SORU: Bütün ruhları Azrail Aleyhisselam nasıl ala262
bilir? Aynı anda Dünya'nın ayrı ayrı yerlerinde ölenler oluyor, nasıl hepsine yetişecek ? Bir de, ölüm meleği Azrail'in (a.s) herkesin durumuna göre ölüm anında başka başka göründüğünü; meselâ, Peygambere başka, çocuklara başka, katil Ve ahlâksızlara daha başka, kimisine hoş, kimisine güzel, kimisine korkunç olarak aynı anda nasıl görünebiliyor?
CEVAP: Bir tek kişi, çeşitli aynalar vasıtasıyla bir çok kişi haline gelir. Fakat, hem aynalarda görünenler birbirinden çok farklıdır, hem aynalar çeşit çeşittir. Meselâ, meleklerin akisleri hem kendileridir, hem de hayatlı olarak bir çok hususiyetleri ile beraber bulunmaktadırlar. Yalnız, aksettikleri aynaların kabiliyetine göre göründükleri için, bütün hakikatları ile her yerde suret ve mahiyetleri ile aksetmezler. Meselâ, Hz. Cebrail (a.s), Peygamber Efendimizin (s.a.v) huzurunda sahabelerdengüzel çehreli Hz. Dihye (r.a) suretinde bulunduğu anda, aynı zamanda Arş-ı Âzam'da ilahî huzurda haşmetli kanatları ile secdede bulunur. Aynı anda kim bilir kaç yerde ilahî emirleri tebliğ eder. Mahiyeti, hüviyeti ve herşeyi nur ve nuranî olan Peygamberimiz (s.a.v), dünyadaki bütün ümmetinin salavatlarını birden işitir ve selamlarına cevap verir. Allah'ın emirlerini tam olarak yerine getiren veliler, nuraniyet kazandıkları için, bir anda birçok yerlerde bulunabilirler. Çok kimselerle görüşebilir ve ayrı ayrı çok izleri yapabilirler. Azrail (a.s). da melek olması dolayısıyla, nuranî olduğu için bir anda pek çok yerde bulunabilir. Bir iş,.hir işe mani olmaz. Aynı zamanda ayna misalinde olduğu gibi, meselâ, odadaki bin aynadan birisi mavi, birisi siyah, birisi parçalanmış gibi çirkin gösteren ayrı ayrı aynalar olsalar, bir insan odaya girince hepsinde, aynı anda, başka 263 başka görünür. Bunun gibi Azrail aleyhisselam da ruhunu alacağı kişilerin, iman, ibadet, ahlâk, tutum ve davranışlarının ruh aynalarındaki durumuna göre görünecektir. O insan kötü bir kişi ise siyah ve çirkin ruhuna göre, Azrail aleyhisselam çok dehşetli görünürken, bir masuma samimi bir dost gibi yaklaşacak ve tereyağından kıl çeker gibi ruhunu kabzedecektir. İşler ve görüntüler birbiren mani olmayacaktır. (234) , SORU: Bir hadis-i şerife göre, dünyanın öküz ve balık üzerinde olduğu söyleniyor. Bu doğru mudur?
