İbni Hazm (384 456 H.)
Asıl adı Ali b. Ahmed b. Saîd b. Hazm b. Galib b. Salih b. Ebî Süfyan b. Yezid olup künyesi Ebu Muhammed´dir. O, eserlerinde kendisinden bu künye ile bahseder. Kısaca İbni Hazm denmekle meşhurdur. Babası Ahmed[2] Endülüs Emevî Devletinde mühim mevkii olan bir aileye mensuptur, İbni Hazm, kendisinin tran asıllı bir aileye mensup olduuğnu, îran menşeli olan dip dedesinin, Muaviye´nin kardeşi Yezid b. Ebi Süfyan´m azatlısı bulunduğunu söyler. Buna göre o, velâ´ (azatlı olma) yönünden Kureyşli, milliyet yönünden de İranlıdır. îbni Hazm, bu velâ´ sebebiyle Emevîlere fazla bağlılık gösterir, onları sevmeyenleri sevmez ve dostlarına karşı dostluk gösterirdi. Bu, İbni Hazm´in en bariz sıfatı olan vefakârlığından ileri geliyordu.
Îbni Hazm, nesebine dil Uzatanlara asla hak vermez. Ebu Mervan b. Hayyan, İbni Hazm´in soyca îranlı oluşunu inkâr etmiş ve tam olarak soyunun belli olmadığını söylemiştir. Ona göre bu ailenin durumunu yükselten îbni Hazm´in babası Ahmed´dir. Fakat biz, İbni Hazm´in kendi nesebi hakkında verdiği bilgiyi yalan sayamayız. Çünkü o, kendi soyunu herkesten daha iyi bilir. Ailesi, Emevî hanedanına hizmete devam etmiş, Emevîler Endülüs´e geçip bir devlet kurdukları zaman bu aile de onlarla birlikte buraya gelmiştir.
İbni Hazm´in dip dedesi, Yezid b. Ebî Süfyan ile velâakdettiğine göre, onun ailesi çok eski tarihlerde îslâm Dinini kabul etmiştir. İbni Hazm´in Hristiyan bir aileye mensup olduğuna ve ailesinin yalan bir tarihte müslümanliğı kabul ettiğine ve Leble´nin Arap olmayan unsurlarından olduğuna dair îbni Hayyan´ın ileri sürdüğü iddia önemsizdir.[3]
Doğumu Ve Gençlîğî
Araştırıcı, hiçbir ilim adamının kendi doğum tarihini kesin olarak belirttiğini göremez. Fakat îbni Hazm, kendisinin doğum tarihini yalnız günü, ayı ve yılı ile değil, tam saati saatına tesbit etmiştir. Îbni Hazm kendisi, Kadı Şâid´e[4] 384 H. yılı Ramazan ayının son günü, şafak söktükten sonra ve güneş doğmadan önce dünyaya geldiğini yazmıştır. Bu, mensup olduğu ailenin çocuklarımn doğumuna çok önem verdiğini gösterir. Elbette bu da fikrî bir terakkinin eseridir.
İbni Hazm, o çağda hem Avrupa´nın ilim merkezi olan, hem de bağrında ilim, marifet, ümran ve medeniyyet hazinelerini taşıyan ve islâm´ın medeniyyet merkezlerinden biri bulunon Kurtuba´nın doğu kesiminde dünyaya gelmiştir.
İbni Hazm, devlet katında büyük mevkii olan zengin bir aile muhitinde büyümüştür. Fakat o, mevki´ ve mal peşinde koşmamak ve ilim tahsil etmekle yükselmiştir, ilmi, bizzat ilim olduğu için tahsil etmiştir. Rivayet edildiğine göre îbni Hazm el-Muvatta´ı şerheden el-Bâcî[5] ile bir münazarada bulunmuştur. «Nefhu´t-Tib»´de bu münazara şöyle anlatılır:-
el-Bâcî;
«Benim ilim tahsilindeki himmetim senden daha büyüktür. Çünkü sen, ilmi altından yapılmış lâmba ışığında ve her türlü imkânlar içerisinde tahsil ettin. Ben ise onu, çarşıdaki kandilin ışığı altında tahsil ettim.» dedi.
İbni Hazm de;
«Bu söz senin lehine değil aleyhinedir. Çünkü sen ilmi, halini benim halime çevirmek için tahsil etmişsin. Ben ise onu, bildiğin ve söylediğin şartlar içerisinde tahsil ettim. Onunla sadece dünya ve ahrette ilmî bir yüceliğe erişmek istedim» dedi.[6]
İbni Hazm, İşte böyle yüksek ve zengin bir ailede doğup büyümüştür. O, önce Kur´an-ı Kerîni´i hıfzetmiştir. Kendisi, Kur´an´ı evlerinde hıfzettiğini ve O´nu kendisine kadın yakınlarıyla cariyelerin hıfzettirdiğini söyler.[7]
Bu kadınlar, îbni Hazine okuyup yazmayı ve güzel yazı (Hat) sanatını öğrettikleri gibi, onun yalnız eğitim ve öğretimiyle uğraş- mamışlar, aynı zamand ı onu çucukluk ve gençlik çağının şiddetli fitnelerinden korumak çin çok titizlik göstermişlerdir. Kendisi bu hususta şöyle der:
Ben, çocukluk ateşi ile gençlik.şirretinin alevlendiği,, delikanlılık çağının insanı" aldattığı sırada kadın ve erkek gözcülerin yanında kapalı idim. Nefsine hâkim olup aklım yetince Ebu´l-Hasan b. Ali el-Fasi´nin yanıncia kaldım. Bu zat, dünyaya karşı zühd sahibi olma ve ahiret için çalışma, takva ve sağlam bir ibadet bakımından kendisinden öncekilerden âlim, âmil ve akıllı idi. Onun özürlü olduğunu zannederdim. Çünkü o, hiç evlenmemişti. îlim, amel, dindarlık ve takva bakımından onun bir benzerini görmedim. Allah, benî ondan çok faydalandırdı. Ben, kötülüğün ne demek olduğnu, günah işlemenin fenalığını ondan öğrendim. Ebu´l-Hasan Allah, ona rahmet eylesin hak yolunda [8]ölmüştür.[9]
Refahtan Sıkıntıya Doğru
İbni Hazm, câriye ve kadınların eğitimi, erkek ve âlimlerin öğretimi ile yetişmiştir. Öncekiler onun duygularını kontrol etmişler, ona Kur´an, hadis ve ince zevki Öğretmişlerdir, Sonrakiler de fikri, kalbi ve ruhu ile onu âhiret işlerine sevketmişîerdir.
İbni Hazm´in hayatı mesut bir hayat idi, çetin değildi. Yani o, huzurlu ve refahlı bir hayata sahipti. İbni Hazm´in bu hayatı böyle devam etseydi, belki o,-güçsüz ve önemsiz bir şahsiyet olurdu. Çünkü refahlı bir hayat, ahlâkî yönden gevşeklik meydana getirir ve kişileri arıklaştırır.
Allah Teâlâ, İbni Hazm´in muhaliflerini şiddetli müdafaası ile kayaya çarpılmış yüzler gibi şaşkına çeviren bir şahsiyet ve karakter olarak ortaya çıkmasını takdir etmiştir. Allah, onu saadet-ve refah ile imtihan ettiği gibi maddî sıkıntı ile de imtihan etmiştir, îbni Hazm, onbeş yaşında iken ailesinde büyük bir sıkıntı belirmiş ve içinde bulunduğu refah, sefalete çevrilmiştir. Bundan sonradır ki ailesi ıztırap kadehini tatmıştır. Çünkü, babası Endülüs Emevî hanedanı vezirlerinden idi. Hişam el-Müeyyed (öl. 403 H.) tahta geçtiği zaman çocuktu.[10] Birçok şiddetli karışıklıklar çıkmıştı. Bu sırada Endülüs Emevî Halifesi, mânâsız bir isimden ibaret olmuştu. Bundan sonra Emevî hanedanı mensupları arasında şiddetli taht kavgaları başgöstermiştir. Bu konuda sözü İbni Hazm´e bırakalım. O, ailesinin maruz kaldığı durumu büyük bir tasvir gücüne sahip olan kalemiyle anlatırken şöyle der:
«Emiru´l-Mü´minîn Hişam el-Müeyyed tahta çıktıktan sonra birçok felâketlere uğradık. Onun devlet erkânının tecavüzlerine maruz kaldık. Zindana atılma, sürgün edilme ve ağır para cezasına çarptırılma gibi şeylerle imtihan edildik. Fitne, alabildiğine şiddetlenip her tarafı sardı. Bu fitne, bütün insanları ve özellikle bizi, vezir olan babam ölünceye kadar bırakmadı. Biz bu haller içerisinde iken, Hicrî 402 yılı Zilka´de ayının bitmesine iki gün kala Cumartesi günü ikindiden sonra babam vefat etti.»
Sıkıntı ve felâketler, İbni Hazm´in yumuşak ruhunu olgunlaştırmış ve onu güçlü bir irade sahibi kılmıştır. Bu sırada İbni Hazm ailesinin yeni evleri yağma edihniş ve onlar da eski evlerine gitmek zorunda kalmışlardır. Daha sonra mihnet ve felâketler, kendilerini Endülüs´ün merkezi olan Kurtuba´dan Meriye´ye gitmeye mecbur etmiştir.[11]
İlmîn Yüceliğine Doğru
İbni Hazm´in gençliğinin baharında ailesinin basma gelen felâket, bu aileyi izzet ve ikbalden uzaklaştırıp sürgün ve mallarının talan edilmesine maruz bırakmıştır. Fakat onu, zenginlikten fakirliğe düşürmemiştir. Çünkü, büyük bir kısmı gitmiş ise de, ellerinde kalan mal yine de az değildi. Fakat, vezir oğlu İbn Hazm, kendisi de vezir olarak yetişmek istiyordu. Çünkü o devirde veraset kanunu, kan ve şekil verasetine inhisar etmiyor, makam ve iş verasetini de içine alıyordu.
Bu felâketler, İbni Hazm´i yalnız ilme yöneltmiştir. O, yalnız ilimle yücelik duyardı. Gerçi hayatına bir ara siyaset de karışmıştır. Fakat bu, geçici ve Emevîlere karşı gösterdiği vefakârlığın bir neticesi olmuştur.
İbni Hazm ilme yönelmiştir. Ailesi de onun için ilim yolunu kolaylaştırmıştır. O, küçük iken ilmi tatmıştı. Büyüdüğü zaman da ruhunda ilmin zevkini duyuyordu. Bu yüzden o, kendisini İlme vermiştir.
İbni Hazm, önce Kur´an ilmine, sonra hadis rivayetine ve din ilmine yönelmiş, bütün bu ilimlerde en yüksek mertebeye ulaşmıştır. Daha sonra da fıkha yönelmiştir. Fakat gençliğinde kendisini tamamen fıkha vermemiştir. Ancak o çağda dil, hadis, Kur´an, hikmet ve felsefe gibi ilimlerde meşhur olan kimselerin kültürüne yetecek kadar fıkıh öğrenmiştir.
