbni Receb[116] (Tin «el-Kavâid el-Kübrâ»smı ve Îbnuh'l-Lahham diye bilmen Alâuddîn b. Muhammed b. Abbas (öl. 803 H.)'in «el-Kavâid»ini zikredebiliriz.[117]

 

Mezhebin Yayılışı
 

Hanbeli mezhebi'nin fakîhleri çok güçlü olduğu halde bu mez­heb; fakihlerin bu güçleri, istinbat imkânları ve ehline geniş ictihad hürriyeti tanımaları ile mütenasip bir şekilde yayılmamıştır. Halktan bu mezhebe bağlı olanlar azınlıkta kalmışlardır. Hatta hiç­bir İslâm ülkesinde çoğunluğu teşkil edememişlerdir. Fakat Saud[118] ailesi Hicaz bölgesine hâkim olduktan sonra Arabistan yarımadasın­da Hanbeli mezhebi oldukça kuvvetlenmiştir.

Hanbelî mezhebi'nin böyle az yayılışının sebebi ne olabilir? Bu soruya cevap vermek için mezheb'in yayılışını yavaşlatan şu birkaç sebebi açıklamak gerekir:

1 — Hanbeli mezhebi ortaya çıktığı zaman, kendisinden önce teşekkül eden üç mezheb, İslâm ülkelerindeki büyük şehirlerde ya­yılmış bulunuyordu. Meselâ; Irak'da Hanefî mezhebi, Mısır'da Şa­fiî ve Mâliki mezhebi, Endülüs ve Mağrib'de yine Mâliki mezhebi hâkim durumda idi.

2 — Kadılardan Hanbeli mezhebine mensup olanlar yoktu. Hal­buki kadılar, bağlı oldukları mezhebi yayıyorlardı. Meselâ, Ebû Yû­suf ve ondan sonra Muhammed b. el-Hasen, Irak mezhebini ve bil­hassa Ebû Hanîfe'nin görüşlerini neşretmişlerdir. Mağrib'de Esed b. el-Furât [119] Mâlikî mezhebini neşretmiştir. Ayrıca Endülüs Emevî Devleti de Mâlikî mezhebini neşretmekte büyük bir âmil olmuş­tur. Hanbeli mezhebi, son zamanlarda böyle bir imkâna, ancak Ara­bistan yarımadasında kavuşmuştur.

3 — Hanbelîler çok şiddetli ve mutaassıb idiler. Başkalarıyla olan birçok ihtilâflarında hüccet ve delile değil, daha çok fiile baş­vuruyorlardı. Kuvvetleri arttıkça «Emri bi'1-ma'ruf ve nehyî nail-münker» Cîyiliği emr, kötülüğü yasak etme) adına insanlara baskı yapıyorlardı. Bu konuda, İbnu'l-Esîr'in «el-KâmiMnde yazmış oldu­ğu şu satırları okumak kâfidir:

«323 H. yılında Hanbeliler işi büyütmüştü. Kuvvetleri artmıştı. Evlere ve halka hücum ediyorlardı. Buldukları içkileri döküyorlar, şarkıcıları dövüyorlar ve çalgı âletlerini kırıyorlardı. Alım-satım işlerine karışıyorlar,; erkeklerin kadın ve çocuklarla birlikte gitmesine mâni oluyorlardı. Gidenleri gördüklerinde: yanınızdaki kim­dir? diye soruyorlardı. Kim olduğunu haber vermeyenleri dövüyor­lar, emniyet müdürüne (Sahibu'ş-Şurta'ya) götürüyorlar ve bu fa­hişedir, diye onun aleyhinde şahitlik ediyorlardı. Böylece Bağdad'ı birbirine katıyorlardı...»

Hanbelîlerin bu gibi davranışları yüzünden, insanlar bu mez-hebden ürkmüşlerdir. Dolayısıyla Hanbelî mezhebi, fazla bir men­sup bulamamıştır.

İşleri hikmet ve tedbiri ile yürüten, Yüce Allah'dır.[120]

 

 


[1] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/361.

[2] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/363.

[3] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/363-365.

[4] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/365-366.

[5] İbnu'l-Cevzî, Menakıbul-İmam Ahmed b. Hanbel, s. 185 (Bu eser, M. Emin el-Hancî tarafından 1349 H. yılında Mısır'da basılmıştır. Çeviren)

[6] İbnî Kesîr, Tarih c. X, s. 329.

[7] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/366-367.