CEVAP: Bir hadiste, Peygamberimize (s.a.v) sormuşlar: "Dünya ne üstündedir?" Peygamberimiz de: "(Hut/ba-lık) ve (Sevr/öküz) üstündedir", başka bir rivayette iseiki defa olmuş, birisinde "Öküz üstünde" diğerinde "Balık üstünde" demiştir. Bazı hurafelerle hadisi izah etmeye kalkanlar kasdedilen hakiki manayı değiştirmişlerdir. Peygamberimiz, iki büyük meleğe kudsî, lâtif bir benzetme ile sevr ve hut diye isimlendirmiştir. Fakat Efendimiz (s.a.v)in dilinden halkın diline geçince, âdeta gayet büyük bir öküz ve dehşetli bir balık suretini almıştır. Bu meleklere bu ismin verilmesinin sebebi, arzın su ve toprak olmak üzere iki kısımdan meydana gelmesindendir. Su kısmını ihtiva eden balık, toprak kısmını ihtiva eden ise ziraattır. Ziraat ise, öküz iledir ve öküzün omuzundadır. Bu münasebetten bu iki meleğe bu isim verilmiştir. Balık, sahillerde yaşayanların ve pekçok insanın geçim kaynağıdır. Arzın mimarı ve ziraat işleri de eskiden beri öküz vasıtası ile olmaktadır. Bu bakımdan "Devlet ne üzerinde duruyor?" sorusuna nasıl ki, "Kılıç ve kalem üze
(234) Şüpheler Üzerine - Safvet Senih. 264 rinde duruyor" denilir. Çünkü, disiplini, cesareti, silahı, mükemmel askeri olmayan ve kalemi dirayetli ve adalaletten ayrılmayan memuru bulunmayan bir devlet ayakta duramaz. Elbette devlet kılıç ve kalem üzerinde duruyor denildiği gibi, dünya da öküz ve balık üstünde duruyor denilir. Çünkü, ne zaman öküz çalışmazsa yani ziraat yapılmazsa ve balıklar milyonlarca yumurtayı birden yumurtlamazlarsa o vakit dünyada yaşanmaz. Ayrıca, biz, önderimizin asırlar sonra kavranabilecek fennî bir mucizesi ile karşı karşıya bulunmaktayız. Çünkü, eskiden Güneş'in Dünya etrafında döndüğü zannediliyordu. Halbuki, ikinci rivayette önderimizden Dünya'nın ne üzerinde olduğunu sordukları zaman, birinci defasında; "Hut üstündedir" yani balık burcu üstündedir buyurmuş. Birkaç ay sonra ikinci defa sorduklarında ise "Sevr üzerindedir"yani "Boğa" veya "Öküz" üzerindedir, buyurmuştur. Buna göre ikinci defa sorulduğunda boğa burcuna gelmişti. İşte istikbalde anlaşılacak bu yüksek hakikata işaret olarak, gökteki burçlarda gezenin Güneş olmayıp Dünya olduğunu, dolayısıyla Dünya'nın dönüp dolaştığını ifade etmek için önderimiz (s.a.v) böylece beyan buyurmuştur. Fakat, meseleye hurafeler karışarak hakikatin şekli değişmiştir. (235) Not: Değerli okuyucularım, bu konuda bazı şüpheler var ve bazı hadislerin uydurma olduğu söyleniyor. Okuyucularıma, bu kitaba yazdığım tarihten on yıl sonra tavsiye ediyorum, bu konuları araştırın. Biz hatalı bile yazsak, sizler doğruyu mutlaka bulun. E.Ş. 10.6.93
(235) Şüpheler Üzerine - Safvet Senih.
265
GEÇMİŞ İBRET İÇİN OKUNUR. AYNI HATAYA DÜŞMEK İÇİN DEĞİL SORU: Ad, Semût ve Lût kavimleri zamanında işlenen isyan ve inkârlar şimdi de yapıldığı halde, Allah onlara gönderdiği bela ve musibetleri niye şimdi de insanların başına musallat etmiyor? .
CEVAP: Cenab-ı Hakk'ın, Kur'an'da Peygamberimize (s.a.v) şöyle bir vaadi vardır: "Bir vakitte: "Ey Allah! Eğer, bu senin tarafından gelmiş bir kitap ise, hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize daha acıklı bir azap ver, demişlerdi. Halbuki sen (Ey Rasulüm) onları içindeyken Allah onlara azap verecek değildi. İstiğfar ettikleri halde de, Allah onlara azap edecek değil.." (236) Evet, Allah Tealâ, diğer peygamberlerin ümmetlerine tebliğ ve çeşitli ikazlardan sonra aynı günahta ısrar etmelerinden dolayı helak etti. Fakat, bizim Peygamberimiz'e Allah'ın sözü vardır. İşte, Allah bizim suçumuzdan dolayı hemen helak etmiyor. Böylece bizler de daha sonra hatalarımızı anlayıp, tövbe ederek Allah'ın emirlerine sarılıyoruz. Peygamberimizin ümmeti deyince sadece Müslümanlar'ı anlamamak lazımdır. Bütün insanlar, Peygamberimizin peygamberliğe başlamasından bu yana onun ümmetidir. Fakat davetini kabul edenler ümmet-i icabet, kabul etmeyenler ise ümmet-i davettir. Allah günahımızdan dolayı bu ümmeti helak etseydi önceden kâfir olup, şimdi Müslüman olanlar da kâfir olarak ölecekti. Meselâ, Avrupa'da, yeni yeni Müslüman olanlar kâfir olarak öleceklerdi. İşte Allah Tealâ'nın bizi hemen helak etmemesi bizim için, Peygamberimizin ümmeti için büyük bir lütuftur. Rabbimiz'e ne kadar şükretsek azdır.
