Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.) Hayatı

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı yunushan

  • ****
  • Join Date: Eki 2008
  • Yer: İstanbul
  • 251
  • +23/-1
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.) Hayatı
« Yanıtla #10 : 12 Kasım 2010, 18:19:04 »
KEMAL EDİP BEYİN NATI VE ŞİİRİ

     Milli eğitim bakanlığı Müsteşarlığından emekli Kemal Edip Kürkçüoğlu Hazrete ihvan olmuştu. Kabı da müsait olunca çok kısa zamanda kabını doldurmuştu. (Allah gani gani rahmet eylesin)
     Kendisi Nebî (s.a.v.)'e bir naat ve Sami Efendimize bir şiir yazıyor. Bu şiir ve natı dinleyen ihvandan bir kimse, rica edip birer fotokopilerini alıyor. Bu fotokopileri alan zat bununla ilgili yaşadığı şu anıyı naklediyor:
     Umreye gelmiştim. Nebi (s.a.v.)’i ziyaret ederken aklıma geldi ki; Kemal Edip beyin natını şu huzurda okuyayım dedim ve okudum. Sonra dedim ki Sami Efendimiz ile ilgili yazdığı şiiri de okuyayım dedim ve onu da okudum. Sonra hatırıma geldi ki şu günü de bir not edeyim, dönüşte Kemal Edip Beye söylerim ve “filan gün ikindi namazına müteakip muvacehede natı ve şiiri okudum” diye not ettim.
     Umre dönüşü Kemal Beyin evine telefon açtım. “Üstaz var mı? diye sordum.”
Hanımı dedi ki “ üstaz sizlere ömür vefat etti.”
     Hangi gün hangi saatte vefat ettiğini sorunca; benim Efendimiz (s.a.v.)’in huzurunda yazdıkları natı şiiri okurken kendisinin de vefat etiğini öğrendim. (Allah rahmet gani rahmet etsin)
     Kemal Edip Beyin vefatında böyle bir var.

HAYVANIN HALLERİNE VAKIF OLMASI

     Nebî (s.a.v.) Efendimizin torunu Hüseyin (r.a.)’in oğlu Zeynel Abidin Hazretleri, atının üzerinde bir yere giderken dağdan bir kurt gelip yanına yanaşıyor. Hazretin ayaklarına başını sürüyor. Zeynel Abidin Hazretleri de kurdun başını okşuyor. Sonra kurt dağa doğru koşarak hazretin yanından uzaklaşıp gidiyor. Yanındakiler Hazrete “ o size ne söyledi, siz ona ne cevap verdiniz” diye sorunca; Zeynel Abidin Hazretleri “ kurt yanıma gelerek lisanı hal ile durumunu arz etti. Eşi hamile imiş doğumda da biraz zorlanıyormuş. Doğumun kolay geçmesi için benden dua talep etmeye gelmiş” diye buyurmuşlar.
     1970’lerde Efendi Hazretlerini, Peugeot marka arabamla İnegöl deki geyikli baba hazretlerini ziyarete götürmüştüm. Hazret arkada oturuyor, arabayı da ben kullanıyordum. Tabi o zamanlarda bugünkü gibi asfalt yol yoktu. Toprak stabilize yol vardı. Türbeye doğru çıkarken birden “pak, küt” diye sesler geldi. Acaba o bozuk yolda farkına varmadan bir yere mi vurdum diye kortum. Sağa sola baktım bir şey göremedim. Sonra arkaya hazrete baktım ki ne göreyim, (af buyurun) kocaman bir öküz hazretin oturduğu yere yanaşmış, boynuzlarıyla cama vuruyor. Hazret eliyle öküzün boynuzlarıyla vurduğu camı mess ettiler. Hazret eliyle mess edince hayvan ayrılıp gitti. Sonra buyurdular ki “ ehh hayvan hâl diliyle derdini izah etti”. (Allah şefaâtlerine nail etsin)

AYAĞI KIRILAN KÖPEK

     Sami Efendimiz Erenköy’deki evinin bahçesinde otururlarken demir bahçe kapısından tıkırtılar geldiğini fark ediyor. Kapıyı açan Efendi Hazretlerinin karşısına ayağı kırık bir köpek çıkıyor. Köpeği içeri alan Efendi Hazretleri, yukarıdan köpeğin ayağını tedavi etmek için sargı bezi, krem, tahta vs. getiriyor. Köpeğin kırılan ayağını titizlikle temizleyerek tahtaları da sıkıca ayağına bağlıyor ve böylece onu tedavi ederek hayvanı gönderiyor.
     Aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra aynı hayvan Efendi Hazretlerinin yanına tekrar geliyor. Bu defa (burada kırılan ayaklar tedavi oluyor diye) ayağı kırılan başka bir köpeği getirmiş…

ALTIN VE GÜMÜŞ ÇATAL KAŞIĞA HAZRETİN VERDİĞİ ŞAHESER DERS

     Bir gün, yeni bir ihvanın evine yemeğe gitmiştik. O zat namaza ve abdeste de yeni başlamış, bu yolun usul ve kaidelerine pek vakıf değil idi. Hazrete ikram olsun diye sofraya altın suyuna batırılmış çatal kaşık koymuştu. Ev sahibi yemekleri getirince Hazret “ben çorba almayım” dedi. Sonra yapılan ikramlardan börek, baklava vs. gibi elle yenebilecek şeylerden elleriyle aldılar; çatal, kaşık ve bıçak kullanmadılar.
     Yemek bitip ayrılınca ev sahibi “Neden Hazret, ikram edilen şeylerden almadılar şunları elle yediler?” diye sorunca ona “ bak sen altı suyuna batırılmış çatal kaşık getirmişsin. Nebi (a.s.v) Efendimiz “Altın kaptan yemeniyiz ve içmeyiniz” buyuruyor. O emre imtisalen Hazretin yememesi lazımdı. Senin kalbini de kırmaması lazımdı.
     E nasıl yapacak?
     Biz olsak (Allah bizi affetsin) hemen “Yahu sen bilmiyor musun? Kaldır bu çatal kaşıkları doğru dürüst çatal kaşık getir” deriz.
     Ama O Hazreti Sami öyle demiyor. Ne yapıyor?
     Elle yenebilecek şeylerden alıp yiyor, çatal, bıçak, kaşık kullanacak şeylerden almıyor.” deyince o da “ Ömer bey keşke söyleseydiniz koymazdım. Ben ikram olsun diye koydum.”
     “Tabi ki ikram olsun diye, bilmediğin için koydun. Eğer, yüzüne söyleseydi unutur giderdin. Ama Hazret, sana öyle bir ders verdi ki, hayat boyu bunu unutmazsın. Hazreti Sami denilince de hatırına gelir, herkese nakledersin. Bak ne kadar ince bir emribil mağruf” dedim. (Allah şefaatine nail eylesin)

İHVANIN HER İHTİYACINI GİDERMESİ

     Anadolu’da hoş, hal ehli bir ihvan var idi. (Allah rahmet eylesin vefat etti) Adamcağız sıkışmış, dua talep etmek için Hazreti ziyaret etmek istemiş. Usulü dairesince ziyaret için müsaade aldık. Adam, ziyarette Efendi Hazretleri ile konuştuktan sonra Hazret cüzdanını çıkarttı ve adama para verdi.
     Ziyaretten çıktıktan sonra adam bana dedi ki “Yahu Ömer Bey Hazret bana bir tomar para verdi. Bir şey de söylemedi. Siz de oradaydınız. Bu parayı bana neden verdi.”
Senin borcun var mı? “Benim bir sıkıntım derdim var, dua almaya geldim” demiştin deyince “ VAllahi var. Adamlar beni sıkıştırıyorlar, tehdit ediyorlar.”dedi.
     Ne kadar borcun var diye sorunca “5500 lira” dedi.
     Hazret sana ne kadar verdi, parayı bir say deyince adamcağız parayı saydı. O zamanlarda 500 lük banknot yeni çıkmıştı. Hazret adama 11 tane beş yüzlük banknot vermiş.
“Bak Hazret sana beş bin beş yüz lira para vermiş, işte git bununla borcunu öde Hazret sana bunun için para vermiş” dedim. Allah şefaatlerine nail eylesin.

HAZRET FAKİRLERE YOK DEMEK İSTEMEZLERDİ

     Medine’de fakirler ve çocuklar Hazretin etrafını sarmışlar. Hazret ceplerinde olan paranın hepsini dağıtıp bitiriyor. Yine fakirler ve çocuklar etrafını sarıp Hazretten para isteyince; yok demek istemedikleri için Hazret iki elini başının özerine kaldırarak avuç içlerini birbirine sürerek “artık kendisinde para kalmadığını” anlatmaya çalışırlardı.
FAKİRLERİN BULUNMADIĞI SOFRALARDA YEMEK YEMEZLERDİ

     Yemek davetlerinde sofralarda fakirlerin bulunmasına çok dikkat ederlerdi. Yine bir gün Erenköy’de katıldıkları yemek davetinde, her şey hazır olmasına rağmen yemeğe başlamıyorlardı. Hazret sofranın başında oturmuş yemeğe hiç oralı olmuyor. Yemeğe hiç oralı olmadığından anlaşılıyor ki “sofrada hiç fakir yok tamamı zengin...”
     Hemen koşarak yakında tanıdığımız fakirlerden bir kaçını bulup getiriyoruz. Fakirler de sofraya oturduğunda ellerini de sofraya doğru uzatarak “Elhamdülillah buyurun, buyurun afiyet olsun.” diyerek yemeğe başladılar.
     Tamamı zenginlerden müteşekkil sofralarda, kendi evi dahi olsa yemek yemezlerdi.

