İmam Mâlik(93 —179 H.)
Irak'ta Küfe Mescidinde Ebu Hanife'nin ders halkaları vardı. Onun etrafını, metod ve istinbat ettiği fer'î fıkıh meselelerini gelecek nesillere nakleden talebeleri sarmakta idi. Fıkhî görüşleri talebeleri tarafından gelecek nesillere nakledilen en eski fakih, belki de odur. Buna muvazi olarak Medine'de de başka bir ders halkası vardı. Bu halkayı başka bir İmam teşkil ediyor, onun etrafını da fıkıh ve hadis öğrencileri sarıyordu. O, ders halkasını, Peygamber (S.A.) in Mescidinde teşkil etmeyi ve aynı zamanda Emîru'l-Mü'minîn Ömer b. el-Hattab'ın, müslümanlann dâvalarını halletmek ve devlet işlerini düzenlemek için oturduğu yerde oturmayı tercih etmişti. Hicrî II. yüzyılın II. yarısında Peygamber'in Mescidine girenler burada yaşlı, top sakallı, kumral yüzlü, Uzun boylu ve heybetli bir üstadla karşılaşırdı. Etrafını çevreleyenler, heybetinden dolayı onun yüzüne doğrudürüst bakamazlardı. İşte bu zat, Hicret Yurdu'nun îmam'ı Mâlik b. Enes idi. Allah ondan razı olsun![2]
Soyu, Doğumu Ve Gençliği
En sağlam rivayetlere göre İmam Mâlik, 93 H. yılında Medine'de Yemen kabilesine mensup Arab asıllı bir ana - babadan doğmuştur. Babası Yemenli Zû Asbah kabilesine mensup olup adı Enes b. Mâlik b. Ebî Âmir el-Asbahi'dir. Annesi de, yine Yemen'in Arab kabilelerinden el-Ezd kabilesine mensup olup adı Âliye Binti Şureyk el-Ezdiyye'dir.
İmam Mâlik'in dedesi Mâlik, Yemen'in bir valisinden gördüğü zulüm üzerine Msdîne'ye gelip yerleşmiş ve Kureyş'e mensup olan Benî Teym b. Murra kabilesiyle hısım olmuştur. Sonra bu kabile mensuplarıyla dostluk (velâ') akdetmiş ve gerekince kendisine yardım etmelerini sağlamıştır. Mâlik ailesi, Medine'ye yerleştikten sonra bu aileye mensup olanların çoğu kendisini ilim, hadîs, sahâbîlerin haber ve fetvalarını rivayete vermiştir. İmam Mâlik'in dedesi büyük tabiîlerdendi. Ondan, oğlu, yani İmam Mâlik'in babası Enes ve Ebu Süheyl diye anılan Nâfi' birçok rivayetler yapmıştır. Burada adı geçen Ebu Süheyl, rivayete en çok önem veren biri olup îbni Şihp,b ez-Zühri'nin hocaları arasındadır. Gerçi îbni Şihab yaşça ondan pek farklı değildi. İbni Hacer'in «Fethu'1-Bârî» sinde aynen şöyle denilmektedir: «Ebu Süheyl Nafi' b. Ebî Enes b. Mâlik b. Ebî Âmir, İsmail b. Ca'fer'in hocasıdır. O, Zührî'nin de hocaları arasında olup Zühri'nin talebeleri de ona yetişmiştir. Yani Ebu Süheyl, Zührî'den sonra vevat etmiştir.[3]
O halde İmamamız, ilim ve hadis rivayetiyle meşgul olan bir ailede doğup büyümüştür. Gerçi babası, rivayet bakımından dedesi Mâlik ile amcası Ebu Süheyl'in seviyesinde değildi. Buna göre onun gençliğinde ilim ve rivayete yönelişi, başka bir sanata meyletmeyi-şi, hattâ kendisini tamamen ilme verişi normal birşeydir. İmam Mâlik'in «Nadr» isminde bir kardeşi vardı ki o da hadis tahsil etmiş, tâbiîn'in bilginlerinden ayrılmamış, onlardan ilim öğrenmiştir. İmam Mâlik, rivayete yöneldiği zaman kardeşinin şöhretine binaen Ahu'n-Nadr (Nadr'm kardeşi) diye biliniyordu. Daha sonra kendi şöhreti kardeşini bastırdı ve tersine Nadr, Ahû-Mâlik (Mâlik'in kardeşi) diye anılmaya başladı.
Onu, hem aile muhiti, hem de umumî çevresi ilme ve ilim tahsiline yöneltiyordu. Çünkü yaşadığı muhit, Uz. Peygamber'in hicret ettiği, şeriatın vatanı, nurun kaynağı, ilk İslâmî hükümlerin vaz'edil-diği, Uz. Ebu Bekr, Ömer ve Osman devirlerinde İslâm'ın merkezi olan Peygamber Şehri Medine idi. Uz. Ömer devri, Kur'an ve Peygamber'in Sünnetinden istinbat edilen İslâmî hükümler üzerinde ittifak hâsıl olan bir devirdir ki, bu hükümler, aynı zamanda İslâmiyet'in gölgesinde gelişen medeniyetler için çok yararlı olmuştur.
Medine, Emevîler devrinde de şeriatın merkezi ve âlimlerin mercii olmaya devam etmiştir. Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Zübeyr ile Abdulmelik b. Mervan'ın istişare ettiği bir sahâbî idi. Abdullah b. Ömer bunlara: «Eğer meşveret yapmayı istiyorsanız hicret ve sünnetin yurdundan ayrılmayınız», diye yazmıştır. Ömer b. Abdil-aziz, diğer ülkelerdeki müslümanlara sünnetleri öğretmek için, Me-dînelilere de yanlarında bulunan ve geçmişlerden kendilerine intikal eden şeyleri sorup öğrenmek içih yazılar yazmıştır.
İşte İmam Mâlik'in gençliğinde Medine bu durumda idi. Yâni hicret yurdunun İmamı, bu Peygamber Şehrinin ve kendisini ilme sevkeden aile muhitinin gölgesinde yetişmiştir.[4]
İlim Tahsîlî
İmam Mâlik, önce Kur'an-ı Kerîm'i hıfzetmiş ve ailesine, amcası ve ağabeyi gibi, kendisinin de ilim meclislerine gidip okumasını teklif etmiştir. Ailesi de onun bu isteğini müsbet karşılamış ve bu hususta kendisine en çok annesi ilgi göstermiştir. Annesine, ilim tahsili için gitmek istediğini söylediği zaman O, kendsne en güzel elbiseleri giydirmiş, sarığını sarmış ve: «Şimdi git, oku ve yaz...» demiştir. Annesi sadece Mâlik'in kıyafetine önem vermemiş, aym zamanda onun tahsil edeceği hocaları da seçmiştir. O, oğluna;'«Rabîa1”ya git, onun ilim ve edebini öğren», derdi. Bu Rabia, Medine'de re'y ile meşhur olan büyük bir fakihtir. Annesinin bu teşvikiyle İmam Mâlik, Rabiatu'r Re'y'in derslerine devam etmiş ve genç yaşında ondan re'y'e dayanan fıkhı öğrenmiştir. Hattâ bir çağdaşı; «Mâlik'i, Rabia'nın ders halkasında gördüm, kulağında askıküpe (şenf vardı), demiştir[5].
Bundan sonra Mâlik, daldan dala konan ve her istediği ağacın, meyvesinden faydalanan bir kuş gibi, bütün âlimlerin meclislerine gidip gelmiştir. Fakat onun yanından hiç ayrılmadığı, kendisine daima mürşidlik yapan bir hocası olması gerekirdi ki O, İbni Hürmüz'ü böyle bir üstad olarak kabul etmiş ve yanından ayrılmamıştır. Genç bir talebe olan Mâlik, hocasına karşı büyük bir hayranlık ve muhabbet duyar ve onun ilmini takdir ederdi. O, hocası hakkilicla şöyle der: «İbni Hürmüz'ün derslerine onüç sene devam ettim. Ondan öyle ilimler öğrendim ki, bunların bir kısmını halkdan hiç kimseye söylemiyorum. O, hava ehlini red bakımından ve insanların ihtilâf ettikleri şeyler hususunda onların en bilgini idi.» Mâlik, hocasının edebiyle edeplenmiş, onun ilim ve hikmetini ögrenniaştir. O, bu hususta der ki: «İbni Hürmüz'ün şöyle dediğini ismini: Bir âlim, talebesine «lâ edrî bilmiyorum» demeyi miras olarak bırakmalıdır. Tâ ki böyle söylemek, onların ellerinde sığınacakları bir vâsıta olsun. Onlara bilmedikleri bir şey sorulduğu zaman «lâ edri bilmiyorum» diyebilsinler.» Mâlik'in talebelerinden îbni Vehb; «İmam Mâlik, kendisine sorulan şeylerin çoğuna «bilmiyorum diye cevap verirdi», demiştir.
İşte İmam Mâlik'in böylesine tesirinde kaldığı îbni Hürmüz, Ab-durrahman b. Hürmüz olup el-A'rac " topal» lakabıyla meşhurdur. O, Haşımîlerin azatlısı idi. Muhaddis ve kıraat ehli tabiîlerdendir. Ebu Hureyre, Ebu Said el-Hudrî, Muaviye b. Ebî Süfyan gibi sahâbîlerden rivayet etmiştir. Kendisinden de ez-Zührî ve Ebu'z-Zinad gibi birçokları rivayet etmiştir. îbni Hürmüz, 117 H. yılında vefat etmiştir.[6]
Îlim Tahsîlîndekî Gayreti
İmam Mâlik, ilim tahsili için her türlü gayreti göstermiştir. Çağındaki bütün bilginlerden faydalanmış ve ilim uğrunda hiçbir şeyini esirgememiştir. Bu uğurda her türlü meşakkate katlanmış ve bütün varını yoğunu harcamıştır. Hattâ tahsil uğruna evini dahi satmıştır. O, hocalarının hiddetine katlanır, şiddetli sıcak ve soğuklarda onların yanına gidip ilim öğrenirdi. Kendisi şöyle der: «Ben, öğle vakitlerinde Nâfi'a gelirdim. Güneşten korunmak için hiçbir ağaç bulamazdım. Dışarı çıkacağı zamanı gözetlerdim. Dışarı çıkınca onu bir an için terkeder ve görmemiş gibi davranırdım. Sonra önüne geçer, kendisine selâm verir ve yine onu terkederdim. Nihayet o içeri girince ben de arkasından girer ve kendisine; İbni Ömer şu meseleler hakkında nasıl düşünüyordu ?diye sorardım. O da, bu sorularımı cevaplandırırdı. Fakat, daima hiddetli idi.»[7]
Adı geçen Nafi', Abdullah b. Ömer'in, azatlısı olup onun ilmini, Peygamber'den yapmış olduğu rivayetleri, sahâbîlerin amelini ve özellikle Emîru'l-Mü'minîn Ömer el-Faruk'un tatbikatını nakletmiştir.
Yukarıdaki ifadeden, İmam Mâlik'in güneşin sıcağına nasıl katlandığını, hocasının hiddetinden nasıl korktuğunu, ondan Abdullah b. Ömer'in ilmini öğreninceye kadar nasıl sabır gösterdiğini anlıyabiliriz. Hocasına yük olmamak ve onu, sorularına cevap vermek hususunda bıktırmamak için nasıl titizlik gösterdiğini görmekteyiz. O, Uzun zaman hocasını bekliyor, onunla karşılaşınca selâm veriyor, sonra susuyor ve daha sonra soruyordu.
İmam Mâlik, îbni Şihab ez-Zührf den de ders almak hususunda çok gayret gösterirdi. O, Said b. el-Müseyyib gibi birçok tabiîlerden de ilim tahsil etmiştir, Saîd b. el-Müseyyib ile görüşmek için de, Nâfi' ile görüşmek için gösterdiği gayreti göstermiştir. İbni Şihab ile görüşmek için de aynı şekilde davranırdı. îbni Şihab ile görüşmek için onun boş vakitlerini kollar ve sakin bir atmosfer içerisinde ondan istifade ederdi.
İmam Mâlik'den şöyle rivayet edilmiştir: «Bir bayram günüydü. Kendi kendime, bugün îbni Şihab boş olur dedim ve camiden çıkıp onun kapısında bekledim. O, cariyesine: Bak kapıdaki kimdir? dedi. Câriye kapıya baktı ve senin aşkar kölen Mâlik'dir, dedi. O da: Onu içeri al, dedi. Ben içeri girince: Sanırım ki daha evine gitmemişsin, dedi. Evet gitmedim, dedim. Yemek yedin mi? diye sordu. Hayır, dedim. Yemek ye, dedi. Yemeğe ihtiyacım yok, dedim. Öyle ise ne istiyorsun benden? dedi. Bana hadis anlaİmanızı istiyorum, dedim. Yazı yazacak sahîfelerini çıkar, dedi. Ben de çıkardım ve bana kırk tane hadis rivayet etti. Biraz daha rivayet etmesini söyledim. Bu kadar yeter. Bu hadisleri riavyet edersen sen de hafızalardan sayılırsın, dedi.»[8]
İmam Mâlik, görüldüğü gibi işe rivayet ilmiyle başlamıştır ki bu, Peygamber (S.A.)'in hadislerinin ilmidir. Daha sonra sahâbîlerin fetvalarını öğrenmek ve tesbit etmekle uğraşmış ve fıkhî görüşlerini de bu temeller üzerine kurmuştur. Uz. Peygamber'in hadîs-i şeriflerine çocukluğundan beri saygı duyardı. Hattâ o, ayakta hadîs rivayet etmekten sakmırdı. «el-Medârik»te anlatıldığına göre kendisine; bize Amr. b. Dinar'dan anlat, diye sorulduğunda şöyle demiştir : «Onu hadîs rivayet ederken gördüm. İnsanlar ayakta onun söylediklerini yazıyorlardı. Ben Peygamber (S.A.)'in hadîsini böyle ayakta yazmayı uygunsUz buldum.» O, bir gün hocası Ebu'z-Zinad'a hadis rivayet ederken raslasmış ve halkasma katılmamıştır. Daha sonra onunla karşılaşınca hocası; Bizim halkamıza niçin oturmadm? diye sormuş, Mâlik de şu cevabı vermiştir: «Yer dardı, Peygamber (S.A.)'in hadîsini ayakta dinlemek istemedim.[9]
Tahsil Ettiği İlimler
İmam Mâlik, önce hadîs ve sahâbîlerin fetvalarını öğrendi. Fakat, bununla yetinmeyip hadîs ve rivayet ilminin yanında îslâmla ilgili bütün ilimleri tahsil etti.
Onun çağında akaid etrafında tartışmalar çoğalmıştı. Hâricilerin kendilerine göre bir din ve akide anlayışları vardı. Keysaniyye, İmamiyye ve Zeydiyye gibi şiî fırkaların da kendilerine göre ayrı ayrı görüşleri vardı. Mu'tezilîler de, akide ile ilgili nass'ları kendilerine has metodlarla açıklıyorlardı. Daha başka birçok fırkalar vardı ki bunların bir kısmı, kendilerine islâm adını verdikleri halde, îs-lâmiyetten büsbütün Uzaklaşmışlardı.
Fikrî bir önderlik yapmak isteyen herkesin, bütün bu görüş ve anlayışları bilmesi ve tesbit etmesi gerekiyordu, İşte İmam Mâlik, bütün bunları îbni Hürmüz'den öğrenmişti. Nitekim bunu kendisi anlatır. Gerçi o, öğrendiği şeylerin tamamını talebelerine intikal ettirmemiştir. Öyle anlaşılıyor ki İmam Mâlik, ilmi iki kısma ayırıyordu :
a) Bütün insanlara anlatılan mevzûlarla ilgili olan bilgiler: Bu kısma giren bilgiler, hiç kimseye zarar vermez, her insan aklı bunları öğrenip faydalanabilir. Bunlar, Peygamber (S.A.)'in hadisleri, sahâbüerin fetvaları ve bunların halka açıklanması gibi hususlardır.
b) Herkese anlatılmayan ve seçkin kimselere mahsus olan bilgiler : Bu türlü bilgilerin bir kısım kimselere faydasından çok zararı dokunmaktadır. Bunlar, çeşitli fırkaların görüşleri ve bu görüşler arasında sapık olanların reddedilmesiyle ilgili hususlardır. Bu ihtilaflı meselelerle ilgili hususları herkes anlayamaz veya bir kısmı yanlış anlar. Hattâ bunları reddetmek için uğraşırken bir kısım insanlar, bu sapık görüşlere kendilerini kaptirabilirîer...
îlmin üçüncü bir kısmı daha vardır ki, bu Uzun bir tahsilden sonra açıklanabilir. O da, re'ye dayanan fıkıh olup çeşitli meseleler hakkında fetva verme melekesidir. İmam Mâlik, ancak vuku bulmuş bir mesele üzerinde fetva verirdi. Vuku bulma ihtimali olsa dahi, vuku bulmamış olan meselelere cevap vermezdi.
İmam Mâlik'in, biraz önce söylediğimiz gibi hadîs'e bağlı olarak tahsil ettiği ilim, sahâbîlerin ve kendisinin yetişemediği tabiîlerin fetvalarıdır. Uz. Ömer'in fetvalarını, Abdullah b. Ömer'in fetvalarını, Zeyd b. Sabit, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Affan ve Peygarmber (A.S.)'den öğrendikleri şeyleri açıklayarak fetvalar veren diğer sahâbîlerin fetvalarını öğrenmiştir. Elbette bu sahâbîler, vahyin gelişine şahit olmuş. Peygamber CS.A.)'i gözleri ile görmüş ve O'nun hidâyet nurundan bizzat faydalanmış kimselerdir. İmam Mâlik; Said b. el-Museyyib, el-Kasım b. Muhammeb, Süleyman b Yesâr gibi sahâbüerin fıkhını yakından bilen, anlayan ve tetkik eden büyük tabiîlerin fetvalarına da çok önem vermiştir.
İmam Mâlik, hadîs-i şeriflerin yanında sahâbî ve tabiîlerin fıkhını öğrenmekle yetinmemiş, aynı zamanda re'ye dayanan fıkha da yönelmiştir. Medine'de Yahya b. Said ve Rabîatu'r-Rey diye bilinen Rabîa b. (Ebî) Abdirrahman gibi re'y taraftarı fakîhlerden ders okumuştur. Öyle anlaşılıyor ki Medine'deki Eabîa ve diğer re'y taraftar fakîhlerden intikal eden re'y. Iraklı fakîhlerin re'yine benzememek tedir. Iraklı fakîhlere göre re'y, kıyasa dayanmaktadır. Onlara gö re kıyas da, hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü aralarındaki ortak ve hükme esas teşkil eden illet sebebiyle, hakkın da nass bulunan bir meseleye mukayese ederek açıklamaktır. Rabîe ve diğer Medineli fakîhlere göre re'yin esası, nass'larla çeşitli maslahatları bağdaştırmaya dayanmaktadır. Bu itibarla el-Medârik'de aynen şöyle denilmektedir: «İmam Mâlike: Siz, Rabîa'nın meclisinde kıyas yapar ve bu konuda birbirinizden daha çok fikir beyan eder miydiniz?diye sorulduğunda, O, VAllahi hayır, demiştir.[10]
Bundan anlaşılıyor ki İmam Mâlik, kıyas ve fer'î meselelerin yer aldığı re'y ile fazla uğraşmamıştır. Hatta O, olmamış meseleleri olmuş gibi ele alıp hükümlerini açıklamaktan ibaret olan «takdirî fıkıh»'dan hoşlanmazdı. Bu türlü fıkıh, Irak'da daha çok olup kıyastan, meselelerin hükmüne esas teşkil eden illetlerin araştırılmasından ve bu illetlerin bulunduğu meseleleri aynı hükme bağlamaktan ileri geliyordu.
