Gençliğin imanını sorularla çaldılar

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı kardelen

  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Hatay / İskenderun
  • 3198
  • +238/-0
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Gençliğin imanını sorularla çaldılar
« Yanıtla #30 : 28 Ekim 2009, 17:43:30 »
KENDİ DÜZENLERİNİN İŞİNE KARIŞAMAYANLARIN "Allah'IN İŞİNE
KARIŞILIR" ZANNETMESİ NE BÜYÜK BİR FELAKET
SORU: Hz. Adem'in çocukları, niçin evlendi. Allah, başka Adem'le Havva yaratsaydı,
kardeş kardeşle evlenmeseydi, olmaz mıydı ?

CEVAP: Bu soru da çok sorulan sorulardan biri? Hatta, karşılaştığım liseli ve üniversiteli öğrencilerin çoğu bu soruyu soruyor. Bir defasında bir profesör kadınla da tanışmıştık, o da aynı soruyu sormuştu. Allah'ın izni ile hakikatin karşısında Hakk'a teslim olmuştu. Kitabın içinde yer yer belirttiğim gibi, inanmak istemeyen kimse durmadan mantığına taalluk eden sorular soracak. Halbuki, mantık her şeyi kabul edemeyeceği gibi, kişiden kişiye algılama şekli değişir. Şöyle ki: İlkokul mezunu bir kişi ile üniversiteli bir kişinin mantıkları bir olamayacağı gibi dünyevî bilimleri okuyanla, hem dünyevî hem de uhrevi bilimleri okuyan kimsenin mantıkları bir olmaz. Evet, inanmayan kimse mantığa taalluk eden sorular soracak, hiçbir soru bulamadığı zaman da elma neden uçmaz?" gibi sorular sormaya başlayacak. O, "neden" sorusuyla, inanan insanın aklını "neden" sorusuna cevap aramakla meşgul edecek. Soru sorulan şahıs sorusuna: "Canım, elma neden uçmazı var mı, uçmaz da onun için uçmaz" cevabım verememişse yandı demektir. Artık, arka arkaya sorular başlar. Cevaplar dinlenmez. Çünkü, öğrenmek için sorulan sorunun cevabı dinlenir, ya aksi olursa?... Gelelim sorunun cevabına. Allahu Tealâ başka Adem'le Havva yaratamaz mıydı? Allah, değil başka Adem'le Havva yaratmak, istediği kadar, binlerce Adem'le Havva yaratabilirdi. Fakat, o zaman sorular biter miydi? Nerden biliyoruz ki, Allahu Tealâ birkaç tane Adem'le Havva yaratsaydı, o zaman da; "Madem ki, Allah birlik ve beraberlik istiyordu, bizleri niçin bir anne ve babadan yaratmadı? Demek ki, birlik olamayışımız Allah'ın yaratmasından dolayıdır" demeyeceklerini. Allah (c.c), bütün insanların birlik ve beraberlik içinde olmalarını istiyor. Irk ayrımını, yani bu kavim beyaz, bu kavim siyah, bu kavim sarı, bu kavim kumral gibi ayırımları sevmiyor. Bunun için de, bütün insanların kabul edeceği bir ana -babalan olmalıydı ve "Ey insanlar, hepiniz Adem'in çocuklarısınız" buyurulmalıydı ve buyuruldu da. Eğer, böyle bir ana ve babadan yaratılmayıp da "Adem'lerden yaratıldınız" demek suretiyle bir çok Adem ve Havva'dan yaratılsaydık, o zaman seyretseydik dünyanın manzarasını. Çünkü, bir baba (Adem), bir anadan (Havva) meydana gelmiş olmamıza rağmen, Kur'an-ı Kerim'de Allahu Teala: "Muhakkak ki, Allah yanında en keremliniz (iyiniz), en muttaki olanınızdır (Allah'tan en çok korkanınızdır)" buyurmasına rağmen, Peygamberimiz (s.a.v), Veda Hutbesi'nde: "Ne Arab'ın Acem'e, ne Acem'in Arab'a üstünlüğü vardır. Ancak, Allah'tan çok korkan üstündür" demesine rağmen, değil Hristiyanlık ve batıl dinler, şuursuz Müslümanlar dahi, yok Türk ırkı üstündür, yok Arap ırkı üstündür, yok İran ırkı üstündür demek suretiyle birbirleriyle harpler etmişlerdir. Eğer bir de birkaç Adem ve Havva'dan meydana gelinseydi, o zaman seyretseydik yeryüzünde olan hadiseleri. Çünkü, Adem'in birinin soyundan gelen insanlar, illa bizim ırkımız üstündür, diğer Adem ve Havva'nın soyundan gelen insanlar, illa bizim ırkımız üstündür der ve yok sen şu Adem'densin, yok ben bu Adem'denim, derlerdi.. Bu sefer de, insanlar, devamlı birbirleri ile harp halinde olur, yeryüzünde hiç mi hiç huzur kalmazdı. Şu anda bir baba (Adem) ve bir anadan (Havva) meydana geldikleri halde dünyada huzur yok. Huzur yok ama suç insanlarda. Çünkü, Allahu Tealâ: Kullarım ırk üstünlüğü yapmasınlar diye bütün insanların ana babalarını bir yaratmıştır. Kitaplarını bir göndermiş (Kur'an-ı Kerim), peygamberini bir yapmış (Hz. Muhammed Mustafa) kıblelerini bir tayin etmiş (Kabe-i Muazzama). Peygamberimizden önceki insanlara da Allahu Tealâ kitaplarını ve peygamberlerini göndermiştir. Bir de, önce Allah'ın hatalı iş yapmayacağına inanmak lazım. Bunun için de, Allah'a tam inanmak lazım. Kardeş kardeşle önceden evlenebilir kanununu koyan da Allah (c.c), şimdi o koyduğu kanunu kaldıran da Allah. Ana rahminde, kız ve erkek çocuğunu bir yatakta yatıran Allah (c.c), o dokuz aylık dünyadan sonraki dünya olan bu dünyada aynı hususu yasaklar. Kız ve erkek kardeşlerin aynı yatakta yatmasına müsaade etmez. Şimdi sorabilir miyiz ki: "Ey Allah'ım, ana rahminde ikisini bir arada yatırdın da, şimdi niçin müsaade etmiyorsun?.. Müsaade ettiği şartlar başka idi, şimdiki şartlar başka. Dünya onun olduğu için, üzerindeki kanun da onun. Denizdeki balığın kanununu hatalı yapmayan Allah (c.c), insanlığın kanunlarını da hatalı yapmaz. Yaptığı her işte vardır bir hikmet. Onun hikmetini tam anlayacak kapasitede değiliz. Diğer yönden, ikiz doğan Hz. Adem'in çocukları, çaprazlama evlenmişlerdir. (İkizler birbiriyle değil, kendilerinden önce veya sonra doğanlarla evlenmişlerdir.) Hadiselerle tespit edilen bu hususa göre, hikmet-i ilahiyece ikizler arasında yine bir kanuna riayet edildiği görülüyor. Ayrıca, ahlakî yönden mühim bir tarafı da, Hz. Adem'in çocukları birbirleriyle evleneceklerini bilmiyorlardı. Hüküm sonra geldi. Fakat şimdi eğer bunu dinler yasak etmemiş olsalardı, çok küçük yaşta aynı evde yaşayan kardeşler arasında kontrolü çok zor, engel olunmaz ahlaksızlıklar ve küçük yaşta büyük su-i istimaller meydana gelirdi. Halbuki, şimdiki dinler, kanunlar, örfler, âdetler ve ahlakî kaideler iyice yerleştiği için, kimsenin kafasında bu mesele hakkında menfi fikirler uyanmıyor...
Allah YARATILMIŞ DEĞİL Kİ ONU YARATAN OLSUN O HEP VARDI. BUNA EVVELSİZLİK DENİR.

SORU: Allah her şeyi yarattı, (hâşâ) O'nu kim yarattı?

CEVAP: Bu soruyu bana en az bine yakın kişi sormuştur. Bu soruyu komünistlerin dışında soranlar, aslında Allah'a tam inanmadıklarından dolayı soruyorlar. Allah'a inandıklarını sanan günümüzün nüfus kağıdı müslümanları, "Allah'ı (haşa) kim yarattı" sorusunu kendisini komünistlikle (kafirlikle) itham etmelerinden korktukları çekindikleri için sormuyorlar, soramıyorlar. Böylece, sıkıntı içinde ruh bunalımları geçirip ne ibadet edebilmekteler, ne de Allah'ı inkâr edip inkarcı olabilmektedirler. Halbuki, şüpheli olarak bocalayıp durmaktansa, çekinmeden sorusunu sorup şüpheden kurtulmak lâzımdır. Bu sorunun karşısında Peygamber (s.a.v)'in: "Bir gün gelecek, ayağını ayağının üstüne atarak, gurur ve kibirle, enaniyet içinde, her meseleyi halletmiş gibi, bunu Allah yarattı, şunu Allah yarattı, Allah'ı kim yarattı? diyecekler" hadis- i şerifini okuyunca, Peygamberimizin bir mucizesinin daha gerçekleştiğini görüyoruz. "Eşhedü enne Muhammeden Rasulullah" (Ben şehadet ederim ki, Muhammed (s.a.v) Allah'ın elçisidir) diyorum.Gelelim sorunun cevabına. Önce şunu söyleyeyim ki, Allah (c.c) sebep değildir. Yani herhangi bir sebep gibi... Allah'ı da meydana getiren bir sebep yoktur. Allah, bütün sebepleri meydana getirendir. Allah'ın (cc.) varlığının evveli (başlangıcı) yoktur. Kâinatın sonradan yaratıldığını bütün âlimler kabul etmektedirler. Ve bunu da ilim ispat etmiştir. Sonradan yaratılan herşeyin başlangıcı olması lâzım. Ve sonradan yaratılan herşeyin bir yaratıcısı olması lâzım, O da Allah'tır. Allah, sonradan yaratılmadığına göre, başlangıcı yoktur. Kafası, çalışmayanlara ve 'peki ama hâşâ Allah'ı kim yarattı?' sorusuna devam edenlere biz de şöyle cevap verelim. Meselâ, tavuk yumurtadan çıktı, yumurta nereden çıktı? O da tavuktan çıktı. Çevirir durursak, durmadan devir yapmış oluruz, tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan diye. Meseleyi, nihayet bir noktada kesmek mecburiyetindeyiz. Ya tavuk Allah tarafından yaratılmış; ya da yumurta Allah tarafından yaratılmış. Allah, bu ilk hücreyi kudretinden yaratmış, sonra belli hava, belli ısıyı vermiş, civcivi çıkarmıştır. Veyahut tavuğu bir nev'i olarak yaratmış ve sonra tavuk neslini ondan çıkarmıştır, demek mecburiyetindeyiz. Yoksa meseleyi uzatıp, ondan ona, ondan ona demekle meseleye hiçbir netice kazandıramayız. Sadece demogoji yapmış oluruz. Bir misal daha verelim. Meselâ, bir sandalye var, bu sandalyeye siz oturuyorsunuz ama arka ayakları yok. Siz diyorsunuz ki, ben arka ayaklan olmayan bir sandalyenin üzerinde oturuyorum. Bu sandalye olmasa ben de oturamam. Yani, sizin durmanıza, oturmanıza sebep arka ayakları olmayan sandalyedir. Pekâlâ, nasıl oluyor bu arka ayakları olmayan sandalyeye oturmak? Siz de diyorsunuz ki, o da arka ayakları olmayan bir sandelyeye dayalı. Pekâlâ, o neye 209 dayalı? O da, ona dayalı gibi çevirir dururuz. Ne zaman o sandalyenin arkasına iki ayak koyacak olursak, o zaman orada soru kesilir. İşte aynı bu misallerde olduğu gibi, hâşâ Allah'ı kim yarattı. Bir ilah, onu kim yarattı, onu kim yarattı, onu kim yarattı, bunu kim yarattı sorusuna son vermezsek, bu silsile durmadan sonsuza kadar gider. Bunun için, 'onu kim yarattı?' sorusuna son vermek lazım. Bunun için de, "Onu kim yarattı sorusunun en sonunda Allah desek, bu silsile kesilmiş olur. Yoksa asla kesilmez, sonsuza kadar gider.