[8] İbnul-Cevzî, Menakjbul-İmam Ahmed b. Hanbel, a. 190, 191.

[9] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/367-368.

[10] İshak b. Rahveyh (161- 238 H.) Mervli büyük bir hadîs bilgini olup Buharî, Müslim, Tirtaim, Nesai ve diğerleri ondan hadîs rivayet etmişler­dir. Kendisi Nisabur'a yerleşmiş ve orada 238 H. yılında vefat etmiştir.Çeviren.

[11] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/368-370.

[12] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/370.

[13] Mescid-i Hayf, Mekke'nin şarkmdaki dağlarda Arafat'a piden yolda Müzdetife ile Mekke arasında bulunan Mina'dadır. Selâhuddin Eyyubî tara­fından ihya edilen bu mescid, Kölemen Sultanlarından Kayıtbay'ın em­riyle yeniden inşâ edilmiş olup balen ma'mnrdar. Çeviren.

[14] Hilyetul-Evliyâ, c. IX, s. 169.

[15] Bak: Zehebi, Tercemetu Ahmed b. Hanbel. Bu faaltercemesî, Mektebetul-Marîf (Mısır) tarafından basılan Ahmed Şakir'in neşrettiği el-Mâsned'în baş tarafında yayımlanmıştır.

[16] Adı geçen eser.

[17] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/371-376.

[18] Şüphesiz bu bir mugalatadır. Çünkü îsâ; Allah'ın kelimesidir demek, Allah onu, kendinden bir kelime (künol emri) ile yaratmıştır demek­tir. Nitekim Kur'ân'm diğer âyetlerinde bu ve İsa'nın bizzat kelime ol­madığı açıkça belirtilmiştir (Bak: Al-i İmran: 59; Nisa: 171, 172; Maide: 72-75).

[19] Ca'd b. Dirhem (öl. 124 H.), Emevîler devrinde Kur'ân'm nıulüûk oldu­ğunu söyleyen ilk şahıstır. Bu fikri ileri sürdüğü için Küfe Valisi Hâlid b. Abdİllah el-Kasrî tarafından öldürülmüştür. Çeviren.

[20] Târihu't-Taberî.

[21] Bak: Muhammed Ebû Zehra, el-İmam Ahmed b. Hanbel, Kahire 1947, s. 46. Çeviren.

[22] el-Kavârîrî'nin adı Ubeydullah b. Ömer'dir. Seccâde'nin adı da el-Hasen b. Hammâd'dır. Çeviren.

[23] Bu zat, Halîfe Mu'tasım devrinde daha çok itibar görmüş ve başkadı (kâdil-kudât) olmuştur. Çeviren.

[24] Zehra, el-İmam Ahmed b. Hanbel, Kahire 1947, s. 66.Çeviren.

[25] el-Buvaytî, zindanda prangaya vurulmuş olarak ölmüştür (öl. 231 H.) Bak: Muhammed Ebû Zehra, aynı eser, aynı sahife. Çeviren.

[26] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/377-382.

[27] Mu'tezililere göre Kur'ân'ın kadîm oldtrağnu ileri süren müslümanlar, bir nevi Allah'a şirk koşmada hıristiyanlann durumuna düşmektedirler.Çeviren.

[28] Buruc sûresi, 16.

[29] Hüyetu'l-Evliyâ, c IX, s. 198.

[30] Yâni Uz. Peygamber, insanlara Kur'an'ın yaratılmış olduğunu bildirme­miş ve onları buna inanmaları için davet etmemiştir. Bu rivayete göm Ahmed b. Hanbel, bunu kendisine işkence edenlere de itiraf ettirmek­tedir. Çeviren.

[31] Cehmî, Cehm b. Safvân (81. 128 H.)'a nisbet edilen kîmsedir. Çünkü Kur'an'ra mahlûk oldnuğnu ve Allah'ın kelâm sıfatını ji bulunmadığım söyleyenler arasında Cehm b. Safvân da vardır.

[32] Tevbe Sûresi, 6.

[33] A'râf Sûresi, 54.