İşte îmam Mâlik, ilim tahsiline koyulduğu zaman en çok Peygamber (S.A.)'in hadîsleriyle ilgili olan rivayet ilmiyle meşgul olmuş ve bu1 ilmi güvenilir kaynaklardan tahsil etmiştir. O, Peygamber ve sahâbîlerden rivayet edenleri (râvîleri) araştırır, bunlardan fakih olan güvenilir Csika) kimseleri tesbit ederdi. îmam Mâlik, râvîleri tanımak, onların aklî güçlerini ve fıkhî derecelerini kavramak hususunda güçlü bir firaset sahibi idi. Onun —Allah kendisinden razı olsun— şöyle dediği rivayet edilir: «Bu ilim, din ilmidir. Bunu aldığınız kimselere dikkat ediniz. —Peygamber'in mescidinin direklerini işaret ederek— şu sütunların yanında «Peygamber (S.A) şöyle buyurdu...» diyenlerden yetmiş kişiye ulaştım. Bunların hiçbirinden bir .şey almadım. Bunlardan, ancak kendisine Beytu'1-Mal emanet edilebilecek kişi emîn bir kimse olabilir. Fakat, onların hiçbirisi buna ehil [11]değildi.[12]
Hocaları
Güvenilir râviler, Peygamberimizin şöyle buyurduğunu söylemişlerdir: «İnsanlar, ilim tahsilinde devenin karaciğerine benzerler. Onlar Medîneli bir âlimden daha bilgin —diğer bir rivayete göre daha fakîh— bir âlimi bulamazlar.» Mâliki Mezhebinde olanlar bu hadîs-i şerifin, İmam Mâlik hakkında vârid olduğunu ileri sürerler. Buradaki «Medîneli bir âlim» sözü ile İmam Mâlik'in kasdedildiğini söylerler. Biz ise, bu hadîs-i şerifi daha geniş mânâda kabul ediyor ve bununla Medine'deki ilmin üstünlüğünü, buradaki âlimlerin derinliğini ve çokluk bakımından imtiyazlı olduklarını açıklamak, İmam Mâlik'i de içine alan fikrî bir çevreye sahip oluşu itibariyle Medine'nin şerefini göstermek istiyorUz. Emevîler devri ile Abbasîle-rin ilk devirlerinde Medine'nin ilim bakımından üstünlüğü tarihî bir gerçektir. Hulefâ-i Râşidîn devrinde Medine, sahâbilerin, özellikle onlardan ilk İslâm'a girmiş olanların karargâhı idi. Çünkü Uz. Ömer, ihlâslarmın üstünlüğü, ilimlerinin derinliği sebebiyle onları Medine'de alıkoymuştur. Peygamber (S.A)'in mübarek ilminin hâmili olan bu sâhâ-bîîerin savaşlarda ölüp gitmelerine gönlü razı olmayan Hz. Ömer, onları yanında alıkoymuş ve görüşlerinden faydalanmıştır... İşte bu yüzden onların ilmi, Hz. Osman ve Hz. Ali devrinde bâzıları çeşitli İslâm ülkelerine dağılıncaya kadar Medine'de kalmıştır.
Emevîler devri gelince; âlimler, diğer şehirlerdeki fitnelerin çokluğu ve vahyin merkezi olması, Peygamber (S.A)'in mübarek cismini sinesinde bulundurması hasebiyle Medine'ye sığınmışlardır. Ayrıca sahâbîlerden hayatta kalanlarla, bunlardan ölmüş olan bilginlerin ilim ve rivayetleri burada idi. Tabiîlerin de çoğu Medine'de oturuyordu. Irak, Şam ve diğer memleketlerde bulunan tabiîler, sayıca Medine'dekilerden çok daha az idiler. Emevîler devrinin sonuna doğru âlimler çeşitli fitnelerden ve tahtları sallantıya düşen hükümdarların baskılarından kaçıp Hicaz'a geliyorlardı. Daha önce de gördüğümüz gibi Irak fukahasımn başı olan İmam Ebu Hanîfe, canını kurtarmak için Mekke'ye sığınmış ve altı yıl Beytullah'ın mücaviri olarak kalmıştır.
İmam Mâlik, zekî ve kavrayışlı bir genç olarak böyle bir muhitte yetişmiş, işare't ettiğimiz yüz kadar büyük bilginden ilim tahsil etmiştir. O, buradaki bütün düşünce metodlarını öğrenmiştir. Hattâ İmam Ca'fer-i Sâdık'm meclislerini de kaçırmazdı. el-Medârik'de kendisinden aynen şöyle nakledilmektedir:
«Ca'fer b. Muhammed'e gelirdim. O çok şakacı ve güleç yüzlü idi. Yanında Uz. Peygamberin adı anılınca yüzü sararırdı. Ona Uzun zaman devam ettim. Her görüşümde onu ancak üç şeyden biri ile meşgul bulurdum: Ya namaz kılar, ya oruç tutar veya Kur'ân okurdu. Abdestli olmadan Uz. Peygamber'den hadis rivayet etmezdi. Mânâsız sözleri hiç ağzına almazdı. O, Allah'dan korkan zâhid ve âbid âlimlerden idi. Yanma geldiğim zaman yastığını alır, mutlaka bana ikram ederdi...»[13]. İmam Mâlik, onun ve diğer hocalarının faziletlerini burada Uzun Uzun.anlatır.
İmam Mâlik, Medine'deki bütün sahâbîlerin rivayet ve fetvaları ile Uz. Peygamberin sözlerini toplamak için büyük bir gayret göstermiştir. O, Uzun zaman îbni Hürmüz'den ayrılmadığı halde Medine'nin öteki bilginlerinden de ilgisini kesmemiştir. Kendisi Medine'de ilim tahsil ettiği bilginlerin silsilesini şöyle anlatır:
«îbni Şihab ez-Zührî'nin şöyle dediğini işittim: Biz bu ilmi Ravza-i Mutahhafa'daki insanlardan aldık. Onlar: Said b. el-Mûseyyib, Ebu Seleme, Urve, el-Kasım, Salim, Hârice, Süleyman ve Nafi'dir... Sonra onlardan îbni Hürmüz, Ebu'z-Zinad, Rabîa, el-Ensâri ve bir ilim denizi olan îbni Şihab rivayet etmiştir. Bunların hepsi yukarıda adı geçenlerden okumuşlardır.»[14].
Bu gösteriyor ki îmam Mâlik, îbni Hürmüz, Ebu'z-Zinad, Rabîa, Yahya b. Said el-Ensârî ve İbni Şihab ez-Zührı'den tahsil görmüştür.
Daha önce de söylediğimiz gibi İmam Mâlik, Abdullah b. Ömer'in fetvalarıyla onun, babası Uz. Ömer'den naklettiği şeyleri ve azatlısı Nâfi'in rivayetlerini biliyordu. O, bu yolla Uz. Ömer, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer ve benzeri sahâbîlerin fıkhına dayanmaktadır.
İmam Mâlik'in yukarıda adlarını andığı bilginler, sahabe ve tabiilerin fıkhını rivayete önem vermekle beraber, onların rivayet veya re'y'e dayanan fıkha karşı gösterdikleri ilgi değişiktir. Meselâ, Abdullah b. Ömer'in azatlısı Nâfi', Ebu'z-Zinad ve îbni Şihab ez-Zührî'nin fıkhı daha çok rivayete, buna mukabil Rabia ve Yahya b. Said gibi fakihlerin fıkhı da daha çok re'y'e dayanmaktaydı. Îbni Hürmüz'e gelince, onun hakkında îmam Mâlik'in rivayetleri arasında fazla bir şey bulamıyorUz. Lâkin İbni Hürmüz'ün, İmam Mâlik üzerinde kuvvetli bir etkisi olduğu muhakkaktır. Öyle görünüyor ki O, İbni Hürmüz'den îslâm kültürü, akaid ve fırkalara dair konularda çok faydalanmıştır. Buna yukarıda da dokunmuştuk. Fakat ibni Hürmüz, kendisinden rivayet edilmesini istemezdi. Bu yüzden o, İmam Mâlik'i, rivayet senedinde kendisini anmaktan menetmiş, Uz. Peygamber'den bir şey rivayet edilirken yanılmış olması korkusuyla kendi isminin şöhret bulmamasını istemiştir.
Bu açıklamalara dayanarak, îmam Mâlik'in hocalarını iki kısma ayırabiliriz:
1 — Fıkıh ve re'y üstadları,
2 — Hadîs ve rivayet üstadlan.
îmam Mâlik bu üstadlann hepsinden ders almış, fakat her öğrendiği şeyi olduğu gibi kabul etmeyip tetkik ve tenkit süzgecinden geçirerek, bâzısını kabul etmiş, bâzısını da reddetmiştir. îbni Hürmüz'ü çok takdir, ettiği halde, sözlerini tetkik süzgecinden geçirir ve kendisi ile münakaşa ederdi. Bu sebepten îbni Hürmüz, onunla ilmî mübâhaselere girer ve bu mübâhaselerde ona arkadaşı Abdülaziz b. Ebî Seleme'yi de katardı. îbni Hürmüz'e; Biz sana bir şey soruyorUz cevap vermiyorsun. Mâlik ve Abdülaziz bir şey sorunca cevaplandırıyorsun', denildiğinde O şöyle demiştir:
«Vücuduma bir zaaf geldi, aklıma da böyle bir şeyin arız olup olmadığından emin değilim, siz bana bir şey sorduğunUz zaman ce-vaplandırsartı aynen kabul edeceksiniz. Halbuki Mâlik ile Abdülaziz verdiğim cevabı inceleyip doğru ise kabul, değilse [15]terkediyorlar.[16]
Medine'de Re'y Fıkhı
Irak re'y fıkhının, Hicaz da —bilhassa Medine— hadîs fıkhının merkezi olarak tanınmıştır. Bu görüş büyük bir revaç bulmuş, hattâ îslâm fıkıh tarihinde herkesçe kabul edilen bir dereceye ulaşmıştır. Biz de, re'y taraftarı fakîhlerin Irak'da sayı bakımından Hicazdakilerden daha çok olduğunda şüphe etmiyorUz. Fakat, Irak fıkhının tamamen re'ye, Hicaz fıkhının da tamamen hadîs'e dayandığını söyleyemeyiz. Çünkü, hadîs Irak'ta, re'y de Medine'de kabul edilmekte idi. Çağının büyük tabiîlerinden biri ve îbni Şihab ez-Zühri gibi bilginlerin hocası olan Said b. el-Müseyyib, fetva vermekten çekinmez ve «Cesaretli Said» lâkabı ile anılırdı. Fetva hususunda cüretle hareket eden bir kimse elbette" fetvası için birçok hallerde re'y'e başvurmak zorundadır. Bâzı tabiîler de rivayetleri çok ciddî bir şekilde inceliyor, herhangi bir hadîsi Allah'ın Kitabı, Peygam-ber'in Sünneti ve ittifakla kabul edilen îslâmî esaslarla karşılaştırmadan kabul etmiyorlardı. Rabîa, Medînelilerin amelini, âhâd olan ve meşhur olmayan hadîslere tercih ediyordu. Rabîa: «Bin kişinin bin kişiden .yaptığı rivayet, tek kişinin tek kişiden yaptığı rivayetten daha üstündür», derdi. îşte ilerde açıklayacağımız gibi, îmam Mâlik de- bu metodu kabul etmiştir.