Allah, yaratılmadığı için Allah'tır. Allah, bizzat yaratıcıdır. Eğer, Allah birisi tarafından yaratılmış olsa idi, Allah olmaz, mahluk olur, yani bir başkası tarafından yaratılmış olurdu. Allah'ın varlığı kendindendir. Buna da bir misal verelim: "Siz trenin gittiğini görüyorsunuz, en arkadaki vagon neye takılıdır? Bir önündeki vagona, o neye takılıdır? Bir önündeki vagona, ilh... Vagonları çoğaltın durun, kaç tane yaparsanız yapın, yüz tane, iki yüz tane, evet zahiren bunların hepsi birbirine takılıdır. Görünüyor. Sebepler olarak da öyle. Fakat hiç sorar inisiniz, lokomotif neye bağlıdır? Sormazsınız, çünkü, o bizzat muharriktir. Bizzat kendisi hareket eder. Hareketi kendindendir. Tıpkı başımın, vücudumun üzerinde, vücudumun bacaklarımın üzerinde, benim de yerin üzerinde olmam gibi. O da, dünya da kendi kendine dönüyor mu? Allah misalinde olduğu gibi. Binaenaleyh, bunu kim yarattı diyen kimseler, lokomotifi kim çekiyor gibi iddia ile ortaya çıkıyorlar. Lokomotifi bizzat hareket eden kabul etmezsem, vagonların hareket edişini izah edemem. Küre-i arz üzerinde herşey mevsimlere uğruyor, geziyor veya bizim aki210 demize göre, Allah gezdiriyor diyoruz, iş bitiyor burada. Binaenaleyh, Allah, vacibü'lvücuttur. O yaratılmamıştır. Varlığı kendindendir. Evveli, ahiri yoktur O'nun..." (209) Bu konuda İmam-ı Azam'ın bir tartışmasını da yazalım: "Bağdat'ta, Rum diyarından bir dehrî gelip insanların inançlarını sarsmak için ilim adamları ile münazaralara girişiyormuş. Bütün Bağdat âlimleri bu dehrî karşısında aciz kalıp, sorularına cevap veremediler. Yalnız görüşmediği âlim İmam Hammad kalmıştı. İmam Hammad ise, "Ben de gidip münazarada cevap veremeyip aciz kalırsam cahillerin İslâm'a olan inancı sarsılır" korkusuyla, münazara etmekten çekiniyordu. İmam-ı-Hammad, bu düşünce ile muzdarip halde uykuya dalmış, gece rüyasında görmüş ki, bir hınzır gelmiş bir ağacın dallarını ve gövdesini yemiş, sadece kökleri kalmış. Bu esnada o civarda bir arslan yavrusu çıkmış. O hınzır yavrusunu parçalayıp öldürmüş. İmam-ı Hammad, bir korku içinde uykudan uyanmış, kederli bir şekilde düşünmeye başlamış. İmam-ı Azam hazretleri o zaman onüç yaşında bulunuyordu. Hocası Hammad'ı kederli halde görünce sebebini sordu. İmam Hammad, ona rüyasını anlattı. Bunun üzerine İmam-ı Azam rüyasını şöyle tevil etti. O gördüğünüz ağaç ilimdir. Dalları diğer âlimlerdir. Kökü zat-ı âlinizdir. Arslan yavrusu ise benim. İnşaAllah o domuzu ben öldüreceğim, dedikten sonra hocası Hammad ile beraber camiye gittiler. O sırada dehrî gelip minbere çıktı ve münazaraya başlayarak, karşısına çıkacak birini istedi. Bunun üzerine Ebu Hanife karşısına dikildi. Dehrî yaşının küçüklüğüne bakarak onuküçümsedi. îmam-ı Âzam: "Ne sormak istiyorsan sor" dedi. Bunun üzerine Dehrî İmam'a şöyle sordu:
(209) Asrın Getirdiği Tereddütler - M. F. Dahhak. 211

Çevrimdışı kardelen

  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Hatay / İskenderun
  • 3198
  • +238/-0
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Gençliğin imanını sorularla çaldılar
« Yanıtla #31 : 28 Ekim 2009, 17:44:05 »
Başlangıcı ve sonu olmayan bir varlığın bulunması mümkün müdür? dedi. îmam-ıÂzam, tereddütsüz cevabında:

Sen sayı bilir misin? dedi. Dehrî de:

Evet bilirim, dedi. İmam Azam:

Beş rakamını hangi rakam yarattı?

Dört.

Dört rakamını? — Üç.

Üç rakamını?

İki.

İki rakamını?

Bir.

Bir rakamını?

Niçin sustun?.. Söylesene, bir rakamını hangi rakam yarattı?.

Bir rakamı evvelidir, ondan önce rakam yoktur.

Peki bir nasıl oluştu?

Ne bileyim? Bir, birdir işte. Kendi kendince bir.

—• Basit bir rakamın kendi kendine birliğini kabul ediyorsun da, Allah'tan Önce bir
varlık olmadığını ve varlıkların evvelinin Allah olduğunu niçin kabullenmiyorsun?.
Bu kıssa, zannederim, bu soruyu soranları tatmin (ikna) etmiştir. Evet, Allah (c.c)
vardır. Varlığı da kendindendir, varlığının evveli ve sonu yoktur. Allah, insanın
aklını belli bir noktaya kadar yaratmıştır. Onun ötesini anlayamaz, anlayacak
kapasitede değildir. Böylece aklın ölçüsü de sınırlı olduğu için her şeyi anlayamaz..
Akıl bazen melektir, bazen de yılan Bazen aya çıkandır, bazen de yalan Bulursa sırattan geçiş fendini, Gerçek eser budur, akıldan kalan İnanmak isteyene herhalde bu kadar delil yeter. İnanmak istemeyene ise ciltler dolusu deliller getirsen yine de inanmaz. Atalarımızın söylediği gibi: "Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az."Faydası olur babından İmam Âzam'ın münazarasına devam edelim. Dehrî ikinci sorusunu sormaya devam etti:

Allah ne tarafa yönelmiştir? Bu soruya karşılık İmam-ı Âzam:

Bir mum yakınca onun ışığı ne tarafa yönelir? dedi Dehrî:

Her tarafa yayılır, cevabını verdi. Buna karşılık İmam-ı Âzam:

Mecazî bir mum ışığı her tarafı kaplar da göklerin ve yerin nuru olan Allah Tealâ,
her tarafı kaplamaz mı? Bunun doğruluğu güneşten daha açıktır, dedi.
Dehrî üçüncü sorusunu şöyle sordu:

Varolan her şeyin bir mekâna ihtiyacı vardır. Buna göre Allah nerededir? Bunun
üzerine İmam-ı Âzam bir kâse içinde süt getirerek:

Bu sütün içinde yağ var mıdır? dedi.
Dehrî:

Evet vardır, cevabını verince İmam-ı Âzam:

Yağ sütün neresindedir? diye sordu. Dehrî:

Sütün içinde belli bir yer yoktur. Sütün her tarafında yağ vardır, dedi.
Dehrî'nin bu cevabı karşısında İmam-ı Âzam:

Fani ve zail (yok olucu) olan bir varlığın belli bir mekânı olmuyor da, Allah Tealâ
için nasıl bir mekân tasavvur edebilirsiniz? Allah Tealâ vardır ve O'nun varlığı her
şeyi kaplamıştır, dedi.

Bundan sonra Dehrî dördüncü sorusunu şöyle sordu:

Rabbin şimdi ne işle meşguldür? İmam-ı Âzam:

Sen birkaç soru sordun, ben ise cevap verdim. Soru soranın yüksekte, cevap
verenin aşağıda olması yakışmaz. Sen in de minbere ben çıkayım, dedi.
Bu söz üzerine Dehrî minberden aşağıya inip, yerine İmam-ı Âzam minbere çıktı ve:

Benim Rabbim, senin gibi bir kâfiri minber üzerinde lâyık görmeyip aşağıya
indirmekte ve benim gibi bir Müslüman'ı minber üstüne çıkartmaktadır, cevabını
verince Dehrî cevap veremez duruma geldi ve pes dedi.. İşte o zaman Dehrî'yi
yakalayıp öldürdüler ve İmam-ı Hammad'ın gördüğü rüya gerçekleşmiş oldu. (210),
(210) Fıkh-ı Ekber - İmam-ı Âzam, Aliyyül Kâri Şerhi, S. 10. 214 Allah AKLA SIĞMAZ AMA AKIL Allah'I BULACAK KUVVETTEDİR

SORU: Allah'ın özü ve nitelikleri nelerdir? CEVAP: Allah (c.c), yarattığı şeylerden, onların benzerinden ve hakikisinden başkadır. Aslında insan, şu sınırlı âlemde, sınırlı düşünür, sınırlı görür, sınırlı duyar. Bu âlemde insanın gördüğü şeyler, milyonda 4.5 nisbetindedir. Duyduğu şeyler de o kadardır. Meselâ, saniyede kırk defa titreşim yapan bir sesi duymaz. Binleri aşantitreşimi de duymaz. Yani ne çok az titreşimi, ne de çok titreşimi duyamaz. Öyleyse, insanın titreşimleri duyması sınırlıdır. Ve milyonda birkaç nispetinde bir şeydir. Görüş ve duyuş sahası da çok dardır. Bu kadar sınırlı gören, duyan, bilen bir insanın; Allah niçin görünmüyor? Nasıldır? demesi O'na keyfiyet, kemmiyet izafe ederek, -hâşâ ve kellâ- O'nun üzerinde düşünmesi, kendini ve haddini bilmemesi demektir. Sen nesin ve neyi biliyorsun ki, Allah'ı da bilesin? Allah kemmiyet ve keyfiyetten münezzehtir. Sen ışık hızıyla (saniyede üçyüz bin kilometre) trilyon sene ötelere gitsen, trilyonlar senelik öteleri görsen, bütün bu kâinatları üs üste yığsan, Allah'ın vücudu yanında mikroskobik bir şey bile olamaz. (Yani mikroskopla görü215 nen küçücük bir zerrecik bile olamaz). Biz, daha Antartika kıtasını bilemezken, bütün kâinatı gözümüz önünde tutan Allah'ın -hâşâ ve kellâ- (nitelik ve niceliği) hakkında nereden bilgimiz olacak. Allah, Allah olduğu için, O'nun tabiriyle (nitelik) ve (nicelikten) mukaddes ve münezzehtir. O tasavvurlarımızın da ötesindedir. Evet, hayalimize gelecek şey de Allah değildir (211). İslâm âlimleri: "Aklına ne gelirse, Allah ondan başkadır" demektedirler. Descartes da şöyle der: "İnsan herşeyi ile sınırlıdır. Sınırlı olan bir şey, sınırsızdüşünemez. Allah ise, varlığı sınırsızdır, sonsuzdur. Öyle ise, Allah hakkında hükme varamayız."
(211) Asrın Getirdiği Tereddütler - M. F. Dahhak.