O, önce fıkhı, îmam Mâlik´in mezhebine göre öğrenmiştir. Çünkü Endülüs ve Kuzey Afrikalıların mezhebi bu idi. Zehebî´nin «Tezkiratu´l-Huffaz»mda bir çağdaşından şöyle rivayet edilir: «Biz Be-lensiye (Valansiye)´de Mâlikî mezhebine göre okuyorduk. Bir gün Ebu Muhammed b. Hazm bizi dinledi ve hayret etti. Sonra hazır bulunanlara fıkha dair şeyler sordu. Kendisine verilen cevaplara itiraz etti. Hazır bulunanlardan birisi ona; «Bu, senin şuradan buradan topladığın şeylerden değildir» dedi. Bunun üzerine Ibni Hazm, kalktı gitti. Evine varıp içeri kapandı ve hiç dışarı çıkmadı. Biray geçtikten sonra biz oraya gittik. îbni Hazm en güzel bir şekilde münazara yaptı ve: ben hakka tâbi oluyorum, ictihad yapıyorum, hiç bir mezhebe bağlı kalmıyorum, dedi.»
îbni Hazm önce Maliki mezhebine yönelmiş ve okuduğu hadis kitapları arasında el-Muvatta´ı da okumuştur. Fakat Mâlikî mezhebini incelerken hür olarak hareket etmeye çalışmış, diğer fıkhî mezheblerden üe bazı görüşleri almayı tercih etmiş ve herhangi bir mezhebe bağlı kalmamıştır. Şüphesizdir ki bu sırada o, îmam Şafiî´nin «îhtilafu Mâlik» adlı kitabını okumuş, böylece onun îmam Mâlik´in usûl ve furû´a dair birtakım görüşlerini nasıl tenkit ettiğini görmüştür.
Bu sebepledir ki, Mâlikî mezhebinden Şafiî mezhebine geçmiştir. Şafiî mezhebini incelerken Iraklılardan Abdurrahman b. Ebi Leylâ, îbni Şübrume, Osman el-Bettî, kıyas fakihlerinin başı Ebu Hanife ve onun talebeleri Ebu Yûsuf, Muhammed b. el-Hasen, Zufer b. el-Hüzeyl ve diğerlerinin mezhebleri hakkında bilgi sahibi olmuştur.
Bu mezhebler arasında Şafiî mezhebi İbni Hazm´in hoşuna gitmiştir. Belki de onun en çok hoşuna giden, Şafiî´nin nass´lara sımsıkı bağlı kalışı, fıkhı nass´dan veya nassa hamletmekten ibaret sayışı, istihsan ve masâlih-i mürseleye göre fetva verenlere şiddetli bir şekilde hücum edişi olmuştur. Çünkü Şafiînin ıstılahında istihsan, mesâlih´i de içine almaktadır. Şüphesiz İbni Hazm, Şafiî´nin «Ibtâlu´l-îstihsan» adlı kitabını da okumuştur.[12]
Fakat İbni Hazm, Şafiî mezhebinde kısa bir zaman kalmış, Davûd ez-Zahirl gibi o da bu mezhebi bırakmıştır. Daha sonra tıpkı Dâvûd ez-Zâhirî gibi, Şafiî´nin istihsanı iptal etmek için kullandığı delillerin, kıyas ve bütün re´y şekillerini iptal etmeye elverişli olduğunu kabul etmiştir.
Üstelik Endülüs´te birbirini takibeden bir kısım alimler, Zahirî mezhebi için bir zemin hazırlıyordu. Bilhassa İbni Hazm´in hocası Mes´ul b. Süleyman, bu konuda önemli bir adım atmıştır. Bu zühd ve takva sahibi ilim adamı, bütün mezheblerin nass´lara uygun düşen görüşlerini seçiyor, nass´lara dayanarak hüküm çıkarmak için ictihad yapıyor ve nass´lardan başkasına itimat etmiyordu.[13]
Geçici Olarak Siyasete Girişi
Emevî hanedanı mensupları arasındaki çekişmeler sürüp gidiyordu. Babası gibi İbni Hazm de, bu hanedana bağlı idi. Bu çekişmeler devam ederken İbni Hazm, gençliğinde babasının kendisine tavsiye etmiş olduğu yolu benimsedi. Bu da, herhangi bir tarafı diğer bir taraf aleyhine desteklemekten uzak kalmak ve tam olarak kendisini ilme vermekti. Çekişmeler, Hammûd oğullarının tahtı ele geçirmesiyle sonuçlandı. Bu Hammûd oğulları alevi idiler, Emevî-lerle aralarındaki mücadelede çok eski idi.
Böyle bir netice, Emevî hanedanına bağlı olan îbni Hazm´i çok üzmüştür. Öte yandan îbni Hazm´in hem şahsı, hem de ailesi için baskı artmıştı. Çünkü İbni Hazm, Emevilere bağlılığı ile meşhurdu. Bu kez îbni Hazm, karşılaştığı baskıya sükunetle veya ilmî çalışmalarına devam etmekle mukabelede bulunmadı. Aksine o, diğer baskıya uğrayanlarla birlikte Emevîlerden, hak sahibi olduğunu iddia ederek, ayaklanan Murtaza Abdurrahman b. Muhammed´e katıldı. Kendisi bu ktonuda şöyle der: «Emîru´i-Mü´minîn Murtaza Abdurrahman b. Muhammed´in ortaya atılışı sırasında, Belensiye´ye gitmek üzöre deniz yoluyla hareket ettik ve orada ona katıldık.»
İbni Hazm, bu Emevî emîrini desteklemeye başlamış, fakat onun bu yardımı uzun sürmemiştir. Çünkü adı geçen Abdurrahman, kuvvetli bir orduya sahip olmadığı gibi, İbni Hammûd kadar siyaset ve tedbir âahibi de değildi. Bunun,için İbni Hammûd, Abdurrahman kendi adamlarıyla askerlerini toplamadan onu öldürmek için bit düzene başvurmuş ve Öldürtmüştür. Bunun üzerine ayaklanma, olayı sona ermiş ve adamları onun siyasî emelini gerçekleştirecek bir Inıvyet .gösterememiştir. Hattâ onlar .baskıya, sürgüne» esirlik va prangaya vurulmak gibi cezalara uğramışlardır.
İbni Hazin, Abdurrahman´ın harekâtına katılmış, onunla birlikte Gırnata´yı istilâ etmek üzere yürüyüşe geçen ordu ile sefere çıkmıştır.[14] Fakat Abdurrahman maksadını tamamlamadan öldürülmüştür. Böylece İbni Hazm, yenilgiye uğramış bir kimsenin akıbetine maruz kalmış, esir edilmiş ve bir müddet esarette kaldıktan sonra, 409 H. yılında serbest bırakılmıştır.[15]
İlim Mihrabına Dönüşü
İbni Hazm, tekrar ilme dönmüş, durumu sıkıştığı zaman terkettiği ve altı yıl kadar uzak kaldığı Kurtuba´ya geri gelmiştir. Kendisi bu konuda şöyle der: «Kurtuba´dan 404 yılı Muharrem ayının başında çıktım. Sonra oraya 409 yılı Şevval ayında geri geldim.»
îbni Hazm, sıkıntılı anlarında sığmağı olan ilme tekrar dönmüştür. Önceki gibi yine fıkıh ve hadis çalışmalarına başlamıştır. Daha sonra bu çalışmalarına dayanarak, İslâmı müdafaa etmeye, Yahudi ve Hristiyanların İslâm etrafında meydana getirdikleri şüpheleri reddetmeye koyulmuş ve bu yönlerden İslama çok faydalı hizmetlerde bulunmuştur.[16]
Tekrar Siyasete Dönüsü
İbni Hazm´in önceki tecrübesinden sonra siyasetten tamamen uzak olması gerekirdi. Fakat o, tekrar siyasete karışmıştır. Onu siyasete sevkeden şey, Emevî hanedanına olan bağlılığı ve ailesine iyilikte bulunan bu hanedana yardım etmek arzusudur. Bu sırada Emevîlerden birisi ayaklanmış olup Kurtuba´lılar onu 418 H. yılından 422 H. yılına kadar desteklemişlerdir. Ebu Muhammed îbni Hazm de hemen onun yardımına koşmuş ve ona vezir olmuştur. Yakut´un «Mu´cemu´l´Üdebâ» smda şöyle denilmektedir: «Fakîh Ebu Muhammed (îbni Hazm), Abdurrahman el-Mustazhir Billah b. Hi-şam´ın veziri idi... Daha sonra o, Hişam el-Mu´tedd Billah b. Muhammed b. Abdilmelik b. Abdirrahman en-Nâsır´m veziri olmuştur».
