Şimdi hayal edin lütfen…Osmanlı’nın başında “Şah”lıkta değil, “kulluk”ta varlık arayan Fatih Sultan Mehmed vardır…
“Bir Şah’a kul oldum ki, cihan ana gedadır” mısralarını yazan derin tefekkür sahibi genç Padişah, kaderin kendisine sunduğu dünya nimetleriyle tatmin olmamış, maneviyat önderlerinin sohbetlerinde saadet aramaya çıkmıştır… Kâh Ak Şemseddin’in huzurundadır, kâh Molla Gürani’nin ya da Molla Zeyrek’in tasavvuf meclislerinde…
Derken, büyüklüğünü duyduğu halde hiç görmediği Ebul Vefa’nın alevi gönlüne düşüyor… Önce Vefa semtine bir külliye yaptırıp armağan ediyor… Duasını alıyor…
Vakit artık yüz yüze görüşme vaktidir: “Bu kadar yakınımızdayken, yüz yüze feyz almamak olmaz!” diyerek hazırlanıyor…
Toprağın diriliş müjdesine dönüştüğü, İstanbul’un bahar kokuları sürdüğü günlerden bir gün, Doğu Roma fatihi yanına iki muhafızla, arkadaşı, sırdaşı ve hocası Zağanos Paşa’yı da alarak Vefa’ya gidiyor.
Vakit öğle sonrasıdır. Niyeti, Şeyh’in imamlığında ikindi namazını kılıp dersine oturmaktır.
Cins atlar dergâhın kapısında duruyor, şanlı binici ile yoldaşı, acele etmeden atlarından inerken, muhafızlardan biri çoktan eşiği açmış, Hünkâr’ın geldiğini Şeyh’in müritlerine müjdelemiştir.
Oysa o sırada Şeyh Efendi, yakın müritlerinden birine, kapıya gelen hasretlisiyle görüşmeyeceğini fısıldamaktadır: “Gelen ziyaretçimizi lisan-ı münasiple geri gönderin. Şu sıralar mizacım devletlülerle muhabbete müsait değildir.”
Bu, “Padişah-ı Cihan’la görüşmeyeceğim” demektir.
Şeyh’i sorgulamak hangi müridin haddi? Şaşkın şaşkın huzurdan çıkıp aldığı talimatı dergâhın misafirlerine ulaştırmaya gidiyor.
Fakat ne görsün?.. Koskoca cihan Padişahı tüm rütbelerinden, tac u tahtından arınmış, dervişane bir teslimiyet içinde kapı önünde el bağlayıp boyun bükmüştür.
Kılık kıyafeti, dervişlerin kılık kıyafetinden farksızdır. Duruşu mahşer duruşudur. Bu haliyle o “Padişah” değil, “Doğu Roma Fatihi” hiç değil, Peygamber müjdelisi bile değil, sadece bir “kul”dur: Şeyhine “teslim” olmaya gelen bir derviştir yalnızca…
Şeyh’in müridi ne diyeceğini şaşırıyor. Kelimeleri bir türlü toparlayamıyor. Bu yüzden de ne dediği pek anlaşılmıyor. Ama çoktan anlayan anlamıştır, bir türlü söylenemeyeni… Anlamış da, dudaklarında acı mı acı, hüzünlü mü hüzünlü, yakıcı mı yakıcı bir tebessüm gölgelenmiştir…
Aynı anda dergâh ikindi ezanına durmuş, yanık sesli bir müezzin, Allah’ın varlık, birlik ve yüceliğini haykırmaya başlamıştır: “Allah ü Ekber… Allah ü Ekber!..”
Padişah, huşu içinde ezanı dinledikten sonra: “Anladık” diyor, “gayr-i Müslimlerin bile kabul buyrulduğu dergâha, biz Padişah olaraktan henüz liyakat kesbedememişiz.”
Oysa ne umutlarla gelmiştir buraya, neler neler düşünmüştür. Vaktiyle Ak Şemseddin Hoca’sına söylediklerini buna da söyleyecek: “Şeyhim, sana bir hacet içün geldüm ki, birkaç gün beni halvete koyup (dersine alıp) irşâd eyleyesün. Bir dem senun dersunde bulunma lezzeti cihan padişahlığından aglebdur (üstündür)” diyecektir.
Gerçi, Ak Şemseddin bu sözlerinden hiç memnun olmamış, kovmaktan beter etmişti. Söyledikleri aynen aklından geçiyordu: “Meşâyih-i izâmın halvetinde (şeyhlerin sohbetinde) bir lezzet vardır ki, ana dahil olan emr-i saltanat gözünde olmayub, dünya gözünden silinub saltanattan geçub gitmek mukarrerdir (bir şeyhe mürit olmak padişahlıktan daha lezzetlidir. Bunun tadını alan bir padişah, padişahlıktan vaz geçer). Bu sebeple ahval (durumlar) bozulub, her birimiz bu hale sebeb olmakla Allah’ın gazabına uğrayarak günahkâr olmak lâzım gelür… Sen makamının icabı üzre adl ü insaf içinde ol.”
Yirmibir yaşında dünyevi kudretlerin zirvesine ulaşmış bir Padişah’ın gurura kapılmadan şeyhlerin dergâhında varlık araması, padişahların yetişme tarzı hakkında bir fikir verebilir.
Dervişliği padişahlığa tercih ettiren böyle bir ihlâs ve feragat acaba hangimizin nefsine sığar?
Bu soruyu cevaplandırabilmek için, önce, hayata ve insana iman perspektifinden bakmanın anlamını çözmek gerekiyor.
Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit