İslam´da Fıkhi Mezhepler Tarihi

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı gece_mavisi

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: Bursa
  • 3684
  • +299/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Uyanan Gençlik
İslam´da Fıkhi Mezhepler Tarihi
« : 22 Kasım 2010, 05:49:16 »
Takdim..
Mütercimin Önsözü.
Önsöz.
Giriş.
1- Peygamber Devrinde İctihad.
2- Sahabîler Devrinde İctihad.
Sahâbîler Devrinde Fıkh´ın Kaynakları
Sahâbîlerin Îctihad Metodlârı
3- Tabiîn Devrinde İctihad.
İcma´ Ve Sahabî Sözünün Delil Oluşu:
4- Müctehid İmamlar Devrinde Îctihad.
Şia Ve Haricilerde Fıkıh.
Siyasî Fırkalar.
Hariciler.
Fıkhî Mezhebleri Olan Fırkalar.
İtîkadî Fırkalar.
Mezhebler Arasındaki İhtilâf Ve Sebepleri
İhtilâfın Mihveri
Kitab (Kur an) Etrafındaki İhtilâflar.
Sünnet (Hadîs) Üzerindeki İhtilâflar.
Re´y Üzerindeki İhtilâflar.
İcma´ Üzerindeki İhtilâflar.
Medînelilerîk İcma´î
Sahabîlerın Fetva Ve Sözlerî
Tabiîlerin Fetva Ve Sözlerî
Mezheplerarası İhtilâfın Tesirleri
İslâmi Hükümlerin Amaçları
İslâmın Gözettiği Maslahatlar.
Maslahatların Dereceleri
Tekliflerde Maslahatların Dereceleri
Güçlüğün Kaldırılması
Însan Gücünün Üstünde Teklif Yoktur.
İctihad.
Kâmil (Mutlak) Îctîhad Ve İçtihadın Şartları
İctihadın Dereceleri Ve Müctehidlerin Tabakaları

1- Şeriatta Müctehid Olanlar.
2- Müntesîb Müctehidler.
3- Mezhebde Müctehid Olanlar.
4- Tercîh Sahibi Müctehidler.
5- İstidlal Sahibi Müctehidler.
6- Hafızlar (Huffaz) Tabakası
7- Mukallîdler Tabakası
İctihadın Bölünmesi
İftâ (Fetva Verme) Ve Müftî´de Aranan Şartlar.

İSLÂMDA FIKHİ MEZHEPLER TARİHİ

Takdim

Aziz Okuyucu;

Allahu Teâla hazretlerinin lûtfu ile, Peygamber Efendimizin ve onun güzide Ashabından sonra, yüce dinimizi en iyi anlayan ve en güzel izah buyuran İlim, İman, cebret ve şecaatleri dillerde ve gönüllerde eksilme­yen büyük Mezheb İmanılnrımızın ilmi dehâlarını ve mezheblerini anlatan bu değerli kitabın 2. baskısını sizlere sunmanın bahtiyarlığı içindeyiz.

Bu eserde; bu büyük insanların, engin ahkâm bilgileriyle, Allanın ve onun Resulünün emirlerini en ince teferruatına kadar nasıl inceledikleri. Şeriat deryasının uçsuz bucaksız köşelerini keşfedip insanlığın hizmetine

nasıl sundukları anlatılmıştır.

Onların çalışmaları sırasında ne gibi güçlüklerle karşılaştıkları, gadre uğratılıp hatta işkence görmeleri, fakat asla yılmamaları, muarızlarına hiç bir zaman taviz vermemeleri izah edilmiştir.

Böylece çağımızın büyük inceleme kitaplarından biri ortaya çıkmış, bütün müslümanların, bu büyük din İmamlarının hayatları hakkında daha

kolay bilgi edinmeleri sağlanmıştır.

İçinde bulunduğumuz bu asırda tercümesini sunduğumuz bu eseri ka­leme alan büyük üstad, Muhammed Ebu Zehra´dır. Hayatım İslâmî İlimle­re vakfeden çağımızın büyük İslâm Hukuku Profesörlerinden bu kıymetli in­sanın 1974 yılında aramızdan ebediyen ayrıldığını büyük bir üzüntü ile öğ­renmiş bulunuyoruz, kendisine Allah´dan rahmet dileriz.

Eserin tercümesini, Ankara Üniversitesi İlâhiyyat Faküitesi´nin muhte­rem Hocalarından Dr, Abdülkadir Şener yapmıştır. Kısa bir zamanda birin­ci baskısı tükenen bu kitabı ikinci baskıya hazırlanması sırasında titizlik­le gözden geçiren mütercime teşekkürlerimizi arzederiz.

Okuyucumuza böyle bir eseri ´kinci defa takdim etmeyi yayınevimize müyesser kılan Allaha hamdeder; Bu türiü lûtf ve ihsanlarını daim etme­sini niyaz eyleriz.

Tevfîk Allahtandır.

HİSAR YAYINEVİ[1]



Mütercimin Önsözü


Tercemesini sunduğumuz bu eser, Kahire Üniversitesi Hukuk Fa­kültesi İslâm Hukuku Profesörü Muhammed Ebû Zehra (1898 - 1974) tarafından kaleme alınmış ve Kahire´de Muhaymir Matbaasında (Darû´1-Fikr neşri, tarih yok) basılmıştır. Eserin Arapça metni iki cilt halinde olup birinci cildi, siyasî ve itikadî mezhebler tarihine tahsis edilmiştir. Biz, sadece branşımızla ilgili olan ikinci cildi (İslâmda Fık­hı Mezhebler Tarihini) dİlimize çevirmekle yetindik.[2]

Önsözünden de anlaşılacağı gibi eserde ictihad, fetva ve mez-heblerin doğuşu hakkında uzun bir GİRÎŞ´ten sonra kronolojik sıra­ya göre:

tmam Zeyd ve Mezhebi, îmam Cafer ve Mezhebi, tmam Ebû Hanife ve Mezhebi, İmam Mâlik ve Mezhebi, îmam Şafii ve Mezhebi, İmam.Ahmed b. Hanbel ve Mezhebi, Dâvûd ez-Zâhiri, İbni Hazm ve Zahiri Mezhebi, îbni Teymiyye ve Görüşleri, açık ve İlim adamına yakışan tarafsız bir dille anlatılmıştır.

İslâm Hukuk Tarihinin ilk ve önemli devirlerini içine alan bu eser, müslümanlarm körü körüne mezheb tartışmalarına girişerek, gelişi güzel birbirini itham etmemesi, belli başlı fıkıh mezheblerinin gerçek yönünü tanıması, bu nıezheblerin İmamlarının düşünce ve görüşlerini doğru olarak öğrenmesi için yazılmıştır.

Gazete sütunlarından kahvehane köşelerine, köy odalarından Üniversite çevrelerine kadar mezheb tartışmaları yapılan memleke­timizde de aydınlatıcı, müslümanlan birbirine yaklaştırıcı ve bu gi­bi tartışmaların ilmî bir zemin üzerinde yapılmasını sağlayıcı böyle eserlere duyulan ihtiyaç daha az değildir. îşte bir dereceye ka­dar bu ihtiyaca karşılık vereceğini düşünerek, bu eseri, Arapçadan Türkçemize çevirmede fayda umduk.

Yazarın önsözünde mezheb İmamları kronolojik sıraya göre zikredildiği halde, İmam Zeyd ve İmam Ca´fer bölümleri kitabın sonu­na konmuştur. Biz fikirlerin tarihi bakımdan birbirine olan bağ ve insicamını bozmamak için, İmam Zeyd ile İmam Ca´fer bölümle­rini kronolojik sıraya koyduk. Ayrıca metinde yaptığımız bu deği­şikliği, hayatta iken rahmetli müellife bildirip muvafakatim aldık.

Eserin tercemesini daktilo etmek, baskı hatalarını düzeltmek ve terceme sırasında yardımcı olmak suretiyle değerli emeklerini esir-genıiyen Ankara İmam - Hatip Okulu Meslek Dersleri Öğretmeni ar kadaşım İsmet Şimşek e, sözümü bitirirken teşekkürü zevkli bir borç bilirim.

Gayret bizden, basan Allah´tandır.

29.5.1978 Abdulkadir ŞENER[3]



Önsöz


Verdiğin nimetler için övgü ve şükür sanadır, Allahım. Başa­rılı kıldığın için lütuf senindir. Sana yakarır, sana koşarız. Yaptı­ğımız her iyilik senin yardımınla ve senin lutfunladir. İyilikten baş­ka yaptığımız her şey, ancak kendimize ait ve tedbirsizliğimizin ese­ridir. Sen, her iki halde de bize karşı merhametlisin. Bağışlayıcı ve yarlıgayıcı sensin!

Alemlere rahmet olarak gönderdiğin Peygamber´e salât ve se­lâm eyleriz. O´nun izinden giden sapmaz. O´nun hidayet nişanesi olan âl ve ashabına ve onların yoluna gerçekten uyanlara kıyamete kadar salât ve selâm olsun!

Allah, İslâm´ın sekiz büyük İmamı hakkında birer ciltlik sekiz eser yazmaya beni mavaffak Jnldı. İşte îslâm ilmini yayan, ilmî me-saileriyle, büyük bir titizlik ve derin bir anlayışla ictihadlarda bulu­nan bu İmamların yolunu, uzak-yakın bütün İslâm ülkelerinde yı­ğın yığın müslüman kitleleri takip etmiş ve etmektedir.

Bu sekiz İmam, kronolojik sıraya göre şunlardır:

1 Zeyd b. Ali Zeynelâbidin (80-122 H.)

2 Ebu Abdillah Cafer .es-Sadık b. Muhammed Bakır (80-148 H.).

3 Ebu Hanife Numan b. Sabit (80-150 H.)

4 Mâlik b. Enes (98-178 H.).

5 Muhamed b. Idris eş-Şafiî (150-204 H.).

6 Ahmed b. Hanbel (161 - 241 H.),

7 İbn-i Hazm el-Endelüsî (384 - 456 H.).

8 Takıyyüddin b. Temiyye (661-728 H.).

Bu sekiz kitap, kendisini İslâm Hukuku´na vermiş ihtisas sahip­lerinden başka okuyuculara ağır gelmektedir. Bunun içindir ki bir çokları, benden bu kitapların daha kolay okunacak ve genel kültür sahibi olmak isteyenlerin de yararlanmasını sağlayacak bir duruma gelmesi için onları biraz kısaltmamı, bununla beraber ihtisas sahip­lerinin de, bütün istediklerini bulamasalar bile, hiç olmazsa fayda­lanacakları ve her okuyucunun seviyesini aşmayacak, ihtisas sahip­lerinin zevkini bozmayacak, büyüklerin küçümsemeyeceği ve az çok İslâm kültürüne sahip olan gençlerin anlamakta zorluk çekme­yeceği bir şekle koymamı istediler.