216
SORU: Hindistan'da fakirler (bazı adamlar), birtakım garip (acaip) hadiseler gösteriyorlar,
bunlara ne dersiniz?
CEVAP: Bu hadiselerin bazıları sırf telkin eseri olup asılsızdır. Diğer bazıları hakikidir. Meselâ, bir ip havada duruyor gibi görünür, fakirin (adamın) gönderdiği bir çocuk onun tepesine çıkar, adam, ipi keser, çocuğu tutar parça parça eder, çocuğun uzuvları yerde kalır, adam bunları tamir eder, çocuk da ipte kaybolur. Adam, keskin bir bıçağı seyircilere muayene ettirir. Onunla kendi karnını yarar, bağırsaklarını çıkarır, etrafa dağıtır. Sonra bunları ellerine alarak birkaç manyetik pas yapar, yara kaybolur. Adam, yere bir Hint kirazı koyar, onu birkaç dakika üzerine bir örtü örterek sepette bekletir. Birkaç dakikada dallar ve yapraklar çıkar. Adam, bir meyve koparıp seyircilere verir. Bu meyve onun saklı tuttuğu bir meyvedir. Bu gibi hadiseler, adamın iradesiyle yaptığı hipnotizmanın tesiri altında husule gelen bir takım hayallerden ibarettir. Çünkü, bunların fotoğrafla resmi alınmaya te217 şebbüs edildiği zaman filmin üzerinde hiçbir şey çıkmamakta ve uzaktan bakanlar da hiçbir şey görmemektedirler. Fakat, Yogi denilen adamların gösterdikleri hadiseler böyle değildir. Bir Yogi hiçbir maddeye dayanmaksızın havada durur, vahşi hayvanlar içinde korkusuz yaşar ve bir sözle onları kovalar. Kalbinin ve atardamarlarının hareketini durdurur. Teneffüsün adedini azaltarak, havadan, sudan ve gıdadan uzun bir müddet mahrumiyete tahammül edebilir. Hatta, sineklerin kış mevsiminde yaptıkları gibi, büsbütün ölü gibi durduktan sonra dirilir. Bunlar uzun müddet yaptıkları nefsi ile çalışma, yani aç durma, az uyuma, insanlardan uzak durma sonunda bazı ruhlar ile meydana getirdikleri münasebetin neticesidir. Bir Yogi'nin bir Avrupa âlimine gösterdiği garip hadiselerden birinde, bu âlimin bir taraftan yaptığı şekli ve suretleri Yogi'nin hiç görmeksizin diğer taraftan aynıyla aktarma ve bostan dolabını yalnız bakmakla durdurması, Yogi'nin, "Şu iskemleyi yerinden kaldıramazsınız" demesi üzerine Avrupalı alimin iskemlenin üst tahtası kırılıncaya kadar uğraştığı halde onu yerinden kımıldatamaması telkin ile izah edilemez. (212) ; Bu adamlar Müslüman değil, Brahmandırlar. Demek ki, bu gibi harikulade halleri göstermek müslümanlara mahsus bir hal değildir. Müslümanların gösterdiklerine keramet, kâfirlerin gösterdiklerine istidrac denir. Keramet iki kısımdır. Birincisi, keramet-i kevniyedir ki, harika nev'inden bazı şeyler göstermektir. Diğeri ise, keramet-i ilmiye ki, marifet-i ilâhiyedir. Keramet-i kevniye, mücahede ve riyazatla
(212) İman Hakikatları Etrafında Suallere - Cevaplar - İsmail F. Ertuğrul.

218
(yani az yemek, az uyumak, insanlardan bir müddet uzak kalmakla) nefsi, tabiatın
hükmünden çıkarıp ruhâniyeti kazanmaya bağlıdır. Bununla beraber herkeste zuhur
etmez. Bu bir nevi istidat ve kabiliyet meselesidir.
Bunu elde etmek için uğraşanlar, Allah'ın rızasını tahsil etmek için çalışmış olmazlar,
kendi arzu ve heveslerini tatmin etmek için çalışmış olurlar. Nice büyük adamlar
vardır ki, kendilerinden keramet-i kevniye zuhur etmemiştir. Hem de bunu,
kendilerine gurur meselesi yaparak feyz almaya mani olmasından korkarlar. Onların
makamı sırf kulluk makamıdır. Kerameti, Allah'ın dilemesiyle mecbur olmadıkça
göstermezler. Sen keramet-i ılmiye tahsiline çalış, asıl makbul olan budur. Allah'a da.
bununla yaklaşılır.

Kur'an'da: "Allah yanında sizin en muteberiniz Allah'ın emirlerini en çok
tutanlarınızdır" buyurulmuştur. Kitap ve sünnete bağlı olmayan adam, havada uçsa da,
su. üzerinde yürüse de bunun hiçbir kıymeti yoktur. (213)
(213) Aynı eser.
219

SORU: Ölüme çare bulunacakmış, doğru mu?
CEVAP: Bu da keferelerin bir başka oyunu. Bu zalimler, nasıl olsa ölüme çare varmış
diyerek, insanların ahi-rete inanmamalarını istediklerinden bu fikri ileri sürüyorlar.
Eğer böyle bir şey olsaydı, bu buluşu bulmaya çalışan bilim adamları ilk deneyi
kendilerinde yapmazlar mıydı? Sonra, ölüme çare bulsalar bile yine ölecekler. Çünkü,
bütün kâinat hızla bir boşluğa doğru akıp gitmektedir. Acaba nereye kadar böyle akıp
gidecektir? Ayrıca güneşin gönderdiği radyasyonlar tükenmeye mahkûm olduğu ve
yapılan hesaplara göre, güneşin de (diğer yıldızların da) ezelî, sonsuz olmayıp bir gün
yok olacağı bilinmektedir. Bunu bütün ilim adamları kabul etmektedir. Dakikada
güneşten binlerce ton parça kopup, parçalanıyor. Herhalde bu gidişle dünyada hayat
kalmaz, bütün canlılar da ölür. Evet.. Ölüme çare bulsalar yine de ölecekler ki, ölüme
çare bulamazlar.

Sen, Müslüman kardeşim! Bu kâfirlerin ölüme çare bulacaklarmış sözüne
inanmamaksın. Velev ki ölüm olmamış olsaydı, biz Allah'ın emrini yerine
getirmeyecek miydik?... Bize vermiş olduğu bunca nimetlerden sonra,
220
O'na bir teşekkür etmeyecek miydik? Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı olur da, Allah (c.c)'ın hiç mi hatırı olmaz? İnsandoğar ve mutlaka ölür. Ölmeseydi, tuvaletinin taşını dahi altından yaptıran İran Şahı Rıza Pehlevi ölmezdi. Hem de kocaman dünyada sığınacak bir yer bulamadı. Büyük âlimler, veliler bir yana iki cihan güneşi Hz. Muhammed (s.a.v) ölmezdi.Ölüme çare bulunamaz, çünkü Allah'ın (c.c): "Ölüme çare bulamazsınız, bulsanız bile yine öleceksiniz" buyurmasının altında gizli bir parola olabilir. Bu da hiç ölmemek manasında değil de, belki diyorum, belki dünyanın son nefesinde ölüme, ona da Allah izin verirse, çare bulurlar. Fakat o zaman da kıyamet kopar. Yani ölmemek mümkün değil, dirilmemek de öyle. Bu kadar zalimlikler yapılıyor, bu yapılan zalimliklerin, vahşetlerin hesaba çekileceği bir âlem mutlaka olması lâzım, aksi taktirde adaletsizlik olmaz mı? Milyonlarca fakir varken, hem de bu fakirlerin renkleri siyah diyerek onları aç bırakan, sömüren sonra da bu insanlar aç dururken, onların sırtından sömürdüğü paralarla aya çıkanların hesabı ödenmeden mi kalacak?.. Yine fakirlerin sırtından geçinip, halkı açken tuvaletini altından yaptıran şah gibileri o kanlı gömleklerinin hesabını vermeyecekler mi? Ayağına ayakkabı alacak para bulamayan aç insanlar varken, milyonlarca dövizi (parayı) Dallas, Flamingo Yolu gibi bu Müslüman halkın inancına aykırı olan rezil filmlere verenler, aynı zamanda verilmesine seyirci kalan müslümanlar da dahil, hesap vermeyecekler mi?.. Yirmi senelik işçisine asgari ücret verip, kendisi rahat yaşayan patron efendi hesap vermeyecek mi? Gerçi 221 bunların hesabı ayrıca bu dünyada görülmesi lâzım ama, biraz daha sabır diyor hesabı görecek olana havale ediyoruyoruz. Düşünün... Bir mahkeme ki haraç yemiyor, rüşvet almıyor, zengin-fakir ayırmıyor, şanlı imiş, şöhretli işsiz demiyor; padişah, cumhurbaşkanı, başbakan, kapıcı, işçiymiş demiyor, kim haklı, kim haksız diyor. Bir haber okumuştum; "12 yaşındaki Aysel'i geneleve düşürdüler" diye. Peki, şimdi soruyoruz: O Aysel'in anne ve babası bu acıya nasıl tahammül edecek? Kızının hesabını kim soracak? Kendisi sorsa, imkansız, o kuvveti ile nasıl soracak?.. Devlete şikayet etse, ne yapacak devlet, asacak mı? Yoooo... Ha bulduk, ha bulacağız derken üç-beş sene geçecek, ondan sonra Aysel bulunsa ne olur? Devlet, bu sefer, kızın yaşı 18'e girmiş artık karışamazsınız, diyecek. Bu sefer, ana-babanın elinden hiçbir şey gelmeyecek. Devlet, kötü yola düşürdüğü kadınları çalıştırarak onların sırtından vergi alıyor. Çünkü, kanunu böyle kurmuş. Bugünkü Türkiye'de devletin kanunlarını insanlar hazırlamışlardır. Halbuki, İslâm devletinin kanunlarını Allah hazırlamıştır, asla değişmez. Kıyamete kadar da kimse değiştiremeyecektir. Türkiye'deki laik devletin kanunlarını insanlar hazırladığından, zinayı serbest bırakmışlardır. Çünkü, işlerine öyle gelmektedir. Halbuki İslâm devletinde zina kesinlikle yasaktır. Ey Müslüman! Hâlâ anlayamıyor musun bu ne demek? Senin namusun satılıyor ve sen buna karışamayacaksın ha?..Genç kardeşlerim! Önce kendi nefsime, sonra size sesleniyorum. Her ne kadar mahşer günü zalimlerin hesabı görülecekse de, biz müslümanlar olarak vazifemizi yapmak zorundayız. En azından, içinde bulunduğumuz acıklı durumu, bu uyuyan müslümanlara anlatmalıyız.