KENDİLİĞİMDEN Mİ KONŞUYORUM BAK İHVAN İSTİFADE EDİYOR

     Bursa’da bulundukları bir sırada kendilerini sohbete götürecektik. Kaldığı yere gittim. “İhvana selamımı söylersiniz. Sohbete gelemeyeceğim” buyurdular. Durumu ihvana söylemeleri için oradaki zevata bildirdim. Onlar da ihvana “ Üstadımız hasta imiş gelemiyor” dedi. Oysaki Hazret “hastayım” demedi, “gelemeyeceğim” demişti, ama o zat böyle rivayet etti.
     Oradaki meşayıhtan birkaç kişi “ Ömer bey müsaitseniz bizi bir ziyarete götürseniz de Üstadımızı bir yoklasak, durumunu öğrensek” dediler. “Abi götüreyim ama Hazret hasta değil, kendisi de öyle bir şey demedi.” dedim.
     Neyse o zevatı da alarak Hazretin evine ziyarete gittik. Huzura kabul buyurdular. İki şeyhten biri sağına, biri de soluna oturdu, fakir de karşılarına oturdum, odada başka kimse de yoktu.
     Efendi Hazretler sohbet etmeye başladılar. İkisi birden “Efendim siz rahatsızsınız, yorulmasanız, biz müsaade alsak.” dediler. Bu sözü aynı lafızla iki üç defa tekrar edince, Hazret elleriyle Fakiri işaret ederek “Yahu siz kendiliğimden mi konuşuyorum zannediyorsunuz. Allah söyletiyor da konuşuyorum. Bak ihvan istifade ediyor, onun için konuşuyorum.” dedi. Allah şefaatine nail eylesin.

Çevrimdışı yunushan

  • ****
  • Join Date: Eki 2008
  • Yer: İstanbul
  • 251
  • +23/-1
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.) Hayatı
« Yanıtla #11 : 12 Kasım 2010, 18:20:04 »
FOTOĞAFLARA VERDİKLERİ EHEMNİYETİ

     Resim ve fotoğraflara çok dikkat ederlerdi. Kendisinden resmi istendiğinde “resmime bakmak isteyen salavatı şerife getirsin.” derlerdi.
Efendi Hazretlerinin kızı Bedia Hanım Teyze anlatıyor:
     “Bir gün babamın iç çamaşırlarını değiştirmiştim. Üstünü giydirdim. Beğenmediği istemediği bir şey olursa boynunu bükerek otururlardı. Yine boynunu büktü “suret var” dedi.
Yahu baba daha yeni giydirdim suret-muret yok dedim. Yine babam boynunu bükerek “suret var” dedi. Bunun üzerine elbiselerini tekrar çıkarıp kontrol ettim. Meğer iç çamaşırının etiketindeki resimleri kastediyormuş. (çamaşırın markasında iki tane öküz resmi var imiş) O resimleri kestim tekrar babamı giydirdim. Babam o zaman “hah! şimdi oldu” dedi.”
     Türkiye’de çift aslan markası iç çamaşırı alınca, etiketindeki aslan resminden ötürü etiketini keserdim. Nur içinde yatsın annem “ulan sofu! şuraları kesme asamıyorum çamaşırlarını.” derdi. (Allah gani gani rahmet etsin) Meğer yün olduğu için çamaşır bozulmasın diye, marka etiketinin oradan asıyormuş.
     Sami Efendimizin bu halini duyunca koşarak anama gittim ona “bak ana sen etiketleri kesmeme kızıyordun. Bak hazret de çıkartıyormuş” dedim. Artık ondan sonra kızmamaya başladı.

MAHREMİYETE VERDİKLERİ ÖNEM

     1977 Umresine ailesi ile gitmişlerdi. Hava alanına gidecekleri zaman, Fakire tembih ediyor: “İhvana tembih edin. Ben havaalanına gitmek için ailemle beraber evden çıkacağım. Beni görmek bahanesi ile de olsa hiçbir ihvan arabanın yanına yanaşmayacak, yanından geçmeyecek, çoluğumu çocuğumu görmeyecek. Bak sözümü dinlemezlerse (işaret parmaklarıyla de işaret ederek) çok ağır konuşurum, hakaret ederim.”
     Ben Hazretin böyle konuştuğunu hayatımda ilk defa duydum. Bunun üzerine ihvanın böyle bir söze muhatab olmasın diye, devlethanenin her iki tarafına genç arkadaşları yerleştirdik. O arkadaşlar Hazretin çıkma vaktı gelince, ihvandan o taraflardan gelecek kimselere mani oldular. Böylece kimse böyle bir söze muhatap olmadılar.
     İşte Hazretin mahremiyete verdiği önem ve hassasiyetleri…

PLEVNE KAHRAMANI GAZİ OSMAN PAŞA

     Plevne kahramanı Gâzi Osman Paşa’ya Sultan İkinci Abdülhamid Han Hazretleri, “Sen benim yüzümü bu dünyâda ak ettiğin gibi, Allah da senin yüzünü iki cihânda ak etsin” diye duâ ettirmiştir.
     1900’de 68 yaşında vefât etti. Kabri, Fâtih Câmii avlusundadır Türbesini, onu çok seven Sultan İkinci Abdülhamid Han yaptırmıştır.
Sami Efendi Hazretleri Medine’de “Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa ziyarete geldi, görüştük elhamdülillah” dediler.
Bu sözünü birkaç defa aynı lafızla tekrar ettiler “Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa ziyarete geldi, görüştük elhamdülillah, memnun olduk.” Ben de sözünün karşılığında      “Elhamdülillah Efendim” diyordum.
     Böyle tekrar etmesi boş değildi ama o zamanlarda hikmetini anlayamamıştık.
     O sıra, Hazreti Sami Efendimiz, Fakiri akciğerlerimdeki rahatsızlıktan ötürü İstanbul’a tedaviye gönderdiler. İstanbul’a giderken dediler ki “ Fatih Camiinin haziresinde kıble tarafında Plevne kahramanı Gazi Osman Paşanın türbesi var. O türbe şimdi biraz yıkık vaziyette olsa gerektir. İnşAllah İstanbul’da bulunduğunuz müddetçe de onu tamir ettirirsiniz”
İstanbul’a geldik. Plevne kahramanı Gazi Osman Paşanın türbesini ziyaret ettik. Kubbenin üstündeki kurşunlar çalınmış, yağmur içeriye girmiş, sanduka ve üzerindekiler tamamen çürümüş… Yani türbe tam Hazretin dediği gibi yıkık bir vaziyette…
     İstanbul’a tedavi olmaya geldiğim için bu seyahatim üç dört ay sürdü. Bu esnada, Hazretin emri olan Gazi Osman Paşanın türbesinin tamiratını tamamlayarak türbenin anahtarını ve tamirat ile açılış fotoğraflarını Sami Efendimize gönderdim. (Elhamdülillah) Hazret de bana bu hizmetlerimden ötürü bir mektup gönderdi.
     Medine-i Münevvere’ye döndüğümde Ömer Kirazoğlu abi, iki büyük abim İsmail ile Cevat’ı da alarak bize geldiler. Ömer Abi dedi ki “ Sen İstanbul’a hastalık için gittin. Orada Gazi Osman Paşanın türbesini tamir ettirdin. Ben diyorum ki Ömerciğim sen, kendi kafasından tamir ettirecek olsa herhalde Fatih Sultan Mehmet Hazretlerinin türbesini tamir ettirirdi. Neden gidip de Osman Gazinin türbesini tamir ettirsin.”
     Hakikaten de doğru söylüyor. Ben kafam göre yapsam öyle yapardım. Nitekim Fatih Sultan Mehmet Hazretlerinin türbesinin de aktığını görmüştük. O zamanki İstanbul Valisi Nevzat Ayaz’ı tanıyordum. O’na, Fatih Sultan Mehmet Hazretlerinin türbesinin durumunu anlatıp tamir etmesini de söylemiştim.
     Ömer Kirazoğlu abi sözüne devamla “Şimdi ben diyorum ki, Ömer babamın mahremi esrarıdır. Babam O’na gizli olarak demiştir. O da gidip tamir ettirmiştir. Yoksa Ömer kendi kafasından böyle bir şey yapmaz.” dedi.
     “Evet doğru, Hazret söyledi ben de tamir ettirdim” dedim.
     Plevne Kahramanına Yapılan İftira Kampanyası
     O sırada Milliyet gazetesine Büyük Mason Derneği tam sayfa ilan vermiş. İlanda “biz bir hayır cemiyetiyiz. Saklanacak bir şeyimiz de yok. Sağ elin verdiğini, sol elin bilmemesi için kendimizi gizliyoruz. Mensuplarımız şunlardır” diyerek o masonlar ordusunun mensuplarının listesini yazmış. O listede Gazi Osman Paşanın Hazretlerini de ismini de var... Maalesef bazı Müslümanlar da bu iftiraya inanmışlar. Medine’de de bazı siyasi İslamcı hainler de bunun propagandasını yapıyorlar.
     Ömer Kirazoğlu abi bana dedi ki “ Ömerciğim bu iş büyüdü, bu iş ile ilgili babamdan bildiğin bir şey varsa anlatır mısın?” Ben de hazretin bana yazdığı mektubu onlara okudum:
“Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa biiznillah hakiki şehiddir. Mezarına konduğu gündeki gibi duruyordur. Vefatından yetmiş seksen sene sonra (O zaman sene 1980) torunlarından birisinin kendisinin türbesini tamir etmesi, kendisini ziyadesiyle memnun etmiştir. Allah hizmetlerinizden razı olsun. Osman Gazi şefaatiyle binlerce kişiyi cehenneme düşmekten kurtarıp cennete dahil edecektir.”
     Kabir ehlinin dünya hayatında yaptırmak istediği bir işi olursa; Ya birisinin rüyasına girer ona söyler. Mesele ölen kişi birinin rüyasına girere ona “şuraya para koymuştum o paraları çocuklarıma ver” der, hakikaten de o dediği yeri açarlar parayı bulurlar. (Bununla ilgili kıssalar menakıplarda kitaplarında bulunabilir.)
     Ya da kendisinin durumu müsaitse Sahibü'z Zaman olan kişiye gider derdini anlatır.
     Biz Hazreti Sami Efendimiz “Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa ziyarete geldi, görüştük elhamdülillah” demesinin hikmetini o zaman anlamamıştık. Sonradan anladık ki Osman Gazi Hazretleri Sahibü'z Zaman olan Hazreti Sami’yi ziyaret ederek O’ndan isteklerde bulunmuş. Kendisine yapılacak olan iftiralara karşı kendisine yardım etmesini istemiş. Yani Sami Efendimize “Beni mason ilan ediyorlar ve de Müslümanlardan pek çok kimse buna inanıyor. Siz benim mason olmadığımı, Ümmeti Mahammed (s.a.v)’in samimi Müslümanlarına anlatın.” diye talepte bulunmuş.
     Hazreti Sami de kendi üslubunca; Gazi Osman Paşanın türbesini tamir ettirerek ve O’nun hakkında da (yukarıda yazılan) sözleri söyleyerek kendisine yapılan iftiralara cevap veriyor, Osman Gazi Hazretlerinin talebini yerine getirmiş oluyor.