Adı geçen Hişam´a Kurtuba Valisi İbni Cehver, 418 H. yılında bi´at etmişti. Hişam, Lâride´de idi. Burada üç yıl kalmış, sonra Kurtuba´ya gelmiş ve 422 H. yılında hal´edilmiştir. Bu zat, Endülüs Emevî hükümdarlarının sonuncusudur. el-Makkarî onun hal´edilişi hakkında şöyle der:
«Ordu, onu, 422 H. yılında hal´etti. O da Lâride´ye kaçtı. 428 H. yılında öldü. Böylece Emevî devleti yer yüzünden silinip gitti. Mağrip´de hilâfet teşbihi dağıldı. Halifelerden sonra Tevaif-i Mülûk ortaya çıktı. Berberi, Arap, Mevâlilerden emir ve reisler her tarafa dağılarak ülkeyi paylaştılar.»[17]
Hilâfet adına hükümran olan Emevî hanedanı yer yüzünden silindi. Bu hanedanın ortadan kalkışı, İbni Hazm´in kesin olarak ilme yönelmesine, kendisinin ve ailesinin bundan sonra siyasî nüfuz sahibi olmaktan ümidini kesmesine sebep oldu. Onun ilme dönüşü, İslâm için çok hayırlı olmuştur. Siyasî nüfuz bakımından ümit kırık-.lığına uğraması ise, vücutça hastalanmasına, ruhî bir perişanlığa düşmesine ve insanlardan uzaklaşmasına sebep olmuştur. Bu yüzden İbni Hazm´in yazılarında daima bir hiddet göze çarpar.[18]
Yaşayışı
İbni Hazm, zenginlerin yaşayışına benzer bir hayat sürmüştür. Onun çiftlikleri vardı. Gerçi İbni Hazm, ailesinin bası mâli gelirinden mahrum kalmıştır. Fakat bu, kendisini fakirliğe düşürmemiş veya o, zenginliğini kaybetmemiştir. Şu kadar ki İbni Hazm, kaybettiği şeyleri acı acı ve üzüntü ile anlatır. Bir arkadaşına göndermek üzere kaleme aldığı «Tavku´I-Hamâme» adlı kitabının sonunda şöyle der:
«Sen biliyorsun ki zihnim karışık ve gönlüm muztariptir. Çünkü; biz yurttan uzak düşmüş ve vatandan kovulmuşuz. Zaman değişmiş, sultanın zulmüne uğramışız. Arkadaşlar değişmiş, vaziyetler kötüleşmiş, günler bambaşka olmuş, bolluk gitmiş, yeni ve eski bir şey kalmamış, baba ve atalarımızın, kazandıkları yok olmuş, vatanda gurbet başlamış, mal ve mevki´ gitmiş, bütün düşünce aile ve çocukları korumakla meşgul, âile yurduna dönme ümidi yok, zaman ile boğuşmak ve kaderdekileri beklemek çok acıdır. Allah, bizi ancak şekvası kendisine olanlardan etsin, bizi yine alıştığımız o nimete kavuştursun. Onun bize bıraktığı aldığından çoktur. İhsanları bizi kuşatmaktadır. Bize verdiği nimetler sayısız olup şükrü ödenemez. Her şey onun lütuf ve ihsanıdır. Bizim kendi üzerimizde bir hükmümüz yoktur. Biz O´ndanız, dönüşümüz de O´nadır. Emanet olan her şey, emanet sahibine dönecektir. Önce de sonra da, başlangıçta da sonuçta da hamd O´nadır.»[19]
Bu metinden anlaşılıyor ki İbni Hazm, zamandan şikâyet etmektedir. Fakat, bunda teslimiyet de vardır. Bu metin gösteriyor ki İbni Hazm´in elinde kalan malı ihtiyacından fazla olup kaybettiği mal kendisini maişet sıkıntısına düşürmemiştir. Belki şikâyet ettiği şey, mevkiini kaybedişidir. İşte tatmış olduğu acı budur. Bu ise; nüfuzlu bir ailede doğup büyüyen ve sonra da bundan mahrum olan kimselerin duyacağı şeydir. Bununla beraber İbni Hazm, dünya mevkiine karşılık günümüze kadar kendisini ebedîleştiren ilim mevkiine sahip olduğu halde vezirlik ve saltanatlı günlerini unutamamıştır.[20]
Seyahatleri
Cennet misali Endülüs şehirlerinde İbni Hazm seyahatlere başlamış, nereye gelmişse orada kolayca oturma ve refahlı bir.yaşayış imkânına kavuşmuştur. O, bu seyahatleri sırasında kendi fıkıh ve görüşlerini yaymıştır. Arapçaya hâkim oluşu; hikmet, felsefe ve cedel metodlarmı bilişi, her yerde gençleri kendisine çekiyordu. Dolayısiyle gençler, İbni Hazm´in etrafını çeviriyor, görüş ve fikirleri de onları sarıyordu. İbni Hazm´in görüş ve fikirleri onların düşüncelerinde gözle görülür bir tesir icra ediyordu. Bu seyahatler, İbni Hazm´in hem ruhunu huzura kavuşturuyor, hem de kendi fikrini yaymasına vesile oluyordu.
İbni Hazm, bu seyahatlerinin birinde el-Bâci ile karşılaşmış ve aralarında fıkhî münakaşalar olmuştur. el-Makarrî, onların bu karşılaşmalarını naklederken şöyle der:
«O, (el-Bâcî Endülüs´e) gelince îbni Hazm´in gözlerinde bir parlaklık görmüştür. Ancak İbni Hazm, mezhebin dışına çıkıyordu. En-dülüs´de onun ilmiyle kimse meşgul olmuyordu. Fakihler onunla mücadele etmekten âciz kalmışlardı. İbni Hazm´in görüşlerine câhil halktan bir zümre bağlanmıştı. Mayorka,adasına gelince ilmî sahada buranın reisi olmuş ve Mayorka´lılar ona . bağlanmışlardı. Ebu´l-Velîd (el-Bâcî) gelince halk bunu kendisine haber vermiş, o da İbni Hazm´in yanma varıp münazaraya tutuşmuş ve onun yanlışlarını ortaya koymuştur. el-Bâcî´nin böyle onunla bir çok münazara meclisleri vardır.»[21]
Bu münazaralar, İbni Hazm´in olgun bir yaşa gelmesinden sonra, yani gençlik çağını aşıp orta yaşlarına ulaştığı zaman olmuştur. el-Bacî´nin Endülüs´e ancak, 440 H. yılında gelmiş olduğu tesbit edilmiştir. Buna göre işaret ettiğimiz münakaşalar bu tarihte cereyan etmiştir ki, İbni Hazm bu sırada elli yaşını geçmişti.
îbni Hazm, birçok emirlerin yardımından mahrum olmuştu. Ona, ancak arkadaşları ve valilerden bazı bilginler destek oluyorlardı. İbni Hazm´in Mayorka adasındaki ikameti, buradaki ilmî riyaseti ve bura halkının kendisine hayranlığının sebeplerinden birisi, onun arkadaşı Ahmed b. Raşîk (öl. 440 H.)´in Mayorka valisi oluşudur. Bu vali, îbni Hazm´i desteklemekte ve ona yardım etmekteydi.
Adı geçen valinin ölümünden sonra İbni Hazm´in durumu hükümet yanında zayıflamış, geldiği her yerde olduğu gibi burada da fakihler İbni Hazm aleyhinde tezahürata başlamışlardır, Bu maksatla Ebu´I-Velid el-Bâcî´de,n medet umumuşlardır. Bunun üzerine el-Bâcî, İbni Hazm ile münakaşa etmiş ve İbni Hazm´in fikirlerini hazmedemiyenlerin iddiasına göre el-Bâcî onu yenmiştir.
İbni Hazm Mayorka´dan münakaşada yenilmiş olarak değil, kendisini destekleyen yardımcıyı kaybettiği için gitmiştir. el-Bâci´nin bu galibiyeti, hüccet ve burhana değil, bilâkis adamlarının sayıca çokluğuna bağlıdır.
İbni Hazm´i fakihlerin suçladıkları şey; Mâliki mezhebine muhalefet edişi, hattâ bu mezhebe saldırışı ve re´yi fıkhı bir metod olarak benimseyen fakihlerin büyük çoğunluğunun görüşlerini şiddetle yere çalışıdır. Çünkü İbni Hazm, yalnız nass´lara dayanıyor, kendi hesabına sadece nass´larm fıkıh olduğunu ve bunlardan başka bir fıkıh bulunmadığını söylüyordu. Ona göre aklın bu nass´ları anlamaktan başka bir vazifesi yoktur. Eğer akıl, nass´lardan ileri giderse ortaya koyacağı şeylerin şer´î hüküm olması mümkün değildir.
İbni Hazm, Mayorka´dan ayrıldı ve diğer Endülüs şehirlerinde dolaşmaya başladı. Kitaplarını da yanında taşıyordu. Dili ve kalemi son derecede keskin ve kuvvetli olan İbni Hazm, inandığı şeyleri şiddetle ve fütursuzca savunuyordu.[22]
Kitaplarının Yakılışı
İbni Hazm, Endülüs´te hayli dolaştıktan sonra 439 - 464 H. yıllarında iktidarda olan el-Mutazıd b. Abbâd´m hükümdarlığı zamanına rastlayan senelerini İşbiliye´de geçirmiştir.
el-Mutazıd, artık ihtiyarlamış olan bu büyük âlime hiçbir saygı duymamıştır. Hattâ ona kin beslemiş ve ruhi bir ceza tatbik etmiştir ki, bir âlim için bundan daha fena bir ceza düşünülemez...İşte bu ceza, onun kitaplarını yaktırmak olmuştur. Şukadar ki birçok tecrübelerle karşılaştıktan, kaderin acı ve tatlı şerbetlerini içtikten sonra bu felâketin gelişi onu fazla üzmemiştir. Bunları ve adı geçen el-Mutazıd´m soyunu kısaca anlatmak istiyoruz: el-Mutazıd, Kadı Ebu´l-Kasım Muhammed b. îsmâîl b. Abbad el-Lahmî´nin oğludur, Abbad oğullan hanedanının kurucusu adı geçen kadıdır. îşbiliye´li-ler onu, Hammûd oğulları devrinde ve bu hanedanın zayıflaması üzerine emir olarak ilan etmişlerdir: Bu zat, İşbiliye ve çevresini, ulemâ ve ileri görüşlü kimselerden seçilerek kurulan bir şûra meclisi ile idare etmiş, memleket işlerini, 439 H. yılında ölünceye kadar güzel bir şekilda yürütmüştür.
Bundan sonra işbaşına gelen oğlu el-Mutazıd, şûra meclisinden yardım görerek babasının yolunu takip etmiştir. Fakat birden bire istibdat hevesine kapılmış ve şartlar da kendisine yardım etmiştir. Lâkin o, bu istibdat fikrini nasıl gerçekleştirecekti Babası, gücünü millet tarafından seçilen bir meclisin iradesinden alıyordu. O, iktit darı eline aldığı zaman Emevî ve Abbasîlerde olduğu gibi soyca her hangi bir hilafet hanedanına mensup değildi. Bununla beraber o, bu makamı ele geçirmesinde beis görmemişti. Çünkü, iktidarı Eme-vi halifelerinden Hişam b. el-Hakem el-Müeyyed´den aldığını ve bu zatın hâlen yaşadığını iddia ediyordu. Halbuki adı geçen Hişam, 422 H. yılında ölmüştü. Söylendiğine göre yukarıdaki iddia, el-Mu´tazıd´-ın babası olan kadı (Ebu´l-Kâsım Muhammed b. İsmail tarafından ortaya atılmıştır. Ekseriyetin kanaatma göre işe, bu iddiayı el-Mu´ta-zıd kendisi ortaya atmıştır.
Böyle bir uydurmaca karşısında İbni Hazm susamazdı. Bu iddia onun bağlı olduğu insanları ilgilendiriyordu. Bu sebepten o, «Naktu´l-Arûs» adlı küçük eserinde keskin diliyle bu iddianın iç yüzünü ortaya dökmüştür. îbni Hazm, bu eserinde şöyle demektedir:
«Öyle bir uydurmaca ki, tarihte bunun misli görülmemiştir. Hişam b. el-Hakem el-Müeyyed´in ölümünden 22 sene sonra Husrîler-den bir adam çıkıyor ve kendisinin Hişam olduğunu iddia ediyor, kendisine bi´at ediliyor, bütün Endülüs minberlerinde muhtelif, zamanlarda onun adına hutbeler okunuyor, onun için kanlar, dökülüyor ve ordular birbirine giriyor.»[23]
İşte el-Mu´tazıd veya babası, adı geçen Hişam namına hükümdarlık yapıyorlardı. İbni Hazm ise bunların iddiasını açıkça çürütüyordu. el-Mu´tazıd da şiddetli ve katı kalbli bir insan olup gayesini gerçekleştirmek için onu yolundan hiç bir duygu alıkoymuyordu. Hattâ o, bu yolda oğlunun kendisine suikast hazırladığını öğrenince onu dahi öldürtmüştü. el-Mu´tazıd, kendisinin aleyhinde atıp tutan kör bir şahsın malını müsadere etmiş, o da Mekke´ye kaçıp Beytu´l-Haram´da el-Mu´tazıd´a beddua ederek yine aleyhinde bulunmuştur. el-Mu´tazıd da birini gönderip onu zehirleterek öldürtmüştür.
