Emin Muhammed (sav)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11656
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
Emin Muhammed (sav)
« : 19 Nisan 2010, 20:46:03 »
Bir hayat düşünün ki, hiçbir anı bir öncekinden eksik kalmasın. Bir hayat ki gönlünü ona açanlara her günüyle armağanlar sunsun. Ve bir hayat ki kelimenin tüm anlamlarıyla mükemmel olsun. İşte bu, ancak O’nun hayatıdır.

Mükemmel bir tablo olarak başladı O’nun hayatı. Zaman geçtikçe bu ilahî tablo kendini anlamak isteyenlere açtı. Herkes kendi zaviyesine, seviyesine ve birikimine göre o tabloda güzellikler gördü. Ama varlığı tartışılmaz olan, güneş gibi parıldayan, herkesçe görülen boyutlar da vardı tabloda. Dostun-düşmanın inkâr edemediği boyutlar…

İşte “emin” vasfı bu mucizevî tablonun... Emin, yani dürüst, güvenilir. O’nun her yönüyle mükemmel ahlâkının her zaman ve herkese parıldayan, göz alan boyutu.

Dostu düşmanı şahitlik eder ki...

O, güzel hayatının her anında bize emin vasfını hatırlattı. Cahiliye toplumunu bu vasfıyla büyüledi. Ticaret hayatında bu yönüyle temayüz etti ki, bununla annemiz Hatice’nin dikkatini çekti.

Hicret ederken emanetçi bıraktı. Veda hutbesinde emaneti vurguladı.

Emin olmayı müminin, tersini ise münafığın alameti olarak saydı. Çünkü “emin”, emniyet, emanet, eman, iman, müminle akraba bir kelimeydi.

İlk kim gelirse

Hayatı boyunca tüm hareket ve sözleriyle bu emin vasfını pekiştirdi.

Kâbe duvarı yeniden örülürken mesela. Orada sıra tarih boyunca değerine değer katan mübarek Hacer-i Esved’e yani “siyah taş”a gelince, onu tüm kabilelerin ileri gelenleri kendileri yerine koymak istedi. Bu onuru kimse diğerine kaptırmak istemiyordu. Tartıştılar. Kılıçları çekip bunun için savaşmayı bile göze aldılar.

Birisi bir teklifte bulundu: “Dışarıdan harem bölgesine ilk kim girerse kararı o versin.” Öneri kabul gördü. Herkes ilk kim gelecek diye beklerken O çıkageldi. Memnun olmuştu herkes O’nun gelişinden, baştan razı olmuşlardı verilecek karara. Çünkü o “el-emîn”di. O yaşına kadar kimsenin hakkını yememiş, yalan söylediği görülmemişti.

Bir örtü getirterek Hacer-i Esved’i üzerine koydu ve birer ucundan tutturarak onu tüm kabilelere taşıttı. Konulacağı hizaya gelince mübarek elleriyle taşı aldı, yerine yerleştirdi. Aralarında yaşlılar, bilgeler, güngörmüşler, sonrasında O’na şiddetli işkenceler yapacak olanlar vardı. Ama tüm Mekkeliler henüz peygamberlikle müşerref olmamış 35 yaşındaki bu adamı “el-emîn” diye çağırıyordu.

Çünkü O doğruydu, dürüsttü, iffetliydi, güvenilirdi, sözünün eriydi.

Dağın arkasında düşman var desem

Aynı “el-Emîn”, peygamberlikle görevlendirildikten sonra, tüm müşrikleri davet ederek onlara bu vasfını bir kez daha şöyle tasdik ettirecekti:

– Şu dağın ardından bir ordunun geldiğini haber versem bana inanır mısınız?

– Evet, diyeceklerdi istisnasız. Ve insanlık tarihine şu notu düşeceklerdi: Çünkü senin yalan söylediğini asla görmedik. Kandırdığını, aldattığını hiç duymadık. Sen doğru söyledin, dürüst yaşadın.

Ama dağın arkası ile ilgili sözlerine inananlar, perdenin ötesine dair söylediklerine inanmayacaklardı.

Halbuki O’nun, verdiği söze ne denli sadık kaldığını, aleyhine de olsa asla yalan söylemediğini, ihanet etmediğini çok iyi biliyorlardı. Hatta hiç geç kalan bile olmadığını gözleriyle ve defalarca görmüşlerdi.

Hiç seni terk eder miydim

Aynı vasfı, hicret günü bir daha billurlaşacaktı. Yurdundan çıkarılırken, evinden, vatanından, dostlarından ayrılırken…

Aynı zamanda, Hz. Ebu Bekr’in “Yolculuk benimle mi?” diye sorduğu, O’nun da “Evet, seninle..“ diye cevapladığı ve kızı Aişe’nin “O güne dek, Ebu Bekr’in bu cevabı aldığında ağladığı gibi, bir kişinin sevinçten ağlayabileceğini bilmiyordum” dediği hicret günü…

Hani, bir tepeden dönüp Mekke’ye son kez baktığı ve “Ahalin beni çıkarmasaydı seni bırakır mıydım...” dediği gün…

Hani yıllarca Mekke’sine kavuşacağı günü hasretle bekleyeceği zoraki yolculuğa çıkacağı zaman…

İşte o vakit geride bıraktığı amcaoğluna, kendisine bırakılan emanetleri verecekti. Ve tarih, şunu en şerefli sayfasında altın harflerle kaydedecekti: O emanetler O’nu yurdundan çıkmaya zorlayanlara aitti.