ANKARALI MUSTAFA AMCA
     
Ankaralı Mustafa Amca hâl ehli bir kimse idi. (Nûr içinde yatsın) Hazret’in Ankara görevlisiydi. Ankara’da ameliyat olmuş. Ameliyatta doktorlar Mustafa Amca’nın vücûdunun içerisinde bir şey unutmuşlardı. Daha sonra yapılan tetkiklerde bu ortaya çıkınca Mustafa Amca’yı tekrar ameliyat edip o unuttukları maddeyi çıkarmaya karar vermişler. Bunun için Mustafa Amca hastanede yatarken yerleri temizleyen temizlik görevlisi (Eskiden o kimselere faraş derlerdi) Mustafa Amca’nın yatağına gelerek üzerindeki yorganı kaldırmış. Ameliyat olan yere elini sokmuş içeride unutulan o maddeyi çıkarmış ve eliyle de o ameliyat olan yeri sıvazlamış. Sonra da yorganı örterek ortadan kaybolmuş.
     Mustafa Amca’yı Efendi Hazretleri’ni ziyarete götürdüğümüzde bu hâdiseyi Efendi Hazretleri’ne anlattıktan sonra: “Efendim benim böyle işler yapacak bir ma’neviyatım yok. Bildim ki o gelen kişi sizin gönderdiğiniz Ricâlullah’tan bir kimsedir. Buna lâyık olacak bir durumum da yok. Ancak size olan bir kuru muhabbetim var” deyince Hazret-i Sâmî (k.s.) elini kaldırdı ve “Allâh, bu muhabbet üzere haşretsin Mustafa Efendi! Buna duâ edelim” dedi.
     Allâh (c.c.), Hazret-i Sâmî (k.s.)’un buyurduğu bu muhabbet üzere haşretsin.
     Derler ki Allah Azîmüşşân’a ulaşmak iki yolla mümkündür.
     Birincisi Nefsini tezkiye, kalbini tasfiye etmek ki bu çileli zor meşakkatli bir yol.
     İkincisi de Ehlullâh’tan birinin gönlüne girmek ile olur ki bu yol kişiyi doğrudan Allâhü Azîmüşşân’a  vâsıl eder.
     Allâh, gönlünden düşürmesin. Onun nûrlu yolundan ayırmasın.

DERS KONTROLU USÛLLERİ

     Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimizin kendisine göre üslûbları vardı. Bu üslûbu bilenler, söyledikleri sözlerin derin ma'nalarını anlarlar ve idrak ederlerdi. Hz. Sâmî (k.s.), fakire isim vererek; bazı kişilerin derslerini görüşmek üzere çağırttılar. Onların derslerini kontrol ederken dışarıdan bakan biri hazretin sohbet ettiğini zannederdi. Dersini kontrol ettiği kimseye dönerek “İşte zikir hâli dil ile başlar, kalbe intikâl eder. İşte kalbin beş hâli vardır: Ölü kalb, hastalıklı kalb, gâfil kalb, zâkir kalb, ma’nen diri kalb” diyerek kalbin hâllerini anlatıyor.
Ondan sonra başka bir cihete yönelerek, baştan başlayarak: “Zikir dil ile başlar, oradan kalbe intikâl eder” diyor ve kalbin hâllerini anlatıyor. Ondan sonra “Zikir rûha intikal eder. Rûh âlem-i ervahdan gelmiştir. Kafeste kuş mesâbesindedir. Bizim esas mükerrem sıfatımız melek gibi yaratılmış olan rûhumuzdur. İkinci basamak kalbden sonra orasıdır” der. Sonra tekrar baştan başlayıp bunları saydıktan sonra o sırra geliyor.
     
Hazreti Sâmî (k.s.)’un ders görüşmelerindeki inceliği bilip anlayan kişiler çok değildi. Bazıları fakire gelip Sâmî Efendimizin söylediklerinin ma’nasını sorarlar, fakir de Hazret-i Sâmî Efendimizin onların bulunduğu cihete dönmüş iken söylediklerine göre ne anlaşılması gerektiğini îzâh ederdim.