îbni Hazm´in kitaplarını yaktıran İşbu el-Mu´tazıd´dır. Fakat, bu işi nasıl gerçekleştirmiştir Her yerde âlimler, îbni Hazm´in görüşlerine karşı tahammülsüzlük gösteriyorlardı. Bilhassa onun İmam Mâlik´in görüşlerine hücum edişi, Şark ve Garb fakihlerinin büyük çoğunluğuna aykırı bir içtihad metoduna sahip oluşu düşmanlarını artırıyordu. Yukarıda gördük ki, Îbni Hazm, Mayoçka´dan âlimlerin gazabına uğrayarak uzaklaşmıştı. Elebette îşbiliye´de de böyle bir gazabla karşılaşacaktı.
Burada, bu büyük âlimin inancı uğruna karşılaştığı iki çeşit gazabın mevcudiyetini görüyoruz:
1 Âlimlerin gazabı,
2 Emîrin gazabı.
Çünkü İbni Hazin, Emîrin kendisinin veya babasının ortaya attığı Hişam adına hükümet iddiasını ibtal ederek, onun iktidarını çürütüyordu. Emîr, bunun intikamını elbette alacaktı. O, bunu gerçekleştirmek için âlimleri müdafaa kisvesine büründü ve İbni Hazm´in kitaplarını yaktırdı. Zira âlimler, onun kitaplarını tanımıyorlardı. Îbni Hazm için kitaplarının yakılması en büyük işkence sayılmıştı. Fakat o, bu ruhî işkencenin altında kalacak bir kimse değildi... O, muarızlarının, kâğıtları yaktıklarını, aslında kitaplarından hiçbir şey yakamadıklarmı söylemiştir.
Bundan anlaşılıyor ki, îbni Hazm´in kitaplarının bütün nüshaları yakılmamıştır. Çünkü talebeleri, her yerde onun kitaplarını muhafaza ediyorlar ve nüshalarını çoğaltıyorlardı.[24]
Leble´dekî Çiftliğine Dönüşü
Alimler, îbni Hazm´in ilmine karşı çekemezlik göstermişler, emirler de onun ahlâkını ve kuvvetli cesaretini hazmedememişlerdir. Îbni Hazm bundan dolayı çok yer dolaşmış, ilmini gençler arasında yaymış ve her yerde âlimlerin kin ve kıskançhklanyla karşılaşmıştır. Emirlerden onu destekleyen çok az olmuş; ekseriya emirler ona değil, âlimlere yardım etmişlerdir. Îbni Hazm´i öyle güç bir duruma sokmuşlardır ki nihayet o, ailesinin Kurtuba´ya gelmeden önceki memleketi olan küçük bir köye[25] sığınmıştır. Burası Leble bölgesinde olup orada Îbni Hazm´in bir çiftliği vardı. O, kendisini burada sükûnet ve huzur içerisinde ilmî araştırmalara vermiştir. Fakat, bir çok eserlerinde görüldüğü gibi devamlı bir üzüntü içindeydi. Yanına gençler gelip onu dinliyorlar ve kendisinden ilim tahsil ediyorlardı. İbni Hayyan bu konuda şöyle der:
«Melikler (Emirler), Îbni Hazm´i kendilerine yakın yerlerden uzaklaştırıyorlar ve memleketlerinden sürüyorlardı. Nihayet onu yalnızlığa mahkûm ettiler. O da, Leble çölündeki memleketinin toprağını tercih etmiş ve burada 456 H. yılında ölmüştür. İbni Hazm, burada tamamen serbest idi. Onların (âlimlerle emirlerin) kendisiyle bir ilgisi yoktu. O, memleketin vahalarından kendisine gelen ve ondan umumi olarak istifade etmek isteyenlerle hiçbir şeyden korkmayan genç talebelerine ilmini öğretiyordu. Onlara hadis rivayet ediyor, fıkıh anlatıyor ve bunları yetiştiriyordu. O, ilimle meşgul olmayı, telife devamı ve çok eser yazmayı elden bırakmıyordu.»[26]
Kısaca, İbni Hazm sürgün edilmiş fakat, ilmi gizlenememiştir, İbni Hazm´i sürgün edenler ve nihayet onu köyünde oturmaya mecbur kılanlar, ondan fışkıran ilim nurunu söndürmek istemiştir. Allah da bu ilmi tamamlamayı murad edip öğrenmek isteyenlere onu müyesser kılmıştır. Tarih, îbni Hazm´i sürgün edenlerin adını silmiştir. Onun ismi ise bütün müslüman âlimleri, hattâ bütün insanlar arasında olanca parlaklığı ile yaşamaktadır.
İbni Hazm, mal ve büyük bir nüfuza vâris olmuş, vezirlik makamına gelmiş, fakat bunlann hepsi tarih içinde kaybolup gitmiş, sadece onun âlimlik sıfatı, tarihin karanlıklarını yararak günümüze kadar [27]gelmiştir.[28]
Şahsiyet Ve Karakteri
İlim adamının kabiliyet ve istidatları, onun ilmî şahsiyetini meydana getiren ilk unsur ve ilk kaynaktır.
Allah, İbni Hazm´e ilim nurundan faydalanması için gerekli sıfatları ihsan etmiştir. Bu sıfatların başında onun güçlü bir hafızaya sahip oluşu yer alır. O, Peygamber (S.A.V.)´in hadislerini kolayca hıfzetmiş ve bu konuda büyük hafızlar mertebesine yükselmiştir. Peygamber (S.A.V.)´in hadislerinin yanında sahâbi ve tabiilerin fetvalarını da hıfzetmiştir. Çağdaşları onun güçlü hafızasına ve geniş ihatasına hayran kalmışlardır.
îbni Hazm, böyle bir hafıza gücüne sahip olmakla beraber, sürat-i intikal ve hazır cevaplılık bakımından da mükemmeldi. İhtiyaç duyduğu zaman buluşları kendiliğinden meydana çıkar, mücadele ve münazaralarda ona yardımcı olurdu. O, hem hasımlarını, hem de onları destekleyen emirleri perişan ederdi.
Bu ilmî iki meziyetinin yanında Ibni Hazm, derin bir tefekkür sahibi olup mânâ ve hakikat denizlerine dalardı. Biz bunu, onun İslâm fırkalarını, din ve mezhebleri incleyişinde açıkça görebiliriz. Keza, bunu, insan ruhlarını aşk yönünden derin bir şekilde tahlil eden «Tavku´l-Hamâme»[29] adlı eserinde görebiliriz. «Müdâvâtu´n-Nufûs»[30] adlı eserinde de onun bu tefekkürünü bulmak mümkündür. Hattâ bu son eseri, insan nefsini tahlil bakımından onun tefekkür derinliğini daha iyi göstermektedir. Kendilerini beğenenleri tasvir ederken o, cidden takdiri değer... İbni Hazm birine, kendisini insanlardan üstün görüş sebebini sorar ve neticeyi şöyle anlatır:
«Bir kimsenin kendisini üstün görüşünün ve insanları küçümseyişinin sebebini yumuşaklıkla sordum. Onun: ben, hürüm hiç kimsenin kölesi değilim, sözünden başka bir şey söylemediğini gördüm. Ona; gördüğün insanların çoğu bu fazilette seninle eşittir; onlar da senin gibi hürdürler, dedim. Onda daha fazla bir şey bulamadım. Bundan sonra, bu gibi insanların hallerini ve bu hallere bağlılıklarını araştırmaya koyuldum. Bu hususta onların böyle bir gurura kapılmalarının sebebini öğrenmek için yıllarca düşündüm. Hâlâ da onların hallerinden, maksat ve sözlerinden ortaya çıkan ruhlarındaki gizli şeyleri araştırıyorum. Neticede onların üstün bir akla ve esaslı bir görüşe sahip oldukları anlaşıldı. Eğer zaman, onların ayaklarını bıraksa ve imkân bulsalar, memleketleri güzel bir şekilde idare ederler. Kendilerinin diğer insanlardan üstün oldukları anlaşılır. Onlar, mal sahibi olsalar bunu gayet güzel idare ederler. îşte böyle imkânlardan yoksun oldukları için kendilerini kibir ve gurur istilâ etmiştir»[31]
Allah, İbni Hazm´e İşte bu aklî kabiliyetleri ihsan etmiştir. İbni Hazm, bu kabiliyetlerinin Allah vergisi ve ilâhî bir nimet olduğuna, bunun için Allah´a hakkıyla şükretmesi gerektiğine; eğer o, Allah´a şükretmezse bu nimetleri veren Allah´ın onları geri alması tehlikesiyle karşılaşacağına inanırdı. Bu sebepten İbni Hazm, kabiliyet ve istidatlarıyla gurur duyan ve insanlara üstünlük satan kimseleri kınardı. O, Allah kendisinden razı olsun bu konuda şöyle der: «Eğer sen ilmine hayranlık duyuyorsan, bil ki, bu ilimde senin herhangi bir fonksiyonun yoktur. O, sadece Allah vergisidir. Onu sana Allah vermiştir. Buna Allah´ı gazaplandıracak bir şeyle karşılık verme. Bakarsın ki Allah onu, imtihan ettiği bir şey vasıtasıyla unutturuverir. Böylece bildiğin ve, öğrendiğin her şeyi kaybedersin. İlim, zekâ, her türlü istidlal ve doğru araştırma sahibi olan Abdulmelik b. Turayf bana şöyle haber verdi: Ben büyük bir hafızaya sahip olup hemen hemen işittiğim hiç bir şeyi unutmaz ve bunların tekrarına ihtiyaç duymazdım. Bir defa deniz yolculuğuna çıkmıştım. Bu sırada geçirmiş olduğum şiddetli bir korku hâfızamdaki şeylerin çoğunu unutturdu ve hafıza gücümü fena şekilde bozdu. Bundan sonra sahip olduğum hafıza ve zekâyı bir daha bulamadım. Ben (İbni Hazm) de, bir hastalığa yakalandım. İyileştiğim zaman hâfızamdaki bir çok şeyleri kaybettim. Bunlara, ancak yıllardan sonra kavuşabildim.»
İbni Hazm böyle bir İmanla ilme yönelmiş, bunu izzet ve şerefin esası olarak kabul etmiş ve bundan bol bol nasibini almıştır. Aynı zamanda o, ilme ihlas ile yönelmiştir. Esasen îhlas, İbni Hazm´in sıfatlarının en seçkini idi. îhlas, hikmetin nuru ve hakikatin yoludur.
İbni Hazm´în sahip olduğu belli başlı sıfatı açık sözlülüğü idi. Onun bu sıfatının teşekkülünde en büyük rolü oynayan ihlasıdır. O, hak olduğuna inandığı şeyi, neticesi ister iyilik ister kötülük olsun, açıkça söylerdi. Çağdaşları onun söz ve kalemle görüşlerini ilân ederken çok şiddetli olduğunda ittifak etmişlerdir. Nitekim kitapları buna şahitlik etmektedir. Hattâ çağının âlimleri, İbni Hazm hakkında; O, ilmi öğrenmiş, fakat ilmin siyasetini öğrenememiştir, demişlerdir.
Îbni Hazm sarahat (açık sözlülük) bakımından böylesine şiddetli olduğu halde zararsız şeylerde insanlarla anlaşmanın zaruretine inanırdı. Allah´ın gazabına sebep olmayan şeylerde insanlarla dostça münasebetler kurardı. Aksi takdirde muhalifini, Allah´ın rızâsını kazanmak için taştan taşa çalardı. İbni Hazm´in bu husustaki şu satırlarını birlikte okuyalım:
«Arkadaşa muhalefet´den, az - çok dünya ve âhiretine zararı olmayan şeylerde zamanın insanlarına muarız olmaktan sakın. Çünkü sen ezâ, nefret ve düşmanlık kazanırsın. Belki de bu hiçbir fayda sağlamadığı gibi, büyük bir zarara sebep olur. Eğer senin için halkın veya hakkın düşmanlığını kazanmaktan başka çare olmazsa insanları gücendirip düşmanlıklarını kazanmayı tercih et, Rabbını gazaplandırıp hakka düşman olma!»[32]
İbni Hazm, İşte bu duyguların gerçek timsali idi. O, çağındaki âlimlerin çoğuna karşı sadakatla sevgi gösterirdi. Bu âlimlere gönderdiği mektupları sevgi, kardeşlik ve insanlara karşı beslediği yatkınlık ve kendisiyle düşüp kalkanlara gösterdiği iyi muaşeret ifadeleriyle doludur. Nihayet âlimlerin birçoğu ile ihtilâfa düşmüş, onlar kendisine karşı şiddetli bir muhalefet göstermişlerdir. Bunların bir kısmı, emîrleri(tahrik işinde büyük bir rol oynamıştır. İbni Hazm de bunlara çok kızmış, bunlarla, açık sözlülüğün ötesinde şiddet ve hiddetle mücadele etmiştir.
Şüphesiz İbni Hazm´in böyle derin anlayış ve idrak sahibi oluşunun yanında mizacında bir hiddet vardı. Bunun içindir ki o, mücadelelerinde çok sert ve keskin bir dil kullanırdı. O, ekseriya muhalif olduğu kimselerin görüşlerini tenkit ederken «şenî» kelimesini kullanırdı. Meselâ; bu şenî´ bir yanlıştır, derdi. Bilginlerin hiddetli olmaları aslında hoş bir şey değildir. Fakat, İbni Hazm´in böylesine bir hiddete sahip oluşunun sebebini araştırmak gerekir. Biz bu konuyu araştırırsak şu iki hususla karşılaşırız:
1 İbni Hazm, emirlerin ve onları tahrik eden âlimlerin kendisine kötülük düşündüklerini hissediyordu. Unlar, kendisine likence edilmesini İstiyorlar, hattâ fiilen onu işkenceye maruz bırakıyorlardı. İşte bu durum, İbni Hazm´in ruhunda şiddetli bir ıztırap doğurmuştur. Bu yüzden o, âlimlerden nefret ediyor ve onlardan şiddetli bir şekilde intikam almak istiyordu. Bir âlim İçin, töpyekûn emeklerinin mahsulü olan eserlerinin halkın gözleri önünde yakılmasından daha büyük bir işkence düşünülebilir nü İşte bu, İbni Hazm´i hilimden uzaklaştırmıştır. Buna göre diyebiliriz ki; îbni Hazm´e düşmanlık besleyen emirlerin hileleriyle bunları tahrik eden âlimlerin tutumu, onun hiddetine sebep olmuştur.
2 İbni Hazm, sahip olduğu sarahat (açık sözlülük) sıfatının bir icabı olarak, maruz kaldığı bir hastalığın kendisinde bir hiddet meydana getirdiğini itiraf eder ve şöyle der: «Ben şiddetli bir hastalığa yakalandım. Bu hastalık, dalağımın çok büyümesine sebep oldu. Bu da, bende huzursuzluk, sıkıntı, sabırsızlık, heyecan ve hafilik meydana getirdi. Ben, huyumun değişmesini beğenmiyorum. Tabiatımın benden ayrılması hiç hoşuma gitmiyor. Bana göre dalak ferahlık mahallidir. O, fenalaşmca ferahlığın zıddı meydana çıkmaktadır»[33]
Bu, ince bir tahlildir. îbni Hazm burada ruhî zaafının sebeplerini açıkça anlatmaktadır. Kendisini huzursuzluk ve huysuzlukla nitelemekte ve bu hususta muhaliflerini vasıflandırırken gösterdiği şiddeti kendi nefsi için de göstermektedir.
İbni Hazm hiddetinden böyle şikâyet ettiği halde, bunun bir kısım faydaları da olduğunu kabul eder. O, bir çok teliflerinin sebepleri arasında hiddetli oluşunu da zikreder ve şöyle der: «Ben, câhillerin sıfatı olan hiddetten büyük menfaat gördüm. Bu benim tabiatımı ateşinleştirdi, hafızamı alevlendirdi, fikrimi cevvalleştirdi ve heyecanımı artırdı. Bunlar da, faydalı birçok eserlerin telifine sebep oldu. Onlar, benim sükûnetimi bozmasalar ve iç âlemimi deşmeaelerdi bu eserlerin çoğu ortaya çıkmazdı»[34]
İşte İbni Hazm´in hiddetinin böyle bir takım faydalı neticeleri olmuş ve şiddetten böyle bir nur fışkırmıştır. Onun hiddeti, insanlara söz veya ilim yönünden üzücü gelmişse de, neticesi güzel olmuştur.
İbni Hazm´in yetişme tarzı, ailesinin mazisi, ruhî temayülü ve basit şeylerden uzak oluşu, onun izzeti nefis sahibi olmak gibi en bariz sıfatının teşekkülüne yardım etmiştir. O, izzeti nefis sahibi idi. Çünkü izzetli bir millet içinde yetişmiştir. Ayrıca, o, ihlas ile sadece ilme sığınmıştır ki bu da, hakkıyla izzeti nefis sahibi olmak isteyen kimsenin sığınacağı bir kaledir. Onun izzeti nefsi sağlam bir cevherden doğmaktadır. Hâdiseler, ancak bu cevherin daha fazla panldamasma sebep olmuştur. O, hapis ve sürgün edilmek gibi işkencelere uğradığı zaman bile zaaf ve perişanlık göstermemiştir. Hayatın tatlı ve acı şeylerini tatmıştır. Tatlı ve lezzetli şeyler, Ibni Hazm´i izzeti nefsine aykırı blan mevki´lere sürüklememiş, hayatın ıstırapları, da onu zillete düşürmemiştir.
İbni Hazm´in izzeti nefis duygusunu geliştiren üç husus vardır:
1 İbni Hazm, ömrünün çoğunu siyasetten uzak geçirmiştir. Siyasete girişi, ancak Emevî hanedanına olan bağlılığının neticesidir. Siyasete girişi de, siyasetten uzak kalışı da izzeti nefsinden ileri gelmektedir, Siyasetle uğraşan kimsenin ruhunda bir hırs meydana gelir. İnsanların birbiriyle boğuşmaları, hırsların şimşekleri, altında cereyan eder. Bir Arap atasözünde: «Hırslar, insanların boyunlarını büktü.» denilmektedir Ebu Muhammed İbni Hazm, siyaseti terkedip ilme döndüğü gün izzeti nefsin muhkem kalesine sığınmış oldu.
2 Allah, îbni Hazm´e öyle bir güç ve fikri bir istidat vermiştir ki o, bunlar için daima Allah´a hamdederdi. Âlimler, İbni Hazm´e karşı emirleri tahrik ettikleri zaman o, kendisinin hak ve ruh bakımından onlardan kuvvetli oldıiuğnu hisseder, emirlerin asla kendisinden üstün olmadığını görürdü. Çünkü kendisi de onların işgal ettiği mevkilerden gelip geçmişti. Eğer kendisi de onlar gibi yumuşak davransa ve rengi, gayesi ve vâsıtası ne olursa olsun siyâsete razı olsaydı aynı mevki´lere yine gelebilirdi.
3 Ibni Hazm, Allah´ın kendisine ihsan ettiği bir bolluk içinde idi. İhtiyaç, hırs ve zaaf kendisini ezmemişti. O, daima Allah´a güvenirdi.
İbni Hazm´in ahlâkî ve içtimâi sıfatlarının başında vefakârlığı gelir.´ Vefakârlık onun ruh cevheridir. O, hem hocalarına, hem arkadaşlarına, hem de kendisiyle ilgisi olanlara karşı vefalı idi. O, her zaman bu vefakârlığı ile öğünür ve şöyle derdi:
«Ben, bu sözü Öğünmek için söylemiyorum. Ancak Allah´ın talim ettiği edebe uyarak söylüyorum, Allah şöyle buyurur: «Bununla beraber, Rabbi´nm nimetini durmayıp söyle!»[35] Yüce Allah, bana velevki bir defa olsun, karşılaştığım kimselere daima vefakârlığı, velevki bir defa olsun, konuştuktan sonra benden ayrılan herkesin hakkını korumayı ihsan etmiştir. Bunun için ben Allah´a şükür ve hamdeder, O´ndan bunları artırmasını dilerim. Bana göre zulümden daha ağır bir şey yoktur. Andolsun ki nefsim, aramızda en az bir hak bulunan kimseye, isterse onun bana karşı davranışı kaba ve su-çu çok olsun, zarar getirmeyi düşünmeme asla müsaade etmemiştir. Dolayısıyla, bana pek çoğu kötülük etmiş, fakat ben daima kötülüğe iyilikle karşılık vermişimdir. Bunun için Allah´a çok şükürler olsun»[36]
Bu sözleri, İbni Hazm Tavku´l-Hamâme´sinde hayatının revnaklı günlerinde, yani nüfuz ve kudretli olduğu zamanlarda yazmıştır.Fakat kendisi, kötülük etme hastalığına asla yakalanmamıştır. O, durum ne olursa olsun, vefakârlıktan ayrılmazdı. Karşılaştığı herhangi bir ıztırap, işkence ve baskı sebebiyle vefasızlık etmişse, bu geçici olup onun asıl seciyesinde böyle bir şey yoktur.[37]
Sanat Ve Edebî Zevkî
İbni Hazm, yukarıda işaret ettiğimiz fikrî, ahlâkî ve içtimaî seciyelerinin yanında son de)ecede duygulu bir insandı. İdrak edici akıl ve olgun ahlâkın yanında yer alan kuvvetli duygu, insanda doğru ve isabetli görüş, ilhama benzer bir anlayış gücü, başkalarıyla kendi arasında müşterek bir vicdan husule getirir. Aynı zamanda bu duygu, onda, güzel olan şeye karşı bir san.at zevki doğurur. İşte İbni Hazm, hem nesirde hem de şiirde büyük bir sanat zevkine sahipti. O, derin tefekkürü, ince duygusu, zengin ve kuvvetli heyecanı sayesindedir ki, Tavku´l-Hamâme adlı kitabında insanların ruhlarını ve Müdâvâu´n-Nufûs adlı kitabında da, daha çok kendi ruhunu tahlil imkânına kavuşmuştur. O, bu kitaplarını bir sanat eseri olan nesir üslubuyla yazdığı halde, ruhların derinliklerine kaplanlar gibi iniverir.