Çevrimdışı kardelen

  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Hatay / İskenderun
  • 3198
  • +238/-0
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Gençliğin imanını sorularla çaldılar
« Yanıtla #32 : 28 Ekim 2009, 17:44:33 »
Evet, öldükten sonra dirilmek olmasaydı, Aysel gibi masumları kötü yola
düşürenlerin hesabı ne olacaktı?
Kardeşlerim! Mücadele ederken şu özelliklere dikkat edersek, daha çok faydalı
olunacağına inanıyorum.
1 — Müslüman, önce hangi kitapları okuyacağını bilmeli Her gördüğü veya herkesin
tavsiye ettiği kitapları okumamalı. Ve yılmadan ilim öğrenmeye devam etmelidir.
2 - Herşeyin önce temelini bilmeli ve öğrenmeye de temelinden başlamalıdır.
3 - Dünya, imtihan dünyası olduğundan, başa gelen her olaya sabredip, tahammül
edilmelidir.
4 - Hakkında ne kadar dedikodu yapılırsa yapılsın, cihad etmekten geri
kalınmamalıdır.
5 - Güler yüzlü ve metanetli olunmalıdır.
6 - Bilmediği konularda bilgiçlik taslamamalıdır.
7- Din alimlerine saygı göstermeli, taraf taassubuna düşmemelidir. İslâm'ın dışındaki
sistemlere şiddetle karşı gelinmelidir.
8 - Dünyada olan olaylardan haberdar olmalıdır. Dünya olaylarına gözünü
kapamamalıdır. Bilhassa, dini ilgilendiren konular hakkında...
9 - İslâm davası için çalışan kardeşlerine yardımcı olmalı ve onlara dua etmelidir.
Yanlışları da münasip bir şekilde, delilleri ile söylemelidir.
10 - Müslümanın derdini kendi derdi bilmelidir.
11 - Fakirleri imrendirecek şekilde güzel giyinmemeli, İnsanları da iğrendirecek gibi
olmamalı. Güzel, temiz ve İslâm'a uygun olmalıdır. Güzel, temiz derken Avrupa'lı bir
şekilde giyim anlaşılmamalıdır.

12 - Yaptığı cihadından dolayı maddî karşılık beklememelidir. Burası çok önemlidir.
Gözün kör olsun nefis, beni yakıyorsun Rabbim için yaptım, hepsini yıkıyorsun. ■
13 - Büyük, küçük demeden kim ne faydalı şey anlatıyorsa dinlemelidir. 14 - Şu açık saçık kadın (kadınlar için), şu kıravatlı, bıyıksız, sakalsız erkek (erkekler için) mutlaka bana bakıyor diye düşünmemelidir. Çünkü, böyle düşünmek kişiye kompleks verir, kompleks verince de tebliğini rahat yapamazsın. 15 - Halkın anlayışsızlığı karşısında anlayışlı olmalı pireyi deve yapmamalı, pireyi deve yapanları kaldırıp atmamalı. 16 - İnsan bazen birkaç devre geçirir. Kah bunalımlı, gözü yaşlı, kah yağmak üzere olan bulut gibi, kah ağlamak istediği halde ağlayamaz bir halde olabilir. İş bununla da bitmez, öyle zamanlar gelir ki, günah işlemek onun yanında bir hiçtir. Namaz kılmak ona ölüm gibi zor gelir. İşte, bu anlarını kontrol altına alır kendini bırakmaz ise, yani istemeyerek de olsa namazına devam ederse, zor olan bu dönüm noktasını geçirir ve manen terfi etmiş olur. Bu zor dönemden de yine ilimle çıkılır. 17 - Hangi yoldan tenkit gelirse gelsin önemsememezlik etmemeli, tenkide kulak verip, hatalar varsa düzeltilmelidir. 18 - Tebliğ yaparken (vaaz verirken), cemaatin çokluğu seni aldatmamalıdır. Cemaatin çokluğundan hüneri kendinden bilip gururlanmamalısın.

19 - Bilmediğin konu sorulunca, 'bilmiyorum' demekten utanmamalıdır. Allah (c.c) korusun, yanlış fetva vermek belki insanı kafir eder. Bir de şu hususa dikkat etmek lâzım. Peygamberimizin hayatını, sahabenin hayatını, hatta diğer peygamberlerin hayatını anlatırken günümüz olaylarına kıyas ederek anlatmak lâzım. Meselâ, yıllardır vaaz dinlerim, vaazlarda, Ebu Cehil şöyle yaptı, böyle yaptı, diye anlatılır. Bir de buna Firavun ve Nemrut eklenir. Vaaz veren kişi, bunlardan bahsederken günümüzdeki Ebu Cehil, Nemrut, Firavunlarla kıyas yapmadığından ben devamlı bu kişilere kızardım. Halbuki, bunlar küfrü bayraklaştıran ilk kişiler olmakla beraber, kıyamet kopuncaya kadar her asırda Ebu Cehiller, Firavunlar, Nemrutlar bulunacaktır. Hatta ilk babalarına taş çıkartırcasına! Allah'a ve Rasulüne inanmayıp veya inandığını sanan ve Allah'ın kanunlarından başka kanunlar koyup, o kanunları insanlara zorla tatbik ettirmeye çalışan her insan, Ebu Cehil'dir, Firavun'dur, Nemrut'tur. Bu böylece iyi biline. Neden bunları daha önce bilmiyordum. Bizden bir önceki kuşak, Osmanlı şeriat devletinin yıkılış döneminde ve arkasından Cumhuriyet dönemine tevafuk ettiklerinden dinlerini iyi öğrenemediler. Bunun için de İslâm'ı tebliğ etmeyi unutmuş (tebliğ edenler de İslâm'ı iyi kavrayamadıklarından iyi anlatamadılar) Batılı bir tip olayım derken, batmış gitmişler.
Zaman gelmiş geçmiş duymamışlar, Zifiri karanlığı gündüz sanmışlar. Uyumuş uyumuş yine de doymamışlar, Sonra da uyanmadan geçip gitmişler.

Gül ile lâleyi ekmişler betona, Betonda gül biter mi, o sırrı anla. Unutulur demişler İslâm zamanla, Hülyaları kurup geçip gitmişler.
KULLARIN SAKAT BIRAKTIKLARI DA ONA MALEDİLİYOR. Allah HAKSIZLIK YAPMAZ KİMİ BU, KİMİ DE O DÜNYADA GÜZEL OLUR
Halbuki kaçış yok, gidiş İslâm'a, Her yönetim onları itiyor dama. Bir gün bu hesabı
sorarız ama, "Atın" zindanlara deyip, çekip gitmişler.
İslâm'ın özünü saklamak için, Çalışmışlar durmadan söndürmek için. Bir Müslüman
çıkıp ta sormamış niçin? Yaprak gibi dökülüp, geçip gitmişler. (214)
(214) Mahkûm Duygular - Emine Özkan Şenlikoğlu.


SORU: Allah niçin kullarını bir yaratmadı da, kimini kör, kimini topal olarak yarattı? Bu bir haksızlık değil mi?
CEVAP: a) Önce, şöyle bir misal verelim: Senin bir çiftliğin olsa, sen o çiftlikte istediğin gibi hareket etsen, sana başkası karışabilir mi? Elbette karışamaz. Çünkü, o çiftlik senindir. Sen orada istediğin gibi hareket edebilirsin. Sen, çiftliğinde beş-on tane robot adam yapsan, bu yapmış olduğun robot adamların kimisini bir kollu, kimisini iki kollu, kimisini bir ayaklı, kimisini iki ayaklı, kimisini bir gözlü, kimisini kör yapsan, farzedelim ki, bu yapmış olduğun robot adamlar da konuşmasını bilmiş olsunlar. Şimdi, dışarıdan gelen bir kimse sana; niçin bu robot adamların kimisini iki kollu yaptın diye hesap sormaya hakkı var mıdır? Elbette yok. Çünkü, mal senin, mülk senin, malını mülkünü istediğin gibi harcamaya muktedirsin. Hiçbir kimsenin sana karışmaya, hesap sormaya hakkı yoktur. Robot adamlardan bir kollusunun sana, "Niçin beni bir kollu yaptın da diğerini iki kollu yaptın" veya kör olanlarının, "Niçin beni kör yaptın da diğerini kör yapmadin" demeye hakları var mıdır? Elbette yoktur. Çünkü, mal senin, mülk senin, onları meydana getiren malzeme senin. Sana, niçin beni bir kollu veya kör yaptın diyebilmeleri için önceden sana bir şeyler vermiş olmaları lâzımdı. Sana hiçbir şey vermedikleri halde, sana nasıl hesap sorabilirler. Elbete soramazlar. Şimdi, aynen bunun gibi, bu dünyayı yoktan var eden Allah'tır. Mal-mülk sahibi O'dur. Malını istediği gibi harcayabilir, istediği gibi şekil ve şemale koyabilir. Kimsenin O'na, niçin böyle veya şöyle yaptın demeğe hakkı yoktur. Zaten O'na hesap sorabilecek kudrette de kimse yoktur. Mülkünde yaratmış olduğu kimisi kör, kimisi topal, kimisi bir kollu olan insanların, beni niçin kör, topal, veya bir kollu yarattın demeye hakları yoktur. Çünkü, mülk O'nundur. Eğer önceden Allah'a bir şeyler vermiş olsaydın, o zaman beni niçin kör, topal, bir kollu yarattın demeğe hakkın olurdu. Sen Allah'a hiçbir şey vermemişsin ki -haşa ve kellâ- Allah'a hesap sorabiliyorsun. Unutmamak lazımdır ki, haksızlık, ödenmeyen bir haktan gelir. Senin ne hakkın var ki, yerine getirilmedi. Allah (c.c), seni yoktan varetmiştir. Hem de insan olarak. Diğer yaratıklara; merkep, köpek, sığır, deve, yılan gibilerine ibretle baksan, seni bunlar gibi yaratmadığına şükredersin. b) Allahu Tealâ, biz kullarını bu dünyaya imtihan için göndermiştir. Nasıl imtihan olacağımızda Kur'an-ı Kerim'de ve Peygamberimizin sünnetlerinde bildirilmiştir. Mesela, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek, fakirin hakkını yememek, Allah'ın kanunlarını hâkim kılıncaya kadar tağutlarla mücadele etmek, yani Allah'ın bütün emirlerini yerine getirmemiz, bizim için bir imtihandır. Bundan başka; Allah'ın çeşit çeşit imtihan şekilleri vardır. Onlardan bir tanesi de kör yaratmak, topal yaratmak, kolsuz yaratmak, dilsiz yaratmak, kekeme yaratmak gibi özürlerdir. Şimdi,
Allahu Tealâ bazı kullarını, topal, dilsiz olarak yaratıyor. Bazen de sağlam yarattıktan
sonra sakat bırakıyor ki, bakalım benim kulum bana isyan mı edecek, yoksa bana, bu
özürü beni yaratan verdi diye şükür mü edecek? Eğer isyan ederse günah yazılır.
Allah'a hamd ederse sevap yazılır.

İşte Allahu Tealâ, bazen kulunun bir tarafını sakat bırakmakla, onun karşılığında
ahirette pek çok şey verir. Sakat bırakmakla, insanlığa, aciz olduğunu, zayıf olduğunu
hatırlatır. Bazen varlıklı olduğu halde şoförüyle çay içmeyenlerin, burnu kaf
dağlarında olanların burunlarını, yerlerde sürter. Günümüzde böyle hadiseler çok
olmaktadır. Demek ki, bu sakatlık ona bir bela değil, Allah'ın bir lütfudur.
Elbette, çok temiz insanlar da sakat kalırlar. Kimisi toplumun, kimisi doktorların,
kimisi de ana-baba yüzünden sakat kalmışlardır.
Bir kısmı da, başka şeyler sebep görünse de, Allah'ın dilemesiyle sakat kalır. Fakat bu
kardeşim ümitsiz olmasın. Allah ona olan borcunu mutlak verir.