Ben de onların bu isteklerini yerine getirmek zorunda kaldım. Çünkü, böylece bu eserlerin faydası umumileşmiş olacaktır. Ayrıca ihtisas sahibi olmayanlar da seleflerinin üstün çalışmalarını ve on­ların Fıkıh denizine dalışlarını; ellerinde Kur´an, Sünnet ve Sahabîlerin Fıkhından, mücehhez oldukları anlayış silâhından, yollarını ay­dınlatan ihlâstan, kendilerini şeytan ve nefsi "arzulara, sapıklığa kar­şı koruyan züht ve takva zırhından başka imkânları bulunmadığı halde, ne derecede verimli bir gayretle Kur´an, Sünnet ve Sahabiler´in Fıkhı gibi İslâm´ın ilk kaynaklarından faydalanarak, İslâm Hukuku´nun temelini sağlam bir şekilde nasıl tesis ettiklerini göre çeklerdir.

Onlar, İslâmî hakikatlara nüfuz etmekte öyle keskin bir görü­şe sahip idiler ki bununla istediklerinden uzaklaşarak, hedeflerin­den başka bir yöne gitmiyorlar ve basiretlerini aydınlatan ihlâsları sayesinde gerçekleri hakkiyle kavrıyorlardı. Çünkü ihlâs, gönlün fe­neri ve akim rehberidir.

Zaman zaman bir kısım dergilerde bu İmamlar hakkında kısa makalelerim, diğer bir kısım dergilerde de daha uzun incelemelerim yayınlandı.

Bu eserde adı geçen sekiz İmamı ve onların mezheplerini, fazla teferruata girmeksizin, ele alıp inceledik.

Bu İmamlardan ikisi (Zeyd ve Cafer es-Sadık) Şia İmamları olup Peygamber (S. A.)´in Ehl-i Beyti´ne mensupturlar. Fazilet ve şöhretleri herkesçe bilinmektedir. Bazı din kardeşlerimizin bunları aşırı derecede kutsallaştırmaları, onların şerefini aşağı düşürmez. Fakat bu durum karşısında bizim, müslümanİarın kalplerini birleş­tirmeye vesile olacak bir şekilde bu iki İmamın hal.tercemelerini ya­zıp mezheplerini inceleyerek bunlarla ilgili yanlış kanaatleri giderme­miz gerekmektedir.

Bu ünlü fıkıh İmamlarını ve onların mezheplerini geniş bir şe­kilde öğrenmek isteyenler o sekiz ciltlik eserimizi, özet halinde öğ­renmek isteyenler de bu kitabımızı okuyabilirler.

Nefsimizin gururundan bizi koruması için Allah´a sığınır, bizi yazdığımız, söylediğimiz ve yaptığımız her şeyde başarılı kılmasını ve bize doğru yolu göstermesini O´nun yüce kereminden niyaz ey­leriz.

Muhammed EBU ZEHRA[4]



Giriş


İslâm Hukuku´nun ilk kaynağı Kur´an ve Sünnet´ten alınan nass´lardır.. Kur´an, İslâm Hukukunun anayasasını teşkil eder; bir kısım teferruatla ilgilenmez. Sünnet ise, bu teferruatı açıklar ve bun­ların büyük bir kısmını beyan eder; yeni olaylar karşısında insanla­ra ışık tutar ve Kur´an nass´larına uygun olarak hukukun gelişme­sini sağlayacak ana prensipleri kor. İslâm Hukuku´nda Kur´an´la Sünnet´i tamamen birbirinden ayırmak imkânsızdır. Çünkü bunlar, İslâm Hukuku´nun temeli ve ana kaynağıdır. İslâm, uyulması gere­ken bir dindir. Sadece âkla ve insan tecrübesine dayanmaz. O, se­mavi ve ebedi bir dindir. Dünya durdukça ve insanlar var oldukça bu din yaşayacaktır.

Dinin ilk başvuracağı kaynak daima akıldır. İslâm dini de bütün meselelerinde akıl ile ahenk halindedir. Hattâ bir bedevi şöyle demiş­tir : «Muhammed neyi yap dediyse, akıl onu yapma demiyor; ter­sine, Muhammed neyi yapma dediyse, yine akıl, onu yap demiyor.» Bu, selim fıtratın hükmüdür.

Dinde asıl olan nakildir. İslâmiyet de, bir din olarak, elbette te­melinde nakle dayanır. Şüphesiz ki nakle dayanan din hükümleri­ni anlayıp ortaya koymakta aklın görevi büyüktür. Akıl bu sahada düşünürken iki türlü davranışta bulunur:

1 Dinî nass´ların maksat ve amaçlarını kavrar. Her nassın ifade ettiği hükmün inceliğini bilir. Aynı durumlarda o hükmün tat­bik edilmesini sağlayacak gerçek sebebleri (illetleri) tespit eder. Da­ha sonra çeşitli hükümlerden çıkardığı sebebler (illetler) in topla­mından dînî emirlerin maksatlarını idrak eder. îşte bunların hepsi insan fikrinin işleme alanına girer.

2 Hakkında nass bulunmayan olaylarda, mevcut nass´lara dayanarak hükümler çıkarır. Çünkü olaylar sonsuzca meydana ge­lir. Mevcut nass´lar ise mahduttur. O halde mevcut nass´larm ışığı.al­tında hakkında nass bulunmayan hususlara dair hükümler çıkarmak bir zarurettir. Bu noktada, akim her iki işleme alanı birleşmiş olur.

İslâm Hukuk Ekolleri´nin metodları değişebilir; fakat hepsi de nass´lann gölgesine sığınmaktadır ve bu nass´larm otoritesini bir ya­na bırakıp sınırlarını aşamaz. İslâm hukukçularından bir kısmı, sa­dece nass´lann ifade ettiği hükümlerle hakkında nass bulunmayan olaylar arasmda kıyasta bulunmakla yetinmiştir. Hukukçunun nass´-lardan çıkardığı sebeblere «İlletler» denir. O bunları, hakkında nass bulunmayan olaylara tatbik eder. Böylece nass´ların illetini kavraya­rak, hakkında nass bulunmayan hâdiseye onların tatbik edilmeye elverişli olup olmadığını inceler. İşte buna «Kıyas Metodu» denir.

İslâm hukukçularından bir kısmı bu kıyası almakla beraber dî­nî hükümlerin genel amaçlarını (ki bunlar insan maslahatlarıdır...) tespit etmiş, şer´î hükümlerin gayesine uygun olan. maslahat yönü­nü tutmuştur. Burada, özel bir güçlüğü kaldırmak esası mevcut­tur.

Bazıları da nass olmayan yerde aklı hakem kılmıştır; akıl da, aslında bizzat maslahata dayanmaktadır.

O halde şer´i hükümleri bilmek için ictihad şarttır. İçtihadın ala­nı ise yukarıda işaret ettiğimiz aklın iki düşünme sahasıdır. îctiha-dm bu ikisinin üstünde bir işleme alanı daha vardır; o da, nass´la­nn lâfızlarından mânâlarını kavramak, onlardan hükümleri çıkar­maktır. Çünkü her müslüman nass´lardan hükümler çıkaramaz. Do-layısiyle buhlan çıkarmak için sabit kaidelerin bulunması gerekir. Bu kaideleri Peygamber´den İlim alanlar daha iyi kavrarlar; çünkü onlar, Peygamber ile beraber yaşamışlar ve bu bakımdan seviyeleri yüksektir. Hz, Ömer, Ali, Ebu Bekr, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Mes´ud, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas ve Sahabilerin diğer bilginleri bunlardandır. ,

Bundan başka, her müslüman, Kur´an ve Hadis nass´larını ta­mamen bilemez ve bu yüzden de ilme ve delile dayanarak fetva ve­remez. Bu itibarla içtihadın yeni olduğu sahabiler devrinde İslâm âleminin birden bire genişlemesiyle birçok hâdiseler içtihada şiddet­le lüzum göstermiş, dolayısiyle nıüctehidler ve onlara uyan birçok kimseler bulunmuştur. Sahabîler arasmda fetva veren, fetva soran kimseler pek çoktur.

İslâm Hukuku´nda ictihad dört devreye ayrılır :

1 Peygamber devrindeki ictihad,

2 Sahabîler devrindeki ictihad,

3 Tabiîn devrindeki ictihad,

4 Müctehid İmamlar devrindeki ictihad.[5]



1- Peygamber Devrinde İctihad


Peygamber (S.A.)´in asrında ictihad vardı. Fakat sınırlan çok dardı. Çünkü vahiy devam ettiği için içtihada geniş çapta lüzum yoktu. Sahabîler bu devirde Peygamberden uzak olduklan zaman ictihadlarda bulunuyorlardı. Meselâ; Amr Îbnü.´1-Âs´ın da bulunduğu sefere çıkmış olan bir müfrezede bir kısım sahabîlerin gusül etmesi gerekmişti. Su çok soğuktu, kullanılması imkânsızdı. Suyu ısıtma imkânını da bulamamışlardı. Bunun üzerine teyemmüm ederek na-mazlannı kıldılar. Müfrezede bulunanlardan bir kısmı teyemmümle namazlarını kıldıkları halde gusletme imkânına kavuştuktan sonra namazlanm iade ettiler. Bazıları da iade etmediler. Peygamber .(S.A.) bu içtihadın her ikisini de kabul etti. Gerçekten netice değişmiyordu. İkinci gurup ihtiyat bakımından namazlarını iade etmişti. Halbuki burada ihtiyatı gerektiren bir şey yoktu. Fakat Peygamber (S.A.) on­ların gösterdiği takvayı doğru buldu. Birinci gurubu tasdik etmesi ise namazın iadesine lüzum olmadığını göstermektedir.

Peygamber (S.A.) de ictihad´da bulunurdu. Bazı kimseler dîni hususlarda O´na sual sorup fetva alıyorlardı. Bazıları günlük hayat­la ilgili, aile, toplum veya çeşitli sosyal münasebetler sebebiyle Pey­gamber (S.A.)´den fetva istiyorlardı. O da, Kur´an ile yahut kendi­sine gelen herhangi bir vahiy ile veya ictihad´da bulunmak suretiy­le bunlara fetvalar veriyordu.

