Gençliğin imanını sorularla çaldılar

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı kardelen

  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Hatay / İskenderun
  • 3198
  • +238/-0
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Gençliğin imanını sorularla çaldılar
« Yanıtla #35 : 28 Ekim 2009, 17:45:58 »
254
Ama yaratma, Kur'an-ı indirme, onu muhafaza etme gibi, bütün ilahî sıfatların iştirak ettiği ilahî bir işi açıklarken; "Muhakkak ki Kur'an-ı Biz indirdik ve onu Biz koruyaca-ğız"(229), "Şimdi gördünüz mü (rahimlere) döktüğümüz meniyi? Onu siz mi yaratıyorsunuz? Yoksa biz miyiz yaratan?" (230) ayetlerinde olduğu gibi "Biz" ifadesini kullanıyor. Mesela, ben bir insana yardım etsem, bana sorsalar "Falanca kişiye kim yardım etti?" Ben eğer mütevazi biri isem", biz yardım ettik derim. Allahu Tealâ da gerek melekleri kasdetmek, gerekse mütevaziliğinden dolayı "Biz" demektedir. BAZI SORULAR CAN SIKAR AMA NEYLERSİNİZ SORARLAR İŞTE SORU: Allahu Tealâ, niçin en sevdiği peygamberinin dişinin kırılmasına, taşlanıp ayaklarından kan akmasına mani olmadı? Halbuki korusa, koruyabilirdi.
CEVAP: Peygamberimizin (s.a.v) her türlü fiil ve hareketleri bizim için bir örnektir. YaniPeygamberimiz bizim her yönden önderimizdir. Önderin örnek olabilmesi için onun da başından bazı hadiselerin geçmesi lâzım ki, bize örnek olabilsin. Peygamberimiz (s.a.v), İslâmiyet'i yaymaya çalışırken çeşitli zorluklarla karşılaşmış, dişi kırılmış, üç gün aç kalıp, karnına açlıktan taş bağlamıştır. Şimdi Allahu Tealâ istese idi en çok sevdiği peygamberinin dişinin kırılmasına mani olsa, olamaz mıydı? Elbette olurdu. İsteseydi her türlü yiyeceği peygamberine yaratamaz mıydı? Elbette
(229) Hicri: 9
(230) Vakıa: 58-59.
255
yaratırdı. Peki niçin bunlara mani olmadı? Çünkü, Allahu Tealâ diyecek ki: "Ey kullarım peygamberim sizler için bir örnekti. O dinimin yayılması yolunda mücadele ederken aç kaldı, sıkıntı çekti, siz niçin çekmediniz? Halbuki, ben onun çektiği sıkıntılara mani olabilirdim. Fakat, sizlere örnek olsun diye olmadım." İslâm düşmanlarından çok zulüm gördüğü halde sabredip, beddua etmeyip, onların da Müslüman olması için dua etmesi derecesini yükselttiği gibi, bir şefkat kahramanı olarak ümmetine kin, intikam hislerinin ötesinde bir cihad dersi vermektedir. KADER, ISMARLAMA OLARAK TECELLİ ETMİYOR SORU: Zelzele ve musibet hallerinde, Allah'a isyan edenlerin de etmeyenlerin de başlarına bela gelmektedir. Allah'a isyan etmeyip emirlerini yerine getirenlerin ne suçları var ki, başlarına bela gelmektedir?
CEVAP: Zelzele ve musibetler günahkar insanların günahlarına keffaret olmaktadır. Yani günahlarının affolmasına sebep olmaktadır. Günahkar ile kâfiri karıştırmamak lazımdır. Çünkü, Allah'ın bir emrini inkâr eden de kâfirdir. Bu zamanda "Müslümanım" dediği halde hatta namazını kıldığı halde, Allah'ın bazı emirlerini inkâr edenler çoktur. Meselâ, Allah'ın kanunları dururken insanların kanunları ile yargılanmak ister. Kapanmak farzdır, "Bu zamanda kapalılık olur mu?" der. Diğer yönden, masum insanların ve velilerin, Allah'ın sevgili kullarının, derecelerini yükseltir. Zelzele ve musibetler anında çocuklar ile günahsızlar ayrılıp seçilse idi, 256 imtihan sırrı bozulurdu. Meselâ, zelzele anında çocuklar ve günahsızların üzerine duvarlar düşmese, onlar kaçıncaya kadar duvarlar eğik olsa, en dinsiz dahi iman edip Müslüman olmaya mecbur olurdu. O zaman da imtihanın sırrı bozulur, herkes iman
edip iyi ile kötü ayırdedilmezdi. İmtihanda cevapların söylenmediği gibi, iradesiyle,
aklıyla imanı araştırmanın, yüksek ruhların diğerlerinden ayrılması için, böyle
hadiselerde meseleler perdelenmiştir.
SORU: Zelzele ve musibetlerin sebebi insanları ikazdır. Peki o zaman niçin
dinsizlerin memleketlerinde olmuyor?
CEVAP: Onların memleketlerinde de oluyor. Fakat nasıl ki, büyük hatalar ve
cinayetler büyük merkezlerde, küçük cinayetler ise acele olarak küçük merkezlerde
ele alınıp cezalandırıldığı gibi, Allah'ı ve emirlerini inkâr etmek de büyük bir cinayet
olduğundan büyük mahkeme olan ahirete bırakılıyor. Müslümanlar'ın hataları ise
kısmen bu dünyada cezalandırıldığı için, mü'minlerin memleketlerinde daha çok
deprem ve zelzele olmaktadır....
SORU: Kur'an-ı Kerim'de, 'Beş bilinmeyen şey'den sayılan yağmurun yağması
zamanı ve ana karnındaki çocuğun durumu bugün artık bilinmemezlikten çıkmış
gibidir. Rasathaneler ve hava tahmin raporları, yağmur hakkında önceden bilgi
vermektedir. Röntgen şuaları ile ana karnındaki çocuğun erkek veya kız olduğu
öğrenilebiliyor. Bu durumu nasıl izah edebilirsiniz?
CEVAP: Rasathanelerde bir yağmurun başlangıcını hissedip vaktini tayin etmek,
gaybı (bilinmeyeni) bilmek değil, bilakis gaybtan çıkıp bilinen âleme yaklaştığı za257
man bazı ön alâmetlerini tespit edip değerlendirmektir. Yani, varlığı yaklaşmış bir
şeyin farkına varmaktır. Bazı romatizmalılar bile yağmurun yağacağını önceden
hissederler. Çünkü, yağmurdan önce rutubet gibi bazı ön haberciler vardır.
Hayvanlarda bile bu hassasiyet görülmektedir.
Demek ki, bilinmeyenden çıkmış, fakat bilinen âleme girmemiş şeylerin bir kaide gibi
bazı işaretleri var. Onlar değerlendirilebilirse farkına varılabilir. Rasathaneler işte
bundan faydalanmaktadırlar. Bazen değerlendirmede hata edilince tahminler de yanlış
çıkmaktadır. Yoksa daha gaybdan (bilinmeyen) çıkmayan, bilinen âleme ayak
basmayan yağmurun ne zaman yağacağını Allah'tan başka kimse bilemez.
Ana karnındaki çocuğun durumuna gelince: "O, rahimlerde olanı bilir." (231) ayeti,
çocuğun sadece erkek ve dişi olmasına bakmıyor. Bu çocuğun hususi kabiliyetlerine,
ileride alacağı vaziyetlere, kader örgülerindeki gizli hayat macerasına, simasında,
yüzünde ve parmak izlerinde herkesi birbirinden ayıran ince işaretlere bakar ki,
bunları Allah'tan başka kimse bilemez. (232)
SORU: Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir. Ama öyle ise bizim ibadetlerimize ne
ihtiyacı var? İbadet etmemizi, ısrarla namaz kılmamızı emrediyor?
CEVAP: Allah Tealâ, insanı beden ve ruhtan (madde ve manadan) meydana
getirmiştir. Nasıl ki bedenin gıdaya ihtiyacı var, ruhun da gıdaya ihtiyacı vardır.
Bedenin ihtiyacı yiyecekler, su, ateş, hava gibi şeylerse, ruhun ihtiyacı da Allah
(c.c.)ın yap dediğini yapmak, yapma dedi
(231) Lokman: 34
(232) Şüpheler üzerine - Safvet Senih ğini de yapmamakdır. Bunlardan en önemlisi de, günde 5 vakit namazdır. Bedenin ihtiyaçlarını yerine getirmediğimiz zaman nasıl ki beden huzursuz olur, hastalanır. Ruhun da ihtiyaçlarını yerine getirmediğimiz zaman ruh da huzursuzdur, hastalanır. Allah (c.c), ruhumuzun huzursuz olup hastalanmaması için ruhumuzun gıdalarını şiddetle almanızı emretmektedir. Namaza ve diğer ibadetlere kendisinin ihtiyacı olduğu için değil, bizim ihtiyacımız olduğu için emretmektedir. Dünyadaki bütün insanlar, Allah'ın bütün emirlerini yerine getirseler, Allah'a bir şey kazandırmazlar. Yine dünyadaki bütün insanlar, Allah'ın hiç bir emrini yerine getirmeseler, Allah'tan hiçbir şey eksiltmezler. Yani insanlar Allah'ın emirlerini tutsalar da kendileri için, tutmazlarsa da kendileri için.
Ayrıca, Allahu Tealâ, insanları dünyaya imtihan için gönderdiğinden, imtihanı kazandıracak ve kaybettirecek şartlan da bildirmiştir. İmtihanı kazandıracak şartlardan en birincisi de namazdır. Allah Tealâ'nın bizim ibadetlerimize ihtiyacı yoktur. Bizim iyiliğimiz için emretmiştir. Nasıl ki, bir doktor, hastaya iyi olması için bir ilaç yazar ve tekrar zamanında kullanmasını ister. Buna karşı hastanın doktora: "Senin ne ihtiyacın var da böyle ısrar edip duruyorsun?" demeye hakkı var mıdır? Yoktur, Çünkü ilaca ihtiyacı olan doktor değil, hastadır. SORU: Kıyamet gününde, Hz. Adem'den kıyamet kopuncaya kadar yaşayan insanlar ve diğer mahluklar tekrar diriltip bir meydanda toplanacağına göre, bu kadar canlı nereye sığacak ?
CEVAP: Güneş, Dünya'dan binlerce defa büyüktür. Ayrıca Dünya'nın Güneş etrafında döndüğü o büyük alan, bütün insanları ve hayvanları alacak kadar geniştir. Se259 maya baktığımızda, gözümüzün görebildiği alanda 5-6 milyon yıldız vardır. Bu yıldızların çoğu da Güneş'ten büyüktür. İnsanoğlu semanın sonunu bulamamıştır, bulamaz da. Şimdi şöyle bir düşünsek; gözümüzün görebildiği ilk bakışta 5-6 milyon yıldız olur da, semanın sonu olmazsa, acaba kaç trilyar kere trilyon yıldız vardır bilinebilir mi? Hem de çoğu Güneş'ten büyük, Güneş de Dünya'dan binlerce defa büyük. Ayrıca, öyle yıldızlar var ki dünya kurulalı beri ışığı yeryüzüne daha ulaşamamıştır. Işık hızı da saniyede 300 bin kilometre olduğuna göre, o yıldızlar ile Dünyanın arasındaki uzaklığı düşünebilmek imkânsızdır. Ki, bu yıldızlar daha birinci kat semadadır. Halbuki sema yedi kattır. Şimdi şöyle bir düşünecek olursak: Biz, daha yedi kat semanın, birinci katının Dünya'ya uzaklığını bulabilmiş, ölçebilmiş değiliz. Ölçemeyiz de. Semanın, sonunun uzunluğunu, genişliğini, bulabilmiş, ölçebilmiş, değiliz. Aynı zamanda aklımız da almıyor. Nasıl olur da ahirette, Allah'ın, insanlar ve hayvanları toplayacağı meydanın büyüklüğünü aklımız alabilsin? Elbette alamaz. Allahu Tealâ herşeye kadirdir. Onun herşeye gücü yeter. SORU: Allah (c.c) "Bana dua edin size cevap vereyim" buyurduğu halde, çok defalar dua ediyoruz, kabul olmuyor. Kabul olmamasının sebebi nedir?
CEVAP: Cevap vermek ayrıdır, kabul ayrıdır. Her duaya cevap verilir, fakat o duanın kabul edilmesi ve istenilenin aynen verilmesi, Allahu Tealâ'nın hikmetine bağlıdır. Meselâ, bir hasta doktora gittiğinde, bana şu ilacı verin dediği zaman, doktor hastanın dediğini hemen kabul etmez. Hastalığına baktıktan sonra, uygunsa, hastanın istediği ilacı verir. Eğer istediği ilaç hastalığına zararlı ise
260
onun istediği ilacı vermez. Çünkü, iyi etmez, daha beter hasta eder. İşte aynen bunun gibi, Cenab-ı Hak da kulunun istediğine bakar, eğer kulunun istediği kuluna fayda verecekse kulun durumuna göre hemen veya sonra kabul eder, fayda vermeyecekse kabul etmez. Meselâ, çok insan zengin olmayı ister. Fakat Allahu Tealâ vermez. Kul da benim duam kabul olmadı diye üzülür. Halbuki durum böyle değildir. Bir defa kul, dua ettiğinden dolayı ahirette sevabını alacaktır. İkincisi, kulunu en iyi bilen Allah (c.c) olduğu için, eğer kuluna zenginlik verirse biliyor ki, kulu şımaracak, ibadeti bırakacak, zenginliğinden dolayı gurur duyacak, parasının zekatını vermeyecek, belki de imandan çıkacak. İşte bunlardan dolayı, kuluna zenginlik fayda yerine zarar vereceğinden duasını kabul etmez. Evet, dualar mutlaka kabul olunur. Fakat ya bu dünyada, ya da ahirette. Bu dünyada kabul olmayanlar bizim menfaatimiz içindir.İBADETİN KARŞILIĞI HEMEN VERİLSE, GARBIN NE ÖNEMİ KALIR?
SORU: Madem kulluğun sevabı ahirettedir, biz niçin yağmur namazına ve duasına çıkıyoruz?
CEVAP: Dünyevî maksatlar o nevi dua ve ibadetlerin vakitleridir. Yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa o dua, o ibadet halis olmadığından kabule layık olmaz.(233) Allah suçsuzları da, suçluları da bizden iyi bilir ve
(233) Şüpheler Üzerine - Safvet Senih.
261
görür.
SORU: Vakit, namazın farzlarındandır. Kutupların bazı bölgelerinde altı ay gece, altı
ay gündüz olmaktadır. Öyle ise buralarda namazların vakitlerini nasıl ayarlayıp
namazlarını kılacaktır?
CEVAP: İslâm'ın dışındaki kanunları benimseyenler, İslâm'ı kabul edip de İslâm'a dair pek bilgisi olmayanlara bu soruyu sorarak kafalarını karıştırmaktadırlar. Bu suretle, güya, İslâm'a eksiklik izafe etmektedirler. Halbuki İslâmiyet hiçbir konuyu eksik bırakmamıştır. Sahih-i Buharî ve Ahmet bin Hanbel'in Müsned'inde şöyle bir hadis-i şerif vardır. Peygamberimiz (s.a.v): "Dinden dönüldüğü zaman, deccal çıkar" buyuruyor. Başka bir rivayette: "O, şarktan çıkar ve kırk günde dünyayı bir baştan bir başa dolaşır. O'nun bir günü sizin bir seneniz ve bir günü de vardır ki, bir ayınız, diğer bir günü bir haftanız, sair günleri ise sizin günleriniz gibidir" buyuruyor. Sahabi soruyor: "Miktarı bir sene olan o günde, bir günlük namaz yeter mi?" Hayır, takdir ve hesap edersiniz. (Yani bütün bir gece ve gündüzü belli bölümlere ayırarak geceye denk gelen zamanlarda gece ibadetlerini, gündüze denk gelen vakitlerde de gündüz ibadetlerini eda ederiz.) Evet, aylarca Güneş'in batmadığı ve doğmadığı yerde çalışma, yatma, yeme, içme gibi fıtrat kanunlarına nasıl uyuyorsak, öyle de oruç, namaz gibi ibadetlerde de yaşadığımız hayata uygun olarak aynı ritmi muhafaza etmek mecburiyetindeyiz. Allah KUVVET VERİRSE,KARINCA BİLE DÜNYAYI YENEBİLİR?

Çevrimdışı kardelen

  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Hatay / İskenderun
  • 3198
  • +238/-0
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Gençliğin imanını sorularla çaldılar
« Yanıtla #36 : 28 Ekim 2009, 17:47:06 »
SORU: Bütün ruhları Azrail Aleyhisselam nasıl ala262
bilir? Aynı anda Dünya'nın ayrı ayrı yerlerinde ölenler oluyor, nasıl hepsine yetişecek ? Bir de, ölüm meleği Azrail'in (a.s) herkesin durumuna göre ölüm anında başka başka göründüğünü; meselâ, Peygambere başka, çocuklara başka, katil Ve ahlâksızlara daha başka, kimisine hoş, kimisine güzel, kimisine korkunç olarak aynı anda nasıl görünebiliyor?
CEVAP: Bir tek kişi, çeşitli aynalar vasıtasıyla bir çok kişi haline gelir. Fakat, hem aynalarda görünenler birbirinden çok farklıdır, hem aynalar çeşit çeşittir. Meselâ, meleklerin akisleri hem kendileridir, hem de hayatlı olarak bir çok hususiyetleri ile beraber bulunmaktadırlar. Yalnız, aksettikleri aynaların kabiliyetine göre göründükleri için, bütün hakikatları ile her yerde suret ve mahiyetleri ile aksetmezler. Meselâ, Hz. Cebrail (a.s), Peygamber Efendimizin (s.a.v) huzurunda sahabelerdengüzel çehreli Hz. Dihye (r.a) suretinde bulunduğu anda, aynı zamanda Arş-ı Âzam'da ilahî huzurda haşmetli kanatları ile secdede bulunur. Aynı anda kim bilir kaç yerde ilahî emirleri tebliğ eder. Mahiyeti, hüviyeti ve herşeyi nur ve nuranî olan Peygamberimiz (s.a.v), dünyadaki bütün ümmetinin salavatlarını birden işitir ve selamlarına cevap verir. Allah'ın emirlerini tam olarak yerine getiren veliler, nuraniyet kazandıkları için, bir anda birçok yerlerde bulunabilirler. Çok kimselerle görüşebilir ve ayrı ayrı çok izleri yapabilirler. Azrail (a.s). da melek olması dolayısıyla, nuranî olduğu için bir anda pek çok yerde bulunabilir. Bir iş,.hir işe mani olmaz. Aynı zamanda ayna misalinde olduğu gibi, meselâ, odadaki bin aynadan birisi mavi, birisi siyah, birisi parçalanmış gibi çirkin gösteren ayrı ayrı aynalar olsalar, bir insan odaya girince hepsinde, aynı anda, başka 263 başka görünür. Bunun gibi Azrail aleyhisselam da ruhunu alacağı kişilerin, iman, ibadet, ahlâk, tutum ve davranışlarının ruh aynalarındaki durumuna göre görünecektir. O insan kötü bir kişi ise siyah ve çirkin ruhuna göre, Azrail aleyhisselam çok dehşetli görünürken, bir masuma samimi bir dost gibi yaklaşacak ve tereyağından kıl çeker gibi ruhunu kabzedecektir. İşler ve görüntüler birbiren mani olmayacaktır. (234) , SORU: Bir hadis-i şerife göre, dünyanın öküz ve balık üzerinde olduğu söyleniyor. Bu doğru mudur?
CEVAP: Bir hadiste, Peygamberimize (s.a.v) sormuşlar: "Dünya ne üstündedir?" Peygamberimiz de: "(Hut/ba-lık) ve (Sevr/öküz) üstündedir", başka bir rivayette iseiki defa olmuş, birisinde "Öküz üstünde" diğerinde "Balık üstünde" demiştir. Bazı hurafelerle hadisi izah etmeye kalkanlar kasdedilen hakiki manayı değiştirmişlerdir. Peygamberimiz, iki büyük meleğe kudsî, lâtif bir benzetme ile sevr ve hut diye isimlendirmiştir. Fakat Efendimiz (s.a.v)in dilinden halkın diline geçince, âdeta gayet büyük bir öküz ve dehşetli bir balık suretini almıştır. Bu meleklere bu ismin verilmesinin sebebi, arzın su ve toprak olmak üzere iki kısımdan meydana gelmesindendir. Su kısmını ihtiva eden balık, toprak kısmını ihtiva eden ise ziraattır. Ziraat ise, öküz iledir ve öküzün omuzundadır. Bu münasebetten bu iki meleğe bu isim verilmiştir. Balık, sahillerde yaşayanların ve pekçok insanın geçim kaynağıdır. Arzın mimarı ve ziraat işleri de eskiden beri öküz vasıtası ile olmaktadır. Bu bakımdan "Devlet ne üzerinde duruyor?" sorusuna nasıl ki, "Kılıç ve kalem üze
(234) Şüpheler Üzerine - Safvet Senih. 264 rinde duruyor" denilir. Çünkü, disiplini, cesareti, silahı, mükemmel askeri olmayan ve kalemi dirayetli ve adalaletten ayrılmayan memuru bulunmayan bir devlet ayakta duramaz. Elbette devlet kılıç ve kalem üzerinde duruyor denildiği gibi, dünya da öküz ve balık üstünde duruyor denilir. Çünkü, ne zaman öküz çalışmazsa yani ziraat yapılmazsa ve balıklar milyonlarca yumurtayı birden yumurtlamazlarsa o vakit dünyada yaşanmaz. Ayrıca, biz, önderimizin asırlar sonra kavranabilecek fennî bir mucizesi ile karşı karşıya bulunmaktayız. Çünkü, eskiden Güneş'in Dünya etrafında döndüğü zannediliyordu. Halbuki, ikinci rivayette önderimizden Dünya'nın ne üzerinde olduğunu sordukları zaman, birinci defasında; "Hut üstündedir" yani balık burcu üstündedir buyurmuş. Birkaç ay sonra ikinci defa sorduklarında ise "Sevr üzerindedir"yani "Boğa" veya "Öküz" üzerindedir, buyurmuştur. Buna göre ikinci defa sorulduğunda boğa burcuna gelmişti. İşte istikbalde anlaşılacak bu yüksek hakikata işaret olarak, gökteki burçlarda gezenin Güneş olmayıp Dünya olduğunu, dolayısıyla Dünya'nın dönüp dolaştığını ifade etmek için önderimiz (s.a.v) böylece beyan buyurmuştur. Fakat, meseleye hurafeler karışarak hakikatin şekli değişmiştir. (235) Not: Değerli okuyucularım, bu konuda bazı şüpheler var ve bazı hadislerin uydurma olduğu söyleniyor. Okuyucularıma, bu kitaba yazdığım tarihten on yıl sonra tavsiye ediyorum, bu konuları araştırın. Biz hatalı bile yazsak, sizler doğruyu mutlaka bulun. E.Ş. 10.6.93
(235) Şüpheler Üzerine - Safvet Senih.
265
GEÇMİŞ İBRET İÇİN OKUNUR. AYNI HATAYA DÜŞMEK İÇİN DEĞİL SORU: Ad, Semût ve Lût kavimleri zamanında işlenen isyan ve inkârlar şimdi de yapıldığı halde, Allah onlara gönderdiği bela ve musibetleri niye şimdi de insanların başına musallat etmiyor? .
CEVAP: Cenab-ı Hakk'ın, Kur'an'da Peygamberimize (s.a.v) şöyle bir vaadi vardır: "Bir vakitte: "Ey Allah! Eğer, bu senin tarafından gelmiş bir kitap ise, hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize daha acıklı bir azap ver, demişlerdi. Halbuki sen (Ey Rasulüm) onları içindeyken Allah onlara azap verecek değildi. İstiğfar ettikleri halde de, Allah onlara azap edecek değil.." (236) Evet, Allah Tealâ, diğer peygamberlerin ümmetlerine tebliğ ve çeşitli ikazlardan sonra aynı günahta ısrar etmelerinden dolayı helak etti. Fakat, bizim Peygamberimiz'e Allah'ın sözü vardır. İşte, Allah bizim suçumuzdan dolayı hemen helak etmiyor. Böylece bizler de daha sonra hatalarımızı anlayıp, tövbe ederek Allah'ın emirlerine sarılıyoruz. Peygamberimizin ümmeti deyince sadece Müslümanlar'ı anlamamak lazımdır. Bütün insanlar, Peygamberimizin peygamberliğe başlamasından bu yana onun ümmetidir. Fakat davetini kabul edenler ümmet-i icabet, kabul etmeyenler ise ümmet-i davettir. Allah günahımızdan dolayı bu ümmeti helak etseydi önceden kâfir olup, şimdi Müslüman olanlar da kâfir olarak ölecekti. Meselâ, Avrupa'da, yeni yeni Müslüman olanlar kâfir olarak öleceklerdi. İşte Allah Tealâ'nın bizi hemen helak etmemesi bizim için, Peygamberimizin ümmeti için büyük bir lütuftur. Rabbimiz'e ne kadar şükretsek azdır.
(236) Enfal: 32-33.
266
İSLAM'DA, ESİRLERİN KÖLE OLUŞUNU reddeden düzen, bizi hem güçlülere,
hem de kendisine çağdaş köle yapmıştır.
SORU: İslâm dini, Allah tarafından insanların hayrı için geldiğine göre, nasıl oluyor
da köleliği caiz kılıyor?
CEVAP: Bizim köleliğe karşı duyduğumuz tiksinti ve ürpertinin bir takım eski ve
yeni sebepleri vardır. Materyalizmin görüşündeki işveren, işçi, zengin, fakir, ezilen ve
ezen gibi düşüncelerle, tarihin eski devirlerinde bilhassa Roma ve Mısır'da kölelere
yapılan vahşiyane zulümler... Yakın tarihte ve günümüzde esirlere karşı yapılan
insanlık dışı muamele, vicdan sahibi her insanı derin derin düşündürücü mahiyettedir.
Meselenin iyi anlaşılması için sadece Romalıların kölelerine yaptıkları zulmü
yazalım. Köleler beşer haysiyeti ve beşer (insan) hukuku olmayan bir takım eşya
mesabesinde idi. Kaçmalarına mani olacak şekilde ağır zincirlere bağlı olarak
tarlalarda çalıştırılıyordu. Diğer hayvanlar gibi (ki hayvan konumunda idiler),
kendilerinin de yeme içme hakkı olduğu için değil, ancak çalıştırılmaları için
yedirilirlerdi. Bu mahluklar işlerine, efendinin veya vekilin duyacağı vahşet zevkini
tatmin için kırbaçlanarak sevkedilirlerdi. Bundan sonra, köleleri, çirkin kokuların
kapladığı, farelerin ve çeşitli hayvanların dolaştığı karanlık
267
zindanlarda yatırırlar, zindanlara düzinelerle köle birden atılırdı. Bazen bir zindanda
elli köle üstü üste yığılırdı. Zincirleri ile beraber zindanlara atılan bu zavallı insanlara,
ahırlarda hayvanlara yapılan muamele bile çok görülürdü. Lakin eşine ender rastlanan
en zalim hadise ise kölelere kılıç ve mızrakla yaptırılan hakiki döğüş ve rol
gösterileridir. Bu türlü gösteriler, Romalılar'ın en çok sevdikleri eğlencelerdi. Bazen
imparator başta olmak üzere, efendiler, gerçekten karşılıklı döğüş yapan, öldürmekten
herhangi bir endişe ve çekinme duymadan, vücudun neresine gelirse gelsin kılıç ve mızrak vuruşlarını yönelten köleleri seyretmek için toplanırlardı. Orada bu vahşi duygu son haddine varır, bağırmalar ve alkışlar yükselir, döğüşen kölelerden biri diğerini tamamen öldürdüğü zaman, zalimane ve çılgınca kahkahalar boşanırdı. Zavallı köle, kahkahalar ve neşe çığlıkları arasında can verirdi. İşte kölenin Roma alemindeki durumu bu idi. O zamanda, köleye ait kanunî bir durum, kendisine şikayet hakkı ve bu şikayete bakacak bir mercii bulunmadığından kölesini öldürmekte, ona işkence yapmakta ve onu istismar etmekte mutlak hak sahibi olan efendi hakkında fazla söz söylemeğe lüzum yoktur. (237) İşte bütün bu sebeplerden dolayı neslimiz kölelikten ve onu müdafa eden sistemlerden nefret etti. Onlara düşman oldu. Nefret ve düşmanlığında haklıdır ama, İslâm'a yaptığı hücum ve tenkit de haksızdır. Çünkü menşei (kökü) itibariyle kölelik İslâm'a dayanmadığı gibi, varlığı da onunla devam ettirilmiyordu. Kölelik geçmişte de, bugün de daima başka milletlere ve devletlere dayandı ve varlığını sürdürdü. Müslümanlar, ilk defa kölelikle ilgili zalim ve vahşi durumu Mısır'ı fethettiklerinde görmüşlerdi. Kö
(237) İslâm'ın Etrafındaki Şüpheler - Prof. Muhammed Kutub.
268
lelere yapılan bu işkenceler Müslümanların bilmediği görmediği şeylerdi. Ve bu durumdan dolayı çok üzülmüşlerdi. Müslümanlar, gittikleri her yerde bu duruma mani olmaya, bu yarayı tedavi etmeye çalışıyorlardı. Fakat Batılı, eski Roma ve Mısır'ın bu çirkin ve zalim durumunu miras alıyordu. Bundan sonra köle, Batı'nın ağalarına uşaklık yapacak, onları eğlendirmek için döğüşecek, ölecek ve öldürecekti. Fakat İslâm, önce kölelik olayını bir vak'a (olay) olarak ele aldı. Sonra, kölelerin ne ticaret, ne de eğlence malı olmayıp, insan olduklarını söyledi ve: "Sizin bazınız bazınızdandır" (238) ve "Kim kölesini öldürürse onu öldürünüz. Kim onu hapseder veya gıdasını keserse onu hapsedip ve gıdasını kesiniz. Kim onu hadım yaparsa onu hadım yapınız." (239) gibi ilahi kaideler bildirdi. "Siz, Adem oğullarısınız, Adem de topraktandır. Biliniz ki, hiçbir Arap olmayanın da Arap olana, hiçbir beyazın siyaha, hiçbir siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur, üstünlük takva iledir." (Yani bütün üstünlük Allah'ın kanunlarının (emirlerinin) uygulanması iledir.) İslâm, köleleri de alem şümul kardeşliğin içine alıyor ve "Mü'minler kardeştir" düsturuyla", Hizmetçi ve köleleriniz kardeşlerinizdir" demektedir." Kardeşi, elinin altında bulunan her fert, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onların yapamayacakları işleri emredip onlara yüklemesin. Eğer zor işler teklif ederseniz, derhal onlara yardım ediniz." (240) "Sizden hiçbiriniz, bu kölemdir, bu cariyemdir, demesin. Kızım veya oğlum, yahutkardeşim desin." (241) Bunlara binaen, Hz. Ömer (r.a), Kudüs'e Mescid-i Aksa'nın teslim
(238) Nisa: 25.
(239) Buharî ve Müslim.
(240) Buharî.
(241) Müslim. 269 alınması için giderken, Medine'den Kudüs'e kadar hizmetçisiyle (kölesiyle) bineği nöbetleşe kullanmıştır. Hz. Osman (r.a), devlet reisi olduğu devrede kölesinin kulağını çektiği için halkın gözünün önünde, kulağını kölenin eline verip çektirmiştir. Bütün bunlar kölenin de bir insan olup, diğer insanlardan farkı olmayan bir insan olduğunu anlatıyor. Şurasını unutmamak gerekir ki, bu hadiseler dünyanın en ücra ve terkedilmiş yerinde, duyguları hiç işlenmemiş bir topluluk için büyük bir olaydı, bir inkılâbtı. Zira, muasır millet ve devletler kölenin insanlığı hususunda düşünmeye bile yanaşmıyorlardı. İslâm'ın bu tutumu köleler üzerinde de büyük tesirler yapmıştı. Köle,eşitlik prensibi ile insanlığına kavuşup, efendisinin yanında yerini almasına hatta hürriyetini elde edip serbest bırakılmasına rağmen efendisinden ayrılmak istemiyordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v), Zeyd bin Harise'ye hürriyetine kavuşturup babasıyla gitmesine izin verdiği halde, o Efendimizin yanında kalmayı tercih etmişti. Daha sonra bir sürü köle de hep aynı şeyleri yapmışlardı. Zira bunlar o kadar güzel muamele görmüşlerdi ki, kendilerim efendilerinin ailelerinden birer fert sayıyorlardı. Efendiler de öyle biliyor, titizlikle onların hukukuna riayet ediyorlardı. Çünkü, "Kim kölesini öldürürse onu öldürünüz, kim kölesini hapseder veya gıdasını keserse onu hapsedip ve gıdasını kesin" hükmüne tâbi idiler. Bu türlü cezalar karşısında efendi, ihtiyat ve tedbir içinde, köle ise gayet emin ve rahattı. Bütün bunlar tarihte eşi gösterilemeyecek büyük hadiselerdir ki, bu mevzuda İslâm'ın getirdiği şeylerin birinci merhalesini teşkil eder. İkinci merhale hürriyete kavuşturma merhalesidir. İnsanda asıl olan hürriyettir. Hür olan bir insanı köleleştirmek büyük günahlardan sayılır ve bundan elde edilen
270
geliri kullanmak ve istifade etmek ise, katiyyen haramdır. Hürriyetine dokunan her hareket ve davranış kötülenmiş olmasına mukabil ona hizmet edici her hareket ve davranış da İslâm nazarında takdir görmüştür. Bir insanın yansını hürriyete kavuşturmak, hürriyet kavuşturan kimse için vücudunun yarısını ahiret azabından kurtarmak, bütünü azad etmek ise, vücudunun tamamını teminat altına almak sayılmıştır. İslâm'da kölelik konusu, hürriyete kavuşturma uğrunda bayrak açılan bir konudur. İslâm yerinde onu bir vazife sayar, yerinde fazilet der, teşvik eder, yerinde efendi ve köle arasındaki anlaşma ve mukavele ile ona giden kapıları açık tutar. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve Hz. Ebubekir (r.a.), köle alıp, azad etme hususunda bütün mallarını harcamışlardır. İslâm devleti de köle alıp, azad etmeyi vazifeleri arasına aldı. Peygamberimiz (s.a.v), on kişiye okuma yazma öğreteni de hürriyete kavuşturuyordu. Bundan başka bazı dinî vazifelerdeki hataları dolasısıyla köleleri hürriyete kavuşturmayı şart koşuyordu. Meselâ, yemin edip yeminini bozanlara: "Kim hataen bir mü'mini öldürürse, onun keffareti bir mü'min kölenin azadı ve ölenin ehline teslimen ödenecek bir diyettir" (242) Bunlardan başka efendi ile köle arasında üzerinde anlaşabilecekleri bir miktar mal veya paraya karşılık serbest bırakma vardı. Sevap maksadıyla hürriyete kavuşturma hepsinden önde gelmekteydi. Denilebilir ki: Kölelerin hürriyete kavuşturulması ve onlara insanca muamele yapılmasında ne kadar ileriye gidilirse gidilsin, hatta isterse hepsi birden hürriyetine kavuşturulsun gelen hükümlere bakılınca İslâmiyet köleliği kaldırmayıp, köleliğin varlığını kabul etmektedir. Halbu
(242) Nisa: 92. 271 ki insanlığın tamamen içine işlenmiş pek çok huy ve alışkanlıkları bir hamlede kaldıran İslâmiyet'in köleliği kaldırmaması düşünülemezdi. Köleliği kaldırabilirken kaldırmaması, onu kabul etmesi manasına gelmez mi? Herşeyden evvel bilinmelidir ki, İslâm köleliği icad etmediği gibi, onun koruyucusu ve devam ettiricisi de değildir. Kölelik, devletlerin ve milletlerin savaşlar münasebetiyle oluşturdukları bir müessesedir. Devletler arasındaki harpler devam ettiği müddetçe -ki devam eder- kölelik kıyamete kadar devam eder. Ve önüne geçmek de hiçbir millete tek başına nasih olmayacaktır. Düşünelim ki, biz bir devletle harbe tutuştuk, esir aldık ve bizden de esir aldılar. Bu esirlere karşı yapılacak çeşitli muameleler vardır. Ya zalim idarelerde olduğu gibi hepsini öldürmek, ya esir kamplarında hapsetmek veya kendi memleketlerine dönüp gitmelerini sağlamak. Veyahutta alıp müminlere dağıtarak, ganimetten bir parça saymaktır. Bunları ele alacak olursak, kılıçtan geçirmek zalimliktir, yapılmaz. Ama kâfirler Müslümanlar'a en alasını yapıyorlar. Esir kamplarında tutmak da doğru değildir. Çünkü yirminci asırda dahi esir kamplarında çok çirkin hadiselere şahit olunmuştur. Esirleri memleketlerine iade etmek çok iyi bir şeydir. Ama onlar bizden aldıkları esirleri öldürüp iade etmiyorlarsa, bu durum kendi ihsanımıza karşı bir alâkasızlık, bir zulüm olur. Hele iade ettiğimiz kimseler bizden bir kısım bilgileri yurtlarına, birliklerine bildirmeleri düşmanın işine yarayacak ve cesaretlendirecek, bizim ise aleyhimize olacaktır. Bu tür olaylara tarihte rastlamak mümkündür. Bütün bunlardan sonra geriye, esirlerin harbe iştirak edenler arasında taksimi mevzuu kalıyor ki, İslâm geçici olarak esir alma yolunu tercih etmiştir. Ne öldürme, ne toptan imha etme
272
yolu...

Çevrimdışı kardelen

  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Hatay / İskenderun
  • 3198
  • +238/-0
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Gençliğin imanını sorularla çaldılar
« Yanıtla #37 : 28 Ekim 2009, 17:47:21 »
Ne esir kampları ve oradaki mezalim, ne de düşmanı cesaretlendirecek bir yol. Belki bütün bunların çok fevkinde insanın fıtratına uygun bir yol. Her Müslümanın evindeki esir, doğruyu, güzeli yakından görme imkânını bulacak. Gördüğü iyi muamele ve insanca davranışlarla gönlü fethedilecek.' Nitekim binlerce misaliyle öyle olmuştur. Sonra da hürriyetine kavuşturulacak, Müslümanların istifade ettiği bütün haklardan faydalanma imkânı kendisine verilecektir. Bu yol ve usullerle binlerce mükemmel insan yetişmiştir. İmam Malik'in şeyhi Nafi de bunlardandır. İlk asırdan başlayarak belli devrelerde Müslümanlar'ın bu müesseseyi işlettiği görülmektedir. Fakat bunda iki ana sebep vardır. Bunlardan biri, efendilerle alâkalı, diğeri de kölelerle. İslâm, tatbikatta mükemmel.insan teminatını, insandaki irade ve hürriyetle alâkalı olarak ele almaktadır. Fakat İslâm'ı yaşamakta kusurlu olan kimseler birtakım işleri tam olarak yapamayacaklardır. İşte bu tür fertlerin Peygamberimiz'in terbiyesi ile olgunlaşacakları ana kadar bu işin tam tatbik edilmemesi, bir bakıma normaldir. Kaldı ki üç, beş tane kişinin hatası yüzünden İslâm'a çamur atmaya çalışmak haksızlık ve insafsızlıktır. İkinci şık ise, kölelerin kendileriyle alâkalıdır. Bu hususta İslâm'ın tatbikatı insanın yaratılışını hesaba katma ölçüsü içindedir. İlk ve son Müslümanlar evvela köleleri insan olduklarına inandırma, hürriyete karşı olan vahşetlerini yok etme, aile kurma yolunu göstermek ve hayata alıştırma gibi terbiye edici prensiplerle ele almışlardır. İtiyat ve alışkanlık insanda ikinci bir tabiat meydana getirir. Bunu giderme ve eski hali diriltme, bir vahşi hayvanı terbiye kadar zordur. Kölelik de öyledir. Islahı uzun za
273
man ister. İşte mü'minler de bunu yapmışlardır. Her mü'min "kardeşim" deyip bağrına bastığı kölesine, müstakil çalışma, müstakil kazanma, yuva kurma ve aile idare etme gibi hususları teker teker öğretmiş ve sonra da serbest bırakıp hürriyetine kavuşturmuştur. Eğer bu işlere tâbi tutulmadan,iştidat ve kabiliyetleri körelmiş insanlar sırtlarında bir ar olarak taşıdıkları insanlıkla, topluluk içine salınsalardı, akvaryum balıkları veya kafes kuşları gibi, hayatın karmaşık dolapları karşısında şaşkına dönecek ve eski hallerine dönme hissine kapılacaklardı. Bu ise köleler adına hiçbir hayır ifade etmeyecekti. Nitekim hayat kanunlarına karşı cahil pek çok köle, arzedildiği şekilde hareket etmiştir. Amerika Reis-i Cumhurlarından Abraham Lincoln'un bir hamlede bütün köleleri hürriyete kavuşturması, kölelerin yeniden eski efendilerinin yanına dönmesi şeklinde neticelenmişti. Başka türlü olması da düşünülemezdi. Bütün hayatı boyunca veya hayatının bir kısmını esir yaşamış bir insan, hep emir almaya alışmıştır. Belki çok güzel işler verdiği de olmuştur. Fakat makina gibi dıştan idare edildiği için, böyle biri, elli yaşında da olsa çocuk mesabesindedir. Hayatı bilen veya hayata açık olan birinin yanında talim ve terbiye görmeye, hayat ve onun kanunlarını öğrenmeye ihtiyacı vardır. Bu husus, değil hürriyetini yitirmiş köleler için, belki sömürge haline getirilmiş ve uzun zaman istismar edilmiş pek çok devletlerde de hisedilen bir hastalıktır. Evet bu milletlere dahi, uzun zaman terbiye verilip şahsiyet ve benlik kazandırılmazsa aynı akıbetle karşılaşacaktır. Yabancı devletlere ve milletlere, yeniden benlik şuuru kazandırmak, esirlere insan olduklarını öğretmekten daha zordur. İşte İslâm, köleye benlik,insanlık şuurunu kazan
274
dırmakla işe başlamış, kalbine hürriyet anlayış ve aşkını yerleştirmiştir. Âdeta, "İste vereyim" der gibi yapmıştır. Sonra da hayata salıvermiştir. Zeyd bin Harise'nin yetiştirilip hürriyetine kavuşturulması ve arkasından da soylu bir kadınla evlendirilmesi, sonra içinde şereflilerin de bulunduğu bir İslâm ordusuna kumandan tayin edilmesi hep bu meseleye parmak basmanın ifadesidir." (243) Sonuç olarak, İslâm köleliği icat etmeyip, bilakis onu kaldırmaya çalışmıştır.
(243) Tereddütlerimiz. M.G.

Çevrimdışı kardelen

  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Hatay / İskenderun
  • 3198
  • +238/-0
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Gençliğin imanını sorularla çaldılar
« Yanıtla #38 : 28 Ekim 2009, 17:48:09 »
275
HER ŞEY GÖRÜNSEYDİ, GÖRMEDEN İMAN ETMENİN NE ANLAMI
KALIRDI?
SORU: Ruhun varlığını isbat eder misiniz? Varsa mahiyeti nasıl bir şeydir?
CEVAP: Sorunun cevabına geçmeden önce başımdan geçen bir olayı anlatayım.
Birgün bir kardeşimi ruh doktoruna götürmüştüm. Bir saat kadar sıra bekledikten
sonra nihayet sıra bize geldi ve içeriye girdik. Daha kapıdan içeri yeni girmiştik ki,
doktorun nefret dolu bakışları ile karşılaştık. Adam kafasını "hm" diyerek sallıyor ve
söyleniyordu:

Tabi bu kızcağızı ruh hastası yaparsınız. Giydirirseniz çarşafı elbette neticesi böyle
olur.
Beynim bir anda allak bullak olmuştu. Sordum:

Afedersiniz doktor bey, size gelen bütün ruh hastaları çarşaflı mı?
Doktor şaşırarak:

Hayır. Fakat... Diyerek demogoji yapmak istiyordu. Soruma devam ederek dedim
ki:

Doktor bey, şimdiye kadar size gelen açık olan hastalarınızdan birine, "Sen açık
olduğun için ruh hastası oldun" dediniz mi?
276

Tabi böyle birşey söylemedim.

Peki bize böyle söylemeniz nerden icabetti? Demek ki ruh hastaları yalnız
çarşaflılar olmuyormuş. O halde ruh hastalığının kıyafetle ilgisi yok. Acaba siz neye
dayanarak, bu kardeşimin çarşaf yüzünden ruh hastası olduğunu anladınız?.. Yanlış
bilmiyorsam, bir doktorun herhangi bir teşhis koyması için o hastayı muayene etmesi
çeşitli testlerden geçirmesi lâzımdır. Halbuki siz hastanın yüzünü dahi görmeden
hüküm verdiniz. Madem ki böyle yapıyorsunuz, çıkın sokağa halka hastalıkların
sebebini söyleyin. Nasıl olsa bu düzenin yetiştirdiği toplumun yarıdan fazlası ruh
hastası...
Doktor, söylediğine pişman olmuştu. Eli ile koltuğu işaret ederek otur dedi. Haddini
bilmez Batı'nın kulu olan doktora, en son olarak şöyle dedim:

Doktor bey, sizin gayeniz benim dinime saldırmak. Meseleyi tıp yönünden ele
almayıp, inancım yönünden ele aldınız. İnancım olan İslâm şeriatını bilmeden ona
hücum ettiniz. Bunun için de sülalemi bedava muayene etseniz, yine de size muayene
ettirmem. Ruhumu öldüren doktor, nasıl olur da onu tedavi edebilir? Dedikten sonra,
oradan ayrılıp Aksaray'daki başka bir hastaneye gittik. Doktorun nasıl biri olduğunu
sorduğumuzda, çok ünlü bir doktor olduğunu söylediler. Ben de, "Ünlü olması mühil
değil, hakkı, İslâm'ı bilen biri olsun yeter" dedim. Hastaneye vardığımızda yine sıraya girdik. Zaten bizden sonra gelen de yoktu. Nihayet sıra bize gelmişti. Çağrılmayı bekliyorduk. Fakat her nedense çağırmıyorlardı. İçeriden arada bir bağnşmalar. Açık olan kapıya iyice yaklaştık. Baktık ki, içerideki tartışma ruhun varlığı, yokluğu hakkında imiş. Muayene olacağımız doktor denen adam, "Ruh diye bir şey yok" diyordu. Birkaç dakika sonra bizi çağırdı. Daha önce de bizi görüyorlardı. Fakat, "Ufak tefek gördün de
277
Karamürsel sepeti mi zannettin?" sözü misali bizi çarşaflı görünce tahminim, bunlar anlamaz diyerek devam ediyorlardı. Sonra içeri girdik, fakat onlar hâlâ bazı Batılı filozofların sözlerini konuşuyorlardı. Doktor, "Hanginiz hasta?" diye sordu. Ben de, "Niçin sordunuz doktor bey" dedim. Doktor şaşırarak: "Ne demek niçin sordum? Siz muayene olmaya gelmediniz mi?" Ben de: "Evet, muayene olmaya geldik. Fakat şimdi vazgeçtik. Çünkü yanıldığımızı, yanlış geldiğimizi anladık." Doktor şaşırarak:

Ne yanlışı? dedi. Ben de:

Sizi ruh doktoru biliyorduk. Meğer değilmişsiniz, dedim. Doktor:

Ne demek efendim? Kapıcı mıyız burda?..

Kapıcısınız demiyorum. Tabelada "Ruh doktoru" diye yazıyor, fakat siz biraz önce ruhun olmadığını söylemiştiniz. Olmayan bir şeyin doktoru da olamaz. Sizin ruh doktoru olabilmeniz için önce ruhun varlığını kabul edip, onu tanımanız gerek. Ama siz ruhu tanımak şöyle dursun, kabul etmiyorsunuz bile. Bu halinizle sizi ruh doktoru olarak kabul etmiyoruz, kusura bakmayın. Ayrıca, muayene için bin lira vermiştik. Onun da iadesini rica ediyoruz. Orada bulunanların hepsi şaşırmıştı. Çıkarken arkamızdan biriri seslendi: "Hanımefendi, hanımefendi..." Gayri ihtiyarî döndük. Seslenen doktorun yanındaki hanım idi. Durduk yaklaşınca sordu:

Affedersiniz çok ilginç birşey söylediniz "ruhu tanımak lazım" dediniz. Ruh nasıl tanınır? Kim tanıtabilir?

Öğrenmek için sorulan soruya cevap verilir, ayrıca sorduğunuz için teşekkür ederim, dedim. Bakın kardeşim, önce Allah'a kendisinin tarif ettiği şekilde samimi olarak inanmak lazım. Ona inandıktan sonra ruha da onun tarif ettiği şekilde inanmak lâzım. Çünkü onu en iyi şekilde bi
278

len, onu yaratandır. İnsanlar iki şeyden yaratılmıştır: Madde ve ruh. Maddeyi çok iyi öğrenen kişinin, manayı da öğrenmesi lâzımdır. Zaten maneviyâtı bilmeden ruhu anlamak mümkün değildir. Biz konuşurken doktor da geldi. Ruhun varlığı hakkında münazara ettik ve Allah'ın izniyle, ruhun varlığına inanmayan ruh doktoru da ruha inandı. Ruh ile ilgili başımdan önemli bir hadise daha geçti. Onu da birkaç satırla kısaca anlatayım: Babam, dört, beş sene önce Cerrahpaşa'da belinden ameliyat olmuştu. Onu ziyarete gittim. Kapıdan içeri girerken doktorun biri: "Nereye gidiyorsunuz, bu kıyafetle buraya girilmez" dedi. Ben de: "Niçin girilmesin, benim de hastam var onu ziyaret edeceğim" dedim. "Senin bu kıyafetle buraya girmen buranın tüzüğüne aykırıdır. Buranın nizam ve intizamını bozuyorsun" dedi. Bu arada hemşireler de geldi. Ben de: "Buranın bir tüzüğü, bir nizam ve intizamı varsa benim dinimin de bir nizam ve intizamı vardır. Eğer ben bu çarşafı çıkarırsam, inancım olan İslâm şeriatının tüzüğünün birini yerine getirmemiş oluyorum. Ve o zaman da ruhum çok sıkılır buhran geçiririm". "Ne ruhu, ruh yok ki" dedi. Ben de az ötede yazılı olan "Ruh doktoru" tabelasını göstererek: "Ruh yoksa, niçin ruh doktoru tabelasını astınız?" dedim. Doktor şok olmuştu. Sonra iki-üç saat birkaç doktor ve hemşireyle ruhun varlığı ve İslâmiyet'in bir dünya görüşü, yani Kur'an-ı Kerim'in içinde, iktisat, miras, alışveriş, hukuk, ailevî münasebetler, devletlerarası münasebetlerin olduğu hakkında münazara ettik. Üç gün sonra tekrar gittiğim dedoktor bana aynen şunları söyledi: "Sen neredesin kardeşim? Üç gündür uyku uyuyamıyorum. Biz ne kadar bilinçsizmişiz." Ruh doktoru diye tabelayı asarız, sonra da ruha biz inanmayız. Biraz daha konuştuktan sonra Dr. Kenan Çığ279 man'ın "İnançlar" isimli kitabını verdim. Şunu da söyleyeyim ki, bütün konuşmaları şeriatın emrettiği şekilde konuştuk, yalnız tek olarak hiç konuşmadım. Bir sene sonra, oradaki hemşirenin bir tanesini gördüğümde, o doktorun 5 vakit namaza başladığını söylemişti. Gelelim ruhun ilmî ispatına. İnsanın bütün maddî ve ruhî fonksiyonları esnasında beyni hep aynı şekilde işler. Sevmede, üzülmede vesaire. Hep aynı tür işleyişle karşılaşıyoruz. Maddî izaha göre, beynin nöron havuzlanndaki moleküller bir durumda sevinirken, diğer durumda üzülüyorlar, bazen de kızıyorlar. Seven, küsen, üzülen, kızan acaba beyindeki moleküller midir? Meselâ televizyon'da film seyreden bir kimse filmin konusuna göre, bir bakıyorsunuz ağlıyor, bir bakıyorsunuz gülüyor, bir bakıyorsunuz heyecanı had safhaya ulaşıyor. Şimdi düşünecek olursak, maddeden yaratılmış olan bu beden, yani madde nasıl gülebiliyor? Nasıl ağlayabiliyor? Nasıl heyecanlanabiliyor? Hem de uzaktan seyrettiği film, madde olarak ona değmemekte yani temas etmemektedir. Maddenin hareketedebilmesi için ona maddî bir şeyin temas etmesi gerekir. Öyleyse film seyreden kişiye maddî bir temas olmadığı halde gülen, ağlayan, heyecanlanan şey nedir? Elbette ruhtur. Çünkü, madde, ağlamaz, gülmez, heyecanlanmaz. Amerikalı bir bilim adamı ruhun varlığına inanışını şöyle anlatıyor: "Bir hastayı ölmeden az önce tarttık, öldükten sonra tekrar tarttık. İkisinde de kilosu aynı idi. Acaba bundan ne çıktı ki, canlı olan beden cansız hale geldi. Ve kilosu aynı olduğu halde, hareketsiz hale geldi. Düşündük ki, bu maddeyi hareket ettiren ruhtur. Ruh çıkınca beden hareketsiz hale geldi." Ayrıca bir ölüyü yani madde olan bir bedeni televizyonun karşısına geçirsek, filmi seyrettirsek, filmin ağlanacak yerinde ağlar mı, gülünecek yerinde gü
280
ler mi? Elbette hayır. Çünkü madde ağlamaz, madde gülmez. Gülen ve ağlayan ruhtur. Ayrıca, bütün insanların beyinleri aynı şekilde işlediğine göre, fikir ayrılıkları nedendir? İnsan beyni, bilgi birikimine benzer şekilde, sonsuz tat, ses, koku, vs. şekilleri kaydeder. Sonra biz, "Hoş kokulu, güzel" deriz. Bu hoş koku beyindeki moleküllere göre midir? Güzel veya bizim güzel bulduğumuz şekilleri idrak etme keyfiyeti, beyindeki moleküller için midir? Tatlı, acı diyoruz. Bu keyfiyeti hissetme, beyin moleküllerinin özelliğine mi, yoksa beyin üstü bir varlığa göre midir? GALİLEO VE MEDYUMLAR(243-a) Fizikte, "Galileo Kanunu" ismi verilen bir eylemsizlik kanunu vardır. Bu kanuna göre, dışarıdan tesir yapılmadıkça maddenin harekete geçmesi, hareket halinde iken durması veya hareketini değiştirmesi, yani planlı bir şekilde hedef ve yörünge değiştirerek ve icabında durup geri dönebilecek herhangi bir hareket yapması mümkün değildir. Bu durum karşısında şuurlu bir varlığın aracılığı kabul olunmadıkça mevcudiyetimiz yalnız ve sadece bu maddî varlığa nasıl bağlanabilir? Roz Mari isminde genç bir medyum kız, (243-b) eski Mısır tarihi âlimlerinden Holmen ile müzisyen Vood'un önünde, o zamana kadar çözülmemiş Mısır lisanını,
telaffuzunu, müzik ve danslarını veriyordu. Bu bilgileri, Fira(243-a) Medyum: Ruhlar âlemi ile ilişki kuran, sinir sistemi son derece hassas, organizmanın ve bedenin araçlığından çabuk çıkabilen kimse. (243-b) Medyumlar konusunda yazdıklarıma, ister inanın isteı inanmayın, bazı kısımlarına inanmıyorum. Fakat, bu konunun uzmanları inanmış ve yazmışlar. E.Ş. 281 vun, Amen Hatep'in zevcesi olduğunu iddia eden Nona'nın ruhundan aktardığını
söylüyordu. Bu durum ister bin seneden fazla yaşayan cinler vasıtasıyla elde edilsin, ister bazılarının yanlış olarak iddia ettiği gibi senelerce önce ölmüş kişilerin ruhlarından elde edilsin, farketmez. İşte durum meydandadır. Bunlar plaklara aldırtılıyor ve bu kimselerin raporları ve belgeleri "Ancient Egyp Speak" "Eski Mısır Konuşuyor" adlı bir kitap halinde yayınlanıyor. Bu kitap halen İngiltere'de satılmakta ve İngiliz kültür heyetinin Ankara'daki kütüphanesinde bulunmaktadır. Bunları madde ve maddenin bağlı bulunduğu kanunlarla izah etmenin imkânı yoktur. (254) . , Medyumla ilgili başka bir misal: Merhum Fennî Bey Birinci Dünya Savaş'ı sırasında Medine'de bulunuyordu. Medine düşman kuşatması altında idi. Bir gece rüyasında Beşiktaş'taki evinden ateş ve duman çıktığını gördü. Endişesini giderebilmek için ne telgrafla ne de mektupla haber etmeye imkânı yoktu. Kendisi operatör olarak medyumlar vasıtası ile ilgi kurmakta idi. Yanında emir eri olan medyumu ertesi günün sabahı çağırdı. Uyuttuktan sonra, eline güya birkaç altın lira verir gibi yaparak, bir Araptan iki deve kiralamasını söyledi. Hayalen kiralanan iki deveden birini deveciye, diğerini emir erine verdi. Yine hayalen onları develerine bindirerek Cidde iskelesine, oradan da vapurla İstanbul'a yolladı. Rıhtım boyunda bulunan arabalardan birini kiralayarak Beşiktaş'a, Serencebey Yokuşu'ndaki evini gösterdi. Kapıyı çalmasını söyledi. Emir erinin kapıya kucağında bir çocuk ile yaşlı bir kadının çıktığını bildirmesi üzerine Fennî Bey, kapıya çıkan kadından eşinin nerede olduğunu sordurdu. Kadının cevabı Fennî Bey'in sembol halinde gördüğü rüyayı doğruluyordu. Eşi, bir gün evvel bir kaza neticesinde aynı evde vefat etmişti. Kapıya çıkan kadın Fennî Bey'in annesi, kucağındaki de öksüz kalan çocuğu idi.(245) Bu olayı maddî yönden izah etmenin imkânı yoktur. Bu olay elbette ruhun varlığını isbat etmektedir. TELEPATİ Telepati: Uzaktan hissetme anlamına ve fikir alış verişi manalarına gelir. Telepatikonusunda çok ilgi çekici olaylar yayınlanmıştır. Özellikle aralarında yakın sevgi bulunanlarda şiddetli sıkıntıların, ağır hastalık ve ölüm gibi olayların çok hissedildiği tesbit edilmiştir. Savaşlarda ölen askerlerin ölüm anlarında annelerinde görülen ani sıkıntılar, hatta bağırıp çağırmalar sayılamayacak kadar çoktur. Bilinen telepatiler daha çok annelerde görülür. Bu konuda Amerika'da altıyüz anne üzerinde yapılan bir deneyde annelerin yüzde altmışının çocuklarının ağladığını farkettikleri tesbit edilmiştir. Annelerin, çocuklarının sıkıntılarını, hastalıklarını hatta kaza ve ölümlerini uzaktan sezdikleri tarihte pek çok vak'a ile bilinmektedir. İngiltere'de yapılan bir telapati deneyinde Marlo adında bir adam, kendisine manevî evlat edindiği Georgette adlı genç kızla birbirlerinin zihinlerinden geçenleri okuyabildiklerini iddia etmiş ve bu iddiasını ispat etmek için kalabalık bir topluluğun önünde, genç kızı maden ve plastikten yapılmış bir sandık içinde, iki metre derinlikteki bir çukura gömmüştür. Seyircilerden biri yanındaki bir kitaptan bir parça seçerek Marlo'ya vermiş, Marlo bu parçayı okuduktan sonra büyük bir cehd sarfettiği belli olacak şekilde Georgette'ye aktarmıştır. Georgette, sandığın içinde bulunan bir mikrofon sayesinde bütün parçayı, ke
(244) Ruhun Varlığının İlmî İspatı - Abdullah Aymaz.
282
(245) Din Psikolojisi Ders Notlan - Halis Ayhan.
283
limesi kelimesine seyircilere tekrar etmiştir. Bu tecrübe fotoğraflarla tesbit ve neşredilmiştir. (246) Bu olayın madde ile izah edilecek hiç bir yönü yoktur. Bu olay da ruhun varlığını ispat etmektedir. TELEKİNEZİ Telekinezi: Herhangi bir şeyi maddî bir vasıta olmadan, uzaktan, hareket ettirmek demektir. Son yıllarda Musevi asıllı bir kadın medyumun çeşitli bilim adamlarının gözü önünde uzaktan etki ile bir çatalı eğmesi telekinezinin en yeni örneğidir. Amerika'da ilgi çekici bir telekinezi deneyi, polorize filmlere uzaktan etki ile harf yazabilme şeklinde yapıldı. Gözleri bağlı medyumların hem Amerika'da, hem de Rusya'da yaptıkları gösterilerde, parmakları ile renkleri farkettikleri, güvenilir bilim mecmualarında yayınlandı. Unesco adına bir araştırma yapan Prof. Tromp, bazı medyumların yer altındaki maden ve suları farkettiklerini tesbit etmiştir. Araştırmacı, Birleşmiş Milletlere verdiği resmî raporda bu kimselerden yararlanılması gerektiğini bildirmiştir... (247) RUH VE DUYULAR Ruh, hayat makinasının bir idarecisi olup, bütün büyük sempatik sinirler, kan dolaşımı, göz, kulak, mide ve diğer bütün beden cihazları ruhun icra vasıtalarıdır. Mesela, gören göz değil, ruhtur. Göz, ruh için bir penceredir. Evet, penceresi kapalı olursa, ruh görmez. Fakat, göz dışında pencereliğe münasip bir yer bulunca yine görebilir.
(246) 24.12.1975 Tarihli Ulus gazetesi Din Psikolojisi Ders Notları • Halis Ayhan.
(247) Aynı Eser.
284
Rusya'da, "Tanrıya dönüş" kitabında parmaklan vasıtasıyla gören insanlardan bahsedilmektedir. "1962 yılı baharında, Uralların Nizhni Tağil şehrinde yaşayan Rosa Kuleşova, Dr. İosif M. Goldberg'e parmak uçlarıyla gördüğünü söyledi. Doktor, kızın gözlerini bağlayarak, bir dizi deney yaptı. Rosa, hakikaten parmak uçları ile görebiliyor, yazı okuyor, renkleri seçebiliyordu." İtalya'da Pesavo Akli'ye hastanesi müdürü meşhur âlim Prof. Dr. Sezer Lombrozo, "Hypnotizme et Sprisme" adlı kitabında diyor ki: "Gördüğüm ve tahsil ve ilme olan bağlılığım sebebiyle hiç kimse spritizmaya karşı benden daha fazla düşmanlık göstermemiştir. Her kuvvetin maddeye bağlı ve maddeden doğma olduğuna değişmez hakikat gözü ile bakar ve sihirli masallarla daima alay ederdim. Fakat hakikat ve gördüğüm hadiselerin içimde uyandırdığı merak ve ilgi evvelki anlayı . şıma galebe çaldı. 1982 yılında bir sabah, beni, 14 yaşında matmezel C.S. isminde bir hastaya çağırmışlardı. Histerisinir nöbetleri geldiği zaman gözleri görmüyor, burnu koku almıyor, buna karşı burnunun ucu ve kulağının sol memesi ile görüyor ve ayaklarının topukları ile koku alıyordu. Hasta, bu sırada sol kulağının memesi ile mektupları mükemmel okuduğu gibi, topuğuna götürülen en hafif kokulardan bile zevk alıyor ve müteessir olabiliyordu.(247-a) Bu hadise gösteriyor ki, aslında gören göz değil, ruhtur. Koku alan burun değil, ruhtur. Bir örnek verecek olursak ölen bir kimsenin gözü görebilir mi? Elbette görmez. Peki ölen kimsenin gözünü alıp kör olan bir kimseye taktıklan zaman nasıl görüyor? İşte, gören göz değil ruh olduğu için, ölen kimsenin ruhu da çıktığı için gözü göremiyor. Fakat ölen insandaki göz, kör bir adama takıldığı zaman görebiliyor. Şunu ke
(247-a) Ruhun İlmî İspatı - Abdullah Aymaz.
285
sinlikle ispatlıyor ki, gören göz değil, ruhtur. Bu durum şu anda dünyanın her yerinde olmaktadır. Hatta göz bankaları da açılmıştır.ÖNSEZİ Önsezi: Hadiseleri oluşundan evvel hissetme ve haber verme olayına ait melekeye, önsezi diyoruz. Bu husustaki misaller, daha ziyade öleceğini haber verme şeklindeortaya çıkmaktadır. Önsezinin temel özelliği, bir olay başlamadan bize haber veren bir duygu oluşudur. Genellikle aniden sıkılma ya da sevinç şeklinde olmakla beraber çoğu defa açık olur."Önsezinin enteresan bir özelliği de ölüme yakın zamanlarda yoğunlaşmasıdır. Maddesel yapının dışında kurulan önsezi mesajı, ölüme yaklaşan herkeste bir beraberlik kazanır. Sanki insanın maddesel bir ölümle tükenmeyeceğini müjdeler. İç dünyamızın esrarengiz derinliklerinden gelişi, onun güzelliğini ve insanın yüceliğini bir daha ispatlar." (248) "Eskişehir mahallesi, Aksungur sokakta oturmakta olan bahçıvan Halit Hoşça'nın genç kızı, bir banyo dönüşü yediği dondurmadan rahatsızlanmış ve bir süre sonra kendisinde kalp romatizması olduğu teşhis edilmiştir. Yapılan bütün tedavilere rağmen iyileşmeyen Bahriye, bir gün yatakta yatarken, ayakta, beyazlar giyinmiş beyaz sakallı, beyaz bastonlu bir ihtiyar yanına gelerek kendisini "Çok güzel bir yere" çağırmıştır. İhtiyarla bir süre kalan Bahriye çevresindekilere: "Ben yarın sabah saat 10'da öleceğim" demiş ve gerçekten de dediği saatte ölmüştür. (259)
(248) Din Psikolojisi Ders Notları - Halis Ayhan.
(249) Aynı Eser.