Çevrimdışı kardelen

  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Hatay / İskenderun
  • 3198
  • +238/-0
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Gençliğin imanını sorularla çaldılar
« Yanıtla #33 : 28 Ekim 2009, 17:45:03 »
ÖNCELİKLE,
Allah'IN HATA YAPMAYACAĞINDAN
EMİN OLUNMALIDIR
SORU: Allah, bu dünyada kullarının emirlerine uyup uymayacağını bildiği halde,
imtihana ne lüzum görüyor da kullarını bu dünyaya gönderiyor?
CEVAP: Bu soruya önce şöyle cevap verelim: Bu kâinatın sahibi Allah'tır (c.c). Mal,
mülk herşey onundur. Öyle ise mülkünde istediği gibi hareket edebilir, kimse O'na
hesap soramaz. Mülkünde istediği gibi hareket edebileceğine göre, kullarını ister
imtihana tabî tutar, isterse tutmaz. İsterse, insanları değil de hayvanları, dağları, taşları
imtihana tâbi tutabilirdi. Nitekim, Allah (c.c) insanları imtihana tâbi tutmuş. Bunun
için de kimse Allah'a (c.c) hesap soramaz.
Gelelim diğer bir şekline: Evet, Allahu Teala, kullarının en ince teferruatına kadar ne
yapacaklarını biliyor. Bununla beraber: "Cinleri ve insanları ancak bana ibadet
etsinler diye yarattım", "Muhakkak ki Allah (c.c), ölümü ve hayatı (yaşamayı)
hanginiz daha iyi amel edeceksiniz, diye imtihan için yarattı" (215) buyurmak
suretiyle kullarını bu dünyaya imtihan için göndermiştir. Bu dünyaya yüklemiş
olduğu vazifeleri tatbik ederek (yaşayarak), manen yükselmemiz için,
kabiliyetlerimizin ortaya çıkması
230
için göndermiş. Rabbimiz bizi yaratırken tıpkı madenler gibi yaratmış. Bakır madeni, kömür madeni, demir madeni, altın madeni, gümüş madeni gibi... Kulların, kulluk vazifelerinin meydana çıkması için yapmış Allahu Tealâ bunları. Nasıl ki bir sanatkârın mimarî işleri, sanatkarlığı güzel süslemeleriyle belli olur. Ve bu yapmış olduğu güzel sanat eserlerini sergilemeyi arzu eder, tıpkı bunun gibi Allahu Tealâ'nın da bir çok isimleri (Rahman, affedici, hidayet verici, bol rızık verici, günahları örtücü, çok sabredici gibi) ve bunların tecellisi (yani Allah'ın sıfatlarının bazısının bazı kullarında olması), sanatları vardır. İşte bu çeşit çeşit sanatlarını bütün yaratıklarını bakılacak bir yerde arzetmek için, bu teşhir (gösterme) yerini açarak gizli güzelliklerini açığa vuruyor. Rabbimiz bizi imtihan etmek için gönderdiğinden, bizler Onun emirlerini yerine getire getire merhaleler katederek, saf tertemiz insanlar haline geliyoruz ve böylece de cennete ehil, lâyık hale geliyoruz. Madenin demir, madenin gümüş, madenin altın olduğu gibi. Evet, İslâmiyet, bu madeni ele alır, yoğurur, olgunlaştım, som hale getirir. Yani İslâmiyet, insanı ele alır, onu yoğurur, olgunlaştırır, tam mükemmel olgun bir insan şekline sokar. Allahu Teala (c.c), ne yolla mükemmel bir insan şekline sokar. Allahu Tealâ (c.c), ne yolla mükemmel bir insan haline geleceğimizi biliyor da bizi imtihana tâbi tutuyor. Yoksa, -haşa- bilmediği şeyi bizden öğrenmek için değil. Bu arada bir de, bizi bizimle imtihan ediyor. Bizlerin, Allah'ın emirlerini yerine getirip getirmediklerimiz kaydedeliyor. İşte biz, bunlarla kendi kendimizi imtihan edip, Allahu Teala'nın huzuruna kendi durumumuzla (ameli
(215)Tebareke:2 231 mizle) çıkacağız. Allah (c.c), bizim durumumuzu -haşa-öğrenmek için imtihan etmiyor, bilakis bizi, bize gösteriyor ve bizi bize göstermek için imtihan ediyor. Şayet, Allahu Tealâ, bizim durumlarımızı bildiğinden, bizi dünyaya getirmeden cennetlikleri cennete, cehennemlikleri cehenneme atsa idi, o zaman cehennemlikler: 'Ya Rabbi, bizi niçin cehenneme attın da, onları cennete koydun" diye itiraz edeceklerdi. İşte Allahu Tealâ kullarının ahirette itiraz etmemeleri için bu dünyaya getirdi ki, herkes bu dünyada amelini yapsın. Yoksa, Allahu Tealâ'nın bilmediğinden değildir. Allah'ın onu bilmesi demek, onu Allah yönlendiriyor demek değildir.
232
ONUN ALEMİ SIRLARLA DOLUDUR!
SORU: Allah, kâinatı yaratmaya neden lüzum gördü ve neden daha önce yaratmadı
da sonradan yarattı ?
CEVAP: Bu soruyu soran kimse Allah'ı inkar eden beyinsizlerden ise, ona vereceğimiz ilk cevap: Sen Allah'ın varlığına inan ki, bu soruyu sormaya hak kazanasın. Yoksa, Allah kainatı ister yaratır, ister yaratmaz. İster önce yaratır, isterse sonra yaratır. Seni ne ilgilendirir? Sen önce Allah'a inan ki, bu soruyu sorabilesin. Kâinatın sahibi O olduğuna göre, yani mal-mülk O'nun. Malını istediği gibi, istediği zaman harcayabilir. Kimse O'na hesap soramaz. Şunu kesinlikle unutmamak lazım ki, bizim aklımız herşeyi alamaz. Çünkü, aklımız sınırlı yaratılmıştır. Daha şu kainatın içindekileri anlamayan aklımız, nasıl olur da şu kâinatı yaratan Allah'ın işlerini, sırlarını anlayabilecek? Elbette anlayamaz. Bu kainatın yaratılışından şikayetçi olan kim? Bu muazzam, güzel kâinatı sevmeyen mi var? Evet, bir kısım sıkıcı hadiseler karşısında, muvakkat karar sayılan dünyaya gelişe bir pişmanlık izhar edenler, hatta hayatlarına kıyanlar vardır. Fakat bunlar çok azınlıktadırlar. Yoksa
233
herkes "var" olduğuna, insan olarak yaratıldığına pişman olmak şöyle dursun,
sevinmektedir, Hele bir de ahirete inanıyorsa ve ahirete götürecek azığını (amelini)
yapıyorsa, ondan bahtiyar, ondan mutlu kimse yoktur bu dünyada.
"Niçin daha önce yaratmadı da, sonra yarattı?" meselesine gelince: Evvela; "daha
önce" ne demek? Şu kadar zamanda, şu kadar senede, neden daha fazla değil, demek
istiyorsak, zaman kaydına giren sonsuzluğun "evvel"lerine dahi aynı sual sorulacaktır.
Niye bir trilyon sene evvel yarattı da, yüz trilyon sene evvel yaratmadı? İtirazı veya
suali kesecek makul bir sebep göstermek mümkün değildir. Şayet, "niye daha evvel
yaratmadı" sözüyle ezeliyeti, yani zaman kaydı altına girmemeyi kasdediyorsak,
ezeliyet sadece Allah'a aittir. Başka hiçbir şeyde ezeliyet bulunmaz.
Bizler, şu kısacık aklımızla, sonradan meydana gelmiş cesetler ve ruhlar hakkında
birşeyler söylesek bile, bizim için gayb sayılan (bilinmeyen) hususlar hakkında söz
söylemek, en hafif manasıyla kendini bilmemezliktir.
234
ÖMÜRLER NEFES SAYISI İLEDİR SORU: İnsanın ne zaman ve nasıl öleceği önceden belirlendiğine göre, onu öldürenin suçu nedir?
CEVAP: İnsanın bir hürriyet ve iradesi, yani iyiyi ve kötüyü seçme kabiliyeti vardır. Allah'ın vermiş olduğu hürriyet ve irade sebebiyle, yapmış olduğu iyilik de kötülük de ona aittir. Mesela, Allahu Tealâ iklimlerin değişmesi gibi çok büyük bir hadiseyi, bizim nefes alıp vermemize bağlamış olup da, dese ki: "Eğer dakikada şu miktarın üstünde nefes alıp verirseniz, bulunduğunuz yerin coğrafî durumunu değiştiririm." Bizler, nefes alıp vermemizle iklimlerin değişmesi arasında bir münasebet görmediğimiz için, yasak edilen şeyi işlesek, Allah da söylediği gibi iklimleri değiştirse, takatimizin çok fevkinde olan bu işe, biz sebebiyet verdiğimiz için, suçlu da biz oluruz... İşte bunun gibi herkes elindeki cüz'i irade ve seçmesiyle, sebebiyet verdiği şeylerin neticelerinden ötürü ya suçlu sayılıp cezasını görür veya suçsuz sayılır mükâfatını görür. Bunun gibi, ölüme sebebiyet veren de suçlu olur. Allah affetmezse cezasını görür. (216)
(216) Asrın Getirdiği Tereddütler - M. F. Dahhak.
235
Allah'ın ilmine göre, bütün varlık ve varlık ötesi herşey sebep ve neticeleriyle içice yanyanadır. Kimin, hangi istikamette, nasıl bir temayülü olacak ve kim, adi bir şart ve sebepten ibaret olan iradesini, hangi yönde kullanacak. Bütün bunları önceden bildiği için, Allah o sebeplere göre meydana gelecek neticeleri, takdir ve tespit etmeyi insanın iradesine bağlamamakta ve zorlamamaktadır. Aksine, onun meyilleri hesaba katılarak hakkında takdirler yapıldığı için, iradesi kabul edilmekte ve destek görmektedir. Nitekim, bir büyük zat, hizmetçilerine: "Sizler öksürüğünüzü tuttuğunuz zaman çok güzel hediyeler elde edeceksiniz, sebepsiz öksürdüğünüz takdirde ise, hediyeleri kaybetmekle beraber, bir de azarlanacakınız" dese, onların iradelerini kabul etmiş ve desteklemiş olur. Aynen öyle de, yüce Rabbimiz, kullarından herbirine: "Sen, şu istikamette bir eğilim göstereceksin, ben de senin eğilim gösterdiğin o şeyi yaratacağım. Ve işte senin o temayülüne göre de, şimdiden onu (belirlemiş) bulunuyorum" diyor, adeta? Böylece ferman etse, onun iradesine ehemmiyet atfetmiş ve kıymetlendirmiş olur. Binaenaleyh, (ilk belirlemede) iradeyi bağlama olmadığı gibi, kişinin rızasının tersine (hilafına) herhangi bir işe zorlama da yoktur. Ayrıca kader ve (ilk belirleme), Allah'ın
(c.c) ilmî programlarından ibarettir. Yani, kimlerin hangi istikamette eğilimleri olacak, bunu O'nun bilmesi ve kendinin yapıp yaratacağı şeylerle bir plan ve program haline, getirmesi demektir. Bilmek ise, hariçte (sonradan, dışarıda) olacak şeylerin, öyle veya böyle olmasını gerektirmez. Hariçte olup biten şeylerin şöyle veya böyle olmasını, insanın temayüllerine göre, yaratıcının kudret ve iradesi icat eder. Bu itibarla, varolup meydana gelen şeyler, öyle bilindikleri için varolmuş değillerdir. Bilakis, varoldukları şekillerle bilinmektedirler ki, ilk takdir ve tayin de işte