Medine'de fıkhı çalışmalar çok ve bu arada istinbat büyük bir yer işgal etmekte idi. Öyleyse fıkıh çalışmalarının yapıldığı bir yerde elbette re'y ye tahric de bulunacaktır. Gerçekten Iraklıların re'y metodu, Medînelüerin re'y metodundan ayrılıyordu.-Iraklılara göre re'y metodu kıyas idi. Çünkü onlar, Abdullah b. Mes"ud, Ali b. Ebî Talib ve bunladdan nakillerde bulunan Alkame, İbrahim Nahaî ve diğer tabiîlere uyuyorlardı.
Iraklılarda hadis, Hicazlılara nisbetle miktar ve üstad bakımından farklı idi. Her memlekette fikir önderliği yapan ve önderliğini yaptığı fikri rivayetle besleyen âlimler bulunuyordu. Nihayet bu türlü fıkhı çalışmalarda yapılan önderlik etrafında ayrı ayrı metod ve mezhebler teşekkül etmeye başladı.
Bu konuda Veliyyullah Dehlevî şöyle söyler: «Her bilgin kendi memleketinin ve hocalarının mezhebini seçmiştir. Çünkü o, hocalarının mezhebini seçmiştir. Çünkü o, hocalarının sözlerinin doğruluğunu daha iyi biliyor, onların kabul ettiği esaslara daha çok riayet ediyor ve gönlü onların üstünlüklerine daha çok meylediyordu. Meselâ; Uz. Ömer, Osman, İbni Ömer, İbni Abbas ve Zeyd b. Sabit'-in mezhebi ile bunların talebelerinden Said b. el-Museyyib —bu Uz. Ömer'in verdiği hükümlerle, Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadîsleri en iyi bilen bir kimsedir—, Urve, Salim, Atâ b. Yesar, el-Kasım, ez-Zühri, Yahya b. Said ve Zeyd b. Eşlem gibi bilginler, Medînelilerin nazarında uyulmaya ötekilerden daha lâyık idiler. Çünkü Peygamber (S.A.) Medine'nin faziletlerini, bu şehrin fakîhlerin merkezi ve her devirde âlimlerin toplanma yeri olacağını beyan etmiştir. Bunun içindir ki îmam Mâlik, onların yolundan gitmiştir. Öte yandan Kûfelilere göre Abdullah b. Mes'ud ve talebelerinin mezhebi, Şureyh ve Şa'bî'nin hükümleri ile ibrahim'in fetvaları kabul edilmeye daha lâyıktı.»[17].
Re'y Iraklılarda olduğu gibi, Medînelilerce de kabul ediliyordu. Fakat, her iki memleket fakîhleri arasında elbette bir ayrılık vardı. Bunun esasını her ekole bağlı olan tabiîler arasındaki ihtilâf teşkil ediyordu. Tabiatıyla rivayet ve re'y bakımından da bu iki memleket fakîhleri arasında bir fark vardı. Şüphesiz rivayet, Medine'de daha çoktu. Çünkü orası, bir kere sahâbîlerin en çok bulunduğu yer"di. Öte yandan birçok tabiîlerin de merkezi idi. Ayrıca Medînelilerle Iraklılar arasında şu bakımdan da ihtilâf mevcuttu: Büyük tabiîlerin sözleri, îmam Mâlik ve kendinden önceki hocaları gibi Medine fa-kihlerince büyük bir değer taşıyordu. Buna karşılık, büyük bile olsalar, tabiîlerin görüşlerine Irak fakîhleri doğrudan doğruya bağlanmıyorlardı. Meselâ, Ebu Hanîfe, şöyle diyordu: -îş İbrahim ve Hasan'a gelince onlar da insan, biz de insanız.»
Medînelilere göre re'y hadîslerden çıkarılmakta, Uz. Ömer ve ondan sonrakilerin maslahata uyarak hareket etme metoduna dayanmaktadır. Bu türlü re'y, bir nevi hadîs ve rivayetlere benzemekte olup mânâ bakımından bu hadîs ve rivayetlerin dışına çıkmamaktadır.
Bu incelemeden şu sonucu çıkarabiliriz: Bâzı fıkıh tarihi yazanların zannettiği gibi Medine'de re'y çok az değildir. Gerçi Irak'taki re'y'e nisbetle az olup metodu da Iraklılarınkine uymamaktadır.
İmam Mâlik, Medine'de hem re'ye, hem de rivayete önem vermiştir. Çünkü o hem fakîh, hem de muhaddis idi. Veliyullah Dehlevî bu konuda şöyle der: «Mâlik, Peygamber (S.A.)'in hadîslerini fcesbit bakımından Medînelilerin en yetkilisi, isnad bakımından on-iann en güvenilir olanı idi. Uz. Ömer'in hükümlerini, Abdullah b. Ömer, Uz. Âişe ve bunların taleblerinin sözlerini, içlerinde en iyi bilen odur. îmam Mâlik ve emsali fakîhler sayesinde rivayet ve fet-vâ ilmi ayakta kaldı. Ona bir mesele geldiği zaman, bu meseleye ait hadisleri zikrederek fetva verir ve onu en güzel şekilde [18]cevaplandırıldı.[19]
Îmam Mâlikin Ders Vermeye Başlayışı
îmam Mâlik, ders ve hadîs rivayetine, Medine'nin ilmini tam olarak öğrenip kendi nefsine güven hâsıl olduktan sonra başlamıştır. Öğrenimini bitirdikten sonra O, Öğrendiklerini başkalarına öğretmek, Peygamber (S.A.)'in hadîslerini güvenilir râvîlerden aldığı gibi insanlara nakletmek, fetva vermek, tahriçte bulunmak ve fetva soranlara yol göstermek vazifesini hissetmiştir. Anlaşıldığına göre derse ve fetva vermeye başlamadan önce O, iyi ve erdemli kişilerle istişarede bulunmuştur. Bu konuda kendisi şöyle der: «Her isteyen hadis ve fetva vermek için mescidde oturamaz. îyi, erdemli (faziletli) ve mescidde itibarı olan kişilerle istişare etmesi gerekir. Eğer, onlar, kendisini buna ehil görürlerse oturup ders ve fetva verebilir. Ben, ilim sahiplerinden yetmiş kişi benim buna ehil olduğuma şahitlik etmedikçe, mescidde oturup ders ve fetva vermedim.»
Ehliyetine dâir yapılan bu sağlam şahadetten sonradır ki îmam Mâlik, ders ve fetva vermeye başlamıştır. Fakat, bu sırada onun kaç yaşında olduğu tam olarak bilinmemektedir. Ancak, hayatıyla ilgili rivayetlerin heyeti mecmuasından bu sırada onun olgunluk çağına ulaştığı ve bu çağa gelmeden derse başlamadığı anlaşılmaktadır.
Râviler der ki: îmam Mâlik kendisinin ehliyetine dair 70 âlimin şahadetine rağmen derse başlamamıştır. Ancak Rabia ile ihtilâfa düştükten sonra ders vermeye karar vermiştir. Bu ihtilâf, Leys b. Sa'd'in îmam Mâlik'e yazdığı risalede anlatılmaktadır. Bu risalede aynen şöyle denilmektedir: «Bildiğim, hazır bulunduğum, senin ve Medînelilerden Yahya b. Said, Ubeydullah b. Abdülah b. Ömer, Kesir b. Ferkad ve bu Kesir'den daha yaşlı olan re'y sahibi Medînelilerin görüşlerini işittiğim hususlarda Rabia ile aranızda ihtilâf çıkmış; hattâ o, seni meclisini terk etmek gibi hoşlanmadığın bir şeye mecbur etmişti. Ben, Rabîa'yı kınadığım bâzı şeyler hakkında sen ve Abdülaziz b. Abdilah ile müzakere etmiştim. Siz ikiniz, benim kabul etmediğim şeyde bana muvafakat ediyor ve benim hoşlanmadığım şeyden siz de hoşlanmıyordunuz. Bununla beraber Allah'a hamd olsun, Rabîa çok hayır, sağlam bir akıl, apaçık bir üstünlük, îslâmî güzel bir yaşayış, genel olarak bütün arkadaşlarına ve özellikle bize karşı sâdık bir muhabbete sahiptir. Allah ona rahmet ve mağfiret etsin. Onu, amelinden daha güzeli ile mükâfaatlandırsın.»
Şayet Rabîa'nın 136 H. yılında öldüğü doğru ise, bu tarihte İmam Mâlik 43 yaşında idi. Buna göre îmam Mâlik'in Rabîa ile ihtilâfa düştüğü zaman olgunluk çağma ulaşmış olduğu düşünülebilir ki, mâkul olanı da budur.[20]
Ders Verme Usûlü
İmam Mâlik, ilk önce Peygamber (S.A.)'in mescidinde ders vermeye başlamış ve yukarıda da işaret ettiğimiz gibi,' Ömer b. Hattab'ın oturduğu yerde oturmayı tercih etmiştir. Aynı zamanda Medine'de Abdullah b. Mes'ud'un oturduğu evde oturmayı tercih etmiştir. Çünkü, hem ders verdiği yerde, hem de ikamet ettiği evde sahâbîlerin eserleri kendisini çevrelemekte idi. Nitekim O, düşünce ve re'yi bakımından da sahâbîlerin yaşadığı atmosfer içerisinde yaşamakta idi.
îmam Mâlik, İmam Ebu Hanîfe gibi hayatı boyunca derslerine, mescidde devam etmemiş ve idrarını tutamama (selis-i bevl = prostat) hastalığına yakalandığı zaman derslerine evinde devam etmiştir. Hastalığı şiddetlenince insanların yanına çıkamaz olmuş, fakat derslerini kesmemiştir. îbni Ferhun'un “ed-Dibac el-Müzehheb»'inde şöyle denilmektedir:
«el-Vakîdî der ki: Mâlik mescide gelir, beş vakit namazla cenaze namazlarında hazır bulunurdu. Hastaları ziyaret eder, gerekli işlerini görür, sonra mescide gelip otururdu. Bu sırada talebeleri etrafına toplanırdı. Daha sonra mescide gelip oturmayı terketmiştir. Sadece namazını kılar ve ders verdiği yere dönerdi. Sonra cenazelerde hazır bulunmaktan da vazgeçmiştir. Cenaze sahiblerine gelir, onları teselli ederdi. Daha sonra O, bunların hepsini terketmiştir. Camiye ne beş vakit namaz için ne de Cum'a için gelemez olmuştur. Bu sırada hiçbir kimseyi taziye için de gelemiyordu. İnsanlar, ölünceye dek ona bakmışlardır. Bâzan kendisine durumu sorulduğu zaman şöyle derdi: Her insan özrünü söyleyemez.»