Çevrimdışı kardelen

  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Hatay / İskenderun
  • 3198
  • +238/-0
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Gençliğin imanını sorularla çaldılar
« Yanıtla #39 : 28 Ekim 2009, 17:48:36 »
286
Bu ve buna benzer olaylar, gerek yerli ve gerekse yabancı basında sık sık yer almaktadır. Uçak ya da araba kazalarından önce, içine bir his doğduğu için yolculuğa çıkmayarak kazadan kurtulanların haberlerine de zamanla rastlanmaktadır. Evet bu olayların maddî bir izahı mümkün değildir. Birazcık aklı olan kimse bu olaylar karşısında ruhun varlığına inanır. Ölümden dönenlerin, ölüm anını anlatma öyküleri hep ruh konusunda olan net olaylardır. Ancak unutmamak gerekir ki, insanların tüm zihinsel yeteneklerini ve duygusal ilgilerini hâlâ insan beynine mal edenler vardır. Birçok ruhsal olayları, esrarangiz beyin dalgalan ile izah etme çabalan sürüp gitmektedir. Bunlar için verilecek cevap, ameliyatlar sonucu ortaya çıkan akıl almaz gerçeklerdir. Bazı büyük beyin tümörlerini tedavi esnasında beyindeki hareket merkezi dışında büyük bir bölüm (beynin üçte birine yakını) ameliyatla alınmaktadır. Bu durumda, insanın zihnî yeteneklerinde kayda değer önemli değişme olmamaktadır. Eğer beyin tümüyle zihni koordine etse, yönetse idi, bu ameliyatlardan sonra ruhsal yeteneklerimizin büyük ölçüde yok olması gerekirdi. Beynin ön ve yan lobları zeka merkezi diye tanımlanmıştır. Bu ameliyatlardan sonra bu lobların tamamının alınması halinde ciddi bir zeka sorunu ortaya çıkmamıştır. Yeni araştırmalar bu bölgelerin kompitür görev yapan uyum merkezleri olduğunu ispatlamış, ameliyatlarında ise bu görevi diğer bölgelerin ele aldığı anlaşılmıştır. Şu halde bilimsel olarak şu sonuçlara varmak yerinde olacaktır. a) İnsanda madde ötesi yetenekler vardır. Bunları vücudun maddesel yanı ile izahı mümkün değildir.
287
b) İnsanın insanlığını ispatlayan sevgi, san'at, telkin, önsezi, telepati yönleri, onda madde ötesi bir yanın olduğu gerçeğini doğrular. (249-a) FİZİK BEDEN VE ENERJİ BEDEN Sovyetler'de, beden dışı seyahat yapabilen yogiler üzerinde çalışmalar yapılmaktadır. İnsanlar, kriz, koma veya trans halinde bulundukları zaman, anesteztik tesir altındaenerji bedeni kendiliğinden dışarı atabilirler. California Üniversitesinden Dr. Charles Tart ve Arkansas ESP Kurumu Direktörü Harald Sherman Astral seyahat mevzuunda çalışıyorlar. Tehlikeli ameliyatlarda, donma gibi ölüm başlangıcı durumlarında da bu çeşit infisallere (ayrılmalara) rastlanıyor. "Le Monde Et La Vie" dergisinin Mart 1963 sayısında, buna dair bir vak'a anlatılır: İngiliz protestan rahibi L. J. Betrand, İsviçre'ye yüksek dağları gezmek isteyen bir çocuk grubunu götürmüştü. Lucerne civarında, saat ikide dağa tırmanmaya başladılar. Kayalıkları tırmandıktan sonra, "Buzullar" mıntıkasına vardıklarında rahip kendini yorgun hissetti. Çocukları rehbere emanet etti ve onlara takip edecekleri yolu tarif ederek başka bir yere ayrılmamalarını tembih etti. Çocuklar ayrıldıktan sonra düzlük bir yere oturarak dinlenmek istedi. Fakat az sonra derin bir uyku üzerine çöktü. Birden uyandığını sandı. Yavaş yavaş şuuru avdet ediyordu. Fakat dehşetle artık kendi vücudunda olmadığını anladı. Şuuru bir balon gibi bu vücudun üzerinde dalgalanmaktaydı. Uyumuş, hareketsiz vücudunu bir heykel gibi seyrediyordu. Kolunu, bacağını oynatmak için göster
(249-a ) Diyanet Gazetesi, Sayı: 285.
288
diği bütün gayretler boşuna idi. Yerdeki vücud kendine yabancı gibiydi. Birkaç dakikalık telaş ve korkudan sonra, bu yeni halin hiç fena olmadığını farketti. Kendini çok hafif, yorgunluktan, her türlü acıdan ve fiziki bağlardan uzak hissediyordu. Birçok tecrübe ona gayret sarfetmeksizin hareket edebileceğini gösterdi. Dik yamaçlar boyunca uçuyor ve buzlu dağ havasında bir kuş gibi yükseliyor, göz açıp kapayana kadar istediği yere gidiyordu. Bu ona bir fikir verdi, acaba çocuklar ne yapıyorlardı? Bunu düşünür düşünmez kendini onların arasında buldu. Ve hayretle kendi tarif ettiği yoldan gitmemiş olduklarını gördü. Boş yere onların dikkatini çekmeye çalıştığı halde kimse kendisini görmedi. Hatta bir ara yemek molası veren gruptakilerin, kendine ait yiyecekleri de afiyetle midelerine indirdiklerini gördü. Onların etrafında uzun zaman kalarak söylediklerine, hareketlerine dikkat etti, sonra da hâlâ derin bir uykuda olan vücudunun yanına döndü. O zaman Lucerne'deki otelde karısının ne yaptığını görmek aklına geldi. Otelin antresini, garsonları, kalabalığı gördü. Bir otomobil geldi ve içinden karısı indi. Yanında dört kişi vardı'. Onların dikkatini çekmeye çalıştı. Fakat evvelki teşebbüsü gibi, bunda da muvaffak olamadı. Ancak, onların otomobilden indiklerini, karısının bavulları nasıl yerleştirdiğini, sonra nasıl çay içtiğini gördü. Fakat, birden bir rahatsızlık hissetti. Lucerne'deki manzara kayboldu ve kendini vücudunun yanında buldu. Yol arkadaşları gelmişler ve onu donarak öldüğünü zannetmişlerdi. Fakat rehberler kalbini dinleyerek attığını anlamışlar, şimdi onu kendine getirmeye çalışıyorlardı. Kendine geldiğinde ruhî infisalden sonraki gördüklerini teker teker anlattı. Hepsi de hayret ettiler. Keza karısı da 289 meseleye akıl erdiremedi. Çünkü, gerek çocuk grubu, gerek kendisinin başından geçen olayları en ufak teferruatına varıncaya kadar anlatmıştı. Bu olay İngiltere'de, "Society For Research" tarafından incelenerek doğruluğu kabul edildi. Ölümle birlikte, fizik bedenle enerji beden alâkasının sona erdiği söylenir. Medyumların raporlarına göre, enerji beden, fizik bedenimizin içindedir ve tam dubledurumundadır. ÖLÜMLE, ET KILIFINDAN ÇIKAR VE BİZ YAŞAYIŞIMIZA ENERJİ BEDEN (RUH) OLARAK DEVAM EDİP GİDERİZ. (250) RÜYALAR Bazı ilim adamlarının hâlâ beyin işlemi saydıkları rüyaların üç yönü, onun insanda ruh bulunduğunu kesinlikle ispatlar. a) Geleceği açıkça belirten rüyalar. b) Hiç gitmediğimiz yerleri önceden rüyada görme ve rüyadaki iç spikerin bize verdiği izahlar. Rüyalarda iç spiker vardır. Gördüğümüz bir rüyayı anlatırken, "Ben şehre gitmişim. Orası filan şehirmiş, bir kimse gördüm, o kimse falanca imiş" dediğimiz zaman, bu bilgiyi, bize, görünmeden söylediğini farkederiz. İşte bu spiker,iç dünyamızdaki "Ben" (ruh), asıl kişiliğimizdir. Ölümsüz olan odur. C) Bir günlük bebeğin uyurken gülmesi... Bu olay, "Rüyalar gündüz yaptıklarımızın tekrarıdır", tezini tamamen yok etmektedir. Bebekler ancak 25-40 günlükken gündüz gülerler. Halbuki doğduğu günden itibaren rüyasında gülmeye başlar. Bilhassa ruhun varlığını ispat eden delillerden birisi de doğru rüyalardır. Madde olan beden, zaman ve mekâ
(250) Ruhun Varlığının İlmî İspatı - Abdullah Aymaz. 290 na bağlıdır. Halbuki doğru rüyalarda insan zaman ve mekânı aşmaktadır. İşte bu durum madde ötesi ruhî bir hakikati ispat eder. Ayrıca nice kimseler vardır ki, zühd ve takvasına, İslâm'a sarılmasına uykuda gördüğü rüya sebep olmuştur. Nitekim, Hz. Peygamberimizin (s.a.v) dedesi Abdülmuttalib de gördüğü rüya ile Zemzem kuyusunu ve oradaki hazineyi bulmuştu. "Kayravan'da, Ebu Muhammed Abdullah Bağanasi adında salih bir adam vardı. Kaybolan mallarını yerini rüyasında kendisine söylerlerdi. İnsanlar ona gelirler, falanın vasiyet etmeden öldüğünü, mevcut malının yerinin bilinmediğini söylerler, o da Allah'a dua edip yatar, ölen kimse rüyasında kendisine gösterilir ve ondan malın yerini öğrenirdi. İhtiyar, iyi bir kadın ölmüştü. Başka bir kadın, ona, yedi dinar emanet bırakmıştı. Emaneti bırakan kadın, Ebu Muhammed Abdullah'a gelip durumu anlattı ve ölen kadının adını verdi. Ertesi gün Ebu Muhammed ona dedi ki:
— Ölen hanım sana: "Evimin tavanında yedi tahta vardır. Paranı yedinci tahtada, bir kumaş parçası içinde bulacaksın" diyor. Gerçekten para, orada bulundu. (251) Hayat Tarih mecmuası'nın Mayıs 1974 tarihli 5. sayısının 85. sayfasında müthiş bir rüyadan bahsediliyor: Suriye atabeylerinden Nureddin Mahmud Zengi'ye, (1146-1174) rüyasında, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) görünmüş, ona üç kişiyi gösterip kendisini bunlardan kurtarmasını bildirmişti. Zengi, hemen Medine'ye giderek ihsanda bulunmak bahanesiyle bütün halkın önünden geçmesini istedi. Emri yerine getirildiyse de bunlar arasında rüyada kendisine gösterilen üç kişi yoktu. Bunun üzerine gelmeyen kimse bulunup bulunmadığını sor
(251) İnsan ve İnsan Üstü - Süleyman Ateş. 291 du. Peygamberimizin (s.a.v) türbeleri civarında bir evde oturan üç batı Afrikalı garibin gelmediğini söylediler. Hemen onları getirtti ve bakar bakmaz aradığı kimseler olduklarını anladı. Kendilerini tutuklayıp kaldıkları eve gidince, türbeye doğru bir yeraltı geçidi açmaya çalışmış olduklarını gördü. Bu üç kişinin Hıristiyan oldukları anlaşıldı. Sorguları neticesinde ise, gayelerinin, Peygamberimizin (s.a.v) naaşını kaçırıp, Hıristiyan diyarına götürmek olduğunu itiraf ettiler. Zengi, üçünü de hemen idam ettirdi ve ayrıca türbenin dört tarafına gayet derin hendekler açtırıp, KALAY İLE DOLDURARAK yeniden böyle bir teşebbüse mani olacak tedbirleri aldı. (252) Ruhun varlığına inanmak isteyene bu kadar delil yeter de artar bile. Kur'an-ı Kerim'e göre "ruh" ise şöyledir: Yahudiler, Peygamberimize ruhun ne olduğunu sordular. Bunun üzerine Allahu Tealâ İsrâ suresinin 95. ayetinde: "Ruhu sana soruyorlar, de ki: Ruh Rabb'inin emrindedir ve size bu hususta az bilgi verilmiştir" buyurmuştur. A'raf suresinin 54. ayetinde: "Haberin olsun ki, yaratmak ve emretmek Ona mahsustur" buyurulmaktadır. Bu ayetten anlaşıldığı gibi, ruh da Allah'ın mahlukudur (yaratığıdır). Fakat, maddeden ayrı bir mahiyeti vardır ve emir âlemindedir. Onun için de bedende âmir (emredici) durumundadır. Bedenin sevk ve idaresi ruhun elindedir. Yukarıdaki ayetlerin ışığında, İslâm âlimleri, bedeni ata, ruhu da dizginleri elinde bulunan süvariye benzetirler. Böylece her ikisinin birbirine muhtaç olduğunu fakat mahiyetlerinin de ayrı olduğunu ifade ediyorlar. Ruhun bedene zıt olarak beş özelliği vardır. Biri ana rahminde ruhun cenine taallukudur. Bilindiği gibi ana
(252) Ruhun Varlığının İlmi İspatı - Abdullah Aymaz. 292 rahmindeki çocuk üçbuçuk-dört aylık olmadan kımıldamaz. Çünkü kımıldatan, insanı hareket ettiren can değil, ruhtur. Gelelim ruhun diğer dört vasfına. İkincisi, dünyaya geldikten sonraki ilgisi (tanıma, sevme, nefret etme vs. gibi), üçüncüsü, uyku halinde bedenle olan ilgisi. Uykuda ruhun bir yönden bedenle ilgisi vardır. Bir başka yönden de alâkasını keser. Dördüncüsü, ruhun cesede taallukudur. Her ne kadar ruh ölüm sebebiyle bedenden ayrılsa da tamamen ilgisini kesmez. Beşincisi de, kıyamet gününde ruhun beden ile birleşmesidir. (253) Kısaca şunu söyleyebiliriz ki, dünyaya ait hükümler bedenler üzerine tereddüm etmiştir. Ruhlar, dünyada bedenlere tâbidir. Kabir hayatındaki hükümler de ruhun üzerine tereddüm eder. Bedenler ise ruhlaratâbidir. Öldükten sonraki kıyamet, haşir-neşire ait hükümler hem ruhların, hem de bedenlerin üzerine tereddüm eder. (254)
(253) FıkhıEkber -İmam-ıÂzam.
(254) Fıkhı Ekber - İmam-ı Âzam.