Denilebilir ki İbni Hazm, eğer derin.ilmiyle meşhur olmasaydı, güzel yazılarıyla meşhur olur, ismi en büyük ve en meşhur yazarlar mevkiine yükselirdi.
İbni Hazm «sehl-i mümteni» sayılan böyle bir nesir yazarı oluşunun yanında iyi bir şairdi. Eğer fıkıh ve ilim ona galebe çalmasaydı şairler arasında yer alması muhakkaktı.
Kısaca, bu büyük ilim adamına Allah öyle sıfat ve seciyeler vermiştir ki bunlar sayesinde o, çağının en üstün adamı olmuş, bir yandan buyuk bır takdir, bir yandan da haset ve kin dolu bakışları üzerine çekmiştir. Elbette bütün bunlar, iyilik ve kötülüklere sahne olan bu dünyadaki büyük ve nâdir insanlar için ola6an şeyleri
Şüphesiz ki yarattığı şeylerde Allah´ın bir çok hikmetleri vardır.[38]
İbni Hazmın İlmi
İbni Hayyan şöyle der: «Ebu Muhammed (îbni Hazm) hadis, fıkıh, cedel, nesep, edebiyat, mantık ve felsefe gibi birçok ilimlere sahipti. Bu ilimlerin bazısı üzerinde bir hayli eserleri vardır. Ancak bu kitaplarında yanlış ve sakatlıklar da mevcuttur. Çünkü o, bütün ilimleri hocasız olarak tahsil etmek cesaretini göstermiştir»[39]
Bu sözler, îbni Hazm´in ilminin zenginliğini gösterir. Fakat burada, şiddetli bir iğneleme de vardır. Çünkü îbni Hayyan, îbni Hazm´in sözlerinde yanlışlıkların bulunduğunu ileri sürmektedir. Zira İbni Hazm, bütün ilimleri kendi gayretiyle, hocasız olarak kitaplardan öğrenmiştir. Bu noktadan îbni Hazm´i, İbni Haldun da tenkit etmiştir. Bu tenkitler ister yerinde olsun ister olmasın, kesin olarak bildiğimiz şey, îbni Hazm´in kendinden sonraki nesillere faydalı bir çok eserler bırakmış olmasıdır. Yine kesin olarak bildiğimiz bir şey daha vardır ki o da, îbni Hazm´in kendine has bir metoda sahip oluşudur. İbni Hazm devamlı olarak bir kısım hocalara bağlı olsaydı, müstakil ve kuvvetli bir düşünceye sahip olmasaydı belki onun bu metodu teşekkül etmeyecekti.
İbni Hazm´i sert bir dille tenkit eden îbni Hayyan, onun bazı kitaplarını zikreder ve şöyle der:
«Şeyh (Üstad» Ebu Muhammed (îbni Hazm)´in, Allah´ın lanet ettiği yahûdiler ile, müslümanlar tarafından reddedilen diğer bazı mezheb mensupları arasında yapmış olduğu toplantıları ve yazılı bir kısım haberleri vardır. Onun pek çok eserleri mevcut olup en meşhuru «el-Fasl (el-Fısal) Beyne Ehlil-Ârâi ve´n-Nihal»[40] adlı cedel hakkındaki kitabıdır. Müslüman fırkalarından te´vlli kabul edenlerin kâfir olduğunu göstermek ve taklidi caiz görenleri reddetmek için kaleme aldığı «es-Sâdf ve´r-Râdi´» adlı kitabı da meşhurdur. Ayrıca îbni Hazm´in «Şerhu Hadîsi´l-Muvatta´ ve´1-Kelam alâ Mesâilihî»[41] senedlerini kısaltarak sahîh hadisleri tarif, lafız ve mânâlarını izah eden el-Câmi´ fî Haddi Sahîhi´l-Hadis», Kitab ve Sünnet´-de hakkında bir nass bulunmayan nazari ve fer´ı meseleleri inceleyen «et-Telhıs ve´t-Tahlîs», ihtilaflı olduğu bilinmeyen meseleler arasında içma´ı ele alan «Müntekâ´1-îcmâ´ ve Beyânuhû», halîfelerin siret ve derecelerini, bu konudaki sünnet ve vacipleri anlatan «el-îmame ve´s-Siyase», «Ahlâku´n-Nefs», büyük ve meşhur bir eseri olan «el-îysâlilâ Fehmi Kitabi´l-Hisâl» ve «Keşfu´I-ÎItibas mâ Beyne Ashabı´z-Zâhîr Ve.Ashabı´l-Kıyas» gibi birçok kitapları vardır. Muhtelif konulara ait risalelerinin sayısı da çoktur.»[42]
îşte bunlar, îbni Hazm´in eserlerinin bir kısmını teşkil eder.[43] Yukarıda adı anılan eserlerinin çoğu İslâm´ı müdafaa, İslâm ,düşmanları veya müslümanların sapıkları ile mücadele için yazılmıştır. Bu eserlerinde, çok şiddetli bir dil kullanan Îbni Hazm´in ufkunun genişliğini ve ilminin zenginliğini görmekteyiz.
İbni Hayyan´in saydıkları, Îbni Hazm´in kitaplarını tam olarak içine almaz. Ancak onun bir çok kitaplarından pek azmi ifade eder. îbnı Hazm´in oğlu Ebu Itâfi´ el-Fazl şöyle. demiştir: «Babamın elya-zısı ile telif etmiş olduğu kitaplardan dörtyüz cildini yanımda topladım. Bunlar, yaklaşık olarak seksen bin varak teşkil [44]eder.[45]
Îlmi Metodu
Birçok eser telif eden ve çeşitli ilimlerle uğraşan îbni Hazm, kendisine has ilmî bir metod takip etmiştir. Onun bu metodu ikiye ayrılır:
1 Akli ilimlere ait metodu.
2 Nakli ilimlere ait metodu.
Aklî ilimlere ait metodunu Îbni Hazm, muhalifleriyle fikrî mücadelelerinde kullanmıştır. Elbette fikrî mücadelelere girişen kimsenin naklî değil, akli bir metodu olmalıdır. Çünkü, muarızlar nakli tanımadığı zaman onlarla aklî esaslara göre münakaşa etmek gerekir.[46]
Aklî Metodu
İbni Hazm, insanın insan olması hasebiyle doğuştan var olan (bedîhî) bilgilere sahip olduğunu kabul eder ve bu bilgilere «İlmu´n-Nefs» adım verir. Çünkü selim´bir fıtrata sahip olan herkes, öğretime ihtiyaç duymaksızın bu bilgileri elde eder. Bunları kavraması ve inanması, bu konuda bizim için bir delil teşkil eder. Bu bilgilere misal olarak İbni Hazm, parçanın bütünden küçük olduğunu ileri sürer ve bunu isbat için şöyle bir delil serdeder: Çocuğa bir hurma tanesi verdiğimiz zaman ikincisini ister, ikinci hurma tanesini verirsek sevinir. Çocuğun bu bilgilere sahip oluşuna başka bir misal olmak üzere îbni Hazm, onun iki zıt şeyin bir arada bulunmayacağmı bildiğini söyler. Meselâ; çocuğu iradesi hilâfına ayakta dur-durursak ağlar, serbest bırakılınca hemen oturur. Keza çocuk, iki cismin aynı anda tek bir yeri işgal etmiyeceğini bilir. Meselâ; onun oturmak istediği bir yer üzerinde başkasıyla çekiştiğini görürüz. Çünkü çocuk, o yerin kendisini başkasıyla birlikte içine almayacağını bilir.[47]
İbni Hazm, «el-Fasl» adlı kitabında iki kişinin ihtilâf etmediği aklî bedihiyyâtı (açık seçik bilgileri), nefsin doğrudan doğruya bileceğini anlatır ve misâl olarak şunları zikreder: İnsan kendisinin görmediği şeylerin birbirine aykırı olamayacağını bilir. Meselâ;-bir kimse ona uzakta olan bir şeyi haber verse, sonra ikinci bir şahıs gelip o da aynı şeyi söylese o kimse, bu haberi tasdik eder. Eğer aynı olay hakkında ikinci şahsın verdiği haber değişik olursa o kimse, bu haberin her ikisini de tasdik etmez. însan bu ilim sayesinde haberlerin doğruluğunu, doğanların doğumunu, ölenlerin ölümünü, azledi-lerin azlini, hastalananların hastalığını, şifâ bulanların şifasını, felâkete uğrayanların felâketini ve kendisinden uzak memleketleri bilir. Nihayet insanın, idraki yükselince tarihî hâdiseleri ve Peygamberlere ait haberleri bilme imkânına kavuşur. Aklı gelişince Peygamber (A.S.)´den nakledilen sâdık haberleri de tanıyabilir. Böylece akli ilim için bir esas teşkil ettiği gerçekleşmiş olur.