Peygamberin içtihadında hatâ. bulunacak olursa Allah O´nun hatâsını vahiy yoluyla düzeltiyor ve hakikati bildiriyordu. Nitekim Bedir esirleri hakkında Peygamber (S.A.), Sahabîleri ile müşavere­de bulunmuştu. Sahabîlerden bazıları kayıtsız şartsız serbest bırakılmalannı, bazıları da hepsinin öldürülmesini teklif ettiler. Peygam­ber (S.A.) ise, bu iki görüşün dışında fidye mukabili esirlerin ailele­rine dönmeleri fikrini ileri sürdü. Bu durumda Allah Teâla, savaş de­vam ettiği müddetçe esirlerin fidye mukabili bırakılmayacaklannı bildirdi. Savaş ise, Bedir´den sonra da Mekke müşrikleriyle müslümanlar arasında devam etmekte idi. Bu savaş, ancak hicretin seki­zinci yılında Mekke´nin fethinden sonra nihayete ermiştir. Bu husus­ta Cenabı Allah şöyle buyurur: «Hiç bir peygamberin yer yüzünde ağır basıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması vâki olmamış tır. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah Ahireti istiyor, Allah azizdir, hakimdir. Eğer Allah´ın geçmiş bir yazısı olma­sa idi aldığınız (fidye)´de size herhalde büyük bir azap dokunurdu Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl - hoş olarak yeyin. Allah´tar korkun. Şüphesiz ki Allah çok yarhgayıcı, çok esirgeyicidir. Ey Peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah´ın ezelî ilmine gö­re yüreklerinizde bir hayır varsa O, size sizden alınandan daha ha­yırlısını verir ve sizi yarhgar. Allah çok yarhgayici, çok esirgeyici­dir.»[6]

Burada şöyle bir sual sorulabilir: Niçin Allah, Peygamber´e ha­kikati ilk önce vahiy yoluyla bildirmedi de O´nu hatâ ettikten son­ra uyardı Buna şöyle cevap verebiliriz: Allah, insanların kendi gö: rüşlerine güvenerek onları değişmez gerçekler saymamalarını ve ha­kikati tam olarak Allah´ın bileceğine, Peygamber gibi yüksek bir şahsiyetin dahi yanılabileceğine inanmalarını göstermek istemiştir.

Peygamber´in hatâsı Allah tarafından düzeltilmeden bırakılmaz. Hele bu hatâ, teşri´ (yasama) hususunda, başka bir deyişle, şeriatın prensipleriyle ilgili olursa; esirler hakkındaki biraz önce zikredilen hükümler gibi.

İslâm Hukukçularından bazıları burada ileri giderek, Peygamber´in içtihadıyla olan bir hükme uymak gerekmez, diyorlar. Biz de diyoruz ki, bu çok ağır bir sözdür ve gerçeğe hiç uymamaktadır. Çün­kü Peygamber (S.A.)´in şer´î prensipleri beyanında hatâ olmaz. O, emri Rabbından almaktadır. O halde vahiyle olsun ictihadla olsun, Peygamber insanlara yanlış olarak nasıl tebliğde bulunabilir. Zira onun içtihadında bir yanlışlık olacak olursa, Allah, kendisini bir va­hiyle ikaz eder.

Bazan şer´i hüküm ve prensiplerin dışında dünyevi bir şey hak­kında Peygamber hatâ edebilir. Meselâ; Peygamber, Bedir savaşına hazırlanırken uygun olrmyan bir yeri ordugâh yapmak istedi. Ba­zı sahabîler kendisine iyi bir yeri ordugâh yapmasını söylediler. Şüphesiz bu hatâ, dîni bir prensip meselesi değildir, savaşla ilgili bir meseledir. Bu hususta istişare etmek uygun olur. Peygamber de bu türlü konularda sahabîîerle istişarede bulunurdu.

Dişi hurma ağacının çiçeklerine erkek hurmanın tohumlarından sun´î bir şekilde aşılanması hususunda bir kısım sahabiler Hz. Pey­gamber´e başvurdular; O da, aşılamamalarını söyledi. Bunun üzeri ne o yıl hurma bol ürün vermedi. Bu vesîle ile birisi Peygamber´e başvurarak durumu anlattı. Peygamber Efendimiz de, «Siz dünya iş­lerini daha iyi bilirsiniz» buyurdu.

Birtakım sapık kimseler, bu hadîs´i çığrmdan çıkarıp şer´î hü­kümlerin hepsini iptal edecek kadar ileri gittiler. Bu kimseler, Kur´-an´ın ve Paygamber (S.A.)´in emirlerini, şer´î prensipleri, hurma çiçeklerinin aşılanması mesabesinde görerek san´at, ziraat, iktisat içtimaî ve ailevî dünya meseleleri hakkında insanların daha iyi bii bilgi sahibi olacaklarını ve aynı zamanda, Kur´an ve Sünnetin nass´-larma aykırı bile olsa, istedikleri gibi hükümler koymaya, haramı he­lâl, helâli haram yapmaya yetkili sayılacaklarını iddia ettiler.

Böyle bir anlayış, Allah ve Resulüne iftira etmek demektir. On­lar, Allah´ın şu sözünü unutuyorlar: «Dillerinizin yalan yere va-sıflandırageldiği şeyler için şu helâldin bu haramdır demeyin. Çün­kü Allah´a iftira etmiş olursunuz».[7]

Yukarıdaki hadîs-i şerif san´at, ziraat gibi hususlarla ilgilidir Onlar, Peygamber (S.A.)´in ziraat, ticaret, camcılık, dericilik, doku macılık ve buna benzer çeşitli sanat kollarında derinliğine bilgi sa­hibi olduğunu mu sanıyorlar Eğer böyle düşünüyorlarsa son dere­ce de yanılıyorlar. Semavî bir din getiren Allah elçisi ile bir teknisyeni veya taciri birbirine karıştırıyorlar. Bunlar bu sakîm görüşlerinden kurtulabilmek için yukarıdaki hadis-i şerifin ne için varit olduğu­nu bilmek zorundadırlar. Bu hadîsin konusu ise, hurma ağacını aşı­lamak gibi sanat ve ziraatla ilgilidir. Elbette Allah´ın elçisi ve O"nun getirdiği şeriat, bu gibi sakat anlayışların üstündedir.

Peygamber (S.A.), iki hasım arasında hüküm verdiği zaman ba­zen yamlabileceğini düşünürdü. Bunun içindir ki bir hadisinde şöy­le buyurmuştur: «Siz bana muhakeme edilmek için geliyorsunuz belki bazınız delil getirme bakımından diğerinden daha zayıf ola bilir. Bir kimse kardeşinin hakkını koparıp alırsa, ona ateşten bir parça verilmiş olur.» Peygamber´in böyle düşünmesi teşri´ olmayıp hüküm verme (kaza) meselesidir. Bu ise, İslâm dininin getirdiği prensipleri tatbik etmektir, tatbik ile teşri´ arasında büyük bir fark vardır. Peygamber (A.S.), tatbik ederken, delilleri dinleyerek bir in­san gibi hareket etmektedir. Vahyi Allah´tan.alıp insanlara tebliğ ederken de, bir peygamberdir. Bu ikisi arasındaki fark çok büyük­tür.

İslâm hukukunun mantığından ayrı bir mantığa sahip olan Av­rupa kanunları ile uğraşan bazı hukukçular şöyle bir itirazda bu­lunabilirler : Yargılama (kaza) prensipleri, bazan uyulması gere­ken bir kanun mahiyetini alır; meselâ Temyiz Mahkemelerinin ka­rarları kanun yerine geçer. Bunlara şöyle cevap verebiliriz: Sizin söz konusu ettiğiniz kanunlar insanlar tarafından konulmaktadır. Temyiz mahkemelerinin kararları ise, bu kanunların tefsiri mahiyetinde olup bir yasama (teşri´) değil, özel halleri izahtan ibarettir. Bu kararlarda hatâ ihtimali olduğu gibi bu kanunların uygulanmasın­da dahi hata bulunabilir. Hâkimlerden yanlış hüküm verenler bu­lunduğu için bu hükümleri bozacak yüksek mahkemelerin bulun­ması tabiîdir. Hülâsa, mahkemelerin verdiği isabetsiz hükümleri düzelimek, teşri´ sayılmayıp bir tatbikten ibarettir. Bu dahi bazen hatalı olabilir.

Peygamber (S.A.)´in her hangi bir yargılama (kaza) sırasında yanıldığını bilmiyoruz. Çünkü O, son derecede doğru ve âdil. oldu­ğu gibi, kendi tebliğ eylediği dini de çok iyi biliyordu. Allah O´na öyle keskin bir görüş vermişti ki, davacıların O´nu atlatması imkân­sızdı; Peygamber´in kendisinin yamlabileceğini düşünmesi, kendin­den sonra gelecek hâkimlerin çok dikkatli olmaları için bir uyarma­dır. Çünkü Peygamber (S.A.) biliyordu ki insanlar, dünyada hâki­min pençesinden kuvvetli bir müdafaa ve bâtıl deliller sayesinde kur­tulabilirler. Fakat, Âhirette Allah´ın adaletinden kaçamazlar. O halde insanlar dâvalarında Allah´tan korkmalı, dâvanın müdafaa ve de­lil getirme yarışması olmadığını, onun hakkı aramak olduğunu bil­melidirler. Hakkından başkasını isteyenler, bâtıl yollarla başkaları­nın hakkını yemek istemektedirler. îsterse onlar bu fiillerini hâkim­lerin hükmü ile süslemiş olsunlar.

Kısaca diyebiliriz ki; Peygamber (S.A.)´in Allah´ın emirlerini be­yan ederken yaptığı ictihadlarda hatâsı olmaz. Şayet bir hatâsı, olur­sa, Allah, O´nu derhal vahiy yoluyla uyarır. Sanat, ziraat, ticaret gibi dünya işlerinde hatâ etmesi imkânsız birşey değildir. Çünkü pey­gamberlik görevi bunlar değildir. Peygamberlik, şeriatı tebliğdir. Yargılama (kaza) esnasında yanılmasını düşünmesi bir ihtimalden ibarettir. Muhakeme ederken yanılması mümkün olduğu halde O´nun yanıldığına dair elimizde hiç bir delil yoktur.[8]



2- Sahabîler Devrinde İctihad


Peygamber (S.Â.), irtihal etmeden önce peygamberlik görevini en üstün şekilde yerine getirdi ve Rabbinin emirlerini hakkı ile teb­liğ etti. Bu hususta Allah şöyle buyurur: «Bugün sizin dininizi ke­male erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak si­ze İslâm ı seçtim.»[9]

Bizans´ın Suriye valisinin, tebaasından müslüman olanları öldürmesi dolayısıyla Peygamber (S.A.), îslâm ordularını Şam üzerine yolluyordu. Çünkü yeni dine mansup olanları korumak ve onları müslüman oldukları için işkenceye uğratmamak zaruri idi.