[34] Bu rivayetin baştarab şöyledir: «Bir kişi Uz. Ömer'e geldi. Ömer (R.A.), ona insanların durumnu sordu. O da: Yâ Emîrül-Mü'mmîn, insanlar­dan bâzısı Kur'an'ı şöyle şöyle okudu, dedi. Bunun üzerine ben (Abdullah b. Abbas) söze karışıp: Ben, bu günlerinde onların Kur'an üzerin­de böyle münakaşa etmelerini sevmiyorum, dedim. Ömer de beni sus­turdu. Bunun üzerine ben üzgün bir şekilde evime gittim. Biraz sonra birisi geldi ve bana: Emîrül-Mü'mine'e cevap ver, dedi. Bir de baktun ki, Emîrul-Mü'minîn kapıda beni bekliyor. Elimden tuttu, beni bir, kenara çekti ve hoşlanmadığın şey nedir? dedi. Ben de şöyle cevap ver­dim:...» (Bak; Hılyetu'I-Evliyâ', Kahire 1938, c. IX, s. 216, 217) Çeviren.

[35] Kur'ân üzerinde münakaşa etmenin doğru olmadığını söylemeyiÇeviren.

[36] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/383-387.

[37] Tura, tıraz'ın çoğulu olup kumaş dokunan yere denir. Biz buna günümüz­de (Mısır'da) «Anbar» adını veriyorUz. Anlaşıldığına göre Ahmed b. Hanbel'e bu miras olarak kalmıştır. Kendisi bunu icara verir ve onunla geçimini temin ederdi.

[38] Zira Peygamber Efendimiz üstteki (veren) d. alttaki (alan) elden ha­yırlıdır.» buyurmuştur.Çeviren.

[39] Zehebî, Tereeinetu Ahmed b. Hanbel,Bu haltetrcemesi, merhum Ahmed Şâkir'in neşrettiği el-Müsned’in baş tarafında yayımlanmıştır.

[40] Îbnul-Cevzî, Menakıbull-İmam Ahmed b. Hanbel.

[41] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/388-390.

[42] Halîfe Harım er-Reşid'm oğludur (öl. 198 H.). Çeviren.

[43] Adı geçen el-Menâkıb, s. 371.

[44] Adı geçen el-Menakib.

[45] Adı geçen el-Menakıb, s. 369.

[46] Aynı el-Menakib, s. 384.

[47] Aynı el-Menakıb.

[48] Teserrî, bir cariyeyi odalık edinmek manasınadır. Çeviren.

[49] Ahmed b. Hanbel, karısının müsaadesi üzerine az bir meblâğ karşıliğında bir câriye satın almış ve adını (Reyhâne) koymuştur. Pak: înbul-Cevzî, Menâkıbul-İmam Ahmed b. Hanbel, s. 177. Çeviren.

[50] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/391-395.

[51] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/396.

[52] Bu zat, İbrahim b. îshak el-Harbî'dir (51. 385 H.) Ahmed b. Hanbel'den rivayetlerde bulunmuştur. Birçok eserleri arasmda «Garibul-Hadîs» adlı eseri meşhurdur. Çeviren.

[53] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/396-397.

[54] Kur'an-ı Kerîm'de, Uz. Yakub'un kaybolan oğlu Yusuf için ettiği sabır, sabr-ı cemîl diye vasıflandırılır. Çeviren.

[55] Hüyetul-Evüyâ', c. IX. s. 186.

[56] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/397-398.

[57] Ra'd, 28.

[58] Aynı sure ve aynı ayet.

[59] Mâide, 87.

[60] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/399-400.

[61] Hılyetu'I-Evliyâ', c. IX, s. 181.

[62] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/400-401.

[63] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/401-402.

[64] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/402.

[65] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/403.

[66] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/403-404.

[67] İbnul-Cevzî Menâkıbu'1-lmam Ahmed b. Hanbel, s. 165. Çeviren.

[68] İbnul-Cevzî, Menakıbul-İmam Ahmed b, Hanbel, s. 168.

[69] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/404-405.

[70] Adı geçen eser, s. 176.

[71] Adı geçen eser, s. 156.

[72] Nisa, 164.

[73] Şûra Sûresi, 11.

[74] İbnu'l-Cevzî, Menakıbul-İmam Ahmed b. Hanbel

[75] Kıyamet günü Allah'ı görme meselesinde de Ahmed b. Hanbel, âyet ve hadislerin zahirine göre hareket eder ve onları te'vil etmezdi Ona göre, Peygamber'in Mi'râc'da Rabbini gördüğüne ve-mü'minlerin de kıya­met günü O'mı göreceklerine dair sahih hadîsler vardır. Elbette İranlara inanmak gerekir. Bunlar üzerinde) münakaşa etmek bid'attir. (Bak: İbnul-Gevzî, adı geçen el-Menakıb, s. 172, 173.) Çeviren.