Çünkü aslında O’nun doğru söylediğini biliyorlardı. O kadar ki, O’nu yok etmek için planlar yaptıklarında bile, emanete sadakatinden şüphe duymamışlardı.

Birbirlerine güvenmiyorlar ama O’na güveniyorlardı. Çünkü haksızlığa uğrasa da haksızlık etmeyeceğini biliyorlardı. Bunu tertemiz ve şaibesiz hayatının her döneminde ispatlamıştı onlara.

Ama bir perde gözleri kör etmişti: Kulun emanetine bu kadar riayetkâr birinden, kendi emanetlerine ihanet etmeyeceğinden emin oldukları insandan, Allah’ın emanetine ihanet etmesini istiyorlardı. Bu ne yaman çelişkidir ki, bir taraftan emanetlerinin onda emniyette olacağına emin olurken, “en büyük emanet”e ihanet etmediği için onu yurdundan çıkmaya zorluyorlardı.

Ama o müstağni duruyordu. Dünyalığa, insanların elindekine meyletmiyordu. Zenginliği başka yerde arıyordu. Kalp ve gönüllere sahip olmayı, maddi sahipliklere tercih ediyordu. Bu da O’nu emin kılıyordu.

Geldiği gibi tertemiz

Bu durum fani dünyamıza son kez nefes verişine kadar devam etti:

Son demlerini yaşıyordu, yorulmuştu, Hz. Aişe’nin göğsüne yaslamıştı başını. Sevgili annemiz, yumuşatmak için çiğnedikten sonra kendisine misvak vermiş, O da bütün güzel kokuların kaynağı mübarek ağzını, güçsüz düşen vücuduna rağmen son kez fırçalamış ve o haldeyken kendisini kaybetmişti. Bir müddet sonra gözlerini açmış ve son nefeslerini vermeye hazırlanırken birkaç gümüş paradan oluşan tüm servetinin hemen o anda, gözlerini bu hayata yummadan fakirlere dağıtılmasını emretmişti.

Evet, birkaç gümüş parası vardı. Ve evet, birkaç kuruş da olsa onlarla Rabbinin huzuruna gitmek istemiyordu.

İşte burada durmak gerekir. O anda tartışmasız, maddi ve manevi olarak dünyanın en güçlü insanının tüm serveti bu kadardır ve ama Allah’a bu parayla gidemeyeceğini söylemektedir.

Burada, kudretin ve büyüklüğün sırrı ve el-Emîn olmanın manası gizli. Çünkü burada güç ve iktidar yeniden tanımlanmıştır.

Burada, son anında dahi dünyayla irtibatı kopmamış bir Peygamber vardır ama dünyaya da kendini kaptırmamış bir denge halindedir bu irtibat. Ve burada bir kez daha tarihe not düşülmüştür.

Bu son isteğinden sonra mübarek ağzından ılık birkaç damla su aktı ve gözlerini ebedi hayata açtı.

Üzerinde hiç kimsenin hakkını bulundurmadan ve üzerine dünya kirinden hiçbir şey bulaştırmadan…

Geldiği gibi.

Tertemiz…

Aklımızda sensin yâdımızda sen

Bugün, bu vasıfların yokluğunda insanlık, emin vasfını tarih boyunca üzerinde en iyi taşıyan o ilahî tabloya bir kez daha bakmalıdır. O’ndaki muazzam dengeyi, hikmeti, bilgeliği görmeli, olan biteni biraz da bu tablonun ışığında ele almalıdır. Kainattaki her şeye emanet gözüyle bakıp O’nun “EMİN DURUŞ”unu hayata taşımanın imkanlarını araştırmalıdır.

Eğer insanlık “güvenli ve huzurlu bir liman” arayışında samimi ise, anlamalıdır ki el-Emin’i çağırmak dışında bir seçenek kalmamıştır.

Ve bilmelidir ki el-Emîn yoksa, emanet de olmaz, emniyet de.

. . .

Ve şimdi, bir rebiülevvel ayında, dünyayı teşrifinin yıldönümünde, bir kez daha o büyüleyici tablonun önünde el pençe divan duruyor, en samimi duygularla O’nu selamlıyoruz:

Efendimiz,
Fani dünyamıza şeref verdiniz, onu anlamlandırdınız.
Doğrusu, size doyamadık. Sizi sevdik ve her zaman özleminizi büyüttük yüreğimizde.
Sizi sevmeyi ve özlemeyi de ibadet bildik.
And olsun ki sizi hiçbir zaman unutmayacağız.

Efendimiz, her an yenilenen bir müjdesiniz ve ‘taptaze bir haber’dir gelişiniz.

İyi ki geldiniz, hoş geldiniz, ne hoş geldiniz...


Sâdeddîn Acar