Peygamber (S.A.) Iran İmparatoru (Kisra)´na İslâmiyeti tebliğ etmek üzere elçi gönderdiği zaman Kisrâ buna, Peygamber (S.A.)´i öldürecek birini yola çıkarmakla cevap verdi. Fakat Allah onu, ni­yetini gerçekleştirmeden helak etti. Böyle bir durumda tecavüzü ay­nı şekilde karşılamak gerekiyordu. Peygamber (S.A.)´in, insanları hakka çağırmasına engel olacak şeylere karşı koyması ve hakkı du­yurmasını önleyecek her engeli yok etmesi gerekiyordu.

Bunun içindir ki, Peygamber (S.A.)´in irtihalinden sonra, müslümanlar, îran ve Bizans ülkelerine akınlara başladılar. Bu ülkele­ri fethedip halkını hakka ve doğru yola çıkardılar. Müslümanları hiçbir hükümdar ve kuvvet köleleştirmedi. Bu ülkelerin imparator­ları, müslümanlığın yurtlarına girmemesi için direndiler. Müslüman­lık, tebaalarına ulaşmasın diye surlar yaptırdılar. Fakat, İslâmın çağrısı yayılacaktı. Bu çağrı bütün milletlere ulaşacaktı. Ona engel olan surların yıkılması gerekiyordu. Bu ise zaruri bir savaşa yol açı­yordu.

Burada dini bir zorlama (ikrah) için savaş yapıldığı sanılmamalıdır. Çünkü bu imparatorlar, insanları İslâm dâvetine karşı´engelli­yorlardı. Bilhassa İslâm çağrısı; onların halkı kendilerine taptırma­ları, hak olsun bâtıl olsun, halkın kendilerine uymalarını istemeleri ile bağdaşmıyordu. Çünkü yeni din, «Hâlıkâ isyanda mahlûka itaat "edilmez» diyordu.

Bu din, insanları eşitliğe çağırıyor ve onların hepsinin Âdem´den olduğunu, Âdem´in ise topraktan yaratıldığım ifade ediyordu. O hal­de İslâm´ın savaşı, dini bir zorlama için değildi. O, ruhları, zâlim kralların köleliğinden, akılları bu kralları kutsallaştıran sapık dü­şüncelerden kurtarmak için yapılıyordu. Veya diyebiliriz ki, bu sa­vaş, din hürriyetini korumak içindi; bu hürriyeti yok etmek için de­ğildi. Bu savaşın dini bir zorlama için yapılmadığının delili, İslâm de veti, gölgesinde birçok gayri müslimlerin haklarına tam olarak riayet ediyor, din hürriyetlerine katiyen dokunmuyordu. Hattâ din bilginleri (îakihler) «gayri müsümleri dinleri ile başbaşa bırakmak­la emrolunduk» prensibini kabul etmişlerdi.Bu, gayri müslimlere yapılan iyi muamelenin tam bir ifadesidir.´Gayri müslimlere, müslümanlar «zimmi» adını veriyorlardı. Çünkü onlar, Allah´ın elçisinin zimmetinde idiler-, çünkü Peygamber (S.A.), onlara kötülük edilme­sini yasaklayarak şöyle buyurmuştu : «Bir zimmiye kötülük edenin kıyamet günü hasmı benim.»

İslâm fetihlerinin ötesinde arap olmayan milletlerin, araplann safında yer aldığı bir gerçektir. Onlar isteyerek zorlanmadan İslâmiyeti kabul etmişlerdir. Çünkü Allah: «Dinde ikrah yoktur»[10] ve «Sen îman etsinler diye insanları zorlayıp duracak, mısın»[11] buyur­maktadır. Veya onlar müslümanlarla aralarında zimmet akdetmiş­ler, müslümanlar onların, onlar müslüm anların haklarına karşılıklı olarak riayet göstermişlerdir. Sahabîler asrında îran, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika fethedilmiş, müslümanlann idaresine, çok eski me­deniyetlere mensup mîlletler girmişti, tslâm medeniyeti, çeşitli mil­letlerin medeni mirasları ile karışmaya başlamıştı. Dolayısiyle top­lum hayatında Peygamber (S.A.) devrinde olmayan hâdiselerle kar­şılaşılmış, hayat çeşitli dallara ayrılmıştı. Bu durum karşısında İs­lâm bilginlerinin yararlı ve uygun olan hususları inceleme, araştır­ma, düşünme ve ictihad´da bulunma cihetine yönelmeleri bir zaru­retti.

Bu itibarla büyük sahabîlerin ictihad´da bulunması, Peygamber (S.A.)´in söz ve hareketleriyle yalandan ilgili olanların yeni mese­leleri halletmesi gerekiyordu. Onlar, yeni meseleler karşısında ictihadlarda bulundular ve Allah´ın hükmünü açıkladılar. Çünkü Al­lah´ın dini bütün asırlara şâmildi. Allah, Kur´an´da; «İnsan başıboş bırakıldığını mı sanıyor »[12] buyurduğundan insan, hayatta başıboş ve istediği herşeyi, bir hükme bağlamaksızm yapma durumunda de­ğildir.

Sahabîlerin bilginleri ictihad hususunda bir metod ortaya koy­dular; onlar, yeni bir hâdise karşısında ihtilâfa düşerlerse Kur´an´a başvuruyorlar, bu meseleyi açıklayan bir âyet bulurlarsa onun üze­rinde birleşiyorlardı.

Buna şöyle bir misal verebiliriz: Irak ve İran toprakları fethe­dilince sahabîler, bu arazinin fethe iştirak eden askerlere dağıtımın­da ihtilâfa düştüler; Hz. Ömer, devletin reisi ve mü´minlerin emîri olarak araziyi askerlere taksimden kaçındı. Çünkü O, görüyordu ki bu arazi, Allah´ın, «Biliniz ki ganimet olarak elde ettiğiniz şeyle­rin beştebiri Allah´ın, Peygamberin, O´nun yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolda kalanların hakkıdır.»[13] âyetinin içine girmi­yordu. Bu âyette kasdedilen ganimet menkul inalları ifade ediyor­du, toprak ise gayri menkul olduğu için fethedilir, fakat ganimet ol­mazdı. Öte yandan ülke ve sınırların korunması için gelire ihtiyaç vardı. Bu da, arazinin fethedenlere dağıtımıyla olmaz, arazi sahip­leri gayri müslimlerden «cizye» almakla sağlanabilirdi. Fakat sa­vaşçılar, Hz. Ömer´e uymadılar ve münakaşa üç gün sürdü. Üçüncü gün Hz. Ömer, Kur´an´da gördüğü şu âyeti onlara okudu: «Allah´ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği fey´ (ga­nimet) Allah´a, Peygamberine, onun yakınlarına, yetimlere, yoksul­lara ve yolda kalanlara aittir. Bu da o malın, sizin içinizdeki zenginlerin arasında dolaşan bir mal (sermaye) olmaması içindir... Allah´ın azabı şiddetlidir.»[14]

Hz. Ömer, bu Kur´an nassını okuyunca hepsi O´nun emrine uy­mak zorunda kaldı.

Sahabîler, Kur´an´da bir nass bulamayınca Sünnete başvuruyor­lar ve ondan gereken hükmü alıyorlardı. Emirü´l-müminin meseleyi arkadaşlarına açıyor; bu hususta herhangi bir hadis bilen onu serdediyor ve meseleyi böylece hallediyorlardı.

Meselâ; Bir gün bir anneanne (nine), Hz. Ebu Bekr´e geldi ve ölmüş olan kızının oğlundan miras istedi. Ebu Bekr(R.A,) de.Kur´-an´cla bu hususla ilgili bir âyet bilmediğini söyledi. Sonra sahâbile-re dönerek, Peygamber (S.A.)´in, böyle bir meselede verdiği hükmü. içinizden bilen var mı dedi. Mugîre b, Şu´be, Peygamber (S.A.) . Efendimizin nineye altıdabir hisse tanıdığını hatırlıyorum, dedi. Hz. Ebu Bekr, bu durumu başka bilen var mı diye sordu. Başka bir sa-habinin buna tanıklık etmesi üzerine bu nineye altıdabir (1/6) mi­ras hakkı tanıdı. Daha sonra Hz. Ömer (R.A.) devrinde baba-anne ´ gelip hissesini istedi. Ömer de, «Kur´an´da. sana ayrı bir hisse tanın­dığım bilmiyorum, bu aitıdabir (1/6) hisse ikinizindir.» dedi.

Sahabîler, Kitab´ta ve Sünnette bir nass bulamadıkları zanîan ictihad yapıyorlardı. Bu, Peygamber (S.A.)´in kabul ettiği bir metod idi. Muaz b. Cebeli Yemen´e hâkim olarak gönderirken Peygamber (S.A.) O´na «Ne ile hükmedeceksin,» diye sordu. O, «Allah´ın kitabı ile» dedi. Peygamber «Ya Kitab´ta bulamazsan » dedi. O da, Pey­gamber´in sünneti ile» dedi. «Onda da bulamazsan » dedi. Muaz, «Re´yimle ictihad yaparını» dedi. Peygamber (S.Â.) bunun üzerine; «Allah´a hamd olsun ki, Peygamberinin elçisini O´nun razı olduğu şekilde muvaffak kıldı» buyurdu.

Usûl-i fıkıh bilginlerinin çoğu, re´yi kıyas olarak kabul eder. Kı­yas da, hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, illetleri aynı. olan ve hakkında nass bulunan başka bir meseleye göre halletmektir.

Başka bir deyimle, kıyas, hakkında nass bulunmayan mesele üze­rinde, hüküm bakımından illetleri ortak olan ve hakkında nass bu­lunan meselenin hükmünün sabit olmasıdır. Bu tarif, re´yin, bu türlü ictihad´tan ibaret olduğunu gösterir.

Bu türlü ictihad, müctehidin, hakkında nass bulunmayan konu­da illet bakımından ortak olan ve nassa dayanan meseleyi tam ola­rak kavramasını gerektirir. Meselâ; sarhoş eden herşeyi şaraba kı­yas etmek gibi. Şarabın haram edilişinin illeti sarhoş etmesidir. O halde bu illet, diğer sarhoş eden şeylerde de bulunduğundan onların da haram olduğu sabit olur. Gerçekte sahabîlerce kabul edilen re´y, hem kıyası, hem de hakkmda nass bulunmayan bir konuda masla­hata göre içtihadı içine almaktadır. Sahabîler asrında re´yin bu iki şekli de görülmekte idi. İbn-i Kayyım el-Cevziyye, sahabîlerin içti­hadını şöyle tarif eder: «Sahabîlerin içtihadı, illetleri ayrı ayrı olan hususlarda doğru olması gereken ciheti anlamak için iyice düşün­dükten sonra akıllarına uygun gelen hükmü çıkarmalarıdır.» Bu ta­rif eksiktir, çünkü; illetler aynı olmazsa kıyas yapan hukukçu neyi neye kıyas edecektir. Gerçekte re´y ile ictihad, iyice düşündükten sonra bir meseleyi Kitab ve Sünnete en yakın olan bir şekilde hal­letmektir. Bu, hakkında belli bir nass bulunan meseleye göre yapı­lırsa kıyas olur, şeriatın genel amaçları göz önüne alınarak yapılır­sa maslahata göre yapılmış ictihad olur.