236
budur. Yani, bir hadise nasıl olacaksa öyle biliniyor, yoksa öyle bilindiği için meydana gelmiyor. Hasılı: Allah, olmuş olacak herşeyi, geniş ilmiyle en ince teferruatına kadar bilir. Kimlerin iyi işler yapmaya niyet edeceklerini ve kimlerin kötü şeylere teşebbüste bulunacaklarını ve bu teşebbüs ve niyetlerine göre neler yaratacağını (belirlemiş) ve takdir etmiştir. Zamanı gelince de, mükellefin eğilim ve niyetlerine göre, takdir buyurduğu şeyleri, dilediği gibi yaratacaktır. (217) Gelelim sorunun cevabına: Allahu Tealâ, dünya kurulmadan önce ve dünya kurulduktan kıyamet kopuncaya kadar olmuş olacak herşeyi biliyor muydu? Elbette biliyordu ve bilir de. Zaten, bilmese idi Allah olmazdı. Kullarını yarattığında da, onlara iyi ve kötüyü yapabilecek bir irade verdi. Ve aynı zamanda kullarına: "Şu yol kötüdür, sakın o yola gitmeyin. Şu yol iyidir, bu yola gidin" diye de buyurdu... "Haksız yere adam öldürmeyin" diye de buyurdu. Şimdi, Allahu Tealâ, dünya kurulmadan önce, dünya kurulacak ve benim falanca kulum, falan kulumu, falanca senenin şu gün ve şu saatinde öldürecek diye biliyor muydu? Elbette biliyordu, bilemezse zaten Allah olmazdı ki. İşte, Allah, dünya kurulmadan önce, falanca kulunun falanca kulunu öldüreceğini bildiği için yazdı ve o gün o sene geldi, o kulu da onu öldürdü. Yani, Allah yazdı da ondan öldürdü değil. Allah onun öldüreceğini bildiği için yazdı. Yoksa, böyle olmadan Allah kulunu cezalandırırsa, Allah -hâşâadaletsiz olmuş olurdu. Halbuki, Allah, adaletlilerin en hayırlısıdır.
(216) Asrın Getirdiği Tereddütler - M. F. Dahhak.
237
SORU: Kur'an olmuş ve olacak herşeyden bahseder, diyorlar. Bu doğru mudur? Doğru ise, günümüzdeki bir kısım fen ve teknik meseleleri de içine alır mı?
CEVAP: Kur'an-ı Kerim'in yüce Rabbimizin insanoğlunun öğrenmesine müsaade ettiği ve onun maddî ve manevî yönden ilerlemesine vesile kıldığı herşeyden öz olarak bahsetmesi doğrudur. Ancak, Allahu Teâla'nın müsaade etmediği ve insanın da dünya ve ahiret hayatına bir faidesi dokunmayan şeylerden söz etmesi, bu şeylerden geniş geniş tafsilatıyla bahsetmesi asla sözkonusu olamaz. Zira, bu hikmet dolu kitaba abes isnad etmek olur ki, o mukaddes kitap her türlü faidesizlik ve abesiyetlerden (boş şeylerden) çok uzaktır. Bir kere, Kur'an-ı Kerim'in en birinci hedefi, bu kainat meşherindeki (sergileme, gösterme yerindeki) kelime, satır, paragraf ve kitaplarla mahşer sahibini tanıttırmak; yani bu kâinatın sahibi olan Allah'ı tanıttırmak. İman ve ibadet yolunu açmak, Allah'a iman ve ibadet etmeyi öğretmek. Ferdî ve içtimaî hayatı düzenlemek. Yani, ekonomiyi, sosyal hayatı düzenlemek ve böylece, dünya saadetinin ahirette dahi devam edecek bir yolunu açmaktır. Bu
238
itibarla, Kur'an, yüce hedef olan Allah'ı tanımak ve ona ibadet etmek, dünya ve ahiret saadetini kazanma yoluna dair her şeyden bahseder. Ele aldığı şeyleri o istikamette vesile olarak kullanır ve ehemmiyetine göre söz eder. İnsandan, onun ehemmiyeti kadar, yıldızlardan, derecelerine göre, elektrikten, kıymeti nisbetinde bahseder. Böyle olmayıp da, sadece yirminci asrın tâbi olduğu bir kısım medeniyet harikalarından bahsetseydi, pek çok şeyin bahis mevzuu edilme hakkı yok olacak ve bir kısım sabit hakikatler, gelecek keşifler ve bilhassa insan, ihmale uğrayacaktı. Bu ise, Kur'an'ın ruh ve asıl maksadına büsbütün zıt bir durumdur. Evet, bazılarımız, "Kur'an-ı Kerim, keşiflerden, yani uçaktan, televizyondan, elektrikten açıkça bahsetseydi, herkes, Kur'an-ı Kerim'in Allah'ın kitabı olduğunu anlar ve iman ederdi" diyor. Halbuki, Allah istese herkesi Müslüman yaratır, şeytana fırsat vermez, böylece de bütün insanları cennete koyardı. Ama o zaman, dünya imtihan yeri olmaktan çıkardı. İyilerle kötüler ayrılmaz, herkes iyi olacağından, insanlar melekleşirdi. Oysa Allah, meleklerden sonra insanı yarattı ve kendisine bazı vazifeler verdi. Dünya hayatında, kısmen serbest bıraktı. Bu, imtihan sırrıdır ki, iyi insanı meleklerin üstüne çıkarır. Şöyle düşünebiliriz: Bir öğretmen çalışanı da, çalışmayanı da sınıf geçirirse, öğrenciler imtihanlara hazırlanır mıydı? Hazırlanmayacağı için de, hiçbir şey öğrenemezdi. Bu sebeple Allah (c.c), bazı şeyleri açıkça bildirmedi. İnsanlara, peygamberler vasıtasıyla indirdiği kitaplarla, yol göstermekle yetindi. İnsanların çalışmasını emretti. İnsanlar, çalışıp buluşlar yaptılar, keşiflerde bulundular, ilerlediler. Ayrıca, Kur'an-ı Kerim, bütün fenlerden açıkça bah239 setseydi, hem binlerce sahifelik ciltlere sığmaz, okunma şansını kaybeder, hem de eski insanlar bundan birşey anlayamazlardı. Düşünelim ki, Kur'an-ı Kerim nazil olduğu (Allah tarafından, Cebrail vasıtasıyla Peygamberimize indirildiği) yıllarda Araplar bedevi idi. Çoğunlukla çöllerde yaşıyorlardı. Hayvanlardan en çok deveyi, bitkilerden de hurmayı tanıyorladı. Kur'anı Kerim o zamanın insanlarına bun lardan misaller verdi. Böylece daha iyi anlaşılmasını sağladı. O devirde uçaklardan, televizyondan, elektrikten ve benzeri icatlardan açık seçik bahsetseydi, devrin insanlarının akılları almayacaktı. Zaten inkâr için fırsat kollayanlar: "Böyle şey olmaz" diyeceklerdi. "İnsan bir alete binip uçamaz, denizlerin altında gezemez, çok uzakta konuşan birinin sesini duyamaz, resmini göremez, (radyo, televizyon)" deyip, inkâra sapacaklardı. Elbette, Kur'an-ı Kerim, bir fen kitabı değildir. Ama her türlü fene işaretler vardır. Ne zaman ne olacağını bilen Cenab-ı Allah (c.c), kitabını her asrın insanının istifade edebileceği şekilde indirmiştir. Keşifler yapıldıkça, Kur'an-ı Kerimin Allah kelâmı olduğu daha iyi anlaşılmakta, hemen hemen bütün icat ve keşiflere- işaretler bulunduğu, insaflı ilim adamlarınca (yerli ve yabancı) tasdik edilmektedir. Meselâ, meşhur deniz araştırmacısı Fransız Kaptan Kusto, niçin Müslüman olduğunu şöyle anlatıyor: "Akdeniz'in kendisine has sıcaklığı, tuzluluğu ve yoğunluğu var. Akdeniz, Cebelitarık Boğazı'nda, Atlas Okyanusu'yla birleşiyor. Ama Atlas Okyanusu'nun tuzluluğu, yoğunluğu, sıcaklığı ayrı. İçlerinde barındırdığı canlı türleri de öyle. Halbuki, milyonlarca yıldır birbirleriyle karışan bu iki deniz, her bakımdan birbirinin aynı olma
240
lıydı. Araştırmalarımda, bunun böyle olmadığını gördüm. İki denizi sanki gizli bir perde ayırıyordu. Bu gizli perde, iki denizin karışmasını önlüyordu. Bu olayı başka denizlerde de gördüm." Kendisine, bunun böyle olduğunun Kur'an-ı Kerim'de 1400 yıl önce belirtildiği söylendi ve ayetler gösterildi. Konuyla ilgili iki ayet, mealen şöyledir: "Allah, birbirine kavuşmak üzere iki denizi salıvermiştir. Ama yine de, onlar aralarındaki engeli aşıp birbirlerine karışmazlar." (218) "O Allah'tır ki, iki denizi birbi-rene katıp salar da, biri tatlı ve susuzluğu gidericidir, diğeri tuzlu ve acıdır. Çünkü, aralarında onları karıştırmayan bir perde vardır. "(219) Meşhur deniz bilgini ve araştırmacısı Kusto, bu deliller karşısında âdeta büyülenmiştir, "Modern ilmin 14 asır geriden takip ettiği Kur'an-ı Kerim, ben de şahitlik ederim ki, Allah'ın kelamıdır" diyerek, Müslüman olmuştur. Kur'an-ı Kerim, bütün ilim ve fenlen açıkça izah etseydi, insanlar tembelleşirdi. Bu, imtihanda soru soran öğretmenin, sorunun cevabını da vermesi gibi bir şey olurdu. Evet, Kur'an-ı Kerim, bütün ilimlerin anahtarını vermiştir. Peygamberlere, Allah'ınihsan ettiği mucizeler, ilme yol göstermiş, keşif ve buluşlara ışık tutmuştur. Öte tarafını, insanların çalışmasına, gayretine bırakmakla en iyisini yapmıştır.
(218) Furkan: 53.
(219) Rahman: 19-20. 241 EN GÜNAHKARKEN KÖTÜ İNSANIN BİLE NİYETİ KÖTÜ DEĞİLDİR SORU: Niyet insanı kurtarabilir mi? CEVAP: İş, amel ve iyi yönde yapacağı işlere doğru götüren kararlılık niyeti, insanı kurtarabilir. Niyet, bir kasd ve teveccüh, bir azim ve şuur demektir. Niyet sayesinde insan, nereye yöneldiğini, ne istediğini bilir ve yine onun sayesinde bir bulma ve elde etme şuuruna ulaşır. İnsanın yapmış olduğu bütün iyi ve kötü işlerinin esası niyet olduğu gibi, eğilimlere göre, benim deyip sahip çıkacağı işlerin vesilesi de yine niyettir. Hatta, kainatta ve insanın nefsinde herşey, hem başlangıç itibariyle, hem de devam itibariyle niyete bağlıdır. Niyete dayandırmadan, ne bir şeye varlık kazandırabilmek, ne de daha sonra onu devam ettirebilmek mümkün değildir. Her yapılacak iyi ve kötü iş, evvela zihinde tasarlanır. İkinci bir düşünme ile planlaştırılır ve daha sonra da azim ve kararlılıkla meydana getirilir. Bu ilk düşünme ve plan olmadan, herhangi bir işe başlamak neticesiz olacağı gibi, irade ve azim görmeyen her tasarı ve plan da neticesiz kalacaktır.