Çevrimdışı yunushan

  • ****
  • Join Date: Eki 2008
  • Yer: İstanbul
  • 251
  • +23/-1
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.) Hayatı
« Yanıtla #12 : 12 Kasım 2010, 18:20:52 »
RÂBITA
        Râbıta kelimesi lügatte "İki şeyin birbirine bağlanması" demektir. Tasavvuf dilinde ise, mürşid ile mürîd arasındaki ilâhî feyzin akışını sağlayan ma’nevî bir bağdır. Bu bağa, Kur'ân-ı kerîm’de ve Hadîs-i şerîflerde bazen açık, bazen de zımnen işâret edilmiştir.
        Râbıta, Cenâb-ı Hakk'ın tecellî ettiği ve bu sebeble nûr, feyz ve muhabbetle süslenmiş olan insan-ı kâmil'in gönlüne teveccüh etmek, bu sâyede Hakk'a vuslat yolunda vesîleye sarılmaktır. Gâye Hakk'a yaklaşmak, O'nun rızâsını kazanmak, O'nun ahlâkıyla ahlâklanmaktır.
        Allâhü Te’âlâ: "Ey îmân edenler! Allâh'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun." (Tevbe s. 119) buyuruyor. "Sâdıkîn"dan murâdın "Mürşidûn" olduğu Bahru’l-Hakâyık tefsîrinde beyan buyrulmuştur.
        Allâhü Te’âlâ ehl-i imânı bu Âyet-i kerîme ile sorumlu kılmış, vâris-i enbiyâ olan bir Mürşid-i kâmil'in maiyyetinde bulunmalarını emreylemiş ve vâcib kılmıştır. Allâhü Te’âlâ'nın “Teklif-i mâ-lâ yutâ‛” olmayacağı, yani kuluna güç getiremeyeceği şeyi teklif etmeyeceğine göre; sâdıklarla beraber olmayı emredince, her zaman için sâdıkları bulundurmayı temin etmiş demektir.
        Mürşidle beraberliğin bir kısmı cismâni olduğu gibi, bir kısmı da rûhânîdir ki, bunu râbıta ile îzâh edebiliriz. Râbıtanın azlık ve çokluğu, yani zayıflık ve kuvvetliliği muhabbetin azlık ve çokluğuna tâbi olacağından, muhabbet arttıkça râbıtanın kuvveti de artar.
        Bir âyet-i kerimede şöyle buyruluyor: “Ey îmân edenler! Allâh'tan korkun ve O'na yaklaşmaya vesile arayın.” (Mâide: 35)
        Dikkat edilirse bu Âyet-i kerime'de takvânın yanında kurtuluş için bir de vesîle şartı getirilmiştir. Bahsedilen vesîleyi ulemâ, Mürşid-i kâmil olarak tefsîr etmişlerdir.
        Abdullâh ibn Mes'ud (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz bir Hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
        “İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allâh'ı hatırlamanın anahtarıdır. Onlar görüldüklerinde Allâh zikrolunur." (Câmi’u’s-sağîr, 2466)
        Kalbin gıdası durumunda olan feyz, muhabbet gibi kavramlar, Allâh'ın yaratığıdır, mahlûktur. Nasıl ki Cenab-ı Hakk'ın maddî ni’metlerinden olan ekmek, para ve mal gibi maddî yaratıkları sahiplerinden istemek, bunları elde etmek için çalışmak, âdetullâh gereği ise; aynen bunun gibi, feyz ve muhabbet cihetiyle şereflenen, zengin olan bir insan-ı kâmilden, şartlarına ve edep kurallarına uygun olarak himmet (yardım) istemek de yine âdetullâhın bir gereğidir. Maddî mahlukların tâbi olduğu kurallarla, ma’nevî mahlukların tâbi olduğu kurallar esas itibariyle aynıdır. Nasıl ki bir eve kapıdan giriliyorsa, herhangi bir konuda da istenilen neticeye varmak için âdetullâh denilen sebepler ve hikmetler silsilesine sarılmak şarttır. Aranan netice, onu doğuran sebep ve şartlara uymakla gerçekleşir.
        Nitekim bu hususta Cenâb-ı Hakk, hidâyet ve rahmetini, enbiyâ ve evliyâ vasıtasıyla kullarına ulaştırmaktadır. Hidâyet ve rahmete ulaştıran başka bir kapının olmaması da yine âdetullâh gereğidir.
        Kâmil insanın kalbi, nazargâh-ı ilâhîdir. Rabıta da o ilâhî nazaradır. İlâhî tecelli sonucu o insan-ı kâmilin kalbi, feyz ve muhabbetle dolar; râbıta ile insan, o kâmil insanın kalbinde tecelli eden feyz ve muhabbete tâlib olur. Bu taleb, insanı rızâ ve muhabbetullâha çeker. Bu ise vuslat yolunda Hakk'a yaklaşmanın, diğer bir deyişle Allâh'ın ahlâkıyla ahlâklanmanın ifadesidir.
        O halde râbıta, âdetullâh gereği, hidâyet ve rahmete ulaşmanın yolu ve metodudur. Râbıtaya şirktir mantığı ile karşı çıkanlar, bilmeden feyz ve muhabbeti Cenab-ı Hakk'ın zâtına izâfe etmek sûretiyle kendileri şirke düşmektedirler.
        Şeyh Es'ad Efendi (k.s.) Hazretleri buyurur ki: "Tarîkat-ı âliyye'de feyz alma ve ilerleme yalnız zikir ve evrâdın çokluğuna bağlı olmayıp, ihlâs-ı kalbiyye ve samîmî muhabbetin de büyük te’sîri bulunduğu erbabına ma’lum ve aşikârdır. Meşâyih-ı kirâm'dan bazısı: 'Şeyhin bir nazarı kırk çileden daha evlâdır.' sözüne ilâveten, feyze nâil olmak için Mürşid-i kâmil'in nûrlu nazarlarını da feyz ve terakkî vesîlesi kabul etmişlerdir." (30. Mektub)
        Bilindiği gibi, râbıtadan maksâd feyz almaktır. Gerçek feyz kaynağı ise Cenâb-ı Hakk'tan başkası olmadığı şübhesizdir. Şu kadar var ki, Allâh'ın Habibi Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri dahi Cenâb-ı Hakk'ın zât ve sıfatının tecellî mahalli ve mazharı bulunduğundan, Peygamberimiz (s.a.v.)’den feyz almak, Cenâb-ı Hakk'tan feyz almak demektir.
        Allâhü Te’âlâ'ya âit olan ilâhî feyz Habîb-i Ekrem (s.a.v.)’in deryâsına gelir, oradan da zamanın mürşidinin deryâsına gelir.
        Ezelî taksimâta dâhil olanların, nasiblerini alabilmeleri için, o deryâya doğru kalblerini açık bulundurmaları lâzımdır. Su mütemâdiyen akıyor, fakat sen testini çeşmeye tutmuyorsun.    Testiyi çeşmeye tutmak demek, her şeyden kesilip râbıtada bulunmak, kalbi o deryâya bağlamak demektir.
        Herşey sevgi ile kâimdir. Sevgi ve teslimiyet kişinin ma’nevî parasıdır. Bunlar ne kadar çok olursa, mürebbînin nazar ve teveccühünü o nisbette kazanır. O sevgi sâyesinde terbiye görür, o sevgi sayesinde terakkî eder.
        Ma’nevî terakkînin muhabbet ile mümkün olduğu üzerinde bütün evliyâullâh ittifak etmişlerdir.
        Meselâ telefonla görüşebilmek için, karşılıklı iki kişinin bulunması gerekmektedir. Binâenaleyh deryâdan kalbe ilâhî feyzi çekmek için de iki kişinin olması lâzımdır.
Kalbini Allâhü Te’âlâ'nın dostuna rabtetmek emr-i ilâhî olduğu halde, bu emr-i ilâhîyi inkâr edenlerin ellerinde ne gibi deliller var?
        Kâbe-i Muazzama'ya secdeye kapanmayı şirk olarak kabul etmiyorsun da, râbıtadan murâd olunan: "Sâdıklarla beraber olunuz!" emr-i İlâhî’sini neden şirk kabul ediyorsun? Hâlbuki o da Allâhü Te’âlâ'nın emri, bu da Allâhü Te’âlâ'nın emri.
        Kâbe-i muazzama'da Hacerü’l esved, Kâbe-i muazzama'da Altınoluk var. Fakat Allahü Te’âlâ ona öyle bir oluk ihsan buyuruyor ki, feyz deryâsından Resûlullâh Aleyhisselâm'ın deryâsına gelir. Kâinat da o deryâdan alır, o Altınoluk'tan alır. Yani ona yönelen Hakk'a yönelmiş olur. Ondan aldığı feyz, feyz-i ilâhî'dir. Allahü Te’âlâ'dan Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e, Resul-i Ekrem (s.a.v.)’den ona, ondan da ona alınmakla feyz-i ilâhî olur. O gördüğün insan-ı kâmil bir maskeden, bir resimden ibârettir.
        Cenâb-ı Hakk'ı görmeyen, bilmeyen, ma’siyetten kaçınmayan, kendi nefsini ilâh edinen kimselere yapılan râbıta onun nefis putuna yapmış olur. O da şeytan ile merbûtiyetini kurar. Allahü Te’âlâ Âyet-i kerîmede buyurur ki: "Onlar hakîkaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar. Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allâh'ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytanın taraftârı olanlardır." (Mücâdele s. 18-19)
        Hem gayri yolda bulunacak, şeytanın izini takip edecek, gayesi ve maksadı peşinde koşacak, cebini dolduracak, şöhret yolunda olacak; hem de tasavvuftan bahsedecek, bu mümkün değil! Bunlar ancak sun'î mutasavvıflardır. Gerçekten, hakîkatten mahrûmdurlar.
Âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor: “Resûlüm! Gördün mü o nefis arzûsunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan s. 43) Bunlar, şeyh şeytanı tabir edilen kudda-i tarîk, yol kesici mukallid mürşidlerdir. Bunlar, şeytanın yapamayacağını, şeyhlik maskesi altında yaparlar. Ahkâma ters düşen haller zuhûr ediyorsa o mürşid mukalliddir, sahtedir. Onların Hakk ile işi yoktur. Şeytanın askerleridirler.

Çevrimdışı yunushan

  • ****
  • Join Date: Eki 2008
  • Yer: İstanbul
  • 251
  • +23/-1
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.) Hayatı
« Yanıtla #13 : 12 Kasım 2010, 18:21:24 »
RÂBITA USÛLÜ

        Hz. Sâmî (k.s.) Efendimizin usûlü sâde bir usûldü.

        1- Nebî (s.a.v.) Efendimizin, Medine-i Münevvere’de ravzada mihrâbında, yüzünü cemaate dönük vaziyette tahiyyatta oturduğunu…

        2- Ondan sonra Nebî (s.a.v.) Efendimizin sağında Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.), ondan sonra Selmân-ı Fârisî (r.a.), ondan sonra Hz. Kâsım bin Muhammed (r.a.), ondan sonra Hz. Ca'fer-i Sâdık (r.a.), ondan sonra Ârifler Sultânı Bâyezid-i Bistâmî (k.s.), ondan sonra Hz. Ebü'l-Hasan Harkânî (k.s.), ondan sonra Hz. Ebû Alî Farmedî (k.s.), ondan sonra Hz. Yûsuf Hemedânî (k.s.), ondan sonra Hz. Abdulhâlık Gocdüvânî (k.s.), ondan sonra Hz. Ârif-i Rivgirî (k.s.), ondan sonra Hz. Mahmûd Fağnevî (k.s.), ondan sonra Hz. Alî Râmitenî (k.s.), ondan sonra Hz. Muhammed Baba Semmasî (k.s.), ondan sonra Hz. Seyyid Emir Külâl (k.s.), ondan sonra Hz. Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddin (k.s.), ondan sonra Hz. Alâaddin Attâr (k.s.), ondan sonra Hz. Ya'kub-ı Çerhî (k.s.), ondan sonra Hz. Ubeydullâh Ahrâr (k.s.), ondan sonra Kadı Muhammed Zâhid (k.s.), ondan sonra Derviş Muhammed (k.s.), ondan sonra Hâcegî Muhammed Emkenegî (k.s.), ondan sonra Muhammed Bâkî-billâh (k.s.), ondan sonra Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbânî (k.s.), ondan sonra Urvetü'l Vüskâ Muhammed Ma'sum Fârûkî (k.s.), ondan sonra Şeyh Seyfüddîn-i Fârûkî (k.s.), ondan sonra Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî (k.s.), ondan sonra Hz. Mazhar-ı Cân-ı Cânân Şemsüddîn (k.s.), ondan sonra Hz. Abdullâh Pîr Dehlevî (k.s.), ondan sonra Şemsü'ş Şümûs Hz. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (k.s.), ondan sonra Tâhâ'l-Hakkârî (k.s.), ondan sonra Tâhâ'l-Harîrî (k.s.), ondan sonra Şeyhu'l Meşâyîh Muhammed Es'ad Erbilî (k.s.), ondan sonra Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.)’un oturarak yarım daire oluşturduğu ve bu yarım dairenin en sonunda 33. olarak Hz. Sâmî (k.s.) Efendimiz ve 34. olarak Hz. Sâmî (k.s.)’un yanında Efendimiz (s.a.v.)’in tam karşısında tahiyyat oturuşunda kendinin oturduğunu düşünerek...

        3- Allâhü Azîmüşşan’ın Nebî (s.a.v.)’e ihsân ettiği feyzü füyûzâtı evvelâ Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)’e aktarıp oradan da silsile yoluyla şeyhinin kalbine gelerek senin kalbine intikâlini tefekkür ediyorsun.

        Yani Allâh (c.c.)’un Nebî (s.a.v.)’in kalbine ihsân ettiği feyzü füyûzâtın bu silsile yolu ile gelerek kalbine intikâlini düşünerek istifâde etmeye çalışıyorsun.  İşte râbıta bu!
        Burada rabıtayı kime etmiş oluyorsun?
        Rabıtayı Resûlullâh (s.a.v.)’e etmiş oluyorsun. Resûlullâh (s.a.v.) olmazsa zaten ortada hiçbir şey yok ki…
        İşin başı kim?
        Mihrabda oturan İmâm Nebiy-yi Ekrem (s.a.v.) Efendimiz...  Bizim dava bu!
        Talebeleri Ebû Turâb, Asker bin Hüseyin en-Nahşebî hazretlerine diyorlar ki:
        “Ah Efendim! Siz olmasaydınız biz ne yapardık?” Hazret de diyor ki:
        “Evlâdım öyle demeyin. Resûlullâh (s.a.v.) olmazsa biz ne olurduk deyin.” diyor. İşte esas mes’ele, lâfın doğrusu…
        Her işin başında Nebiy-yi Ekrem (s.a.v.) olduğu gibi râbıta konusunda da işin başında Nebiy-yi Ekrem (s.a.v.)’in var olduğunu anlamaya ve anlatmaya çalışmalıyız. Bunun dışında yapılan ta’riflere iltifât etmemeliyiz.

HER ŞEYİN BAŞI Allah KORKUSU

     Her şeyin başı Allah korkusudur. Allah’tan korkan başka hiçbir şeyden korkmaz. Allah’tan korkmayan da herkesten korkar.
     Muhyiddîn Arabî hazretlerinin şeyhi Ebû Medyeni Mağribî hazretleri bir topluluğu görüyor. Topluluğun yanına gidiyor bakıyor ki aslan adamın birinin merkebini yiyor, yarıya kadar da yemiş. Merkebin sahibi de hayvanını kaybettiği için dövünüyor.
     Hayvanın sahibine soruyor Ebû Medyeni Mağribî hazretleri:
     “Ne var ne oldu, neden dövünüyorsun?” dediler. Adam cevâben:
     “Efendim, hâlimi görüyorsunuz. Şu aslan hayvanımı yedi” diyor.
     Ebû Medyeni Mağribî hazretleri aslanı yanına çağırıyor. Hazret çağırınca aslan kuzu kuzu yanına geliyor. Aslanın kulağından tutuyor, adamın yanına getirip veriyor ve diyor ki:
     “Tut şunu kulağından al götür, senin hizmetini yapsın.”
     Adam, aslanı kulağından tutup alıp götürüyor. Bir müddet sonra adam Ebû Medyeni      Mağribî hazretlerinin yanına gelerek:
     “Efendim vAllahi bu aslan aynen bir merkebin yaptığı hizmeti yapıyor, arkamda bir köpek gibi dolaşıyor. Ama ben korkuyorum. Bunu âzâd edin gitsin, istemiyorum. Ben kendime yeni bir hayvan buldum.”
     Bunun üzerine hazret kulağına eğilip aslana diyor ki:
     “Bir daha insanlara, meskûn araziye gelme, insanların hudutlarına dâhil olma. İşte böyle cezalandırırız. Hadi yürü git!”
     Aslan da dağlara doğru yürüyüp gidiyor. Allah’tan korkar isen bütün mahlûkat da senden korkar.
     “Bir gün Hz. Sâmî Efendimizin huzurunda iken “Görüyor musun bak aslan yaltaklanıyor (yağcılık yapıyor), yüzünü gözünü sürüyor, hizmet arz ediyor, bir hizmetimiz var mı diyor.” Ben de: Tamam efendim ama ben bir şey görmüyorum deyince Hz. Sâmî (k.s.) yine “Görmüyor musun bak gelmiş şuraya hizmet arz ediyor” diyor.
     Muhammedî Meşrebli Velî, veliler içerisinde asırlarda nâdir gelir. Böyle bir Sahibü’z Zaman Velî’nin hayvanat ve cinnîler hepsi onun emri altındadır.
MEDÎNE-İ MÜNEVVERE’YE HİCRETLERİ
        Resûlullâh (s.a.v.)’in emri gereği bütün Müslümanlar Cennetül Bâkî’de defnolunmayı arzu etmelidirler. Çünkü Resûlullâh (s.a.v.)’e Şam, Irak ve Yemen tarafından üç ayrı kavim ayrı ayrı zamanlarda gelerek huzur-u Risâletpenâhî’de oturdular. Resûlullâh (s.a.v.) onlara İslâm’ı telkîn etti ve o kavimler de Müslüman oldular. O zamana kadar inen emirleri Allah Resûlü (s.a.v.)’den telakkî ettiler. Ve her bir kavim de “Beldemize gidelim İslam’ı orada anlatalım” diyerek müsâade istediler.

        Nebiyyi Ekrem (s.a.v.) her bir cemaat kalkıp gittiğinde “Ve’l medînetü hayrun lehum lev kânû ya’lemûn, Eğer bilselerdi Medine kendileri için daha hayırlı idi” diye buyurmuşlardır.

        Yani buradan anlayacağımız şu: Menide-i Münevvere’yi bu üç beldenin, Şam-Irak-Yemen, tam ortasına koyarsak. Cihet, yön itibariyle Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz bu mübârek sözlerinin dünyanın her tarafını kapsadığını görürüz. Bu sözün ma’nâsı “Medine, dünyanın her yerinden daha hayırlıdır” demektir.

        Ve yine Efendimiz (s.a.v.) Medine için “Kimin elinden Medine’de ölmek gelirse onu işlesin. Şehitmiş gibi ölür. Mahşer sabahı da kendisine şefaat ederim” buyurmuşlardır.
Ulemâ, Cennetü’l Bâkî’de bulunanların Nebî (s.a.v.)’in hassa ordusu gibi olduğunu tarif ediyor. Ehl-i Bâkiyye, yarın mahşer sabahı Nebiyyi Ekrem (s.a.v.)’in önünde, arkasında, sağında solunda Sahâbe-i Kirâm hazerâtıyla beraber yürüyeceklerdir.
        Cenâb-ı Allâh hepimize nasib ve müyesser eylesin (Âmin).

        Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimizin hakkındaki büyük tebşîrâtlar tâ doğumundan önce başlamış ismi dahî ma’nevî büyük bir tebşîratla konulmuş, çocukluk yıllarında annesi Onu arkadaşlarıyla beraber oyun oynaması için arkadaşlarının yanına gönderdiğinde o tahiyyat oturuşunda oturup uzaklara bakarak tefekküre dalmış ve kendisine sorulduğunda Nebî (s.a.v.)’in sözü olan “Biz oyun için yaratılmadık” cevâbını vermişlerdi. Hulâsâ bir asra yaklaşan o koca ömür tamâmı bu şekilde büyük bir hassasiyetle Sünnet-i Seniyye’ye,  Şerîat-ı Ğarrâ-i Muhammediyye’ye tamâmen muvâfık yaşadıkları düşünülürse Medine-i Münevvere’ye hicret etmek gibi mühim bir emr-i Risâletpenâhî’yi çok önceden programladığını söyleyebiliriz.