Kıyas metoduna göre´ re´y ile ictihad yapmakla meşhur olan sahabîler arasında Abdullah b. Mes´ud vardır. Ali b. Ebi Talib ise, bazan maslahata göre ictihad yapardı. Dolayısiyle Tabiin´den Küfe-li hukukçular ve bunların izinden giden müctehid İmamlar, onların ictihad metodunu almışlardır.

Maslahata göre ictihad´da bulunan sahabilerin başında Ömer b. Hattab gelir. Daha başka birçok sahabîler, maslahatı gözeterek, Hz. Ömer gibi fetva vermişlerdir. Meselâ; bir kişiyi öldüren bir gu­rubu öldürmek kıyasa, sanatkâra yaptığı şeyi heder ederse ödetmek maslahata uyularak kabul edilmiştir. Hz. Ali de bu ödetme (tazmin) işinde, «insanları ancak bu ıslah eder« demiştir.

Ömer (R.A), devlet işlerini idarede, hakkında nass bulunmayan meselelerde maslahata göre ictihad yaptığı halde, kaza (yargılama)´-da, hakkında Kur´an ve Sünnet´den bir nass bulunmayan meseleler­de kıyas cihetine gidilmesini emrederdi. O, Ebu Musa el-Eş´ari´ye gönderdiği mektubun sonunda şöyle diyordu : «Kur´an ve Sünnette bulunmayan ve tereddüde düştüğün meseleleri çok iyi anlamaya ça­lış, birbirine benzeyen hususları iyice kavra ve buna göre meseleleri birbirine kıyas et.» Bu ifade açıkça göstermektedir ki hâkim, şer´î bir nass bulamazsa hâdiseyi, hakkında nass bulunan benzeri bir hâ­diseye kıyas edecek ve buna göre hüküm verecektir.

Burada okuyucunun hatırına şöyle bir soru gelebilir: Niçin Ömer (R.A.), hakkında nass bulunmayan ve devletin idaresi ile ilgili olan konularda maslahata göre içtihadı benimsiyor da, kaza hususunda kıyas´a başvurulmasını bilhassa emrediyor

Bunun cevabı şöyle olabilir: Devlet işlerinin yönetimi maslaha­ta, bozukluğa meydan vermemeye, şeriatın emirlerine itaat etme esasına dayanır. Öte yandan iyi yönetici ile iyi olmayan yönetici ara­sında fark vardır. Birincisi bozukluğa (fesada) meydan vermez, mas­lahatı korur; ikincisi bunun aksini yapar. Bu itibarla kötü yönetici hakkında Allah şöyle buyurur : «İnsanlardan öylesi vardır ki onun dünya hayatına ait sözü hoşunuza gider ve o kalbinde olana Allah´ı şahit kılar. Halbuki o düşmanların en yamanıdır. O yeryüzünde iş­başına geçti mi orada fesat çıkarmaya, harsı ve nesli kökünden ku­rutmaya koşar. Allah ise fesadı sevmez. Ona, Allah´tan kork, denil­diği zaman gururu kendisini günâh işlemeye götürür. İşte Öylesine cehennem yeter. O, hakikaten ne kötü yerdir.»[15]

Kaza işinde esas olan, hasımlar arasında adaleti gerçekleştirmek, zalim ve haksızdan mazlumun hakkını almaktır. Bunun için de sabit bir ölçüye bağlanmak gerekir. Bütün dünyada kaza için kanunlar ve belli ölçüler tespit edilir. Elbette İslâmda da Kitab ve Sünnet´e bu konuda sımsıkı sarılmak gerekir. Kitab ve Sünnet´te açık bir hüküm bulunmazsa, hakkında nass bulunan meselenin illetlerini taşıyan meseleleri iyice anlamak ve onu birincisine kıyas etmek suretiyle bir hükme bağlamak lâzımdır. Nitekim bu yol, her zaman benimsen­mekte ve böylece kaza işi, başı boşluktan kurtulmaktadır. Ömer (R.A.) de bundan dolayı yukarda adı geçen mektubuna «Kaza, uyul­ması gereken bir Sünnettir» sözüyle başlamıştır. Dolayısiyle kaza işinde nass´lara bağlanmak, nass´ları iyice anlamak suretiyle kıyasta bulunmak zaruridir. Hâkimin içtihadının da kıyasa münhasır olma­sı lâzımdır.

Sahabîlerin hepsi, re´y´e başvurmakta eşit olmamakla beraber, Kur´an ve Hadis´te nass bulamayınca ictihad etmek zorunda kalmış­lardır. Meselâ; Ömer (R.A.), devlet başkanı olarak birçok hâdise­leri halletmek için re´y´den kaçınmamıştır. Çünkü devlet işi yürüye­cek ve meydana gelen yeni olaylar zamanında halledilecektir.

Sahâbîlerden bazıları hadis rivayet etmekten çekinmişler, fakat görüşlerini ortaya atmaktan çekinmemişlerdir. Çünkü anlayışları doğru olursa dînî bir hususu açıklamış olurlar; yanılmışîarsa hatâ kendilerine ait olup dinirr özüne dokunmamış olurlar. Hadis rivaye­tinden çekinmelerinin bir sebebi de, Peygamber (S.A.)´e söylemedi­ği bir şeyi isnad etmek korkusudur. Çünkü bu konuda Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurmuştur: «Kim kasden bana yalan bir söz isnad ederse ateşte yerini hazırlasın». İmran b. Husayn´dan şöyle rivayet edilir: «Allah´a yemin ederim ki isteseydim iki gün üst üste Peygam­ber (S.A.V.)´den hadis rivayet edebilirdim. Fakat, sahâbîlerden bir­çoğunu gördüm ki, onlar da benim gibi işittiler ve benim gibi gör-âüler; rivayet ettikleri hadislerin bir kısmı söyledikleri gibi değil­dir. Onlara benzerim diye korktum ve bu, beni hadis rivayetinden alıkoydu.»

Ebu Amr eş-Şeybânî der ki: «İbni Mes´udun yanında bir sene kaldım. Hadis rivayet ederken «Peygamber buyurdu» demezdi; eğer bu ifadeyi kullanırsa O´nu bir titreme alırdı ve «Peygamber (S.A.V.) böyle veya bu mealde buyurdu, derdi.» Gerçekten sahâbîler iki güç­lük arasında idiler. Çünkü onlar, dîni bozmaktan korkuyorlardı. Bu güçlükten birisi Peygamber (S.A) ´den çok hadis rivayet edersek Peygamber (S.A)´e yalan isnat etmiş oluruz diye korkmaları, ikin­cisi de kendi" re´yleriyle fetva verirlerse haramı helâl, helâli haram yapmak gibi şahsi hatâlara düşme endişeleri idi.

Sahâbîlerden bazıları, eğer iki ve daha fazla kimsenin açıkça bildiği gibi hadis bulunmazsa, sözü kendilerine nispet etmeyi ter­cih ediyorlardı. Hattâ Ebu Bekr (R.A.), ancak iki kişinin rivayet et­tiği hadis´i kabul ediyordu. Ali b. Ebî Talib (R.A.), hadisi rivayet ede­ne yemin ettirdikten sonra kabul ediyordu.

Bu itibarla sahâbilerin bir kısmı kendi re´yleri ile fetva veriyor­lardı veya sözü kendilerine nispet ediyorlardı. Abdullah b. Mes´ud, bir fetvasında şöyle diyordu: «Bunu kendi re´yime göre söylüyorum; eğer doğru ise Allah´tandır, yanlış ise benim hatâmdır ve şeytandan­dır. Allah ve Resulü bundan beridir.» Ömer b. Hattap bir meseleye dair fetva vermiş ve bu fetvanın sonuna kâtibi şöyle yazmıştı: «Al­lah´ın ve Ömer CR.A.)´in görüşü işte budur.» Bunun üzerine Ömer, «Çok fena demişsin, bu Ömer´in re´yidir; doğru ise Allah´tan, yanlış ise Ömer´dendir» dedi.

Sahâbîlerin re´ylerini, sırf aklî görüşler olarak kabul edeme­yiz. Onların görüşlerini Peygamber (S.A.)´m Fıkh´mdan alınmış ola­rak kabul etmemiz gerekir. Çünkü, re´yle fetva vermekle meşhur

olanlar, Peygamber (S.A.)´le uzun zaman arkadaşlık eden kimse­lerdir. İşte Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Abdullah b. Mes´ud, Zeyd b. Sabit- ve diğer sahâbîlerin fukahası bunlar arasindadır.

Düşünülebilir ki, bu sahâbîlerin rivayetleri Peygamber (S.A.) ile arkadaşlık ettikleri uzun zamanla mütenasip değildir. Dolayisiyle onların görüşlerinin çoğu Peygamber´den nakledilen hususlardır. Fa­kat onlar, Peygamber (S.A.) ´in sözünü veya fikrini naklederken de­ğiştiririz diye korktuklarından bunları O´na nisbet etmemişlerdir. Bu hususu, Tabiin´in ictihadlarından bahsederken açıklıyacağız. Bu­rada, şunu söyleyebiliriz ki, sahâbîlerin görüşlerinin hepsi re´yden ibaret değildir. Bilâkis bu görüşler içerisinde yukarıda belirttiğimiz endişe ile Peygamber (S.A.)´e nisbet edilmeyen ve Peygamber´e ait olan fikirler de vardır.

Burada iki hatâyı düzeltmek mecburiyetindeyiz:

1 Bazı insanlar, sahâbîlerin sahih olan bir hadisi terk edip-kendi re´ylerine göre fetva verdiklerini zannetmektedirler. Meselâ; bunlar, Hz. Ömer´e böyle bir şey isnad etmektedirler. Hattâ onların iddialarına göre Ömer (R.A.), kendi re´yine dayanarak veya masla­hatı tercih ederek Kur´an nassa´larını dahi terkediyordu. Bu, ger­çekleri araştırmamış olanların düştüğü bir yanlışlıktır. Çünkü hiçbir sahâbî, kendi görüşüne uyarak veya maslahatı tercih ederek, herhan­gi bir nassı terketmemiştir. Sahâbilerin maslahata göre vermiş ol­duğu fetvalar, asla nassa aykırı olmamıştır. Bilâkis bu fetvalar, nass´ların tatbikatından ve şeriatın gayesini doğru olarak idrakten ibarettir. Bunlarda hiçbir nassa aykırılık yoktur. Bu hususta ileri sü­rülen misalleri incelerken bunların, dinin esasına muhalif olmadığı­nı, bilâkis nass´lara dayandığını görürüz. Irak halkının arazisi hak­kındaki meseleyi yukarıda zikretmiştik. îşte bu mesele, Ömer (R.A.) ´in maslahatı gözeterek nassa muhalefet ettiği ileri sürülen konulardan biridir. Yukarıda gördük ki .Ömer, «Biliniz ki ganimet olarak aldığı­nız şeyin beştebiri Allah´ındır...»[16] âyetini doğru olarak anlamış, bu nassın menkul ganimetler hakkında varit olduğunu ve fetholunan araziyi içine almadığını, Kur´an´in «Allah´ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği fey, (ganimet)...»[17] âyeti ile isbat etmiştir.

2 Bazı hukukçular şöyle diyorlar: Hadis´e sarılanlar, hadis ve geleneklere dayanarak fetva veriyorlar; re´y taraftarları daha ciddî kafa yoruyor ve geleneklere pek önem vermiyorlardı.

Bu görüş, ilmi araştırmadan çok uzaktır. Çünkü, hadîs´e bağlı olanlar da, re´y taraftarları da dîne ve nasslara sarılmaktadırlar. Şu-kadar ki, birinci gurup, hakkında nass olmayan meselelerde kendi görüşlerine göre fetva vermekten ve onu Allah ve Peygamber´ine nîs-bet etmekten çekinmişlerdir. Bu gurup devlet işlerinde ve halledil­mesi zarurî olan meselelerde derinlemesine bilgisi olmayan kimse­lerdir. Nass bulamayınca bunlar susmaktadırlar. Bunların fetvadan çekinmesi ve re´y ile fikir beyan etmemeleri din için herhangi bir za­rar doğurmaz.

îkinci gurup ise, hüküm çıkarmak hususunda çok uğraşmış ve tecrübeli kimselerdir. Bunların re´y ile ictihad´da bulunmaları ve meseleleri halletmeleri kaçınılmaz bir şeydir. Meselâ, halife için in­sanları islâh etmekle ilgili bir hususu, nass bulamadım diye ihmal etmek akıl işi değildir. Eğer halife böyle bir ihmale yer verirse işle­rin seyri durur; bu da fesad´a sürükler. Hükümdarlığın esası fesâd değil, İslahtır. Bu da, nass´lara dayanarak yapılır. Nass bulunmazsa, nass´larm ruhundan anlaşılan şeriatın genel amaçlarına yönelmek­le olur.

Hükümet işleriyle uğraşmayan re´y taraftarları da, sadece nakle yöneldikleri zaman, Peygamber (S.A.V.)´e yalan isnad etmekten kor­kuyorlardı; dolayısiyle Peygamber (S.A.V.)´in Sünnetinden dışarı çık-, maksızm ve Peygamber´e de nisbet etmeksizin fetva veriyorlardı. Böy­lece verdikleri fetva, isabetsiz olursa kendilerine ait, doğru olursa ´Allah´ın yardımı ile verilmiş olacaktı.

Burada belirtmeliyiz ki, re´yleri ile ictihad yapan sahâbiler, re´ylerinin bir yol haline gelmesini ve re´y olarak uygulanmasını istiyor­lardı; fakat bunun din gibi kabul edilmesini asla istemiyorlardı. Hz. Ömer (R.A.), bu durumu açıkça şu sözü ile belirtmiştir.

«Ey insanlar, doğru görüş Allah´ın elçisinin re´yidir. Çünkü Al­lah O´na gerçeği gösteriyordu. Bizim görüşümüz ise zan´dan ve tek­liften ibarettir.» Ve şöyle ilâve ediyordu «Sünnet (asıl yol), Allah´ın ve Resulünün koyduğu yoldur. Yanlış bir re´yi ümmet için Sünnet haline getirmeyin.»

Re´y ile ictihad eden sahâbîler, re´ylerine galip bir zan gözüyle bakıyorlardı. O, yanlış veya doğru olabilirdi. Sahâbîlere göre ona biz­zat uymak gerekmiyordu. Fakat ekseri fakihler, sahâbüerin re´y-lerini takdir edip ona muhalefet etmediler. Bazıları ise ona muhale­fet ettiler. Bazıları da, sahâbîlerin bütün sözlerini nass olarak kabul ettiler.[18]



Sahâbîler Devrinde Fıkh´ın Kaynakları


Yukarıdaki izahtan anlaşılmıştır ki sahâbîlere göre fıkh´m kay­nağı şu üç esastan ibarettir:

1 Kitab,

2 Sünnet,

3 Re´y (kıyas).

Bu devirde Sünnet, kitap halinde yazılmamış idi. Gerçi bazı genç sahâbîler; Abdullah b. Amr b. Âs gibi, Peygamber (S.A.) za­manında bir kısım hadisleri yazmışlardı. Çünkü Peygamber (S.A.V) son zamanlara doğru hadisle âyetin birbirine karışma tehlikesi or­tadan kalktığı için hadislerin yazılmasına izin vermişti.

Abdullah b. Amr ve diğerlerinin yazdığı hadisler, özel notlar hâlinde idi ve halka bir kitap şeklinde intikal etmemiştir.Hz. Ömer (R.A.), hadislerin yazılmasına müsamaha göstermiyordu. Ayrıca ya­zılan hadis mecmuaları, kitap derecesine ulaşmamış risalelerden iba­retti. Bu yüzden hadis rivayeti sahâbîlerin hafıza ve zihinlerine da­yanıyordu. Onlar rivayet ettikleri hadislerin doğru olmasına çok dikkat ediyorlardı. Hadis rivayet eden sahâbîlerin hepsi de doğru kimselerdi. Fakat, Ebu Bekr ve Ömer´in bir hadisi kabul etmek için tuttukları yola göre, ancak iki kişinin Peygamber´den o hadisi işit­miş olmaları lâzımdı. Yukarıda da geçtiği gibi Hz. Ali (R.A.), hadisin doğruluğuna kalben kanaat getirmek için, hadisi rivayet edene ye­min ettirirdi.[19]



Sahâbîlerin Îctihad Metodlârı


Sahâbüerin ictihad nıetodları değişikti. Bazı sahâbiler, yukarıda da değindiğimiz gibi, sadece Kitab ve Sünnetin sınırları içinde icti­had yapıyorlardı. Bazıları ise nass bulamayınca re´y ile ictihad´da bu­lunuyorlardı. Tabiîdir ki re´y ile ictihad çeşitli idi; bazıları Abdullah b. Mes´ud gibi kıyasla ictihad ediyordu; bazıları da nass bulunmayan yerlerde maslahata göre ictihad yapıyordu.

Bunlar, sahâbîlerin düşünüş metodlarma göredir. Fetva konula­rı bakımından ise, sahâbîlerin görüşleri bazan ferdî oluyordu. Çün­kü herhangi bir kimse, sahâbilerden birine cüz´î bir olayın hükmü­nü sorduğundan buna verilecek fetva da cüz´i veya ferdî oluyordu; buna başka sahâbiler katılmıyordu.

Bazan ictihad, şahsî olmayan, hatta umumu ilgilendiren bir ko­nuya ait oluyordu. Bu gibi ictüıadlar; genel kaideler koymak demek olduğundan, umumî bir toplantıda veya sahabîlerin fakihlerinden meydana gelen bir topluluk içinde müzakere edilerek yapılıyordu. Meselâ; Hulefâ-i Râşidîn, devlet nizamını ilgilendiren önemli bir me­sele, karşısında kaldıkları zaman sahâbîleri topluyorlar, onlarla isti­şare ve görüş teatisinde bulunarak, cemaatin de kabul ettiği bir ne­ticeye ulaşıyorlardı. Hz. Ömer (R.A.) ´in iki türlü istişare meclisi vardı:

1 Özel Şûra bu, sahâbîlerden ileri gelenlerin katıldığı bir top­lantı idi. Devlet işlerinde Ömer, bunlarla istişare eder, büyük ve kü­çük meselelerde onların görüşlerini dinlerdi.

2 Genel Şûra; bu, bütün Medinelilerin katıldığı bir toplantı idi. Önemli devlet işlerinde veya ümmetin geleceği ile ilgili bir temel prensibin kabul edilmesinde bu meclis karar verirdi.

Önemli bir iş ortaya çıkınca Hz. Ömer, Medinelileri Peygamber (S.A.)´in camiinde topluyordu; burası dar gelirse onları Medine´nin dışında bir yerde topluyor ve meseleyi onlara arzediyordu. Onlar da bu mesele üzerinde tartışıyorlardı. Irak halkının arazisi hakkinda ya­pılan istişare bunlardan biridir. Yukarıda da geçtiği gibi, gaziler, bu araziyi aralarında paylaşmak istiyorlardı. Hz. Ömer de bunu kabul etmeyip sahiplerine terketmek istiyordu. İki-üç günlük münakaşa­dan sonra mesele; Hz. Ömer´in «Allah´ın (fethedilen) memleketler halkından Peygamberine verdiği fey´ (ganimet)...»[20] âyetini okuma­sı üzerine O´nun görüşüne uygun olarak halledildi.

Medine halkının bu durumu, PERİKLES devrindeki Atina halkı­nın durumuna benzemektedir. Çünkü o devirde şehir halkının her-biri devlet işlerinde görüş beyanetme hakkına sahipti. Zira toplantı halinde verilen bir karar, şahsî görüşlerden kuvvetlidir. Bunun için­dir ki çeşitli yönlerden incelenerek topluca varılan netice, devlet işi­nin yürütülmesinde esas teşkil eder.

Sahâbî ve Tabiîlerden sonra gelen müctehidler bu topluca ka­bul edilen re´ye icma´ adını vermişler ve onu şeriatın dördüncü kay­nağı saymışlardır. Böylece; 1 Kitab 2 Sünnet, 3 Re´y (kıyas), 4 İcma´ şeriatın dört kaynağını teşkil etmiştir.

Sahabîler bazı hallerde topluca bir re´ye, yani icma´a ulaşamaz­lar ve aralarındaki ihtilâf sürüp giderdi. Sahabîlerin bu gibi ihtilâf­larını iki kısımda inceliyebiliriz:

1 Nass´larm etrafında meydana gelen ihtilâf: Bu bir nass´ın iki veya daha çok mânâya gelmesi ihtimalinden doğmaktadır. Mese­lâ; «Boşanmış olan kadınlar üç ayhali iddet beklesinler.»[21] âyet-i kerimesindeki «KURU» kelimesinin anlamı üzerinde meydana gelen ihtilâf bunlardandır. Bu kelime iki mânâya gelir: a) Kadının iki ayhali (hayz) arasındaki temizlik müddeti kastedilebilir, b) Bizzat ayhali kastedilebilir. Abdullah b. Mes´ud ve Hz. Ömer, bu kelimeden maksat ay halidir demiştir. Bunlar ve bunlara tâbi olanlara göre boşanmış bir kadının ibadeti üç hayz olarak kabul edilmiştir. Zeyd b. Sabit, bu kelimeye iki ayhali arasındaki temizlik müddeti mânasını vermiş ve boşanmış kadının iddetinin üç temizlenme zamanı olduğu­nu söylemiştir.