[76] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/405.

[77] Şurâ Sûresi, 38.

[78] Emirlerin başkanlığı altında.Çeviren.

[79] Umul-Cevri, adı geçen el-Menakıb, s. 176.

[80] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/407-709.

[81] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/410-411.

[82] Ahmed b. Hanbel'in bu eseri, otUz binden fazla hadis tfhtivâ eder. O, bun­ları ikiyüzelli bin hadîs arasından seçtiğini ve bu eserinin hadîs konu­sunda İmam olduğunu söyler. Bak: Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâisul-Hasîs Şerhu thtisari Ulûmil Hadîs, Mısır 1951, s. 210.el-Müsneâ, birinci defa altı cilt halinde 1313 yılında Mısır'da basılmış­tır, Ahmed Şâkir tarafından tahkik edilerek, ancak 15 cildi yeniden neşredilebilmiştir. Çeviren.

[83] Ahmed Şâkir'in neşrettiği el-Müsned'in mukaddimesine bakınız.

[84] İbni Ebî Ya'iâ, Tabakatul-Hanâbile el-Muhtasara, s. 133, Şam baskısı.

[85] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/411-413,

[86] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/413-414.

[87] Bu zat, Ebul-Fadl Abdurrahim b. ei-Hüseyin b. Abdirrahman olup Zeynüddin el-İrakî diye bilinir (öl. 806 H.). Çeviren.

[88] İbni Teymiyye, «Minhâcu's-Sünne» adlı eserinde bu konu üzerinde du­rur ve şöyle der: «Ahmed b. Hanbel'in el-Müsned'ine, Ebu Bekr el-Katiî (öl. 368 H.) birçok mevzu hadîs ilâve etmiştir. Câhiller de, bunları el-Müsned'de Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiğini sanmışlardır. Bu, çok çirkin bir yanlıştır.» Bak: Muhammed Ebû Zehra, el-îmam Ahmed b. Hanbel, Mısır 1947, s. 166. Çeviren.

[89] Diğer eserleri: Ahmed b. Hanbel, kitap telifini caiz görmediğinden eser­leri kendisinin Ölümünden sonra rivayet ve nakledilmek suretiyle meydana getirilmiştir. Dolayisiyle onun el-Müsned'den başka birçok eserler bilinmektedir :

1 — Kitabu's-Sünne, 2 — Kitabu'z-Zühd, 3 — Kitabu's-Salât (1223 H. yi lında Kahire'de basılmıştır), 4 — Kitabul-Verâ vel-tmân, 5 — Kitabu'r Reddi ala'I-Cehmiyye Ve'z-Zenâdika, 6 — Kitâbu'I-Eşribe, 7 — Kitabu'l Mesâil, 8 — Cüz' fi UsûIi-Sünne, 9 — Fadâilu's-Sahâbe, 10 — er-Reddü alâ Men iddea't-Tenakuda fil-Kur'ân, 11 — et-Tefsîr, 12 — en-Nâsii vel-Mensûh, 13 — et-Tarîh, 14 — Hadîsu Şulte, 15 — el-Mukaddem veT Muahhar fil-Kur'ân, 16 — Vüeûbâtul-Kur'ân, 17 — Mcnâsiku'1-Kebî ve's-Sagîr, 18 — el-Ceirhu ve't-Ta'dil, 19 — Kitabul-İlel ve Ma'rifetu'r-Ricâl. (Bak: llmu'I Cevzî el-Menakib, s. 191; Brockelmann, GI. 181, SI 309.)

«Kitabul'İlel ve Ma'rifetü'r-Ricâl» adlı eserin Ayasofya (İstanbul) Kütüphanesinde bulunan tek nüshası, İlahiyat Fakültesi Profesörlerinde) Dr. Talât Koçyiğit ve Dr. îsmail Cerrahoğlu tarafından iki cilt halind neşredilmekte olup I. cildi Ankara'da 1963 yılında İlahiyat Fakültesi yi ymlan arasında çıkmıştır. Sayın Prof. M. Tayyib Mariclin hem Arapçi hem de Türkçe bir önsözünü ihtiva eden bu eilt'de Talât Koçyiğit'in d Türkçe uzun bir mukaddimesi vardır. Çeviren .

[90] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/414-415.