İmam Mâlik'in iki türlü ders meclisi vardı:
1 — Hadîs dersleri,
2 — Vultû bulmuş mes'elelerle ilgili dersleri, yâni fetva işleri. O, derslerine evinde devam ettiği zamanlarda da bu iki türlü
ders meclislerini yürütüyordu. Bir talebesi,bu konuda şöyle anlatır: «İmam Mâlik, derslerini evinde vermeye başladıktan sonra, insanlar evine ders için geldiğinde cariyesi çıkar ve onlara: Hoca, sizin hadîs için mi, yoksa meseleler için mi geldiğinizi soruyor, derdi. Onlar: Mes'eleler için geldik derlerse, İmam Mâlik çıkar, onların fetvalarını verirdi. Hadîs için geldik derlerse, oturunUz, der ve gusülha-nesine girip gusleder, güzel kokular sürünür, yeni elbiseleriyle tay-lasanını giyer ve sarığım sarardı. Kendisine bir de kürsü hazırlanırdı. Bundan sonra o, güzel bir kıyafetle, hoş kokular sürünmüş olarak ve huşu içerisinde derse gelenlerin yanma çıkardı. Öd ağacı yakılır ve hadîs-i şerif dersini bitirinceye kadar bu öd ağacı buhurlanırdı.»[21]
Kısaca İmam Mâlik, günlerinin bir kısmını hadîs-i şerife, bir kısmını da mes'ele ve fetvalara ayırmıştır. Kendisine sorulan mes'eleleri inceler ve cevaplarını yazılı olarak verirdi. Hem Medine valisine, hem de başkalarına karşı aynı şekilde yazılı olarak cevap verirdi.
İmam Mâlik, ister hadîs ister fetva ile ilgili olsun, derslerinde vakar ve ciddiyet sahibi olup lüzumsUz lâflardan tamamen Uzak kalırdı. Bunları, ilim tahsil edenler için şart koşardı. O, şöyle derdi: «İlim tahsil etmek isteyenlere vakarlı, ciddiyetli, haşyetli olmak ve geçmişlerin yolundan gitmek gerekir. İlim sahiplerinin bilhassa ilmî müzakereler sırasında nefislerini mizahtan Uzak tutmaları gerekir..» Yine O, şöyle derdi: «Gülmemek ve sadece tebessüm etmek, âlimin uyması gereken âdabdandır.» İmam Mâlik, kendisini bu hususta çok sıkı bir şekilde kontrola tâbi tutmuştur. Hatta onun elli senelik hocalık hayatında, ders verirken bir defa bile güldüğü bilinmemektedir.
Onun bu tutumu, yaradılışmdaki katılığın neticesi değildir. Sadece din ilminin edebine bağlanışından ileri gelmiştir. O, dini ilim meclislerinin dışında sade bir hayat yaşar, serbest ve mütevazı davranırdı. Bir talebesi onun hakkında şöyle der: «İmam Mâlik, bizimle oturduğu zaman sanki bizden biri gibi davranırdı. Konuşmalarımıza çok. sade bir şekilde katılırdı. O, bizden daha mütevazı idi. Hadîs-i şerif anlatmaya başlayınca onun sözleri bize heybet verirdi; sanki o bizi, bizde onu tanımıyorduk.»
Yıl içinde İmam Mâlik'in derslerine Medînelilerden isteyen herkes gelirdi. Dersi ister evinde ister mescidde vermiş olsun. Fakat derslerini tamamen evinde vermeye başlayınca, hac mevsiminde dersini dinlemek isteyen hacıların hepsini evi almazdı. Bu bakımdan o, önce Medînelileri kabul eder, bunlara hadîs rivayetiyle fetva verme işini bitirdikten sonra diğerlerinin içeri girmesine izin verirdi. Kimi zaman da evinin önü çok kalabalıklaşmca, memleketlerine göre onları sıra ile içeri alırdı. el-Medarik'te şöyle denilmektedir:
«el-Hasen b. Rabî' der ki: İmam Mâlik'in kapısında idim, onun münâdisi, önce Hicazlılar içeri girsinler, diye çağırdı ve yalnız Hicazhlar içeri girdiler. Sonra Şamlılar girsin, diye çağırdı. Daha sonra da Iraklılar girsin, diye çağırdı. Bu yüzden, onun yanına en son giren ben oldum. Ebu Hanîfe'nin oğlu Hammad da aramızda idi.»
İmam Mâlik, ancak vuku bulmuş mes'eleler hakkında fetva verirdi. Vuku bulmamış mes'eleye, vuku bulması mümkün bile olsa, İmam Ebu Hanîfe'nin verdiği gibi fetva vermezdi. Birisi ona vuku bulmamış bir mes'ele sordu. İmam Mâlik de ona: «Olanı sor, olmayanı bırak.» dedi. Talebesi Îbnu'l-Kâsım derki: «İmam Mâlik, olmamış bir mes'eleye hemen hemen hiç cevap vermezdi. Talebeleri, öğrenmek istedikleri bir mes'eleyi, bir adamın ona gelip bunu olmuş bir mes'ele gibi sorması ve onu hocalarının cevaplandırması için hileye başvururlardı.»
İmam Mâlik, farazi mes'elelerden kaçınmak suretiyle, bilmeksizin ve bir kısım mes'eleleri farzederek, hadîs-i şeriflere aykırı bir şey yapmaktan kendisini korumuştur. Ona göre fetva vermek, âlim için bir imtihandır. Bir âlim, fetva vermeye, ancak, insanları amelî hayatlarında irşad etmek ve onların İslâmiyet dairesinden dışarı çıkmamalarını sağlamak için teşebbüs eder.
O, mes'eleler hakkında fetva verirken yanılmamak için çok titizlik gösterirdi. Bilmediği şeye cevap vermezdi. Hattâ kesin olarak bilmediği bir mes'ele üzerinde, «Bilmiyorum lâ edrî» demek âdeti idi, bu söz onun hatâdan korunmak için sığındığı bir kale idi. Rivayet edildiğine göre bir şahıs ona bir şey sormuş ve kendisinin Mağrib (Kuzey Afrika)'den altı aylık bir yoldan geldiğini söylemiştir. İmam Mâlik bu şahsa: «Seni, benim bilmediğim bir mes'ele için buraya kadar kim gönderdi?» demiştir. O şahıs; «Bu mes'eleyi bilen kimdir?» dediğinde, İmam Mâlik; «Allah kime bildirdiyse odur." demiştir.[22]
Yine Mağribli birisi ona bir mes'ele sormuş, o da: «Bilmiyorum, böyle bir mes'ele bizim memleketimizde vuku bulmamıştır. Hocalarımızdan hiçbirisinden de bu konuda bir şey işitmedik. Fakat, yarın bize tekrar uğra.» demiştir. Ertesi gün adam gelince îmam Mâlik ona; «Sorduğun mes'eleyi bilemiyorum.» demiştir. O şahıs da; «Ey Abdullah'ın babası, beni sana gönderen kimse, yeryüzünde senden daha bilgin birinin bulunmadığını söyledi.» demiştir. Bunun üzerine İmam Mâlik çekinmeden: «Ben, iyi yapamıyorum.» diye cevap [23]vermiştir.[24]
İmam Mâlikin Şahsiyet Ve Karakteri
Bu ilim, o hak ve hakikat yolundan gidiş, kişinin önce şahsiyet ve karakterinden sonra hocalarının irşadı ve içinde yaşadığı çağın kendisini besleyen fikir atmosferinden, daha sonra da şahsî gayretlerinden doğar. İmam Mâlik'in bu sıfatlarının bir kısmını işaret ettik. Fakat kitabımızın hacmi ile İmamımızın şahsiyetine uygun bir şekilde biraz daha geniş bilgi vermemiz gerekiyor. Burada durmak istediğimiz konu, İmam Mâlik'in şahsiyet ve karakteridir. Çünkü bunlar ağacın kökü durumunda olup, diğerleri bu kökten beslenen dallar mesabesindedir. Toprağın içerisinde kök olmazsa, elbette ağacın dalları gelişip serpilme imkânına erişemez.[25]
1- Hafıza Ve Zekâsı
Allah, İmam Mâlik'e sağlam bir hafıza, öğrendiklerini unuİmamak için kuvvetli bir arzu vermiştir. O, İbni Şibab ez-Zührî'den 31 hadîs-i şerif dinlemiş, yazmadığı bu hadîslerin hepsini sonra hocasına anlatmış ve bunlardan sadece bir tanesini unutmuştur. îmam Mâlik'in çağında hafıza ve ezber işine son derecede önem ve itimat gösteriliyordu. İlim, kitaplar vâsıtasiyle değil, bilginlerin ağzından öğreniliyordu. Peygamber (S.A.V)'in hadîs-i şerifleri de kitap halinde yazılmamıştı. Hadîs-i şerifler ancak kalblerde ve bilhassa üstadların hafızalarında bulunuyordu. Dolayısıyla hadîs-i şerifleri öğrenciler, ellerinde kitap halinde bulunduramıyorlardi; sadece onları üstadlarm ağızlarından işiterek öğreniyorlardı.
Şüphesiz kuvvetli hafıza, her ilmî alanda yükselmenin esasını teşkil eder. Çünkü hafıza, âlimin aklını besler ve onun düşüncesine esaslı bir şekilde yardımcı olur. İşte İmam Mâlik, güçlü hafızası sayesinde çağının ilk muhaddisi olmuştur. İmam Şafiî, onun hakkında; «Hadîs gelince İmam Mâlik, sanki ışık saçan büyük bir yıldız olurdu», demiştir. Hocası İbni Şihab da ona : «İlim Dağarcığı» derdi.
İmam Mâlik, hıfzettiği hadîsler üzerinde böyle kuvvetli olduğu halde bir maslahat görmedikçe insanlara hadis-i şerif anlatmazdı. Kendisine, îbni Uyeyne, senden daha çok hadîs biliyor, denildiğinde şu cevabı vermiştir: «O halde bütün işittiğim hadîsleri anlatayım mı? O zaman ben bir ahmak olurum ve insanları sapıtmak istiyor gibi bir duruma düşerim. Benden bâzı hadîsler rivayet edilmiştir. Ben, and olsun ki, bu hadîslerden her biri için bir kırbaç yemek isterdim de o hadîsleri rivayet etmek [26]istemezdim.[27]
2- Sabır Ve Tahammülü
İmam Mâlik, bu güçlü aklı ve sağlam hafızası ile birlikte büyük bir sabır ve metanet sahibi idi. O, ilim tahsili yolunda karşısına çıkan her engeli yenmiştir: İlim tahsil ederken karşılaştığı geçim zorluğuna ve hocaların hiddetine aldırmamış, yazın kavurucu sıcağına, kışın şiddetli soğuğuna katlanmış, sıcak ve soğuk demeden hocadan hocaya koşmuştur. O, talebelerini de ilim uğrunda sabra teşvik ederdi. Ve; «İlim sahibi olanlar, bunu sabırla elde ettiler», derdi. Bir dersinde talebelerine şöyle demiştir: «İlim öğrenmek isteyen herkes, fakirliği yenmek ve ilmi her îıale tercih etmek zorundadır.»