(236) Enfal: 32-33.
266
İSLAM'DA, ESİRLERİN KÖLE OLUŞUNU reddeden düzen, bizi hem güçlülere,
hem de kendisine çağdaş köle yapmıştır.
SORU: İslâm dini, Allah tarafından insanların hayrı için geldiğine göre, nasıl oluyor
da köleliği caiz kılıyor?
CEVAP: Bizim köleliğe karşı duyduğumuz tiksinti ve ürpertinin bir takım eski ve
yeni sebepleri vardır. Materyalizmin görüşündeki işveren, işçi, zengin, fakir, ezilen ve
ezen gibi düşüncelerle, tarihin eski devirlerinde bilhassa Roma ve Mısır'da kölelere
yapılan vahşiyane zulümler... Yakın tarihte ve günümüzde esirlere karşı yapılan
insanlık dışı muamele, vicdan sahibi her insanı derin derin düşündürücü mahiyettedir.
Meselenin iyi anlaşılması için sadece Romalıların kölelerine yaptıkları zulmü
yazalım. Köleler beşer haysiyeti ve beşer (insan) hukuku olmayan bir takım eşya
mesabesinde idi. Kaçmalarına mani olacak şekilde ağır zincirlere bağlı olarak
tarlalarda çalıştırılıyordu. Diğer hayvanlar gibi (ki hayvan konumunda idiler),
kendilerinin de yeme içme hakkı olduğu için değil, ancak çalıştırılmaları için
yedirilirlerdi. Bu mahluklar işlerine, efendinin veya vekilin duyacağı vahşet zevkini
tatmin için kırbaçlanarak sevkedilirlerdi. Bundan sonra, köleleri, çirkin kokuların
kapladığı, farelerin ve çeşitli hayvanların dolaştığı karanlık
267
zindanlarda yatırırlar, zindanlara düzinelerle köle birden atılırdı. Bazen bir zindanda
elli köle üstü üste yığılırdı. Zincirleri ile beraber zindanlara atılan bu zavallı insanlara,
ahırlarda hayvanlara yapılan muamele bile çok görülürdü. Lakin eşine ender rastlanan
en zalim hadise ise kölelere kılıç ve mızrakla yaptırılan hakiki döğüş ve rol
gösterileridir. Bu türlü gösteriler, Romalılar'ın en çok sevdikleri eğlencelerdi. Bazen
imparator başta olmak üzere, efendiler, gerçekten karşılıklı döğüş yapan, öldürmekten
herhangi bir endişe ve çekinme duymadan, vücudun neresine gelirse gelsin kılıç ve mızrak vuruşlarını yönelten köleleri seyretmek için toplanırlardı. Orada bu vahşi duygu son haddine varır, bağırmalar ve alkışlar yükselir, döğüşen kölelerden biri diğerini tamamen öldürdüğü zaman, zalimane ve çılgınca kahkahalar boşanırdı. Zavallı köle, kahkahalar ve neşe çığlıkları arasında can verirdi. İşte kölenin Roma alemindeki durumu bu idi. O zamanda, köleye ait kanunî bir durum, kendisine şikayet hakkı ve bu şikayete bakacak bir mercii bulunmadığından kölesini öldürmekte, ona işkence yapmakta ve onu istismar etmekte mutlak hak sahibi olan efendi hakkında fazla söz söylemeğe lüzum yoktur. (237) İşte bütün bu sebeplerden dolayı neslimiz kölelikten ve onu müdafa eden sistemlerden nefret etti. Onlara düşman oldu. Nefret ve düşmanlığında haklıdır ama, İslâm'a yaptığı hücum ve tenkit de haksızdır. Çünkü menşei (kökü) itibariyle kölelik İslâm'a dayanmadığı gibi, varlığı da onunla devam ettirilmiyordu. Kölelik geçmişte de, bugün de daima başka milletlere ve devletlere dayandı ve varlığını sürdürdü. Müslümanlar, ilk defa kölelikle ilgili zalim ve vahşi durumu Mısır'ı fethettiklerinde görmüşlerdi. Kö
(237) İslâm'ın Etrafındaki Şüpheler - Prof. Muhammed Kutub.