         Ama Medine-i Münevvere’ye hicret etme arzusu Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz’de ne zamandan beri var olduğunu bu isteğini açığa vurmadığı için bilemiyoruz.  Bizim bu konudaki ma’lumatımız ilk defa Rahmetli babamın 1956 yılı ile ilgili anlattığı şu hâdise ile olmuştur: Babam, Atasayar Amca (Medine’de irtihal etti, babamın ortağı idi), Alemdar Amca (ki Alemdar amca da Atasayar amca ile eskiden ortaktılar. Efendi Hazretleri de onların Tahtakale’deki dükkanlarında muhasebelerine bakardı. Sonra Atasayar amca ortaklıktan ayrıldı. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz de Alemdar Amca ile devam etti.),  Ömer Kirazoğlu, Ahmed Silahdar (beş kişi) Ebû Eyyûb el-Ensâri (r.a.) türbesinin hemen üst tarafından mezar yeri almak için belediyeye mezarlıklar müdürlüğüne başvurmuşlar.

        O zamanlarda ihvan ile Efendi Hazretleri arasında irtibatı kuran Rahmetli babam idi.
Babam’a diyorlar ki “Üstâdımıza bir sorar mısın ona da yer alalım mı, ister mi” diye babam da Üstâdımıza giderek “Efendimiz şu arkadaşlar beraber Eyüp’ten mezar yeri satın alıyoruz eğer arzu ederseniz sizin için de yer alalım mı?” diye soruyor.

         Efendi Hazretleri de “Eğer herkese gönlünün istediği veriyorlarsa bizim gönlümüz Cennetü’l Bâkî’yi ister, Medine”yi arzu eder” buyurarak oradan yer istemediğini beyan etmiştir.
        Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimizin hicret arzusuna babamın anlattığı kadarıyla bu şekilde muttali olmuştuk. Bizim Medine-i Münevvere’ye hicretimizin başlangıcı ise 1976 yılında olmuştu.

        1976 senesinde Mart sonu Nisan başı Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz “İnşâAllah, Medine’ye hicretimiz için da’vet edildi (izin verildi veya emir edildi)” buyurdular. Umûmî olarak Medine’den da’vet geldiğini bu şekilde buyurduktan sonra fakire de “Siz de beraberimde bulunursunuz” dediler. O zaman büyük kızım yeni doğmuş 10 günlüktü. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.): “Çok fazla da eşya almazsınız. Evdekiler de (yakın akrabalar da) hicret ettiğimizi anlamasınlar. Bir bavulla gelirsiniz” buyurdular. Ben de evdekileri bir çocukla bırakarak hiç haber vermeden bir bavulla hicrete çıktım.

         Efendi Hazretleri (k.s.) “Kimse hicret ettiğimizi anlamasın” dedikleri için ihvana “Efendi Hazretleri Umreye gidiyor” diye duyurduk. Uçak biletlerimizi aldığım Ali Koçak bey 80 küsur kişinin bu umre ziyaretine iştirak ettiğini söylemişti. Yani seksen küsur kişilik bir cemaatle yolculuğa çıkmıştık. Ama Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz ile Fakir’den başka hicret niyeti ile geldiğimizi bilen yoktu.

         Mekke ve Medine’de tam toplam 50 gün kaldık. Çok değişik bir ziyâret oldu. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz “Şimdi döneceğiz inşâAllah ileride tekrar başka bir tarihte yine hicret ederiz” buyurdular. Ve hicret başka bir sefere kalmak kaydıyla geri dönmüş olduk.

         1979 senesinde Efendi Hazretlerinin Medine’ye hicret için tekrar emir buyurması üzerine hicret hazırlıklarına başladık. O zamanki Suudi Arabistan Kralı Hâlid’in arkadaşı İbrahim Şâkir ikâmet için 18 kişilik davetiye göndermişti. İbrahim Şâkir’in gönderdiği bu da’vetiye sayesinde ikâmet işinin resmi yönünü halletmiş olduk.

        İkâmet işinden sonra Hazret’in evinin eşyalarını götürülmesi işine sıra geldi. O zaman Suudî Arabistan ile ticarî ilişkiler yok denecek kadar zayıftı. Efendi Hazretlerinin eşyalarını kamyona yükleyerek normal şekilde götürme imkânı yoktu. Eşyaların götürülmesi çok zor idi. Ama Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu ve ihsânıyla bir çözüm bulmuş olduk. Şöyle ki: MTTB başkanlığım sırasında muhtelif vesilelerle münâsebetler kurduğumuzRiyad’daki Dünya İslâm Gençlik Teşkilatı (WAMY)’nin başkanına birini göndererek umre için 40 kişilik da’vetiye talep ettim. Da’vetiye talebimi kabul eden WAMY’nin başkanı 40 kişilik umre vizesi verdi. Kimya Mühendisliği’nde okuyan Talebe Birliği’nden arkadaşımız olan Orhan Yentürk’ün amcası Fehmi Efendi’nin otobüsünü tuttuk. Efendi Hazretlerinin eşyalarını otobüsün bagaj kısmına, koridorlara, koltuk aralarına yükledik. Talebe Birliğinde 35 arkadaşı da (diğer beş kişinin işlemleri yetişmedi) otobüse yolcu olarak bindirdik. Böylece Efendi Hazretlerinin eşyalarını götürme bahânesiyle bu arkadaşlar da umre yapmış oldular.

        1979 yılı Temmuz ayında Efendi Hazretlerinin eşyaları ile 35 arkadaş Fehmi Efendi’nin otobüsü ile Bostancı köprüsünden hareket etmiş oldu. Otobüs Suud gümrüğüne gelince Suud memurları arkadaşlara “Siz talebe adamlarsınız WAMY’nin da’vetiyle geliyorsunuz. Otobüsün içi, üstü, altı her taraf eşya dolu. Siz ne yapacaksınız bu kadar eşyayı” diye soruyorlar.

        Türkiye’de “Himmetü’r ricâl takrabü’l cibâl” derlerdi. Allah dostları, ricâlullah himmet ederse Cenâb-ı Allah dağları yaklaştırır.
Elhamdulillâh, büyüklerimizin himmeti ile Efendi Hazretleri’nin eşyaları da bu şekilde geçmiş oldu.

         Umreye gelen arkadaşların 11 tanesi de beni telefonla arayarak hacca kalmak istediklerini söylediler. Ben o zaman Türkiye’de idim. Bende “İyi tamam kalın gelince işlemleri hallederiz” dedim. Bu arkadaşlar da hacca kalmış oldular.

        Efendi Hazretleri fakiri, ev bulup yerleştirmek üzere Şevval ayında Medine’ye göndermişti. Şevval ayında (Eylül 1979) ikâmet işi için Medîne’ye giderken

فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ ۝ِ

        (Yûsuf s. 64) âyetini ve Âyete’l Kürsî’yi okursunuz ve Medîne’deki sohbetlere siz devam edersiniz” diye buyurdular. Fakire bir kitap (Mevlâna Muhammed Rebhâmî Hazretleri’nin Riyâdün Nâsihîn kitabını) uzatarak “Bu da size hediyem olsun. Uçakta size zor olur. Taşımanız da uygun değil. Birkaç kilo gelir. Onu sohbetlerde Medîne’de okursunuz. Medîne’ye karayoluyla giden şekerci Mustafa gibi birisine verirsiniz, o da size Medîne’de teslim eder.” buyurdular. Fakir o zaman trafik kazası geçirmiştim. Doktor, iki kilo bile yük taşımamamı söylemişti. Bir kiloluk kitap için bile ne kadar hassas düşünüyorlar. “Efendim bunu kim okuyacak” deyince, “İnşâAllah siz okursunuz” diye buyurdular.

        Medine’ye gelince daha önceden talebelerle gönderdiğim ve bir depoya koydurduğum eşyaları Efendi Hazretleri için tuttuğum eve yerleştirdim.

         Böylece bütün hazırlıklar Cenâb-ı Hakk’ın Lûtfu ve Efendi Hazretleri’nin himmeti ile tamamlamış oldum.

Çevrimdışı yunushan

  • ****
  • Join Date: Eki 2008
  • Yer: İstanbul
  • 251
  • +23/-1
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.) Hayatı
« Yanıtla #14 : 12 Kasım 2010, 18:22:56 »
ÖMER ÖZTÜRK SİZE RAVZA’DA DUÂ ETSİN
Allah (C.C.) ONUN DUÂSINI REDDETMEZ

        Efendi Hazretleri’nin ikâmet işlerini takip etmek üzere Medîne iken Efendi Hazretleri’nin torunu Mahmûd kendi ikâmet işi için, Efendi Hazretleri’nden duâ talep edince, Efendi Hazretleri Mahmûd ve ev halkına, şu kıssayı anlatmış: “Ehlullahdan bir zât var imiş. Ondan yağmur için duâ talep etmişler. O da bir teneke yağ alıp çarşıya çıkmış. Başlamış bağırmaya “Yağ ha yağ, yağ ha yağ!” Birden öyle bir yağmur başlamış ki insanlar evlerine zor kaçmışlar. Yağmur uzun zaman ve şiddetli olarak yağmaya devam edince insanlar bundan zarar görmüşler. Aynı zâta müracaat ederek “Aman efendim duâ edin de şu yağmur kesilsin” diye ricâ etmişler. O zât da eline bir çuval ceviz alıp başlamış bağırmaya “Yağma ha yağma, yağma ha yağma!” deyince birden yağmur kesilmiş” ve daha sonra:

        “Sen de Ömer Öztürk Ağabeyine selâmımı söyle. Senin ikâmetin için Ravza’da sana duâ etsin. Cenâb-ı Hakk O’nun duâsını reddetmez. Duâsı makbul kişilerdendir O.” diye buyurmuşlar. Allah şefaatlerine nâil eylesin.
        Efendi Hazretleri Zi’l-ka’de ayında geldiler. O zaman uçak seferleri bugüne göre çok ibtidâî idi. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.)’u Medine’den gelen üç arkadaşla beraber Cidde’de karşıladık.