Bu sıfatı, İmam Mâlik'e güçlü bir irade ve sarsılmaz bir azim vermiştir. O, bu sayede hayatın her türlü müşkillerini yenmiş, nefsi ve şehevi arzularına hâkim olmuştur. Onu hiçbir kuvvet ezememiş ve kendisi de hiçbir otorite karşısında zaaf göstermemiştir. İşte bu sayede İmam Mâlik, her yönüyle ilim tahsilini başarmıştır.[28]
3- Îhlâsı
İmam Mâlik'in kalbini hikmet nuruyla aydınlatan sıfatı, İhlasıdır. O, ilim tahsil ederken ihlâs ile çalışmış ve ilmi sırf Allah rızası için tahsil etmiştir. Nefsini, her türlü garaz ve kötü arzulardan temizlemiştir. Hakikati araştırırken de ihlâstan ayrılmamış ve hiçbir şekilde sağa sola sapmadan hakîkata yönelmiştir. Ihlâs, fikre ışık tutar ve bu sayede fikir doğru çizgiden ayrılmaz. Hakikata ulaştıran en kısa yol doğru olan yoldur. Nitekim iki nokta arasındaki en yakın yol da doğru çizgidir. Nefsi arzular kadar hiçbir şey fikri bulandırmaz. Zira nefsî- arzular, bulut gibi hakikatleri örter; aklın onları görmesine engel olur.
İhlâs, ona İlim nurunun, ancak takva ile ciola olan gönülde bulamayacağını kabul ettirmiştir. O, şöyle der: «İlim bir nurdur, ancak takva ve huşu sahibi gönülde yerleşebilir.» İlim tansüindeki fhlftst, kendisini şâz olan fetvalardan Uzaklaştırmtştır. O, apaçık dtelülere dayanan fetvalar verirdi ve şöyle derdi: «En hayırlı şey, açık ve seçik olan şeydir. Eğer iki şey arasında şüpheye düşersen bunlardan en sağlam olanmı al.»
İmam Mâlik, fetva hususunda teenni ile hareket eder" ve çabucak cevap vermezdi. îbni Abdilhakem bu konuda şöyle der: «İmam Mâlik, kendisine bir mes'ele sorulduğu zaman soran kimseye: Sen git, ben bu mes'eleyî inceleyim, derdi. Kendisi de gider bu mes'ele üzerinde dururdu. Kendisine bu hususta, niçin böyle yapıyorsun, diye sorduk. Ağladı ve : Ben bu mes'elelerden dolayı çok çetin bir günle karşılaşacağımdan korkuyorum, dedi.»
O, fetva hususunda kolay ve zor diye bir şey tanımazdı. Ona göre her mes'ele, haram ve helâli açıklamaya dayandığı için zor bir işti. Kendisine birisi bir şey sormuş ve bu mes'ele kolaydır, demişti. Bunun üzerine İmam Mâlik kızmış ve şöyle demiştir: «Kolay mes'ele, öyle mi? İlimde kolay birşey yoktur. Sen Allah'ın «Doğrusu biz, sana, taşınması ağır bîr söz vahyedeceğiz.»[29] âyetini işitmedin mi? İlmin hepsi zordur; bilhassa kıyamet günü mes'ul olunan ilim!»
O, ihlâsı sayesinde apaçık bir nass bulamazsa, bir şeye haram veya helâldir, de.mezdi Fakat, herhangi bir re'ye göre istinbat gerekirse yine haram veya helâl demezdi. Ancak, hoş görmüyorum veya iyi buluyorum, derdi. Çoğu zaman sözüne şu âyet-i kerîmeyi ilâve ederdi: «Biz ancak zanda bulunuyorUz ve yakinen bilemiyorUz.»[30]
îhlâsı onu, Allah'ın dininde münakaşa etmekten uzaklaştırmıştır. O, hiç kimsenin Allah'ın dîninde mücadele etmesini istemezdi. Çünkü mücadele bir nevi savaştır. Allah'ın .çUni ise müslümanlar arasında savaş alanı olmaktan münezzehtir. Mücadele, çoğu zaman mücadele edenlerin şuursUzca kendi fikirlerine taassup göstermelerini doğurur. Taassup ise, mutaassıp insanın görüşünü bir tek yöne mahkûm eder; o da, bu yüzden ancak tek taraflı düşünür. İmam Mâlik'e göre mücadele alimlerin şeref ve haysiyetine yakışmaz. Çünkü, dinleyiciler, onlara, birbirini yenmek için söz yansı yaparken döğüşmekte olan iki horoz nazarıyla bakarlar. Bu hakikati, Halife Harun er-Heşid'in yüzüne karşı, İmam Ebu Yûsuf da söylemiştir. Hânın er-Reşid ona: Hadi münazara ve mücadele et, dediği zaman Ebu Yusuf: «İlim, horoz ve vahşî hayvanlar gibi boğuşma vâsıtası değildir», demiştir.
İmam Mâlik, mücadeleden nefret ettiği için insanları da bundan çok nehyeder ve şöyle derdi: «Mücadele, kalbi katılaştırır ve kin tohumlarını eker.» Yine O; «Dinde münakaşa ve mücadele, kulun kalbinden ilim nurunu götürür», derdi. Kendisine, sünneti bilen bir insanın sünneti savunmak için münakaşa etmesi doğru mudur? diye sorulduğunda; «Hayır, ancak sünneti tebliğ eder, muhatabı bunu kabul ederse ne a'lâ, etmezse susar», demiştir. İmam Mâlik mücadelenin, mücadele edenleri dînin hakîkatmdan Uzaklaştıracağına kaani idi. O, bu konuda şöyle derdi: «Bir mücadeleciden daha mücadeleci olan birinin her gelişinde Cebrail'in getirdiği (Kur'ân) bizi terketmektedir.» îmam Mâlik mücadeleyi menettiği halde, dayandığı delili açıklamak için ihlâs sahibi bâzı bilginlerle tartışmalarda bulunurdu.
İmam Mâlik'i, dîne karşı olan ihlâsı, Peygamber (S.A.)'den çok hadîs rivayet etmekten alıkordu. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi o, çok fetva vermekten de sakımrdı. Ancak, insanlar arasında vuku bulan mes'eleler hakkında fetva verirdi.[31]
İmam Mâlik Ve Kadılar:
İhlâs ve temiz kalbliliği, İmam Mâlik'i kadı ve kadıların verdiği hükümlerle ilgili mes'eleler hakkında fetva vermeye sevketmiş-tir. Talebesi îbni Vehb der ki: «İmam Mâlik'e kadıların işi sorulduğunda onun, bu sultanların metaldir, dediğini işittim!» O, kadıların hükümlerini tenkit etmezdi. İşte o, bu tutumu ile Ebu Hanîfe'-den ayrılmaktadır. Her ikisi de mesleğinde ihlâs sahibi olduğu halde, Ebu Hanîfe'yi fıkıh ve dine karşı olan ihlâsı, Kadı Abdurrahman b. Ebî Leylâ'nın verdiği hükümleri derslerinde tenkit etmeye sevket-miştir. Hattâ İbni Ebî Leylâ, İmam Ebu Hanîfe'yi vali ve hükümdarlara şikâyet etmek zorunda kalmış ve derin bir fıkıh bilgini olan Ebu Hanîfe'nin bir müddet insanlara fetva verme hürriyetini kısıtlayan bir emir bile çıkarılmıştır.
İmam Mâlik'i de ihlâsı, alenen kadıların verdiği hükümleri tenkit etmemeye sevketmiştir. Çünkü bu hükümleri alenen talebe ve arkadaşları arasında tenkit etmesi, halkın kadılara karşı isyanına sebep olacak, bu yüzden de kadıların heybet ve itibarları sarsılacak, dolayısıyla münazaa konusu olan mes'elelerin önüne geçilemiyecektir.
İşte ihlâsa dayanan ayrı ayrı ve birbirine zıt iki tutum... îhlâs birincisini ilim ve hakîkata, ikincisini de nizam ve insanlar arasındaki ihtilâfları halletme cihetine sevketmiştir.
Eğer biz, bu iki tutumdan birini tercih etmek zorunda kalırsak, elbette hicret yurdunun İmamı olan Mâlik'in tutumunu tercih ederiz. Bilhassa onun kadılara devamlı öğüt verme, onları daima apaçık hakîkatlara ulaştırmak için irşad metodu çok önemlidir. Böylece o, verilen hükümleri küçümsemeksizin kadılara, doğru yolu gösteriyordu.[32]
4- Firaseti
İmam Mâlik, mes'elelerin içyüzüne ve insanların ruhlarına nüfUz etmesini sağlayan güçlü bir firasete sahipti. O, bu sayede insanların davranışları sırasında ruhlarında gizledikleri şeyleri ve sözlerindeki eğrilikleri bilirdi.
Firaset, öyle bir sıfattır ki şahısta kuvvetli bir duygu, aklî ve ruhî bir uyanıklık, keskin bir basîret, organlarla yapılan hareketleri sıkı bir şekilde tetkik ve sağlam bir akla dayanan zengin tecrübeler sayesinde meydana gelir. İşte bütün bunları, herşeyi bilen Allah, İmam Mâlik'e lütfetmiştir. O da, bunları gördüğü eğitim ile kuvvetlendirip geliştirmiştir. İmam Şafiî, îmam Mâlik'in firaseti hakkında şöyle der: «Medine'ye geldim, İmam Mâlik'le görüştüm, beni dinledi ve bir müddet iyice bana baktı; onun kuvvetli bir firaseti vardı. Sonra bana: Adın ne? dedi, ben de; Muhammed'dir, dedim. Ey Muhammed, dedi, Allah'dan kork, günahlardan sakın, çünkü senin ileride yüksek bir şanın olacaktır.»
Şahısların ruhlarına nüfz eden ve onların işlerinin içyüzünü açığa çıkaran firaset, insanları irşad ve terbiye etmek için ileri atılan kişileri yücelten sıfatlardandır. Çünkü bu kişiler, o sayede insanların hastalıklarının gizli taraflarını kavrar ve onlara şifâ verici ilâcı ve hazmedebilecekleri yararlı gıdaları verirler. Bu suretle ruhun şifâ, selâmet ve kuvveti tamamlanmış olur.[33]
5- Heybeti
Bütün rivayetler, îmam Mâlik'in heybetli bir şahsiyet sahibi olduğunda birleşir. Hattâ onun meclisine gelen bir şahıs, orada bulunanlara selâm verdiği zaman hiç kimse yüksek sesle onun selâmını alamaz ve herkes, gelen bu şahsa sessizce oturmasını işaret ederdi.
Geten şahıs, bu durumu tuhaf bulurdu. Fakat gözü İmam Mâlik'e ilişip onun keskin bakışlarının etkisi altına girince, öbürleri gibi o da yerini alır ve sessizce otururdu. Sanki ötekiler gibi onun da bağında bir kuş bulunurdu (yani, kıpırdamadan dururdu.)
Medine valisi, önün heybetinden korkar ve sadece onun hUzurunda küçülürdü. Halîfelerin çocukları da îmam Mâlik'ten korkarlardı. Hattâ rivayet edildiğine göre, İmam Mâlik, Halîfe Ebu Ca'fer el-Mansur'un meclisinde bulunuyordu. Bu sırada bir çocuk içeriye girip çıkıyordu. el-Mansur, İmam Mâlik'e: Bu kimdir biliyor musun? dedi. O da: Hayır, diye cevap verdi. el-Mansur: Bu benim oğlumdur, senin heybetinden korkuyor, dedi. Hattâ halîfeler kendileri bile onun heybetinden korkuyorlardı. Yine rivayet edildiğine göre Halîfe el-Mehdî onu davet etmişti. Meclis çok kalabalık ve oturacak yer yoktu. Nihayet îmam Mâlik gelince cemaat bir tarafa çekilip ona yer verdiler. O da Halîfenin yanına kadar ilerledi. Halîfe de oturduğu yerden bir tarafa çekilip ayaklarını toplayarak îmam Mâlik'e yer açtı. îşte Medine fakîhlerînin başı olan îmam Mâlik böyle heybetli idi. Onun nüfUzu valilerden 'daha fazla idi. Kendisi bir sultan olmadığı halde onun meclisi, sultanların meclisinden, tesir bakımından, daha kuvvetli idi. Çağdaşı bir şair onun hakkında şöyle der:
«Ona cevap verilmez, heybetinden soru sorulmazdı.
Hep eğik olurdu soru soranların başları.
O, vakarın edebi, takva sultanının şerefidir.
Boyun eğilmiş ona, saltanat sahibi olmadığı halde.»
Bu heybetin sun nedir? Bir şahıs, her ne kadar aklî ve bedeni sıfatlara sahip olursa olsun bunlar, bizim ona heybet sıfatını ispat etmemize yetmez, insanlardan öyleleri vardır ki, bütün bu sıfatlara sahip oldukları halde heybet sıfatından yoksundurlar. Bunun için diyebiliriz ki, bu heybetin sebebi ruhî bir kuvvettir. Allah, bâzı insanlara başkaları üzerinde öyle ruhî bir tesir vermiştir ki bu tesir,, onları ruhlar üzerine, hâkim İçilmiştir. Onların sözleri gönüllerde yer eder. Onlar konuşurken sözleri, sanki ruhlara nakşolunur. Allah İmam Mâlik'e İşte buvrûhî kuvveti ihsan etmiştir.
îmam Mâlik'in bütün hayatı onun bu ruhî kuvvetini artırmakta, geliştirmekte ve ortaya çıkarmakta idi. Akla uygun bir yaşayış, geniş ufuk, ileri görüş, derin ilim, nefse hâkimiyet, keskin basiret, güzel ahlâk ve az söz, İmam Mâlik'in sıfatları arasındadır. Çünkü çok konuşmak, inşam hataya düşürür ve hatâya düşmek de heybetin yansım götürür. Bunlara ilâveten îmam Mâlik, yardakçılık, riyakarlık gibi huylardan tamamen Uzak olup takva sahibi ve doğru sözlü idi, O, giyim ve kuşamına çok önem verir ve ev eşyasına da , dikkat ederdi. En güzel elbiseleri giyer, temizliğe son derecede itinâ gösterirdi. Ona, Allah,. bedenî bir üstünlük vermiştir. Bedenî yapısı da çok yakışıklı idi. Bir talebesi onu şöyle tanıtır: «îmam Mâlik, Uzun boylu, iriyarı, büyük kafalı, gayet ak saçlı ve ak sakallı, iri gözlü, yakışıklı, güzel" ve iri burunlu, geniş ve Uzun sakalı göğsüne kadar inmişti. O, bıyığını üstten kısaltır ve tamamen kesmezdi. Çünkü bıyığın tıraş edilmesini sevmezdi. Bıyığının iki yana doğru uçlarını Uzunca bırakırdı. Bir şeye önem verdiği zaman bıyığını burar ve bu hususta Uz. Ömer'in bıyığını kıvırmasını delil olarak ileri sürerdi.»[34]
îmam Mâlik'in bedenî yapısı ve karakteri İşte böyle idi. Ahlâkı ve yaşayışı da heybetini artırmış ve onu sultanlardan daha yüksek bir heybet sahibi yapmıştır... Endülüslü bir şahıs yanma gelip onu görünce şöyle demiştir: «Abdurrahman b. Muaviye[35]'den korktuğum gibi hiç kimseden korkmamıştım. Fakat, İmam Mâlik'in yanma gelince ondan öyle korktum ki, onun heybetine nisbetle Abdurrahman b. Muaviye'nin heybeti gözümde çok küçüldü.»[36]
İmam Mâlikin Yaşayışı Ve Geçim Kaynağı
Menkıbe ve haltercemesi kitapları, îmam Mâlik'in talebelik çağında geçimini nereden sağladığım ve ailesinin gelir kaynaklarını tam olarak ve açıkça biîdirmemektedir. Fakat, bize gelen dağınık haberlerin toplamından faydalanarak tatmin edici olmasa bile, onun gelir kaynaklarını açıklamak mümkündür.
Âlimler, îmam Mâlik'in babasının ok imalâtçısı olduğunu zikrederler. Fakat oğlu bu sanatta çalışmamış, amcaları ve kardeşi gibi o da kendisini hadîs rivayetine vermiştir. Söylendiğine göre kardeşi hem hadis tahsil ve rivayetiyle, hem de ipek ticaretiyle uğraşmıştır, îmam Mâlik de ona ticarî işlerinde yardım etmekteydi. Bu, onun ilimle uğraşmasına engel teşkil etmez. Bilginlerin tercih ettiği görüş, îmam Mâlik'in de ticaretle meşgul olduğu yönündedir. Talebesi Îbnu'l-Kâsım; «İmam Mâlik'in 400 dinar altını vardı. Bununla ticaret ederdi. Maişetini de buradan sağlardı», der.[37]
Bu haberler ne olursa olsun, gerçek olan şudur ki, îmam Mâlik tahsil çağında maddî bakımdan biraz sıkıntı çekiyordu. Nihayet ilim sahibi olduktan sonra durumu, halife ve valilerce duyulup şöhreti artınca ona bir maişet genişliği vermiştir. O, yalnız halîfelerin ihsanlarını kabul eder ve ondan aşağı mevkide olanlardan bir şey almazdı. Kendisine, hükümdarların yaptığı malî yardımı kabul etmek hususunda sorulan soruya şöyle cevap vermiştir: «Halîfelerden hediye ve ihsan almakta bir mauzur yoktur. Onlardan aşağı olanlardan almak iyi değildir.»
Bazıları, îmam Mâlik'in çok hediye kabul ettiğini söylerler. Hat-tâ rivayete göre Harun er-Reşîd ona üçbin dinar ihsanda bulunmuştur İmam Mâlik'e; «Ey Abdullah'ın babası, Emîru'l-Mü'minînden üçbin dinar alıyormuşsun?» denildiğinde şöyle cevap vermiştir: «Eğer âdil bir" hükümdar olup insaflı ve mürüvvet sahibi ise onun ihsanını kabul etmekte beis görmüyorum,'» Bu ifade gösteriyor ki İmam Mâlik ancak insaflı ve ikramda bulunduğu kimselerin izzeti nefsini rencide etmeyen mürüvvet ehlinden hediye kabul ederdi. O, aldığı bu hediye ve ihsanlarla muhtaçların ihtiyaçlarını giderir ve ilim tahsil etmek için kendisine sığman talebelerin nafakalarını temin ederdi, îmam Mâlik'in talebelerinden bir kısmı ona sığınmışlar ve onun gölgesinde tahsillerine devam etmişlerdir. İmam Şafiî bunlardan biri olup dokUz yıl îmam Mâlik'in himayesinde okumuştur. Daha önce bâzı sahâbîler, halîfelerin hediyelerini kabul ederlerdi. Bâzıları bu sahâbîlere, halîfelerin hediyeleri hakkında soru sorduklarında onlar şöyle cevap vermişlerdir: «Yemesi bize, günahı da onlara aittir..»
Gerçekte âlimlerin Beytu'l-Malda hakları vardır. Çünkü onlar, kendilerini ilim ve insanları irşâd hizmetine vakfetmektedirler. O halde bu ilim adamlarıyla ailelerinin yetecek kadar rızıklarmı Beytu'1-Maldan temin etmek gerekir. Bununla beraber îmam Mâlik, halîfelerin hediyelerini kendisi aldığı halde başkalarını bundan men-ederdi. Çünkü kendisi başkalarında bulunmayan bir niyete sahipti. Ayrıca o, bu hediyeleri, İslâm ve müslümanlara yapmış olduğu bir hizmet karşılığı olarak, kabul ediyordu. Başkaları ise hiçbir iş karşılığı olmaksızın hediye alıyorlardı. Fakat o, bu mesele üzerinde fazla bir şey söylemezdi. Çünkü, münakaşayı pek sevmezdi. Kendisine hediye hususunda soru soran birisine; «Alma!» diye cevap vermiştir. O da; «Sen alıyorsun ya!» deyince, îmam Mâlik şöyle cevap vermiştir: «Sen, benim, hem kendi günahımı, hem de senin günahını yüklenmemi mi istiyorsun?».
İmam Mâlik'e Allah güzel ve refahlı bir hayat nasip etmiştir. Bu ni'metin eserleri onun giyiminde, mesken ve yaşayışında daima göze çarpardı. O, «Allah'ın ni'met verdiği kimsenin, bilhassa ilim sahibinin üzerinde bu ni'metin eserlerini görmemek, benim hiç hoşuma gitmiyor», derdi.
İmam Mâlik, yiyeceği şeylere dikkat ederdi. Kaba saba şeyleri yemezdi. Gıdasız da kalmazdı. Haddini aşmamak şartıyla güzel gıdalarla beslenirdi. Her gün iki dirhem değerinde et yemeye önem verirdi. O çağda etin ucUzluğu gözönüne alınırsa, iki dirhem değerindeki et az değildir. O, yemek hususunda zevk sahibi idi. Her çeşit güzel yiyecekleri çok iyi seçerdi. Bilhassa muz, çok hoşuna giderdi ve mUz hakkında şöyle derdi: «Cennet meyvelerine, hiçbir meyve muz kadar benzemez. Kış yaz demeden bulunca onu yiyiniz. Kur'an-ı Kerîm'de cennet meyveleri hakkında-, «Yemişleri ve gölgeleri daimdir.»[38] buyurulur.»
İmanı Mâlik, giyimine de önem verirdi. Güzel ve beyaz elbiseleri tercih ederdi. el-Medârik'te bu konuda şöyle denilmektedir: «îmam Mâlik Aden, Horasan ve Mısır işi pahalı kumoşlardan elbiseler diktirirdi.»[39] O, aynı zamanda elbiselerinin temiz olmasına çok dikkat ederdi.
Mesken işine de önem verirdi. Evindeki döşemeler iyi cinsten olup her türlü rahatlık imkânları mevcuttu. Evinin içerisinde sağlı sollu minder yastıklar vardı. Kureyş, Ensâr ve eşraftan gelenler bunların üzerine otururdu.
îmam Mâlik, her zaman güzel bir kıyafetle dolaşırdı. Güzel kokular sürünür ve kendisine lâyık bir şekilde süslenirdi. el-Medârik'te anlatıldığına göre O, hiçbir zaman pe)mürde elbise ile halkın huzuruna çıkmazdı. Yine el-Medârik'te şöyle denilmektedir: «İmam Mâlik, sabahleyin erkenden elbise ve sarığını giyinirdi. Ne ailesinden, ne de arkadaşlarından hiç kimse onu sarıksız görmezdi. Yine hiç kimse, onun halkın göreceği yerlerde yiyip içtiğini görmemiştir.»[40]
Birisi şöyle düşünebilir: Eefah içerisindeki bu hayat, din adamlarının dünyadan yüz çevirme ve zühd sahibi olma gibi halleriyle bağdaşmamaktadır. Yine bu hayat, din adamlarının kılık ve kıyafetine değil, hak ve hakikate önem vermesi gerekir, düşüncesiyle de bağdaşmamaktadır. Bu hayat, daha çok sultan ve hükümdarların yaşayışına benzemekte, maddeyi değil mânayı, cismi değil ruhu gaye edinen bilgin ve din adamlarının yaşayışına uymamaktadır. îlk görünüşte bunlar doğrudur. Fakat, İmam Mâlik'in hayatı ve içinde bulunduğu şartlar yakından incelenirse anlaşılır ki o, bu yaşayişıyla ziyneti! bir hayat geçirmeyi veya kibir ve gurur satmayı gaye edinmemiştir. Ancak o, bununla ruhi yüksekliği, küçük düşürücü şeylerden uzaklaşmayı, fikir ve irşad hayatında böyle bir yaşayışın kendisine yardımcı olmasını ümid etmiştir.
Çünkü, haddini aşmaksızm gıda maddelerinden tam olarak istifade etmeyen kişinin âsâb*ı normal olamaz; aksine o, ruhî ve fikrî sarsıntılar geçirir. Çoğu zaman yanlış düşünme, kötü beslenmeden ileri gelir. Aynı zamanda Allah, bize helâl kıldığı şeyleri nefsimize haram kılmamayı emretmektedir. Ziynet de, kibirlilik vâsıtası olmazsa, aslında güzel bir şeydir. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulmuştur: «De ki, Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti, temiz ve hoş nzıkları kim haram kılmıştır?»[41]
Zâhidlerin zahidi Uz. Muhammed (S.A.) güzel yemekleri tercih eder, açgözlülük ve boğazına düşkünlük göstermezdi.
Burada şunları da hesaba katmalıyız: îmam Mâlik, böyle müreffeh bir hayat sürmekle beraber, eline geçen şeyleri veya kazanç sahibi olduğu günlerdeki gelirlerini, yahut da halîfelerin gönderdiği ihsanları tamamen ihtiyacı olanlara dağıtırdı. Hattâ oturduğu ev kendisinin mülkü olmayıp kiralıktı. Gerçi hayatının ilk devresinde kendisine miras olarak intikal eden bir evi vardı. Sonra bunu satmıştır.[42]
Hükümdarlarla Îlişkisî
İmam Mâlik, Emevî Devletinin parlak devrinde, bu devletin çöküş günlerinde ve Abbasî Devletinin güçlü olduğu çağda yaşamıştır. Bu devletin her ikisi de hilâfet adı ile hükümet ediyordu. Fakat aslında, bunların hükümetleri babadan oğula intikal eden birer saltanat idi. Hilâfetle saltanat arasında büyük fark vardır. Hilâfetin esası sûra (meşveret) dır, babadan oğula kalan istibdat saltanatında şûranın yeri yoktur. Fakat îmam Mâlik, ancak bu saltanata benzeyen hilâfet devrine yetişmiştir. O, ortaya çıkan birçok fitnelere şahit olmuştur. Haricî fitnelerini, Hişam b. Abdilmelik devrindeki fitneleri, bundan sonra meydana gelen olayları ve nihayet iktidarın Abbasîlere geçişini görmüştür. O, hayatında şu iki hususun kendisine bir görüş kazandırdığını mülâhaza etmektedir:
1 — Fitneler sebebiyle sayısız zulüm ve haksızlıklar meydana gelmektedir. Zira fitne)ler anarşiyi umumileştirmektedir. Bir saatlik anarşi içerisinde, senelerce süren istibdat içerisinde işlenmeyen zulüm ve haksızlık işlenmiş olur.
2 — Adaletli hükümdarlar —şûra ve seçimle işbaşına gelmese bile— maslahata uygun olabilir. Meselâ; Ömer b. Abdilaziz böyledir. Müstebit hükümdarların istibdatları arasında onun merhameti, sabâ yeli gibi dalgalanmaktadır. Bu halîfe, zulümleri yok etmiş, bütün insanlara kendi ailesinin fertleri gibi adaletle hükmetmiştir. Bunun içindir ki îmam Mâlik, onu âdil idarenin numunesi sayardı, İmam Mâlik'e ilk Abbasî devrindeki isyan hareketlerinden sorularak halîfeyle mi, isyancılarla mı savaşmak gerekir? denildiğinde şu cevabı vermiştir: «Eğer isyancılar Ömer b. Abdilaziz gibi bir halîfeye karşı ayaklanmışlarsa onlarla savaşmak gerekir. Aksi takdirde onları Allah'a bırakınız. Allah önce bir zalimden başka bir zalim vasıtasıyla intikam alır. Sonra da her ikisinden intikam alır.»
Bu yüzden İmanı Mâlik, fiilî olarak siyasetten uzak kalmış, ne isyancılarla ne de hükümdarlarla birlik olmuştur. Fitneye asla sebebiyet vermediği gibi zalimi de desteklememiştir. îmam Mâlik, hükümdarın istibdat ve azgınlık ettiğini görürse bunu halkın durumuyla ilgili bulurdu. Çünkü halk, âdil olup haklarını bildiği, vazifelerini yerine getirdiği, hükümdarlarını kontrol ettiği ve iyiliği emredip kötülüğü yasakladığı halde, başına müstebit ve zalim bir hükümdar geçmez. Onun bu görüşü umumî ve üstün bir görüştür. Peygamber (S.A.) de; «Nasıl olursanız öyle idare edilirsiniz.» buyurmuştur. Nitekim Kur'an'da da: «Bir kavim, nefislerindekini değiştirmedikçe şüphesiz kî Allah da onun durumunu değiştirmez.»[43] buyurulmuştur.
îmam Mâlik başta olmak üzere, fakihlerin çoğuna göre, zalim hükümdarlara karşı fitne yaratacak şekilde ayaklanmak doğru değildir. Fakat, böyle bir hükümdarı değiştirmek için çalışmak gerekir. Fitne ve anarşi çıkarmaksızm zalim hükümdarı değiştirmek için çalışmayan ümmet, toptan günahkâr olur. Fitnelerin gürültü ve patırtısı içerisinde ise gerçeğin sesi işitilmez, nefsi ve şehevî arzulara uyulur, tedavi edilecek yerlere kılıç darbeleri indirilir. Bu durumda mü'min için kılıcını alıp taşa çarpmak daha iyi olur.
Bu itibarla, zulmün hâkim olduğu devirlerde âlimler halkı irşad etmek, ona gerçek dini öğretmek, onun vicdanını geliştirmek, onu şeref ve izzeti nefis sahibi yapmak cihetine gitmişlerdir. Ayrıca imkân dâhilinde hükümdarlara doğru yolu göstermek, hakkın sesi duyulmaz olunca da menfî bir vaziyet almak yönünü tercih etmişler? dir. Bütün mü'minler zalimlere karşı menfî bir vaziyet alırsa, onlar zulümlerine devam ve azgınlıklarında ısrar edemezler. Fakat çoğu zaman —hattâ her zaman— zalimler, kendilerini her yönden destekleyen, zulümlerini adalet, fesatlıklarını ıslah, halka yaptıkları baskıyı saygı ve i'zaz diye adlandıran kimseleri bulmakta zorluk çekmezler.[44]
Mihneti
İmam Mâlik, fitnelerden uzak durmasına ve onları desteklemekten kaçınmasına rağmen Abbasîlerin İkinci Halifesi Ebu Ca'fer el-Mansur devrinde şiddetli bir mihnete (işkenceye) uğramıştır. Bütün tarihçiler o büyük âlimin böyle bir mihnete uğradığını kabul ederler. Râvîlerin ekserisine göre onun başına gelen bu mihnet, 146 H. -yılında olmuştur. Tarihçiler bu mihnetin sebebi üzerinde ihtilâfa düşmüşlerdir. Kimisine göre bu mihnetin sebebi şudur: İmam Mâlik müt'a nikâhının haram olduğuna dair fetva verirdi. Mut'a nikâhı, kişinin bir kadınla, belirli bir müddet içinde ona muayen bir ücret vermek suretiyle birlikte yaşamak üzere, yaptığı muvakkat bir akittir. E