Çevrimdışı kardelen

  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: Hatay / İskenderun
  • 3198
  • +238/-0
  • Cinsiyet: Bay
Ynt: Gençliğin imanını sorularla çaldılar
« Yanıtla #34 : 28 Ekim 2009, 17:45:29 »
242
Nice yapılan küçük işler vardır ki, yapılan iyi niyet sayesinde büyük sevaplar alınır. Ve yine, nice yapılan büyük işler vardır ki, niyetin iyi olmadığından hiç sevap alamaz. Kulluk şuur ve idrakiyle yatıp kalkmalar, aç, susuz durmaklar ve meşru bir kısım arzu ve isteklerden uzaklaşmalar insanı en büyük mertebelere ulaştırır. Oysa, aynı hareketler ve daha binlercesi, kulluk şuur ve idrakinden uzak olarak yerine getirildiği zaman, ızdırap çekmek ve yorulmaktan başka bir şeye vesile olmaz. Gazalarda (harplerde), kanlı elbiseleri boynunda ölüp de cehenneme gidenler, bazan da hiç sevap almayanlar olduğu gibi, niyetinin iyiliği karşılığında yumuşak döşeklerde ölüp, cennete gidenler de az değildir. (220) İslâm devletinde, yani Allah'ın kanunlarının hakim olduğu devlette, cihada hazır bir asker, fiilen cihadda bulunmadığı zamanlarda dahi, mücahidlerin İslâm devletinin savaşan askerlerinin hissesine düşen sevabı alacaktır. Kışlada nöbet saatinin gelmesini bekleyen bir İslâm devletinin askeri, nöbet bekliyor gibi, ayların ibadetine denk sevabı alacaktır. Ölümünün son dakikalarında, kalbi kulluk şuuruyla dolu olan bir insan, yani Allah'ın emirlerini yerine getiren ve getirmeye azimli olan bir insan, binlerce yıl ömrü olsa yine ömrünü aynı istikamette sarfedeceği için, o niyet ve kararlılıkta bulunduğu için, niyeti aynen amel etmiş gibi kabul edilerek, ona göre işleme tabi tutulur. Hatta,mü'min, hayırlı bir iş için niyet etse ve o işi niyet ettiği gibi yapamasa, niyet ettiği gibi, yani niyet ettiği kadar sevap alır. Çünkü, tek önderimiz (s.a.v): "Mü'minin niyeti
(220) Asrın Getirdiği Tereddütler - M. F. Dahhak.
243
amelinden hayırlıdır" buyurmaktadır. Son dakikalarında yaşayan bir kâfir (Kur'an-ı Kerim'in bir harfini inkâr eden de kafirdir) o küfür düşüncelerini, yani İslâmiyet'e, Müslümanlar'a yapacağı kötülükleri yapma niyetinde olduğu için, niyetine göre cezalandırılacaktır. Fakat şurasını unutmamak lâzımdır ki, iyi niyetini yerine getirmek elinden geldiği halde, yapmıyorsa, yerine getirmiyorsa, bu iyi niyetin kendisini kurtaramayacağını bilmesi lâzım. Çünkü, elinden geldiği halde yapmıyor. Mesela, Allah'ın emirlerini (kanunlarını) yerine getirmek elinden geldiği halde yerine getirmiyorsa, getirmeye çalışmıyorsa, böyle iyi niyet neye yarar? Bu hususta Muhammed Kutub, "Biz Müslüman mıyız?" adlı kitabında şöyle demektedir: "Müslümanlar (sahabeler), açıkça anlamışlardır ki, tatbikat sahasına intikal ettirilmeyen, kalblerde gizli kalmış iyi niyetler insanı Müslüman edemezdi. Ne Allah (c.c) katında, ne de gerçekler karşısında bu şekilde niyetlerin değeri yoktur." Nitekim Peygamberimiz: "İman, temenni ve tahallilerle (süslemelerle) değil, kalblerde yerleşmesiyle, amelin de onu tasdik etmesiyle vücud bulur (meydana gelir)" buyurmuşlardır. Bu hususta iyi bir inceleme yaptığımız ve özellikle insan hayatına dair psikolojik ilgilerimizi
artırdığımız takdirde, yurakıdaki ifadenin ne kadar doğru olduğunu kolayca idrak
etmekte güçlük çekmeyiz.
Tek başına niyet kâfi değildir. Çünkü, kuvve halindedir. Henüz fiile (yapmaya) intikal
etmemiştir. Ve engeller karşısında kendisini denememiştir.
İnsan hayatında niyete (mukavemet) gösteren bazı doğal engeller vardır. Bunların bir
çoğu zihnimizde, bazıları da pratik hayatımızda mevcuttur.
Alışkanlık, âdet, taklitçilik, kolay yaşama arzusu,
244
zahmetten kaçınma, tehlike ve bitkinliklere maruz kalmaktan çekinme duygusu, zihnimizdeki engellerdir. Tek kelime ile "havailik" yani şımarık nefsin isteklerine uyma hevesi... Pratik hayata ayrılan ise, gerçeğe uymayan sosyal gelenekler, istikametten ayrılan ve cemiyete tahakküm eden fiilî kuvvetlerdir. ' Görülüyor ki, içeriden gelen havailikle, dışarıdan tesir eden istibdad (zorbalık), niyetin karşısına çıkan mukavemetlerdir (zorluklardır). Allah'ın iradesine, varlığın kanunlarına uygun hareket tarzı meydana getirebilmek için, niyet herşeyden evvel mukavim kuvvetlere müsavi (denk) olmalıdır. Sonra da, onlara galip gelmek zorunda olduğunu bilmelidir. Havailiğin içeride, istibdadın da dışarıda, şurada burada kendisini gösteren ağırlık ve tazyiki gerçekte faal bir kuvvettir. Şurası muhakkak ki, niyet, hak yolda düzgün bir hareket tarzı meydana getirebilmek için, bu kuvvetlere galebe çalmak şöyle dursun, tek başına karşı bile koyamaz. Bu husus hem fikren, hem de tatbikattaki neticeler nazarı itibara alınmak suretiyle apaçık anlaşılmıştır. Kâinatın Efendisi (s.a.v), bu gerçeği çok iyi bildiklerinden: "İman, temenni ve tahallilerle (süslemelerle) değil, kalplerde yerleşmesiyle ve amelin de onu tasdik etmesiyle vücud bulur" demişlerdir. İlk sahabeler de aynı realiteyi idrak etmişlerdi. Bu sebepledir ki, cemiyet hayatını İslâm nizamına göre organize edebilmek için bizzat gayret gösteriyor ve cihadda bulunuyorlardı. Acaba gerçek hayat planında iyi niyetin değeri nedir? Veya iyi niyetin noksanlıkları var mıdır? Evet, kusuru var. Çünkü, iyi niyet kendimizi aldatmaktır. Durup dururken, küçük bir hareketle dünyayı ye245 rinden oynatabileceğinizi hayal edişiniz gibi... Aslında böyle bir hayal kurarken, gerçekte bir odun parçasını bile yerinden kıpırdatmak için ne kadar kuvvete muhtaç olduğunuzu henüz tecrübe etmiş değilsiniz. Adam iyi kalplidir. İçi temiz ve dürüsttür. Allah'a bağlı olduğuna ve O'nun rızası için çalıştığına hakikaten inanmaktadır. Peki ama bu inancın değeri nedir?Bir kısım arzularından vazgeçmek ve âdet veya alışkanlıklarını terk etmek mecburiyetinde kaldığı, içinde yaşadığı cemiyetin geleneklerine uyması gerektiği, istikametten ayrılan halka karşı onları doğru yola çevirmek maksadıyla cephe almak icabettiği yahut etrafımızdaki sapıkları, size zararları dokunmasın diye, bertaraf etmenin lüzumlu olduğu, herhangi bir zalime ve zulme mani olmak için hayatını tehlikeye atmak ve bunların getireceği işkence ve mahrumiyetlere katlanmanın zaruret haline geldiği anlarda bu adamın tutumu ne olmaktadır? Vicdanında sakladığı iyi niyetin pratik ehemmiyeti nedir? Gerçi niyet olmadıkça ne aksiyon, ne de herhangi bir şeyin değeri yoktur. Ama hayat sahasında belli başlı bir enerjiye dönüşmemiş niyetin de, tek başına bir kıymet ifade edemeyeceği gerçektir. İşte, Allah'ın elçisi, son derece gerçekçi olduklarından dolayı yukarıdaki hadisi buyurmuşlardır.
İyi niyetin gerçek değeri, içeriden havailiğe, dışarıdanda sapıklığa karşı göstereceği direnme gücüyle ölçülür. Gerçek mukavemeti göstermiyor ve üstün gelemiyorsa, bu niyetin yağmur damlacıklarının, su üzerinde meydana getirdiği balonların hoşa giden manzarasından ne farkı olabilir? Halbuki, bu balonlar hemen telef olup gitmektedir. İşte bunun için , yalnız iyi niyet ile yetinmemiştir. Ve pratik hayatta verimli faaliyet sahalarını bırakarak, yalnız niyetle vakit geçirmeyi münasip bulmamıştır.
246 .
Nitekim, Kur'an'da, mü'minlerden bahsedilirken, "İman edenler" değil, "İman edip salih amel işleyenler" ifadesi kullanılmaktadır. Yukarıda birkaç defa tekrarlanan hadis de aynı manayı ihtiva eder. Böylece İslâm, fıtrat dini olmaktadır. Çünkü, bu nizam varlığın fıtratı ile bağdaşıyor ve kâinatın kanunu ile uyuşabiliyor. Ashab, bu gerçekleri açık bir şekilde anlamış bulunduklarından, İslamiyet'i pratik hayata tatbik etmek suretiyle yerleştirmeye çalıştılar. Ve netice itibariyle boş dilek ve temennilerle vakit kaybetmediler. Bir yandan şahsî teşebbüslerini geliştirdiler, diğer taraftan da İslâm cemiyeti ve devletini, iktisadî sahada müspet tesirler icra edecek bir seviyeye getirmek için gerekli tedbirlere başvurdular. Eski Müslümanlar, "Allah (c.c) gizli niyetleri bilir, insanın iç yüzüne vakıftır" diyorlardı ve onlar, gönülleri, "Rabbim" dedikten sonra, bu inanışın gerektirdiği aksiyondan ayrı olarak İslâm nizamına aykırı düşecek bir işi yapıp da, iyi niyetlerine dayanarak Müslüman olabileceklerini sanmış değillerdi. Ancak iyice biliyorlardı ki, İslâm bir bütünün iki yüzü gibiydi. Biri olmadan diğeri olamazdı. Aksiyon haline gelmemiş (yani tatbik sahasına konmamış) niyet, gerçek değeri olmayan bir temenniden ibarettir. Çünkü, Allah (c.c), ancak kendi rızası kasdedilerek yapılan -aksiyonu- kabul eder. Zaten iyi niyetten de anlaşılan budur. Ve bir gün, dünya hayatının ölçüleriyle yapılan amelin elbette iyi niyete dayanmadığı anlaşılacağından, dünyada kıymeti olmayacaktır. Eski müslümanlar, aynı zamanda hayatın problemlerinin heva ve heveslerine göre çözümlendiği, rahat ve menfaatin her bakımdan tercih edildiği, yorgunluk, cihad ve hatta bunların meydana getireceği tehlikelerden uzak