        Hazret-i Mahmûd Sâmî Efendimizin Medîneye hicretleri bu şekilde gerçekleşmiş oldu. Allâh şefâatlerine nâil eylesin.

HAZRET’İN İLK CUMASI
        Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimizin Medine’ye hicretinin ilk Cuma günü Cuma namazına çıkıp çıkamayacağını bilmiyorduk. Ama çıkma ihtimâline karşı arabayla devlethâneye gittik. Efendi Hazretleri de Cuma namazına çıktılar. Harem’e geldiler.
        Arkadaşlar da Efendi Hazretleri’nin geldiğini bilmiyorlardı ama İmam Cuma’nın farzında birinci rekâtta Kadir sûresini, ikinci rekâtta Nasr sûresini okuyunca  arkadaşlar Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.)’un namaza iştirâk ettiğini anlamışlardı.
        Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) birkaç hafta Cuma’ya devam ettiler. Ondan sonra namazlara çıkmaz oldular.
RAVDA-YI MUDAHHARA’YI İLK ZİYÂRET
        İlk Ravda ziyareti Cuma namazından sonra olmuştu. Namazı kıldıktan sonra geri döndük. Sonra tekrar mescide gelerek Ravza’da Nebiyyi Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’i ziyaret ettiler. Ziyarette Ravza’ya doğru dönerek ellerini kaldırdılar duâ ettiler. O zaman sağ tarafta arkaya geçmeye mâni olan bölme yoktu. Ashâb-ı Suffe’nin oraya dönülebiliyordu. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.), türbeyi saadetin etrafında birkaç defa dönerek ziyâret ettiler. Daha sonra bu şekilde dönerek ziyâretin önüne geçmek için arayı böldüler.

SONDA İLE YAŞAMALARI
     Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.), 1976’dan beri sonda ile yaşıyorlardı.
     Türkiye’de kaliteli sonda bulamadığımız için Hazret’in kullandığı sondayı her gün değiştirmek gerekiyordu. Ama Medine’ye hicretten sonra Amerika’dan kaliteli sonda getirttik. Bu kaliteli sondayı, 3 ayda bir değiştirmek yetiyordu.
     Beyin cerrâhisinde uzmanlık yaparken Dr. Yusuf Akkaya sonda ile alakalı “Çapada kulak burun boğaz, bevliye ve beyin cerrahisi yan yana idi. Bevliye bölümünden sonda değiştirilirken yan taraftaki bağırmaları duyardık” diyordu.
     Demek ki sonda değiştirmek o kadar acı veren bir iş imiş. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.)’a her gün hem de o zamanlarda hiç tecrübesi olmayan Dr. Âbid Özmen, sondasını takıp çıkartıyordu. Hazret’in sabr ve tahammülü ne seviyede idi ki Hazret, hiç sesini çıkarmıyordu.
     Medine’de Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.)’un ehlullahtandır dediği Pakistanlı Ziyâeddin Efendi vardı. Ziyâeddin Efendi’nin sondaya ihtiyacı olduğunda Dr. Âbid Özmen takmak üzere gitti.
     O bile sondanın acısında bağırıyordu. Tabi hâşâ bu Zât’ı muâhaze etmek, makâmını tenkîs için söylemiyorum. Hazret’in sabrının derecesini beyan için söylüyorum. Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.)’un sonda takılırken ne en ufak bir bağırması olurdu ne de yüzünde en ufak bir ekşime alâmeti olurdu. Tam sekiz sene sonda ile yaşamış oldu.
     Allah öbür tarafta hepimizi beraber eylesin. İşte Hazret’in sabır ve tahammülleri…
HACI ANNENİZ TEHECCÜDE KALKTI MI?
     Abdülvâsi’ Amcanın oğlu Prof. Çolpan Bey (Cerrahpaşa Tıp Fakültesi) 1981 de Hazreti Mahmûd Sâmî (k.s.)’u katarakt ameliyatı yaptı.
     Hazret, narkozdan gece saat 02.00-02.30 civârı uyandı (Kendilerinin normalde gece teheccüde kalktıkları saat). Uyanır uyanmaz: “Hacı anneniz teheccüde kalktı mı?” diye sordu.
     Kur’an-ı Kerim’de zikir ehli  “وَالذَّاكِرِينَ اللَّهَ كَثِيرًا وَالذَّاكِرَاتِِ  Allah’ı çok zikreden erkekle kadın.” şeklinde tabir ediliyor.
     Kendileri zikre kalkarlar. Hanımlarını da teheccüde kaldırırlardı. Teheccüd kıldıktan sonra Cenâb-ı Hakk’a istiğfar ve zikirle meşgûl olurlardı. İşte bunun için Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) uyanır uyanmaz: “Hacı anneniz teheccüde kalktı mı?”  diye soruyor.
     Hazretin gözündeki rahatsızlık bu şekilde düzelmiş oldu.
HAZRETİN KULAKLARI BİR ARA DUYMAZ OLDU
     Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.)’un bir ara kulakları duymaz oldu.
     Onun doktorluğunu yapan arkadaşlara “Arkadaşlar ehlullahta bazı hastalıklar olur. Ama bazıları olmaz. Âmâlık olabilir. Şu şu hastalıklar olabilir. Ama sağırlık olmaz. Hazret’in kulağına bir bakın demek ki yapılacak bir operasyonla Hazret’in kulağı tekrar eskisi gibi duyar” dedim.
Allah DOSTLARINDA SAĞIRLIK OLMAZ
     Ehlullâhdan Sağır bilinen Hâtem-i Esam vardır. Onun sağır bilinmesinin sebebi, huzûrunda bir kadıncağız sual sorarken (beşeriyet muktezâsı) yelleniyor. Hazret de kadın utanmasın diye üç kere “Ne dedin kadın duyamadım?” diye kadına sesleniyor. Kadın da üç dört defa tekrarla Hazret’in böyle söylediğini görünce “Demek ki Hazret’in kulağı duymuyor. Az önce yaptığımı da duymamıştır” diye düşünerek kalbi mutmaîn oluyor.
     Hazret  kadın yaşadığı müddetçe 15 sene kulağı çok iyi duymasına rağmen kadını utandırmamak için sağırmış gibi davranmıştı.
     İşte Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.)’un kulağındaki rahatsızlığını kontrol ettirene kadar milletle bayağı bir uğraştık. Muâyene sonucunda Hazret’in kulağında bir parça olduğu anlaşıldı. O parçayı küçük bir operasyonla çıkartınca Hazret-i Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz eskisi gibi duymaya başladı. Elhamdülillâh.

SON ZİYÂRET

     Hz. Sâmî (k.s.) Efendimiz: “Musâfaha için kıyam lâzımdır” buyururlar ve herkes ile tek tek ayağa kalkarak el sıkışırlardı. Kendileri sekiz sene sonda ile yaşadılar. O ızdırâblı hallerinde bile musâfaha için ayağa kalkarlardı. Kendilerine: “Efendim müsâadenizle ihvan gelip sadece selam verseler, elinizi sıkmasalar, o zaman olur mu” dediğimizde bu teklifi kabûl etmişlerdi. Bunun üzerine ihvana teker teker “Huzûra girip sadece selam vereceksiniz, eline uzanmayacaksınız. Uzanırsanız ayağa kalkmaya çalışıyor, kalkacak hâli de yok” diyerek tembih ettik. Bundan sonra ihvan da sadece selam vererek ziyaret etti.
     En son ziyaret 1983 yılında oldu. “Beraber hacca gidiyorduk kendilerine ihvanın ziyaret etmek istediğini söyleyince “ziyaret hacdan döndükten sonra olsun” buyurdular. Hac sonrası ihvanı beraberce ziyarete götürdük. İhvan sadece selam vererek teker teker ziyaret etti. Fakir, Rahmetli Atasayar amca ve birkaç arkadaşla beraber içeride duruyoruz. Hz. Sâmî (k.s.) kendilerine ziyarete her gelene: “Cinnîler de karışıyor araya, cinnîler de karışıyor araya” diyordu.
CİNNÎLERİN TÂBİİYYETİ