Bundan sonra İbni Hazm; bu bedîhîlerin her insanın nefsinde mevcut olduğunu, aklî şeyler üzerindeki düşünce hatâsının menşei-nin bu bedîhiyyâttaki ihtilâf olmadığını, ancak bu hatanın menşeinin, bu bedîhîlerden uzaklaşmasından ibaret bulunduğunu söyler. Mukaddimeler (öncüller) öyle çoğalmıştır ki, onları bu bedıhilere dayandırmak güçleşnıiştir. Meselâ; matematik böyledir. Çünkü rakamlar çoğaldıkça hesapta yanılma ihtimali o nisbette artmaktadır. Bu sebepten cebir veya hesaba ait denklemlerin neticeleri değişmektedir. Rakamlar azaldıkça neticeler hatâdan o nisbette uzaklaşmaktadır. Bu hususta İbni Hazm şöyle der:
«İstidlal, ancak bu mukadimeler (bedîhiler) ile olur. Bir şeyin doğruluğu, ancak onu bunlara dayandırmakla mümkündür. Bu mukaddimelerden biri, herhangi birşeyin doğruluğuna şahitlik ederse o şey doğrudur, gerçektir. Herhangi bir şeyin doğruluğuna şahitlik etmezse o şey de bâtıl ve sakattır. Ancak bir şeyin bu mukaddimelere dayandırılması yakınlık veya uzaklık bakımından farklı olabilir. Yakın olanlar, her nefs´te apaçık mevcut ve anlaşılması gayet kolaydır... Bir şey bu mukaddimelerden uzaklaştıkça İstidlal yapmak işi zorlaşır; hattâ insan hatâya da düşebilir. Ancak kuvvetli bir anlayış ve temyiz gücüne sahip olanlar müstesnadır. Bu hal zikrettiğimiz mukadimelere dayanan şeylerin doğruluğunu cerhetmez. Meselâ; sayılar azaldıkça toplanması kolay olur ve bunda hatâya düşülmez. Sayılar çoğaldıkça toplanması güçleşir; hattâ en büyük muhasip bile yanılabilir. Dolayısıyla bu mukaddimelere dayanma bakımından yakın veya uzak olan her şey doğrudur. Burada şeyler arasında her hangi bir üstünlük yoktur. Zikrettiğimiz mukaddimelerden biri diğeriyle çatışmaz.[48]
Böylece İbni Hazm, neticelerdeki hatânın menşeini ve aklın bütün hükümlerinin bu bedîhîlere dayandığını açıklamaktadır, Fakat o, hatânın sebebini, sadece bu mukaddimelere dayanmamaya hasretmemiştir. Belki hatânın bir kısmı şehvet veya muayyen bir fikre gösterilen taassubun tahakkümüne aittir. Şehvet veya taassup fikre (düşünce) arız olan bir afattır; onu sapıtır ve hatâya düşürür. Bu âfât, bazan öyle kuvvetli olur ki insan bu mukaddimelerin (bedîhlerin) bir kısmını inkâr eder. Bu konuda da İbni.Hazm şöyle der. «Doğru bir temyiz gücüne sahip olan kişi bu şeylerin (yani aklın bedihîlerinin) tamamen doğru ve münakaşa götürmez olduğundan şüphe etmez. Ancak, bunların doğruluğunu öğrendikten sonra aklına afat arız olan ve temyiz kabiliyeti bozulan veya bazı bozuk fikirlere meyleden kimseler, akim bu debîhîlerinden şüphe edebilirler. Esasen bozuk fikirler de, temyiz kabiliyetine arız olan bir afattır. Tıpkı duyu organlarına gelen afatlar gibi. Meselâ; safrası bulunan kimseye arız olan âfât böyledir. Bu afata uğrayan kimseye bal acı gelir.»
İbni Hazm, bu akli metodunu akaidi incelerken de kullanır. Allah´ın kâinattaki kanununu ve olağanüstü (harikulade şeyleri) bu metoduna göre açıklar. O, ilâhi kanunları incelerken istikra´ ve tetebbua (tümevarım metodu) dayanır. Peygamberlere İmanın esasını açıklar ve bunu, sebeplerin üstünde bulunan olağanüstü olaylara dayandırır. Peygamber, bu olağanüstü şeyler (mucizeler) le davet ettiği kimselere meydan okur. Peygamberlerin meydan okuduğu bu harikulade şeylerle Peygamberliği sabit olduktan sonra, artık nakli metoda itibar edilir. Zira insan, Peygamberin getirdiği hükümleri bu metodla bilir ve bunlara uyar.[49]
Ruhî Ve Ahlâkî İncelemeleri
İbni Hazm´in ruhî (psikolo)ik) ve ahlâkî konularda incelemeleri vardır. O, ruh üzerindeki incelemelerini «Tavku´l-Hamâme» adlı kitabında açıklamıştır. Ahlâkî incelemeleri de «Müdavatu´n-Nufûs» adlı kitabında görülmektedir. İhtiva ettiği konulardan anlaşıldığına göre İbni Hazm, bu ikinci eserini gençlik çağında değil, hayatının sonbaharında yazmıştır. Önce bu eserin konularına işaret etmek istiyoruz, İbni Hazm, bu eserde iki hususa dayanmaktadır.
1 İstikra´ ve tetebbu´.- Bunlar îbni Hazm´in kabul ettiği be-dîhi mukaddimelere dayanır! O, temas ettiği ve düşüp kalktığı insanların ahlâkını, kendisinden uzakta olanların haberlerini tek tek tesbit eder. Ve ahlâklarına âfât ânz olan kimselerin kusurlarını söyler. İnceleme ve tetebbularmdan sonra tesbit ettiği bu kusurların tedavisi için ilâç olabilecek şeyleri ileri sürer.
İstikra´, her babayiğitin kân değildir. Bu sebepledir ki istikrâ´-ya gücü yetmiyenlerin, iyilik ve kötülükleri tanımaları için semavî kitaplara başvurmaları gerekir. Bu hususta îbni Hazm şöyle der: «İyiliklerin neler olduğunu bilmeyen kimse, Allah ve Resûlü´nün emrettiği şeylere itimat etsin. Çünkü bunlar, bütün iyilikleri içine almaktadır.»[50]
2 Felsefî incelemeler. İbni Hazm´in Müdâvâtu´n-Nufûp adlı eserinde dayandığı bu felsefî incelemeler, Yunan filozoflarından intikal eden ve esası aklî bedîhîlere veya istikra´ ve tetebbua dayanan şeylerdir. İbni Hazm, kendi istikrâ´ına itimat ettiği gibi, başkasının istikrâ´ına ve filozofların ilk bedîhîlerin aslına ulaşmada kullandıkları mukaddimelerle elde ettikleri neticelere de itimat eder. Doğruluğu sabit olduktan sonra bu neticeler, beşer aklının ortak malı olup. herkes bunlardan faydalanabilir.
Adı geçen eserinde İbni Hazm´in bazı Yunan filozoflarının görüşlerine itimat edişi besbellidir. O, iyilik (fazilet) nazariyesini açıklar ve iyiliğin iki kötülük Crezîlet) arasında bir şey olduğunu söyler.İşte bu nazariye Aristo´ya aittir. Bu konuda îbni Hazm şöyle der: «Fazilet, ifrat ile tefritin ortasmdadır. Yâni ifrat da tefrit de kötüdür. Fazilet, bunların tam ortasindadır!»[51]
İbni Hazm, Eflatun´un istikrâ´ını da kabul eder. Eflâtun´a göre faziletlerin esası dörttür. İbni Hazm kendi istikrâ´ına uyarak bu esaslarda değişiklik yapar. İbni Hazm´e göre fazilet: Ma´rifet. (bilgi), yiğitlik, cömertlik ve ´doğruluktur. Burada görüyoruz ki İbni Hazm, Eflâtun´daki, iffetin yerine cömertliği koymakta ve iffeti doğruluğa (adalete) dahil etmektedir. îbni Hazm; «İffet ve emanet, adalet ve cömertliğin çeşitlerindendir, der.[52]
İbni Hazm incelemelerinde, nakil ile sabit olan İslâmî ahlâkı terketmemiştir. Yunan felsefesinden ve buna dayanan istikralardan faydalanarak îslâmî ahlâkın hükümlerini işaret etmiştir. Çoğu zaman felsefî nazariyeleri zikrettikten sonra Kur´an veya Hadîs nass´-larını sözlerine ilâve eder. Daima faydalı aklî bilgilere dayanarak, îslâmî ahlâkın yaşatılmasını ister ve bu konuda şöyle der:
Faydalı bütün ilimleri öğrenmek, akim güzelliğini artırır, onu her türlü afattan korur ve aklı zayıf olanı helak eder. İyilik için uğraşan kimse, aynı şekilde akla önem verse, Hasan el-Basrî´den, Atinalı Eflâtun´dan ve İranlı Büzürgmihr´den daha büyük hakîm olur.»[53]
İbni Hazm, «Müdâvâtu´n-Nüfûs» adlı eserinde iyilik ve kötülüğün ahlâkî ölçüsünü kendi anlayışına göre açıklar. Keza güvenilmeye lâyık olmayan insanı anlatır. Bu felsefî incelemelerin sonunda aynen İslâm âlimlerinin vardığı şu neticelere varır: Din bir cemaat için zaruridir. Cematin himayesi ve fertler arasındaki itimat dinle olur. Dindar insan, gayri müslim bile olsa güvene lâyıktır. Dindar olmayan bir kimse, müslüman bile olsa itimada lâyık değildir. O, bu meselede aynen şöyle der:
«Dindar insana güven; isterse o, senin dininden başka bir dinde olsun. Dînin emirlerini hafife alan kimseye güvenme; isterse o, senin dinine mensup görünsün. Bir kimse, Allah´ın haramlarını hafife alırsa ona hiç bir şeyini emanet etme!»
İşte bunlar, îbni Hazm´in adı geçen eserini tamamen aksettirmemekle beraber, ondaki güzellikleri gösteren bir kaç demettir.[54]
Tavku´l-Hamâme´si
İbrii Hazm´in bu eseri, sadakat, ülfet ve muhabbet hakkında psikolo)ik bir incelemedir. «Müdâvâtu´n-Nufûs» adlı eserini, hayatının sonbaharında, ruhları tedavi için tecrübelerinin bir ilâç olmasını düşünerek, kaleme almıştı. «Tavkü´l-Hamâme» adlı eserini ise, ifadelerinden anlaşıldığı gibi, gençliğinin sonbaharında kaleme almıştır. Bu eserde anlatılan olaylar gösteriyor ki îbni Hazm, onu yazdığı zaman artık gençlik devresini bitirmek üzereydi. Bu eserinde de bir çok tecrübeleri ve hayat hikâyeleri yer almaktadır. Bundan sonra İbni Hazm, kendisini tamamen ilme vermiştir.