kalındığı vasat ve hallerde yalnız niyetle Müslüman olunamayacağını da biliyorlardı. Hepsi bu kadar mı? Eski Müslümanlar, gönül rahatlığını kabul edemezlerdi. Cemiyet içerisinde hatırı sayılır kimselerden olmak, takdir kazanmak veya mevki sahibi olmak düşüncesiyle, alay edilmek, dedi-kodu mevzuu yapılmak ve küçümsenmek gibi ihtimallerden uzak kalabilmek yahut da hayatını tehlikeye atacak şekilde gerek kazanç bakımından, gerekse bedenen herhangi bir maddî tazyike maruz kalmamak arzusuyla, gayri müslimlere uymaz ve onları taklit etmeye kalkışmazlardı. Onlar biliyorlardı ki; Müslümanlık, İslâm'ı tatbik etmektir. Ve yine idrak ediyorlardıki; ferdî hayat tehlikelere maruz kalsa dahi, İslâmi hükümlere uymalıydı. Ölümle neticelenebilecek hallerle karşı karşıya gelseler bile, böyle insanlardan, müteşekkil cemiyet yine de gerektiği şekilde Müslüman olmalıydı. Burada işaret edilmesi icabeden bir gerçek var: Nefis her zaman doğru yolda olmaz. Ve her zaman güçlüklerle mücadele edemez. O, şu veya bu gibi haller karşısında bazen zaafa düşebilir. Çünkü, "İnsan zayıf yaratıldı." Allah, kullarının bu zaafını bildiği için ayaklarının takıldığı anları müsamaha ile karşılar, tövbelerini kabul eder. Yeter ki, isyanda ısrar etmesinler. "Allah, ihsan (iyilik) sahihlerini sever. Ve bir günah işledikleri veya nefislerine zulüm ettikleri zaman, Allah'ı anarak hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler -ki günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir- hem de yaptıkları günahta bile bile ısrar etmemiş olanlar (var ya)." (221) Ancak beşer hayatında meydana gelmesi kabul edilen bu gerçekle, gerek insan hayatı ve gerekse İslâm için tek başına niyetin kâfi geleceğini sanmak arasında fark vardır. Allah tövbeyi kabul eder. Rahmeti de kendi üzerine vacibmiş gibi taahhüd etmiştir. Ancak bunlar, niyetlerini faydalı bir aksiyon haline getirmek için cihad ederken ayakları kayan, fakat bu halleri uzun sürmeyen, hemen toparlanan ve hatalarının bağışlanmasını ve ibadetlerinin kabul edilmesini Rablarından isteyen kimselerin hakkıdır. Allah, kendilerini rızası ve affıyla taltif etmiştir. "Tövbe ederek ilan etmiş ve salih amel işlemiş olanlar müstesna, bunların kötülüklerini Allah iyiliğe çevirir. Allah, Rahim ve -Gafurdur" (222) Eski Müslümanlar, bundan başka, sapık bir cemiyetin içerisinde bulundukları halde, hatta bu sapıklıkta onlara yardım etmemiş olsalar, kendileri onlara uymasalar bile, bu insanları kendi hallerine bıraktıktan sonra, sırf iyi niyetleri sayesinde Müslüman kalabileceklerine inanmış değillerdi. Çünkü onlar, İslâm'ın hakikatlardan uzaklaşan beşeriyeti Allah'a döndürmek, gönderdiği emirleri kesin olarak kabul eden Müslüman bir cemiyet meydana getirmek gayesiyle vazedilmiş bir nizam olduğunu biliyorlardı. İşte eski Müslümanlar İslâm'ı böyle anlamıştı. Ömürlerini cihadla geçirmiş olmaları da esasen böyle bir idrakin neticesidir. İslâm, hem gönüller aleminde, hem de hayat sahasında hüküm süren bir harekettir. Eğer bu hareket hayat planına intikal etmeseydi, İslâm Müslümanlar'ın gönülle
(221) Âl-i Imran: 134-135.
(222) Furkan: 70.
248
249 rine yerleşemezdi. Buna imkân yoktu. İslâm'ın doğduğu ilk cemiyette vuku bulan hadise işte budur. Rasülün bizzat işlediği ve terbiye ettiği bir avuç Müslümanın gönlüne iman gerçeği yerleşiverince, İslâm hareketi, cahiliyye devrinin inatçı cemiyetine sıçrayıverdi. Çünkü, o bir avuç Müslüman, tek Allah'a ibadeti hedef tutuyordu. Bu hareket, daha evvel dalâlette olan gönülleri sarmıştı. Çünkü, bir avuç Müslüman onların hidayete erişmesi için çalışıyordu. Bu hareket horlayan gelenekleri alt üst ediyordu. Çünkü bir avuç Müslüman geleneklerin insanlığa lâyık olmasını arzu ediyordu. Onlar Allah'ın ve Rasulünün yolunu izliyor ve fiilen Rasulün hareketini takip ediyorlardı. Başardılar. Çünkü istediler. Bu isteği evvela vicdanlarında, sonra da hakikat planında gerçekleştirdiler. Ve ancak o zaman Müslüman oldular. Allah'ın kanunları hükümran olmalıydı. Onun kanunlarından uzak Müslümanlık mümkün değildi. Eski Müslümanlar bu gerçeği açık bir şekilde biliyorlardı ve İslâm cemiyeti bu gerçeğe uygun olarak uzun bir zaman yaşadı. İslâm cemiyetini diğerlerinden ayıran tek vasıf da zaten budur. KİM Allah'TAN DAHA GÜZEL DÜŞÜNEBİLİR? SORU: İslâmiyet'in ulaşmadığı yerlerdeki insanların durumları ne olacak? Bunların günahı ne? Meselâ Afrika ormanlarındaki zencilerin ve eskimoların durumu ne olacak?
CEVAP: Şunu kesinlikle bilmemiz lazım ki, Allahu Teala adeletlidir. Kesinlikle adaletsiz iş yapmaz. Zaten adaletsiz iş yapsa Allah (cc.) olmaz. Allahu Tealâ hiçbir kimseyi rahmetinden, vahyinden ve ayetlerinden mahrum etmemiştir. Kur'an-ı Kerim'de de: "Hiç bir ümmet yoktur ki, içlerinde cehennemle korkutan bir peygamber gelmiş olmasın" (223), "Celalim hakkı için biz, her ümmete bir peygamber gönderdik" (224); "Gerçekten Biz, senden önce birçok peygamberler gönderdik, onlardan kimini sana haber verdik, kimini de sana haber verip anlatmadık." (225) buyurulmaktadır. Bu ayet-i kerimeler göstermektedir ki; Allahu Tealâ her devirdeki insanlara peygamberler göndermiştir. Son olarak da, bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed'i (s.a.v) göndermiştir.
(223) Fâltır: 24
(224) Nahl: 68
(225) Mümin: 78 251 Bazı kere vahiy, Cebrail Aleyhisselam'ın indirdiği bir kitap olur. Bazı defa Allah'ın kulunun kalbine attığı bir nur olur... Bazen, göğüste bir genişlik ve ferahlık olur. Bazen bir hikmet, bazen bir hakikat, bazen bir anlayış, bazen huşu, bazen bir korku ve takvadır. Bu girişten sonra gelelim meseleye. İslâm dininin ulaştığı her yerdeki insanlar İslâmiyet'i yaşamak mecburiyetindedir. Yaşamazsa sorumludur. Tekniğin zirveye ulaştığı, hatta aya kadar gidildiği şu zamanda yeryüzünde ulaşılmadık yerin kalacağını tahmin etmiyorum. Ki varsa, oradaki insanlar İslâm dinini hiç duymamış iseler, dinin emirlerinden sorumlu tutulamazlar. Çünkü, "Allah, kimseye kaldıramayacağı bir mükellefiyetle sorumlu tutmaz." (226) "Peygamber göndermediklerinden hesap sormaz." buyurulmaktadır. İmkânlara göre mesuliyetler değişiktir. Bîr yamyam, bir eskimo ile bizler arasında mesuliyet farkları vardır. Çünkü, bize Kur'an inmiştir. Fakat, bizim itikaddaki Mâturidî mezhebine göre: İslâmiyet'i duymayan kimse, yer ve gökyüzündeki Allah'ın sanatlarına bakarak, "Bu dünyayı yaratan, eşi ve benzeri olmayan bir yaratıcı vardır" diyerek, Allah'ı bulması vaciptir, yani şarttır. Çünkü, Allahu Tealâ, seni, Allah'ı bulacak kapasitede yaratıp, akıl vermiştir. Yalnız, Allah'ın ismini Allah olarak bilmeyebilir. Kendisine göre bir isim verebilir. Eski Türklerin Tanrı dedikleri gibi...
(226) Bakara: 286 252 KISA KISA SORU: Allah, şeytanı niçin yaratmıştır? Bize ne faydası var? Şeytanın yaratılması aleyhimize değil mi?
CEVAP: Şeytanlarla mücadele etmek suretiyle insanların dereceleri yükselir. Şeytan,
devamlı insana Allah'ın emirlerinin tersini yapmasını emreder. İnsan da şeytanın
emirlerini yapmayıp, Allah'ın emirlerini yaparsa Allah katında büyük derecelere
yükselir. Şeytanı insanlara musallat etmek suretiyle, Allah'ın emrini tutacak insan ile,
tutmayacak insan ayırt edilir. Böylece, bu imtihan dünyasında kötü ruhlu insan ile iyi
ruhlu insan birbirlerinden ayrılır. Şeytan imandan kuvvetli değildir.
SORU: Madem ki, insanların yükselmesine şeytan sebep oluyor, niçin cehenneme
atılacak, ona mükâfat yok mu?
CEVAP: Ameller (işler), niyetlere göredir. Şeytanın niyeti insanların yükselmesi
değil, bilakis onların cehenneme atılmasıdır. Şeytan kendi isteğiyle günaha itiyor
insanları ve şeytan bunu bilinçli yapıyor.
253
SORU: Amerika'ya ilk defa Kristof Kolomb gittiğine göre ve bütün insanlar Hz. Adem'in evlatları olduğuna göre, eski Amerikalı yerliler oraya nasıl gitmişlerdir?
CEVAP: A) Kıtaların kayması ve birbirlerinden ayrılması fennin üzerinde inceleme yapıp,
kabul ettiği bir mevzuudur. Bu durumda ayrı ayrı kıtalarda kalmışlardır.
B) Bering Boğazı donduğu zaman yürüyerek iki kıtaya gidilip gelinebiliyor.
C) Kristof Kolomb'tan önce de Norveçlilerin, Vandalların hatta Müslüman gemicilerin
Amerika'ya geçtiği bilinmektedir. (227)
SORU: Allahu Tealâ bir olduğuna göre, niçin Kur'an-ı Kerim'de "Biz" ifadesin kullanmış?
CEVAP: Allahu Tealâ bir olduğuna göre, hatta birin biri olduğuna göre, Kur'an-ı Kerim'de de
devamlı kendisine ortak koşmamayı emredip bir Allah inancını işlediğine göre, yer yer "biz"
diye hitap etmesinde bir takım hikmet ve inceliklerin olduğunu anlamak gerekir.
Karşımızdaki bir kişiye "Sen" diye hitap etmeyip nezaketten dolayı "Siz" deriz. Bunun gibi, büyüklük ifadesi olarak Allah (c.c) "Ben" yerine "Biz" kullanabilir. Kur'an-ı Kerim dikkatlice okunduğunda, ferde, kişiye hitap eden yerlerde "Ben", umuma bakan yerlerde "Biz" ifadesinin kullanıldığı görülür. Meselâ, Hz. Musa ile konuşurken ve Allah (c.c.) ile kul arasında hitap makamında iken, "Gerçekten ben Allah'ım, benden başka hiçbir ilah yoktur. Onun için bana ibadet et. Ve beni anmak için namaz kıl." (228) ayetinde olduğu gibi "Ben" buyuruyor.
(227) Şüpheler Üzerine - Safvet Serih
(228) Taha: 14.