     Cinnîler bir mekâna girmek için izin almaları, kapıyı açmaları vesâire gerekmiyor. Cinnîler istedikleri yere, istedikleri yerden girerler. Ama ihvan olunca onlar da edebe riâyet etmeleri gerekir. İnsan ihvanlara müsâade çıkınca onlar da edebe riâyet ederek insanların arasına karışarak bu nimetten istifâde ettiler. (Allah her hususta hepimizi edepli mü’minlerden eylesin.)
     Cinnîlerin ziyarete ne zaman başladığını Efendimiz (k.s.)’un anlatmasına da Yahyalı’dan ziyarete gelen bir ihvan sebep oldu. Ömer Kirazoğlu Ağabey: “Baba bu zat Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’den gelmiş. Selam ve hürmetleri var. Ellerinizden öpüyor” deyince; Hz. Sâmî (k.s.) Efendimiz: “Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’nin babası vardı. Pîr Efendimizin halifesi Mustafa Efendi’nin evinde cinnîler bize intisâb etmişti. Cinnîlerin ziyâreti, cinnîlerin başı, Cünduh’un kendilerine intisâb ettiği zaman başlamıştı." dediler.
BİLÂL-İ HABEŞÎ (R.A.)’İN ZİYÂRETİ

     Bilâl-i Habeşi Hazretleri, Sâmî Efendimiz Hazretlerini ziyarete geldiler. Başkalarının yazdığı bir kitâbda, bu ziyaretten sonra Sâmî Efendimizin ailesi Hacı anne “Eyvah demek ki hazretin vakti yaklaştı” dediğini ve ağladığını, ertesi gün de Hz. Sâmî (k.s.)’un irtihâl ettiğini yazıyor. Hâlbuki işin aslı öyle değil. Hazret-i Bilal-i Habeşi’nin ziyâreti 1980 senesinde, Hz. Sâmî (k.s.) Hazretlerinin irtihâli ise 1984 senesinde olmuştur. Bilâl-i Habeşî (r.a.)’in ziyâretinin anlamı da farklı bir şey olsa gerektir.
ÎMÂN SÜREYYA YILDIZINDA OLSA

     Nebî (s.a.v.), Cuma sûresi nâzil olurken, “Ashâba yetişmeyen ümmetlere de peygamber gönderildi.” âyeti nazil olunca sâil sordu: “Yâ Resûlullah, onlar kimlerdir?” Nebî (s.a.v.) cevâb vermediler. Sâil bir daha sordu. “Yâ Resûlullah, bunlar kimlerdir?” Yine cevâb vermediler. Nebî-yi Ekrem (s.a.v.), üçüncü def’a sâil sorduğunda ona da cevâb vermedi ve mübârek elini sağ tarafında bulunan Selmân-ı Fârisî (r.a.)’in omzuna koyarak: “Şunlardan öyle erler vardır ki îmân Süreyyâ yıldızında olsa varır ona yetişirler.” buyurdular.
     Selmân-ı Fârisî Hazretleri Nebî (s.a.v.) ile geceleri uzun uzun yalnız başına sohbet edebilen sahâbelerden birisidir. (Allah şefaatine nâil eylesin). Hendek harbinde hendek kazılmasını tavsiye etmişti. Hendek kazılırken Selmân (r.a.) çok çalışıyor, on kişinin yaptığı işi tek başına yapıyordu. Ensâr ile Muhacir Selmân (r.a.)’i paylaşamıyorlardı. Muhacirler kendisi ta İran’dan Şam’a, oradan da Medine’ye hicret etmesi hasebiyle “Selmân muhacirdir, Selmân bizdendir” diyorlar. Ensâr da Medine’de uzun müddet kaldığı için “Selmân Ensâr’dır, Selmân bizdendir.” diyorlardı. Bunun üzerine Nebî (s.a.v.): “Selmân minnâ, ve min ehli beytin - Selmân bizdendir, ehli beyttendir.” diyorlar. (Allah şefaatlerine nâili mazhar eylesin.)
     Evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi kendisine verilmiş uçsuz bucaksız bir ummandır Selmân-ı Fârisî (r.a.)… Nakşî silsilesinin de Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)’den sonraki ikinci postnişinidir. İşte bu hadîs-i şerîf ile Selmân (r.a.)’e ve Nakşî silsilesine işâret ediliyor. Allah (c.c.), Efendimiz (s.a.v.)’in bu şekilde işâret buyurduğu, tebşir ettiği böyle bir yola müntesîb olmayı, bu yolun postnişini olan böyle bir Zât’a evlâd olmayı bizlere nasîb etmiştir. Ne kadar büyük bir ni’met, el-hamdü lillâhi Rabbi’l âlemîn.

     Kur’ân okunduktan sonra bitince “sadaka’llahü’l azîm - Allah doğru söyledi” denir. Biz desek de demesek de muhakkak Allah doğru söyler. Ama biz burada “sadaka’llahü’l azîmAllah doğru söyledi” diyerek anladığımızı, kabûl ettiğimizi ve mu’cibince amel edeceğimizi beyan etmiş oluyoruz.
     Nasıl ki Kur’ân-ı Kerîm okunduktan sonra sadaka’llahü’l azîm diyerek Allah’ın kelâmını anladığımızı, duyduğumuzu kabûl edip mu’cibince amel edeceğimizi ifâde ediyor isek Efendimiz (s.a.v.)’in Hz. Selmân (r.a.)’in omzuna mübârek elini koyarak “Bunlardan öyle erler vardır ki îmân Süreyyâ yıldızında da olsa varır yetişirler” sözünün; sünnetlerin unutulduğu, fitnenin kaynadığı bir dönemde 96 yıllık ömrünün tamâmında sünneti ihyâ ederek, îmânın Süreyyâ yıldızında da olsa ulaşılabileceğini hayatlarıyla bizlere gösteren Hz. Sâmî (k.s.) Efendimiz’in hayatlarının; Nebî-yi Ekrem (s.a.v.)’in mübârek sözlerinin tezâhürü olduğunu anladığımızı ifâde etme ma’nasında “Sadaka resûlullah - Resûlullah (s.a.v.) muhakkak doğru söyledi” diyoruz.
     Yani 96 yıllık sünnete tamâmıyla muvâfık bir ömürle hayatlarında Efendimiz (s.a.v.)’in sözünün tezâhürünü herkese göstermiş Muhammedî Meşrebli nâdir bir velî-yi Mürşid-i Kâmil’dir Hz. Sâmî (k.s.).
SON DÜNYÂ KELAMLARI

     Musa bey ile ziyâretlerine gittiğimizde misafir odasına kabul edildik.
     Ömer Kirazoğlu beyi çağırdı, O da Hazretin yayına girdi. Ömer bey, Efendi hazretlerine Musa beyin ve Fakir’in ziyârete geldiğini söylemiş, arz etmiş. “Buyursun” diye izin çıkınca, Ömer Kirazoğlu tekrar “Efendim Ömer Öztürk de yanında” deyince: Mahmûd Sâmî (k.s.) Efendimiz “O da buyursun. Ömer Öztürk ihvana kılavuzdur. Musa beye de kılavuz olsun.” diye buyurmuşlar.
     Huzura kabul olunduğumuzda Ömer Kirazoğlu abi, “Musa bey geldi” diye takdim etti. Sonra sıra Fakir’e geldiğinde Ömer Kirazoğlu abi, “Kılavuz geldi,  Ömer Öztürk geldi, Musa beye ve ihvana kılavuz olsun buyurmuştunuz, işte kılavuz geldi” dedi. Fakir o zaman ellerini öpüyor idim. Hazret “Elhamdülillah, elhamdülillah, elhamdülillah” buyurdular. Mübârek ellerini öptükten sonra, Fakir’in sadrına mübârek ellerini uzatıp:  “Selâmün aleyküm dıbtüm fedhulûhâ hâlidîn. - Allâh’ın selâmı sizin üzerinize olsun, ne güzel kulluk yaptınız şimdi ebediyen cennetime giriniz.” (Zümer s. 73) buyurdular. Bu da kendisinin 20 Ocak 1984 tarihli dünya kelamı olarak son konuşmalarıdır. 12 Şubat’ta da irtihâl etmişlerdir.
     Orada Ömer Kirazoğlu abi diyor ki, “Ömerciğim, not et bak, babam çok enteresan şeyler söylüyor, bak bunlar tebşiratlar, çok büyük tebşiratlar” diyordu.
     Konyalı Hattat Hüseyin Efendi, hatırşinas bir insan demek ki, Hazretin en son dünya kelamının bu Âyet-i Kerîme olduğunu öğrenince, onu bir hat hâlinde yazmış, hediye olarak göndermiş.  O hat halen bizim Medine’deki evin kapısında asılı duruyor.
     1979 yılında İstanbul’dan Medine-i Münevvere’ye hicret ederek, 12 Şubat 1984 tarihinde dâr-ı bekâya irtihâl eylemişlerdir. Cennetü’l-Bakîa’da, Ebû Sa‘îd el-Hudrî ve Fâtıma binti Esed (r.anhümâ)’nın yanında medfûndurlar.
     Ve nefe‘ana’llâhü te‘âlâ bi şefâatihi, Allâh (c.c.) cümlemizi O’nun muhabbetini hakkı ile yaşayıp öylece haşrolanlardan eylesin (Âmîn). Bi hurmeti seyyidi’l- enbiyâ-i ve’l- mürselîn salla’llâhu Te‘âlâ ‘aleyhi vesellem.

Kaynak:http://www.ramazanoglumahmudsamiks.com