Bu eser, istikra´ (endüksiyon) ve İbni Hazm´in «Îîmü´n-Nefs Fıtri bilgi» adını verdiği ilk bedihilere (açık seçik bilgilere) ulaşan mukaddime (öncül)´lere dayanarak yapmış olduuğ psikolo)ik tahlilleri ihtiva eder. İstikra ve dînî hakîkatlardan faydalanarak yapmış
olduğu bu tahlil, sevgiyi tarif edişinde açıkça ortaya çıkar. îbni Hazm sevgiyi şöyle tarif eder:
«İnsanlar, onun (sevginin) mahiyetinde ihtilâfa düşmüşler ve uzun uzadıya lâf etmişlerdir. Bu hususta benim görüşüm şudur: Sevgi, bu varlık içinde bir güce sahip olan nefsin (ruhun) yüksek ve asıl unsurundaki parçalar arasında mevcut olan bir birleşmedir. Bu birleşme (ittisal), nefsin ulvî âleme ait karargâhındaki kuvvetlerinin bağlantısı ve terkibinin şekline göre karşılık verme (mücavebet) hususiyeti vasıtasıyla olmaktadır. Biliyoruz ki, yaratılmışlar, arasındaki yaklaşma ve uzaklaşmanın sırrı, birleşme ve ayrılmadır. Şekil, ancak kendi şekline bağlıdır. Bir şey ancak kendi misline ısınır. Mücânesetin (benzeşmenin), duyulur (mahsûs) bir işleyiş şekli ve gözle görülür bir etkisi vardır. Birbirine zıt şeylerdeki uyuş-mazlık (münâferet) ve benzer şeyler arasındaki uyarlık (muvafakat) , bizim aramızda da mevcuttur. Hal böyle olunca´ bu; nefsin kendisinde, saf ve ruhanî âleminde, mutedil ve yüce cevherinde nasıldır .. Bunların hepsi, insanın tasarrufunun aslında fıtrî olarak malûmudur. Buna göre insan, fıtratındaki birlikte sükûnete kavuşur. Nitekim Allah Teâlâ; «Sizi bir candan (Âdemden) yaratan, bundan da gönlü kendisine yatıp ısınsın diye eşini yaratan O´dur.»[55] buyurmuştur. Yüce Tanrı burada ısınmanın (sükûnetin) sebebini, Âdemin eşinin kendisinden oluşuna bağlamıştır.»
Yine Ibni Hazm şöyle der: «Bunun delili şudur: Siz birbirini seven iki kişi arasında bir benzerlik ve tabiî sıfatlar bakımından bir uyuşma bulunduğunu görürsünüz. Şüphesiz ki bu, az da olsa, mevcuttur. Benzerlikler çoğaldıkça mücâneset artar. Sevgi kuvvetlenir. Dikat ederseniz bunu açıkça görürsünüz. Peygamber (S.A.) de, şu sözleriyle bu görüşü destekler: «Ruhlar toplanmış ordular halindedir. Birbirini tanıyanlar birleşip kaynaşırlar, birbirini sevmeyenler de ayrılırlar.» Sâlihlerin birinden; «Müminlerin ruhları birbiriyle tanışır», dediği rivayet edilmiştir. Bunun için Hipokrat kendisini seven zavallı bir adamın durumu anlatıldığı zaman üzülmemiş ve: «O, ancak bazı ahlâki yönlerinde kendisine uyduğum için beni sevmektedir.» demiştir.»
îşte görüyoruz ki îbni Hazm, felsefeye dayanmakta ve onu dînî nass´larla desteklemektedir. Daha sonra o, adı geçen kitabının bütün bölümlerinde, müşahade ettiği olayları anlatarak istikrâ´ya istinat etmektedir. O, bu olayları tahlil ederek, nefsin (ruhun) derinliklerine kadar varır ve bu tahlillerini tamamen gördüklerine dayanarak yapar, işittiklerine değil,.. Bu hususta şöyle der:
«Bu kitabımda, gördüklerimin veya güvenilir kimselerin rivayetine uyarak doğru bulduğum şeylerin dışına çıkmamayı esas olarak kabul ettim. Eskilerin ve bedevi araplann haberlerinde beni mazur görün. Çünkü, bunların yolu bizimkine uymamaktadır. Onlara ait pek çok haber mevcuttur. Benim mezhebim, başkasının binitiyle yola çıkmamaktır. Ben emanet zînet eşyası kullananlardan değilim.»
İbni Hazm, sevginin iki esası olduğunu söyler:
a) Nefsi benzeşme ve ruhi kaynaşma,
b) Şekil yönünden uyuşma.
İlk hayranlık, kişi için hoşuna giden şeklin güzelliklerini tâyin eder. Ona göre güzelliğin ölçüsü bu olur. Başkası hoşuna gitmez ve ondan başkasıyla istişarede bulunmaz.
İbni Hazm, bu eserinde tahlillerine devam eder ve sevginin derecelerini açıklar. Sevginin en üstününün Allah sevgisi olduğunu söyler. O, takva veya işi en güzel şekilde yapmak, kurbiyyet veya Allah´a itaat etmek için Allah´ı sever. Bundan sonra ülfet ve sada-kata dayanan sevgi gelir. Arkadaşlık ve dostluk sevgisi de buna dahildir. Bunlardan sonra aşk gelir. Bu da, hiç bir sebebe bağlı olmayan ve ruhların birleşmesinden ibaret olan bir sevgidir.
Îbni Hazm, kitabının başka bir bölümünde mânevî ruhî sevgiyle şehvete dayanan sevgi arasındaki farkı açıklar. Mânevî-ruhi sevginin sebebinin ruhî kaynaşma oîduğ´unu anlatır ve şöyle der: İlk anda vücut bakımından güzel görme ve renkleri öte geçmeyen sureti hoşbulnıanın sebeplerinden birisi şehvettir. Fakat, mânevî-rûhî sebebi ise hakikattir»[56]
O, ruhî sevginin ancak tek varlık için, bedenî sevginin ise çok ve çeşitli olduğunu anlatır.
Îbni Hazm, aşk ile iffetin irtibatını^ iyi kadınlarla kötü kadınların aralarındaki farkı anlatmak için kitabında müstakil bir bölüm ayırmıştır. Bu hususta şöyle der: «îyi kadın, muhafaza ettiğin zaman kendisini koruyan, muhafaza imkânları olmadığı zaman da kendisine hâkim olan kadındır. Kötü kadın ise, muhafaza ettiğin zaman bile kendisini korumayan kadındır.»
Îbni Hazm, hem derinliği, hem de güzelliğiyle meşhur olan bu eserindeki ilmi açıklamalarında istikra´, tetebbu ve tahlil metoduna dayanır. Fakat, onun istikrâ´ının tam olduğunu söyleyemeyiz. Belki bu eksiktir. Lâkin inceleme ve araştırmalarına kâfi olup maksadına varması için ona yol gösterecek niteliktedir. Bundan sonra îbni Hazm´in nakli ilimlere ait metoduna geçebiliriz.[57]
Naklî İlimlere Ait Metodu Ve Görüşleri
İbni Hazm´in nass´lan inceleme ve bunlardan hüküm çıkarma metodu, bu nass´lann lâfızlarının zahirî mânalarına dayanır, İbni Hazm, bu lâfızları te´vile, hükme esas teşkil eden illeti tesbit ve buna dayanarak kıyas yapmak için ta´lile teşebbüs etmez. Hakkında nass bulunan bütün Islâmî konularda lâfızların zahirî mânâlarını kabul eder.
Burada, Önce îbni Hazm´in umumî olarak görüşlerini arzede-lim; daha sonra da fıkhını ele alalım.[58]
Akîdeye Ait Görüşleri
İbni Hazm, akideyi iki yönden inceler.
1 Ülûhiyyet ve nübüvveti isbat,
2 Kur´ân ve Sünnet lâfızlarının gösterdiği akaid meselelerini tesbit.
Birinci konuda ilk bedîhüere, istikra´ ve tetebbulara dayanır. Bu incelemelerinin sonunda tek Tanrıya İman esasına", Peygamberin hak olduğuna ve mu´cizelerin, Allah katından gönderildiğini söyleyen Peygamberler tarafından gösterilebileceğine inanır.
Peygamberlik sabit olunca, sadece hüccet, Peygamberin getirdiği nass´lardır. İbni Hazm, bu nass´lann zâhirleriyle amel ederek «O çok esirgeyici (Allah) arş üzere istiva etmiştir»[59] âyetini okuduğu zaman, Allah´ın zâtına lâyık bir şekilde arş ve istivası olduğuna inanır ve herhangi bir te´vüe başvurmaz.
Bu balamdan İbni Hazm, Kur´ân-ı Kerim´in haber verdiği gay-be ait bir şeyin nass´lann zahirine göre gerçek olduğunu kabul eder ve zahirden başka şeyleri kabul etmez. Ona göre. Sünnetin bildirdiği gaybe ait şeylerin de hepsi gerçektir. İsterse sünnet mütevatir, isterse âhâd haberlerden ibaret olsun. Yeter ki güvenilir kimseler tarafından rivayet edildiği sabit olsun. Dolayısıyla İbni Hazm, kitab-lara, meleklere, sırât´a, hisâba, mizana ve levh-i mahfuza îman eder.[60]
Vahdâniyyetle İlgili Görüşleri
İbni Hazm, Allah´ın vahdâniyyeti (birliği) ne, Kur´ân ve Sünnet nass´lannda bildirildiği şekilde inanır. Ona göre nass´lardan anlaşılan vahdâniyyet üç yönden incelenir.
1 Ma´budun birliği: Allah´dan başka hiç bir varlığa ibadet edilmez. Kullarından hiç birisi vâsıta edilerek, Allah´a yakınlık kazanmak için çalışılmaz. Takarrub (Allah´a yakın olmaya çalınmak) bir ibadettir. Allah´dan başka ma´bud yoktur. İnsana, taşa, türbeye ve herhangi bir mahluka tapınmak, asla caiz değildir.
2 Hâlık (yaradan)´m birliği: Kainattaki her şeyi yaratan Allah Taâlâdır. O´ndan başka hiç bir yaratıcı yoktur. Hiç bir kimse herhangi bir fiil veya bir şeyi yaratmak iddiasında bulunamaz. Nass´larda bildirildiği gibi her şeyin yaratıcısı Allah´dır.[61]
3 Allah´ın sıfatlarının birliği: îbni Hazm, Allah´ın sıfatlarının veya zâtının birliği sözü ile, Allah´ın zat ve sıfatlarında hiçbir şeriki olmadığını ve zât-i ilahiyenin tek olduğunu kasdetmektedir.
Allah Taâlâ, yaratılmışlardan hiç birisine benzemez. Nitekim Kur´ân-ı Kerim´de; «O´nun benzeri dahi yoktur. O, hakkıyla işitir kemâliyle görür.[62] buyurulur. İbni Hazm, bu meselede mevcuı nass´larla bildirilen şeyleri aynen kabul eder. Kur´ân ve Sünnet´de bildirilen Allah´ın sıfatlarına olduğu gibi İman etmenin gerektiğini söyler. Bu sıfatlan Allah´ın isimleri sayar. Allah Teâlâ yüce´zâtını kadîr, alîm, hakim, semî´, basir, mürid, muhtar, hayy ve kayyûm[63] gibi Kur´ân-ı Kerim´de geçen Esmâu´l-Husnâ (güzel isimler) ile isimlendirmiştir. Bunlar, Allah´ın sıfatlandır, diyemeyiz. Ancak bunlar, Allah´ın isimleridir, diyebiliriz. İbni Hazm bu konuda şöyle der:
«Allah´ın sıfatlan olduğunu söyle