Bazan nass´larm etrafındaki ihtilâf sebebi, bu nass´larm zahir­leri arasındaki çatışma olabilir. Meselâ; kocası ölmüş gebe bir ka­dının iddeti üzerindeki ihtilâf böyledir. Bu hususta iki nass vardır ve bunlar, ilk bakışta birbiriyle çatışma halindedir. Bu nass´lar şun­lardır: «...Gebe olanların iddeti çocuklarını doğuruncaya kadar­dır.»[22] ve «Sizden ölenlerin bıraktıkları kadınlar kendi kendilerine dört ay on gün iddet beklesinler.»[23]

Birinci âyetin lâfzmdan umumi olarak anlaşılan mânâ, kocası ölen gebe bir kadını da, boşanmış olan (gebe) kadmı da içerisine alır. İkinci âyetin umumî anlamı gebe olsun olmasın, kocası ölen ka­dına şâmil olmaktadır. O halde kocası ölen gebe kadm hakkında bir­biriyle tenakuz hâlinde gözüken iki nass bulunmuş oluyor ve saha-bîler bu sebepten ihtilâfa düşüyorlar. Burada Abdullah b. Mes´ud, «Gebe kadınların iddeti» âyeti, «Sizden ölenler...» âyetinden gebe kadını çıkarmıştır; dolayısiyle, kocası ölen gebe kadının ibadeti birin­ci nassa göre doğum´a kadar olur, diyor. Hz. Ali ise, her iki nass ile de amel etmiştir. O´na göre kocası ölmüş hâmile bir kadının id­deti, dört ay on günden az olmamak şartı ile doğuma kadardır. Ya­ni Hz. Ali´ye göre böyle bir kadın iki iddetten en uzun olanını bek­ler. Bunlar, ya doğuma kadar olan zaman, veya dört ay on gündür. .

Nass´larm etrafındaki ihtilâf sebeplerinden biri de rivayet me­selesidir. Meselâ; vârid olan herhangi bir hadis birine göre sahih sayılmıyor ve o, re´y ile fetva veriyor; diğerine göre sahih sayılıyor-, o da bu hadisle fetva veriyor.[24]

2 Re´y sebebiyle meydana gelen ihtilâf: Bu, çok geniş bir saba işgal eder. Çünkü, her müctehidin kendine göre bir görüşü ve düşünüş tarzı vardır. Birinin bir türlü anladığım diğeri başka türlü anlamaktadır. Öyle anlaşılıyor ki bir çok ihtilâfın menşei re´y far­kıdır. Görüş ayrılığı yüzünden meydana gelen ihtilaflı meseleler pek çoktur. Meselâ; bunlardan biri, babanın babası olan dedenin ölünün kardeşleriyle mirasçı olup olmaması meselesidir. Ebu Bekr göre ölünün kardeşleri dede ile mirasçı olamaz; ölünün kardeşleri baba ile mirasçı olmadıkları gibi. îşte Ebu Hanife bu görüşü benimsemiş­tir. Ömer (R.A), bu meseleyi sahâbîlere sorup öğrenmeden hallet-memiştir. Zeyd b. Sabit, üçtebirden az olmamak şartiyle, dedeye, bir kardeşe verilen hisse miktarı bir miras tanımıştır. Bu hususta feraiz kitaplarında geniş bilgi vardır. Ali b. Ebi Talib, dedenin altıdabirden az olmamak şartiyle, bir kardeşin alacağı hisse miktarı miras hakkı olacağını söylemiştir. İslâm hukukçularının çoğunluğu Zeyd b. Sabit´in fetvasını kabul etmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Hz. Ömer de bu görüşü benimsemiştir.

Sahâbüerin, yeni meseleler karşısında yaptıkları ictihadlarda rehberleri ihlâsları idi. Çünkü sahâbîlerin fakihleri, müslümanlann seçkinleriydi. Onlar, fetva verirken dinî hakikati arıyorlar ve mut­laka doğru bir çözüm yolu bulmak için çalışıyorlardı. Sahâbüerin bu türlü ictihad ve anlayış farkları onlardan sonra gelen nesillere iki şekilde faydalı oldu:

1 Sahâbîler ictihad için çok sağlam bir metod koymuş oldu­lar. Hakikati ararken ihtilâfa düşseler dahi, rehberleri ihlâs olduk­ça bu ihtilâfın, birliği bozmayacağını, bilâkis akıl ve idrakleri kuv­vetlendireceğini ve her yönüyle meseleyi inceleyen kimseleri gerçe­ğe ulaştıracağını göstermiş oldular.

2 Sahâbîler fıkıhta öyle zengin bir araştırma, şuurluluk ve açıkhk mirası bıraktılar ki, onlar, ihtilâfa da düşseler, ittifak ha­linde de olsalar, yaptıkları ictihad, kendilerinden sonra gelenlere çok büyük faydalar sağladı.

İmam Şâtibî, el-İ´tisam aalı eserinde sahâbîlerin ihtilâfını üm­met için bir rahmet olarak vasıflandırır ve şöyle der: «Kasım b. Muhammed´den şöyle rivayet edilmiştir: Allah, Peygamber´in arka­daşlarının ihtilâfları ile amel hususunda bizi çok faydalandırdı. Sa-hâbilerden birinin ilmi ile amel eden kimse ancak onları yetkili gör­düğü için amel etmektedir. Damra b. Recâ´dan da şöyle rivayet edil­miştir : Ömer b. Abdilaziz, Kasım b. Muhammed ile birlikte hadis müzakere ediyorlardı. Ömer b. Abdilaziz bir meselede Kasım´a muhalefet etti. Durumu anlayıncaya kadar bu Kasım´a ağır geldi. Qme b. Abdilaziz de O´na: Yapma, onların ihtilâfı beni çok memnuı etmektedir, dedi. İbni Vehb de, Kasım´dan şöyle rivayet eder: Öme b. Abdilaziz´in şu sözü beni hayrete düşürdü: Sahâbîlerin ihtilâl beni çok sevindiriyor. Çünkü onlar tek bir görüşe sahip olsalardı ir sanlar sıkıntıya düşerlerdi. Zira sahâbîler, kendilerine iktidâ edile; İmam mevkiindedirler. Dolayısiyle herhangi bîr kimse, onlardan b: rinin sözü ile amel ederse Sünnete uymuş olur. Bu sözün mânâs şudur: Sahâbîler insanlara ictihad kapısını açtılar ve bu husust ihtilâfa düşmenin caiz olduğunu gösterdiler. Eğer onlar bu kapıı açmasalardı müctehidler sıkışıp kalırlardı. Onlar arasındaki ihtile sebebiyle Allah ümmete genişlik verdi ve ümmetin bu rahmete di hil olması için bir açık kapı bırakılmış oldu.»[25]

Sahâbîlerden bize Peygamber (S.A.)´in hadislerine dayanan bizı fıkıh mecmuaları intikal etmiştir. Hadîs´e de, sahâbîlerden intiki eden sözlere de «Sünnet» denir. Sadece Peygamber´e nispet edile şey «hadis» adını alır. Buna göre hadis kelimesi sünnetten daha hususî bir mânâda kullanılır. Sahâbîlerin sözlerinin daha sonra îslâ; Hukuku´nun teşri´ tarihinde çok büyük bir önemi vardır. Ömer Abdilaziz, sahâbîlerin sözünü hüccet olarak kabul ederdi. Sahâl lerin sözlerinin toplanmasını ve bunların halk için tatbik edilmek üzere bir kanun teşkil etmesini istemişti.

Abdullah b. Mukaffa, Abbasî halifesi Ebu Cafesrel-Mansur devlet için bir kanun yapmasını teklif eden risalesinde, Ömer b. A dilaziz´in fikrini benimseyerek, bu kanunun sahâbîlerin sözlerindi derlenmesini, onların ittifak halinde olan görüşlerinin esas olan kabul edilmesini, ihtilâf ettikleri hususlarda ise onların insanlar menfaatlarına uygun olan görüşlerinin alınmasını ileri sürmüşti Ebu Cafer el-Mansur, bu fikri kabul eoniş ve îmam Malik´ten, Sünnet olarak intikal eden sözlerin kanun olmak üzere, kitap halini yazılmasını istemiştir. Medineli îmam Malik, bu isteği yerine get di ve Halife el-Mehdî devrinde tamamladığı bu kitab (Muvatta) kanun olarak kabul edilmesinden vazgeçti. Çünkü O, Medine´de rivayetleri bu eserinde toplamıştı. Her ne kadar sahâbiler, sayı V kınandan Medine´de daha çok iseler de, diğer İslâm ülkelerine dağılmışlardı.

Netice ne olursa olsun, sahâbîlerin sözleri bir hüccet olarak kabul edilmiş, ileride açıklayacağımız üzere, ictihad da onun sinirli dahilinde yapılmıştır.[26]



3- Tabiîn Devrinde İctihad


Sahâbüer, birçok talebeler yetiştirmişler ve onlara, Kur´an´ın, «(îslâmda) birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar ile onlara güzelce tâbi olanlar...»[27] âyetine uyularak «Tabiin = Tabiîler» adı verilmiştir. Aslında bu isim, onlara Allah tarafından verilmiş olup büyük bir şereftir.

Tabiîler, sahâbilerin birçok rivayet ve fıkhi ictihad servetini ha­zır bulmuşlardı. Bu durum karşısında onların yapacağı iki iş vardı:

1 Bu iki serveti toplamak. Onlar, gerçekten Peygamber (S.A.)´in hadislerini, sahâbîlerin söz ve ictihadlarını topladılar. Bu, onlar için çok kolay oluyordu. Çünkü her tabiî, bir sahâbînin veya birkaç sahâbinin talebesi idi. Birçok talebesi olan sahâbîler de vardı. İleselâ; Abdullah b. Ömer birçok kimseleri yetiştirmişti; Said İbnü´l-´ Müseyyib, Abdullah b. Ömer´in azatlı kölesi Nafi´ ve oğlu Salim v.s. gibi. Her sahâbînin ilmini nakleden özel bir talebesi vardı. Bu tale­belerin ekserisi Arap asıllı olmayan müslümanların çocuklarıydı. Bu durumda, Peygam´ber´den İlim alma mevkiinde bulunan sahâbîlerin sözlerini onlar bir hüccet sayıyorlardı.