[91] Bu fetva, Uz. Ali'ye aittir. Yani böyle bir kadın hâmile olmasaydı dört ay on gün iddet bekliyecekti. Uz. Ali'ye göre kocasının Ölümünden he­men sonra doğum yapan kadımn îddetmi dört ay on süne tamamlar.Çeviren.

[92] İlam el-Mavakkün, c. I, ş. 22.

[93] Aynı eser.

[94] Bu zat, Ebû Bekr el-HalIâl diye bilinir, Asıl adı, Ahmed b. Muhammed b. Harun'dur (Öl. 311 H.). Ahmed b. Hanbel'in fıkhım yayan ve gelecek " nesillere intikal ettiren Ebû Bekr el-HallâTdır. Bu zat, Ahmed b. Han­bel'in fıkhı görüşlerini, mes'ele ve fetvalarım yirmi cildi aşan «Câmiu'I-Kebir»'inde toplamak suretiyle Hanbelî fıkhına en büyük hizmeti yap­mış ve bu mezhebin hakikî nâkili sayılmıştır. (Bak: İbni Kayyım el-Cevziyye, İlâm el-Muvaklaîn, c. I, s. 23.) Çeviren,

[95] Aynı eser, s. 26.

[96] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/416-419.

[97] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/419-421.

[98] Hanefîlere göre kıyasın esası, asıl ile feri' arasında müşterek olan illet­tir, münasip vasıf değildir. Onlar, illetle münasip vasfı (hikmeti) birbi­rinden ayırırlar, onlara göre münasip vasıf, mazbut olmayan ve şeria­tın emir ve nehiylerindeki maslahattır. İllet ise, mazbut olup hüküm ba­lonundan emir ve nehyin esasım teşldl eder. Gerçi çoğu zaman illetle münasip vasıf birlikte bulunur. Fakat illet-, hikmetten kuvvetlidir. İbni Teymiyye ve İbni Kayyım el-Cevziyye gibi Hanbelüer ise, kıyasa esas olarak münasip vasfı, yani hükümdeki hikmeti kabul ederler. Bu da, şeriatın genel amaçlarından elde edilir, yani maslahatı celb, mazac-ratı defetme prensibine dayanır, (Bak : Muhammed Ebu Zehra, el-lmam Ahmed b. Hanbel, Mısır 194T, s. 276, 277.) Çeviren.

[99] Yâni Hanefîlerin kıyas prensiplerine güre borcun havalesi caiz olmamak gerekir. Fakat Hanefîler borcun havalesini, ilgililerin nzası varsa caiz görürler. Çünkü bunun cevazına delâlet eden bir hadîs-f şerîf vardır, (Bak: Mecma'u'l-Enmir, İstanbul 1310, c. II, s. 146.) Ayraca, havale, alım-satım nev'inden değil, hakkı Ödemek nev'indendü. Borçlu borcu­nu bîrine havale ettiği zaman kendisi bir nevi borçtan 'kurtuluyor ve borç havaleyi kabul eden kimsenin zimmetine giriyor. (Bak: Muhammed Ebû Zehra, el-lmam Ahmed b. Hanbel, s. 279, Mısır 1947.) Çeviren.

[100] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/421-422.

[101] İ’lamul-Muvakkım, c. IV, s. 313.

[102] İbnî Kayım el-Cevziyye, et-Turukul-Hikmiyye, s. 239.

[103] Aynı eser, s. 227.

[104] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/422-424.

[105] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/424.

[106] İ’lamul-Muvakkıin, c. I, s. 119.

[107] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/424-426.

[108] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/426-427.

[109] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/428.

[110] Asıl adı, Ahmed b. Muhammed b. Hâni'dir. Çeviren.

[111] Tam adı, Abdulmeük b. AbdoDıamid b. Mihran'dır. Çeviren.

[112] Asıl adı, Ahmed b. Muhammed b. el-Haccâc'dır. Çeviren.

[113] Tam adı, Harb b. İsmail el-Hanzali b-Kirmânî'dir. Çeviren.

[114] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/428-429.

[115] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/430.

[116] Adı, Abdurrahman b. Âhmed'dîr (Öl. 795 H.). Çeviren.

[117] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/430-433.

[118] Bu isim, Türkçemizde «Suud» şeklinde söylenmektedir. Çeviren.

[119] Esed b. el-Furât, bir ara Hanefi mezhebini benimsemiş ve Mağrib'de bu mezhebi yaymaya çalışmıştır. Çeviren.

[120] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, Hisar Yayınevi: 2/433-434.