268
lelere yapılan bu işkenceler Müslümanların bilmediği görmediği şeylerdi. Ve bu durumdan dolayı çok üzülmüşlerdi. Müslümanlar, gittikleri her yerde bu duruma mani olmaya, bu yarayı tedavi etmeye çalışıyorlardı. Fakat Batılı, eski Roma ve Mısır'ın bu çirkin ve zalim durumunu miras alıyordu. Bundan sonra köle, Batı'nın ağalarına uşaklık yapacak, onları eğlendirmek için döğüşecek, ölecek ve öldürecekti. Fakat İslâm, önce kölelik olayını bir vak'a (olay) olarak ele aldı. Sonra, kölelerin ne ticaret, ne de eğlence malı olmayıp, insan olduklarını söyledi ve: "Sizin bazınız bazınızdandır" (238) ve "Kim kölesini öldürürse onu öldürünüz. Kim onu hapseder veya gıdasını keserse onu hapsedip ve gıdasını kesiniz. Kim onu hadım yaparsa onu hadım yapınız." (239) gibi ilahi kaideler bildirdi. "Siz, Adem oğullarısınız, Adem de topraktandır. Biliniz ki, hiçbir Arap olmayanın da Arap olana, hiçbir beyazın siyaha, hiçbir siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur, üstünlük takva iledir." (Yani bütün üstünlük Allah'ın kanunlarının (emirlerinin) uygulanması iledir.) İslâm, köleleri de alem şümul kardeşliğin içine alıyor ve "Mü'minler kardeştir" düsturuyla", Hizmetçi ve köleleriniz kardeşlerinizdir" demektedir." Kardeşi, elinin altında bulunan her fert, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onların yapamayacakları işleri emredip onlara yüklemesin. Eğer zor işler teklif ederseniz, derhal onlara yardım ediniz." (240) "Sizden hiçbiriniz, bu kölemdir, bu cariyemdir, demesin. Kızım veya oğlum, yahutkardeşim desin." (241) Bunlara binaen, Hz. Ömer (r.a), Kudüs'e Mescid-i Aksa'nın teslim
(238) Nisa: 25.
(239) Buharî ve Müslim.
(240) Buharî.
(241) Müslim. 269 alınması için giderken, Medine'den Kudüs'e kadar hizmetçisiyle (kölesiyle) bineği nöbetleşe kullanmıştır. Hz. Osman (r.a), devlet reisi olduğu devrede kölesinin kulağını çektiği için halkın gözünün önünde, kulağını kölenin eline verip çektirmiştir. Bütün bunlar kölenin de bir insan olup, diğer insanlardan farkı olmayan bir insan olduğunu anlatıyor. Şurasını unutmamak gerekir ki, bu hadiseler dünyanın en ücra ve terkedilmiş yerinde, duyguları hiç işlenmemiş bir topluluk için büyük bir olaydı, bir inkılâbtı. Zira, muasır millet ve devletler kölenin insanlığı hususunda düşünmeye bile yanaşmıyorlardı. İslâm'ın bu tutumu köleler üzerinde de büyük tesirler yapmıştı. Köle,eşitlik prensibi ile insanlığına kavuşup, efendisinin yanında yerini almasına hatta hürriyetini elde edip serbest bırakılmasına rağmen efendisinden ayrılmak istemiyordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v), Zeyd bin Harise'ye hürriyetine kavuşturup babasıyla gitmesine izin verdiği halde, o Efendimizin yanında kalmayı tercih etmişti. Daha sonra bir sürü köle de hep aynı şeyleri yapmışlardı. Zira bunlar o kadar güzel muamele görmüşlerdi ki, kendilerim efendilerinin ailelerinden birer fert sayıyorlardı. Efendiler de öyle biliyor, titizlikle onların hukukuna riayet ediyorlardı. Çünkü, "Kim kölesini öldürürse onu öldürünüz, kim kölesini hapseder veya gıdasını keserse onu hapsedip ve gıdasını kesin" hükmüne tâbi idiler. Bu türlü cezalar karşısında efendi, ihtiyat ve tedbir içinde, köle ise gayet emin ve rahattı. Bütün bunlar tarihte eşi gösterilemeyecek büyük hadiselerdir ki, bu mevzuda İslâm'ın getirdiği şeylerin birinci merhalesini teşkil eder. İkinci merhale hürriyete kavuşturma merhalesidir. İnsanda asıl olan hürriyettir. Hür olan bir insanı köleleştirmek büyük günahlardan sayılır ve bundan elde edilen