2 Hakkında sahâbîlerin re´y´i veya Kur´an ve Sünnetten her­hangi bir nass bulunmayan meselelerde ictihadlarda bulunmak. Ger­çekten onlar, naklettikleri hadis ve fetvaların ötesinde birçok ictihadlar yapmışlardır. Fakat sahâbîlerin çizmiş oldukları yoldan çık­mamışlardır. Şüphesiz ki hadisleri toplamak hususunda bazı güçlük­lerle karşılaşıyorlardı. Çünkü sahâbîler İslâm ülkelerine dağılmış olup bazısı Irak´ta, bazısı Şam´da ve bazısı da başka yerlerde bulun­makta idiler. Fakat, onlar için bu hadis toplama işini kolaylaştıran cihet, her tâbii´nin sadece karşılaştığı sahâbîden hadis rivayeti ile ye­tinmesi idi.

Emevîlerin ilk devirlerinde Medine´den ayrılan sahâbîlerin ço­ğu, sonra tekrar oraya döndü ve Medine önceki gibi yine İlim ve ir­fan merkezi haline geîdi. Sahâbîlerin ve ekseri tâbiî´Ierin ilmi işte bu şehirden yayıldı. Gerçekte Emevîler devrinden önce Medine´den ayrılan sahâbîler, sayı bakımından orada kalanlara nispetle çok az idiler. Çünkü Hz. Ömer (R.A.), büyük sahâbîleri Medine´de oturmağa mecbur etmişti. Hz. Ömer (R.A.), onları evvelâ görüşlerinden fay­dalanmak için, saniyen siyaset ve devlet işlerinin güzel gitmesi ile ilgili sebeplerle Medine´de alıkoymuştu. Fakat, Hz. Osman (R.Â) halife olunca Medine´den ayrılmak isteyen sahâbîlere izin vermiş ve onlardan bir kısmı dışarı gitmiştir. Bununla beraber bilgin ve bü­yük sahâbîlerin çoğu oradan gitmemiştir. Ancak Abdullah b. Mes´ud, Ebu Musa el-Eş´arî gibi bazı bilgin sahâbîler, ta Hz. Ömer zamanın­da Medine´den ayrılmışlardı.

Çok talebe yetiştirmekle meşhur olan sahâbîlerden Irak´ta Ab­dullah b. Mes´ud; Medine´de Hz. Ömer, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit ve başkaları dikkati çekmektedir. Bu hususta İbn-i Kayyım el-Cevziyye şöyle söyler:

«Dîni ve fıkhı İlimler, îslâm ümmeti arasında İbni Mes´ud, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbas´m talebeleri vası­tasıyla yayılmıştır. Yani Medine´de Zeyd b. Sabit ve Abdullah b. Mes´ud´un talebeleri tarafından, bu İlimler yayılmıştır.» İbn-i -Kay­yım el-Cevziyye, İbn-i Cerir´den şöyle rivayet etmektedir: «Denile­bilir ki Abdullah b. Ömer ve Medine´de ondan sonra yaşayan sahâ­bîlerden bir gurup, Zeyd b. Sabit´in mezhebine göre fetva verirler­di. Onlar Peygamberden işitip öğrenmedikleri şeyleri Zeyd b. Sabit´-ten almışlardır.»[28]

Şüphesiz îbn-i Kayyım, sahâbilerden fetva ve fıkıh üzerinde ihti­sası olan bazılarını burada zikretmektedir. Halbuki onlardan başka Ali b. Ebî Talib, Aişe (R.A.) ve Ömer b. Hattab gibi birçok sahâbî­ler re´yleri ile ön plânda yer alırlar. îbn-i Kayyım´m zikrettiği sahâ­bîlerin bir kısmı, Ömer (R.A.)´dan rivayet etmişlerdir. Meselâ; Ab­dullah b. Ömer, babasının fıkıh görüşünü naklederdi. Zeyd b. Sabit, İbni Mes´ud ve diğerleri bazan -Ömer (R.A.) ´in görüşünden uzakla­şır; çoğu zaman da onun görüşüne katılırlardı.

Tâbiiler´den bazıları, nass veya sahâbilerin fetvasını bulama­dıkları zaman kendi re´yleri ile içtihad ederek fetva verirlerdi. Ba­zıları da, dayanacak Kitab ve Sünnet´te herhangi bir nass bulama­dıkları zaman ictihad´da bulunmaktan çekinirlerdi. Bu iki türlü içti­had metodu sahâbîler devrinde mevcut idi. Fakat sahâbîlerin çoğu, Peygamber´den aldıkları sünnetleri iyi bildikleri için bu iki türlü ictihad tarzı arasındaki fark pek açık-seçik değildi.

Tabiiler devrinde bu iki ictihad metodu arasındaki fark ve me­safe iyice ortaya çıktı. Çünkü müslümanlar arasındaki ihtilâf­lar şiddetlenmiş ve müslümanlar birbiriyle sert tartışmalara gi­rişmişlerdi. Bu tartışmaların neticesinde birbirini küfür ve sapıklıkla itham edenler türemiş, hattâ kılıçlar çekilerek birbirini öldüren­ler dahi olmuştur. Dolayısiyle müslümanlar:

1 Haricîler,

2 Şiîler,

3 Ehl-i Sünnet vel-Cemaat

Olmak üzere belli başlı üç fırkaya ayrılmışlardır. Bü arada fit­neden uzak durarak, bir kenara çekilip müslümanlann uğradığı fe­lâkete seyirci kalanlar da olmuştur.

Hariciler birbirine zıt görüşlere sahip fırkalara ayrılmışlar ve Ezrakîler^ecedât, Ibâzıye[29] gibi bir çok fırkalar doğurmuştur. Şiî­ler de çok farklı fırkalara ayrılmış, hattâ bazıları îsîâmiyetten ta­mamen uzaklaşmışlardır. Şiîlik iddia eden bazıları da İslâm´a, sırf onu bozmak için girmişlerdir. Dolayısiyle onlar için İslâm´ın ayakta durması değil, temelinden yıkılması önemli idi. Tâ ki onlar, eski din­lerine ve iktidarlarına dönmüş ve hiç olmazsa devletlerini yıkan müslümanlardari öçlerini almış olsunlar; veya müslümanlar koyu bir karanlık içine gömülüp gönüllerindeki ilâhi nur sönmüş olsun.

Bunun bîr neticesi olarak, bazı insanlarda dinî duygu zayıfla­mış ve Peygamber (S.A.V.)´den asılsız hadis rivayetleri çoğalmıştır. Bu durumdan endişeye düşen İslâm büyükleri, bu uydurmaları çü­rütmek için gerçek hadisleri toplayarak kitap haline getirmişler ve gerekli tedbiri almışlardır. Bu yüzden Ömer b. Abdilaziz, gerçek ha­dislerin yazılmasını emretmiştir. Onun gerçek (sahih) hadislerin derlenerek yazılmasmdaki ikinci bir maksadı da, şer´î hükümlerin doğru olarak tatbikini sağlamak idi.

Bu gibi sebeplerle yukarıda bahsettiğimiz iki ictihad metodu arasındaki mesafe ve görüş açısı büsbütün büyümüş, her iki züm­re de sahâbîlerin yolundan oldukça uzaklaşmışlardır. Bu itibarla ri­vayeti tercih edenler ona daha çok sarılıyorlar, kuvvetini arttırmış olan fitnelerden bu suretle korunacaklarını düşünüyorlar ve kur­tuluşu Sünnete sarılmakta buluyorlardı. Diğer bir gurup, Peygam­ber (S.A.) ´den bir çok uydurma hadis rivayet edildiğini ve bunların rivayet sebeplerini gözönüne alarak, ciddî olaylar karşısında dîni hükümlerin ictihadla açıklanmasını zarurî görüyorlardı.

Dolayısiyle iki türlü fıkıh doğdu:

1 Re´y´e dayanan fıkıh,

2 Hadis´e dayanan fıkıh.

Buna göre İslâm hukukçularının bir kısmı re´y taraftarları, bir kısmı da hadis taraftarları olarak meşhur olmuşlardır.

Burada tekrar işaret etmek isteriz ki ihtilâfın esası, Sünnetin delil olarak alınması veya onun sabit olduğu takdirde kabul edil­mesinin lüzumu meselesi değildir. İhtilâfın esası, re´y´in derecesi ve yeni hükümleri re´y´in otoritesi altında halletmek meselesidir. Bu itibarla hadisçiler, mecbur kaldıkça re´y´e başvuruyorlar ve onunla içtihada müsaade ediyorlardı. Re´y taraftarları da ictihad ettikleri konularda sahih bir hadis bulamadıkları zaman re´y ile daha çok fet­va veriyorlardı. Bazıları da mevcut meselelerin hükümlerini ortaya koymakla yetinmiyor, mevcut olmayan bir kısım meseleleri varsa­yıp onların re´y ile hükümlerini açıklıyordu. Bu türlü fıkha «farazi» (takdirî) fıkıh adı verilir.

Bazı İlim adamları, ekseri hadis taraftarlarının Hicaz´da, ekseri re´y taraftarlarının da Irak´ta olduğunu yazarlar. Bunun esası şudur: Medineli fakihler, Iraklı fakihleri Sünnetten uzaklaşmak ve re´yleri ile fetva vermekle itham etmişler, Iraklılar da bu ithamı reddetmişlerdir. Hakikatte ise Irak´ta re´yin yanında hadis, Medi­ne´de de hadis´in yanında re´y bulunmaktadır.

Fakat bunlar, iki hususta birbirinden ayrılırlar:

1 Iraklılara göre re´y´in derecesi Hicazlılardan daha fazladır.

2 Re´y ile ictihad, Iraklılara göre daha çok kıyas metoduna

dayanır. Hicazlılara göre re´y. maslahat (menfaat) metoduna daya­nır. Buna göre Irakta fıkhın fer´î meseleleri çoğalmıştır, kıyaslar ya­pılarak mevcut olmayan meseleler hakkında dahi fetvalar verilmiş­tir. Fıkhın bu çeşidi Medine´de bulunmamaktadır. Çünkü Medinelilerin ictihadlarma esas teşkil eden maslahat, mevcut olmayan konularda düşünülemez. Dolayısiyle Medine´de farazi (takdirî) fıkıh gelişmemiştir,

Iraklı fakihler arasında Şa´bî ve benzeri hadisçiler mevcut ol­duğu gibi Alkame, İbrahim Nahaî, Ebu Hanife´nin hocası Hammad gibi kıyasa dayanan fakihler de çoktur. Bunların İmamları sahâbîlerden Abdullah ibni Mes´ud ve ´Ali Ebî Talib gibi Irakta uzun za­man oturmuş olan büyük sahâbîlerdir.

Medine´de hem hadis´e bağlı olan, hem de re´y ile ictihad yapan tabiîlerin sayısı Iraktakilerden daha çoktur. Medine´de kendine has özellikleri bulunan bir fıkıh ekolü teşek