270
geliri kullanmak ve istifade etmek ise, katiyyen haramdır. Hürriyetine dokunan her hareket ve davranış kötülenmiş olmasına mukabil ona hizmet edici her hareket ve davranış da İslâm nazarında takdir görmüştür. Bir insanın yansını hürriyete kavuşturmak, hürriyet kavuşturan kimse için vücudunun yarısını ahiret azabından kurtarmak, bütünü azad etmek ise, vücudunun tamamını teminat altına almak sayılmıştır. İslâm'da kölelik konusu, hürriyete kavuşturma uğrunda bayrak açılan bir konudur. İslâm yerinde onu bir vazife sayar, yerinde fazilet der, teşvik eder, yerinde efendi ve köle arasındaki anlaşma ve mukavele ile ona giden kapıları açık tutar. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ve Hz. Ebubekir (r.a.), köle alıp, azad etme hususunda bütün mallarını harcamışlardır. İslâm devleti de köle alıp, azad etmeyi vazifeleri arasına aldı. Peygamberimiz (s.a.v), on kişiye okuma yazma öğreteni de hürriyete kavuşturuyordu. Bundan başka bazı dinî vazifelerdeki hataları dolasısıyla köleleri hürriyete kavuşturmayı şart koşuyordu. Meselâ, yemin edip yeminini bozanlara: "Kim hataen bir mü'mini öldürürse, onun keffareti bir mü'min kölenin azadı ve ölenin ehline teslimen ödenecek bir diyettir" (242) Bunlardan başka efendi ile köle arasında üzerinde anlaşabilecekleri bir miktar mal veya paraya karşılık serbest bırakma vardı. Sevap maksadıyla hürriyete kavuşturma hepsinden önde gelmekteydi. Denilebilir ki: Kölelerin hürriyete kavuşturulması ve onlara insanca muamele yapılmasında ne kadar ileriye gidilirse gidilsin, hatta isterse hepsi birden hürriyetine kavuşturulsun gelen hükümlere bakılınca İslâmiyet köleliği kaldırmayıp, köleliğin varlığını kabul etmektedir. Halbu
(242) Nisa: 92. 271 ki insanlığın tamamen içine işlenmiş pek çok huy ve alışkanlıkları bir hamlede kaldıran İslâmiyet'in köleliği kaldırmaması düşünülemezdi. Köleliği kaldırabilirken kaldırmaması, onu kabul etmesi manasına gelmez mi? Herşeyden evvel bilinmelidir ki, İslâm köleliği icad etmediği gibi, onun koruyucusu ve devam ettiricisi de değildir. Kölelik, devletlerin ve milletlerin savaşlar münasebetiyle oluşturdukları bir müessesedir. Devletler arasındaki harpler devam ettiği müddetçe -ki devam eder- kölelik kıyamete kadar devam eder. Ve önüne geçmek de hiçbir millete tek başına nasih olmayacaktır. Düşünelim ki, biz bir devletle harbe tutuştuk, esir aldık ve bizden de esir aldılar. Bu esirlere karşı yapılacak çeşitli muameleler vardır. Ya zalim idarelerde olduğu gibi hepsini öldürmek, ya esir kamplarında hapsetmek veya kendi memleketlerine dönüp gitmelerini sağlamak. Veyahutta alıp müminlere dağıtarak, ganimetten bir parça saymaktır. Bunları ele alacak olursak, kılıçtan geçirmek zalimliktir, yapılmaz. Ama kâfirler Müslümanlar'a en alasını yapıyorlar. Esir kamplarında tutmak da doğru değildir. Çünkü yirminci asırda dahi esir kamplarında çok çirkin hadiselere şahit olunmuştur. Esirleri memleketlerine iade etmek çok iyi bir şeydir. Ama onlar bizden aldıkları esirleri öldürüp iade etmiyorlarsa, bu durum kendi ihsanımıza karşı bir alâkasızlık, bir zulüm olur. Hele iade ettiğimiz kimseler bizden bir kısım bilgileri yurtlarına, birliklerine bildirmeleri düşmanın işine yarayacak ve cesaretlendirecek, bizim ise aleyhimize olacaktır. Bu tür olaylara tarihte rastlamak mümkündür. Bütün bunlardan sonra geriye, esirlerin harbe iştirak edenler arasında taksimi mevzuu kalıyor ki, İslâm geçici olarak esir alma yolunu tercih etmiştir. Ne öldürme, ne toptan imha etme
272
yolu...