Deyimler sözlüğü

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11656
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
Deyimler sözlüğü
« Yanıtla #15 : 23 Mayıs 2009, 21:11:58 »

Dillere destan olmak: Bir olay veya nitelik halk arasında yayılmak."Ona öyle bir oyun oynayacağım ki dillere destan olacak!"

Diline pelesenk etmek: Bir sözü her zaman, yerli yersiz tekrarlamak."Şey sözünü diline pelesenk etmişsin, her cümlenin başında kullanıyorsun."

Dil uzatmak: Bir kimse veya bir şey için kötü söz söylemek."Ben öğretmenime dil uzattıracak adam değilim."

Dil yarası: Acı, ağır ve kötü sözün gönülde bıraktığı kırgınlık."Bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez demişler."

Dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak: Daha iyisini elde etmek uğruna çalışırken elindekilerini de yitirmek."Gel şu işten vazgeç, Dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan da olma."

Dinden imandan çıkmak: Çok sinirlenmek, öfkelenmek, kızgınlık duymak."İnsanı dinden imandan çıkarıyorsun, yapma şu hareketleri!"

Dinden imandan olmak: Dinî inancını yitirmek, mürtet olmak.

Dini bir uğruna: Müslümanlık davası yoluna (iş yapmak).

Dini bütün: Dinin emirlerini eksiksiz yerine getirmeye çalışan, inancı sağlam olan, dinine çok bağlı."Her Müslüman dini bütün olmak zorundadır."

Dipsiz kile boş ambar: Para, mal tutamayanın durumunu ya da verimsiz, sonuçsuz bir işi anlatmak için kullanılır."Memurların işi tam anlamıyla dipsiz kile boş ambar, sıfıra sıfır elde var sıfır."

Dirlik düzenlik: Bir arada yaşayan, çalışan kimseler arasında iyi geçim, güven, sevgi ve anlaşma hâli."Bir aileye önce dirlik ve düzenlik gereklidir."

Dirsek çevirmek: Daha önce birlikte iş yaptığı, anlaştığı kimseden, artık ihtiyaç duymadığı için yüz çevirmek; bir kimseyi kendinden uzaklaştıracak davranışlarda bulunmak."Onun da dirsek çevireceğini hiç beklemezdim."

Dirsek çürütmek: Okumak, öğrenim görmek için uzun yıllar çalışmak."Desene boşuna dirsek çürütmüşsün."

Diş bilemek: Öç almak, kötülük yapmak için fırsat kollamak; öfkesini gösterir durum almak."Bana diş bilediği bakışlarından belli."

Dişe dokunur: Hatırı sayılır, işe yarar, belirtilmeye değer, önemli."Dişe dokunur bir iş yapmışsın, aferin çocuğum."

Diş geçirememek: Etkisiz kalmak, güç yetirememek, hükmünü yürütüp sözünü dinletememek."Bir çocuğa diş geçiremiyorsun, ne biçim annesin sen!"

Diş gıcırdatmak: Kızgınlığını, öfkesini kimi davranışlarıyla belli etmek."Dediğini yaptıramayınca dişlerini gıcırdatmaya başladı."

Diş göstermek: Güçlü olduğunu, kendine güvendiğini, saldırabileceğini davranışlarıyla belli etmek; tehdit etmek."Biraz diş göstersen hemen yola geleceklerdir."

Dişinden tırnağından artırmak: Yiyeceğinden, içeceğinden vb. ihtiyaçlarından keserek zorla biriktirmek."Seni, dişimden tırnağımdan artırdığım parayla okuttum!"

Dişine göre: Yapabileceği, gücünün yeteceği, becerebileceği, uygun bir durumda."Tam da dişime göre, onu yenebilirim."

Dişini sıkmak: Darlığa, sıkıntıya dayanmak; her türlü zorluğa katlanmak."Biraz daha dişini sıkmalısın, inşAllah yakında rahata kavuşacağız."

Dişini tırnağına takmak: Çok büyük zorluklara, sıkıntılara, darlıklara katlanarak bütün gücünü kullanıp çalışmak."Biz bu evi dişimizi tırnağımıza takarak yaptık, yıkmalarına izin vermeyeceğim!"

Diş kirası: 1. Eskiden sarayda ya da konaklarda zenginlerin iftara çağırdıkları yoksullara verdikleri armağan veya para. 2. Harcadığı emek dışında bir kimsenin fazladan sağladığı çıkar.

Dişinin kovuğuna bile gitmemek: Çok az gelmek (yiyecekler için)."Açlıktan kırılıyorduk, önümüzdeki yiyecekler dişimizin kovuğuna bile gitmeyecek kadardı."

Diz boyu: Dize kadar (yükseklik veya alçaklık için)."Çukuru diz boyu kazmışlardı."

Diz çökmek: 1. Dizini yere koyarak oturmak. 2. Teslim olmak."Düşman askerleri önümüzde diz çökmüşlerdi."

Dize gelmek: Teslim olmak, boyun eğmek, yenilmek, güçlünün buyruğunu kabullenmek."Bizim kitabımızda dize gelmek yoktur!"

Dize getirmek: Kendisine karşı geleni alt ederek buyruğunu dinler duruma getirmek, boyun eğdirmek."İki saatte düşmanı dize getirebiliriz."

Dizgini (dizginleri) ele almak: Yönetimi ele geçirmek, işi kendisi yönetmeye başlamak."Dizginleri ele almazsak fabrika kargaşa içinde boğulup kalacak, üretim yapılamayacak."

Dizginleri salıvermek: Başıboş bırakmak, sıkı tuttuğu yönetimi gevşetmek."Yönetim, dizginleri salıverince insanlar rahat bir nefes aldılar."


Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11656
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
Deyimler sözlüğü
« Yanıtla #16 : 23 Mayıs 2009, 21:12:39 »
Dizini dövmek: Çok pişman olmak."Çocuklarını küçük yaşta eğitmezsen sonradan dizini döversin."

Dizinin (dizlerinin) bağı çözülmek: Korkudan, heyecandan, yorgunluktan ayakta duramayacak hâle gelmek."Yokuşu çıktım ama dizlerimin de bağı çözüldü."

Dizlerine kapanmak: Yalvarmak, kendini küçük düşürecek kadar çok yalvarmak, başını dizlerinin üzerine koymak."Göreceksin, günün birinde dizlerine kapanacak babasının."

Dobra dobra söylemek: Hiçbir şeyden çekinmeden, sözü eğip bükmeden, dosdoğru, açık açık konuşmak."Dobra dobra konuşan insanları severim."

Doğmamış çocuğa don biçmek: Henüz ele geçmemiş bir şey, gerçekleşmesi kesin olarak bilinmeyen bir durum için hazırlık yapmak.

Dokuz doğurmak: 1. Bir işi güçlükle ve sıkıntı içinde sonuca ulaştırmak. 2. Merakla, heyecanla, sabırsızlıkla, sıkıntı çekerek beklemek."İşe geç kalmıştı, yeni araba gelinceye kadar dokuz doğurdu."

Dokuz köyden kovulmuş: Geçimsizliği, hatalı davranışları yüzünden birçok yerden atılmış kimse.

Dolap çevirmek: Hile, düzen ve dalavere ile iş yapmak."Yine ne dolap çeviriyor acaba?"

Dolma yutmak: Kanıp aldanmak."Ona dolma yutturacağını hiç sanmam!"

Dolu dizgin: 1. Son hızla (süvari ve at arabası için). 2. Önüne geçilemeyecek biçimde, çok fazla olarak."Kinlerimizi dolu dizgin salıverdik düşmanın üstüne."

Doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı: İçinden çıkılamayan güç bir durum karşısında söylenir. "Her yolu denedim, çözüm yolu bulamadım" anlamına gelir.

Domuzdan kıl çekmek: Sevilmeyen, eli sıkı olan, cimri bir kimseden bir şey alabilmek."Domuzdan bir kıl koparmak kârdır."

Don gömlek: Çıplak, üzerinde sadece don ve gömlek var denilecek kadar soyunmuş hâlde."Adamı, don gömlek kalacak kadar soydular."

Dostlar alışverişte görsün: Gösteriş olsun; amaç iş yapıyor görünmek, iş yapmak değil."Güya çalışıyor, dostlar alışverişte görsün!"
Dökülüp saçılmak: 1. Bir şey uğruna fazla para harcamak, masraf etmek. 2. Soyunmak, çok açık giyinmek."Düğün yapıyorum diye sakın dökülüp saçılma, yoksa kendini toplayamazsın."


Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11656
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
Deyimler sözlüğü
« Yanıtla #17 : 23 Mayıs 2009, 21:13:09 »
Dört ayak üstüne düşmek: Tehlikeli bir durumdan hiç zarar görmeden kurtulmak."Nasıl oluyor da, bu adam hep dört ayak üstüne düşüyor?"

Dört başı mamur: Her yanı bakımlı, elverişli, güzel, tam istenildiği gibi."Alırsam dört başı mamur bir ev alacağım."

Dört dönmek: Bir işi yapmak için korku, heyecan, telâş, şaşkınlık içinde sağa sola koşmak, çare aramak."Kadıncağız haberi alır almaz odanın içinde dört dönmeye başladı."

Dört elle sarılmak: Yapacağı işe büyük bir önem verip özen göstererek girişmek."Başarılı olmak mı istiyorsun, dört elle sarıl işine!"

Dört gözle beklemek: Özleyerek, çok isteyerek, büyük bir sabırsızlıkla beklemek."Annemin yolunu dört gözle beklemeye başladım."

Dudak bükmek: Umursamamak, beğenmemek, küçümsemek."Yeni alınan elbiseye şöyle bir dudak büküp geçti."

Dudak ısırmak: Hayret etmek, şaşırmak."Beni karşısında görünce dudağını ısıracak eminim."

Dudak ısırtmak: 1. Hayran bırakmak. 2. Şaşkınlığa, hayrete düşürmek."Yazdığı son kitabıyla dudak ısırttı herkese."

Duman attırmak: Geride bırakmak, zor duruma düşürmek, birini yıldırmak."Silâhını çeken komutan etrafa duman attırmaya başladı."

Duman etmek: Bozmak, ortalığı dağıtmak, yok etmek; yenmek, birine karşı başarı sağlamak."Askerler ortalığı toz duman ettiler."

Dumanı üstünde: 1. Çok taze (sebze ve meyve için). 2. Çok yeni, üzerinden zaman geçmemiş."Şu elmalara bak, daha dumanı üstünde bunların."

Duman olmak: 1. Ortadan kaybolmak. 2. Durumu, düzeni, işi bozulmak. Kötü olmak."Çabuk duman ol buradan, gözüm görmesin seni!"

Durduğu yerde: 1. Hiç gereği yokken. 2. Kolaylıkla, hiç emek ve çaba harcamadan."Adam durduğu yerde para kazanıyor, anlamadım bu işi!"

Durup dinlenmeden: Sürekli olarak, ara vermeden, arka arkaya."Yıllar yılı durup dinlenmeden çalıştım sizin için."

Durup dururken: 1. Birden bire, ansızın. 2. Hiç gereği veya sebebi yokken."Durup dururken bir tokat attı arkadaşına."

Dut yemiş bülbüle dönmek: Susmak; konuşkanlığını, sevincini, neşesini yitirmek; sesi çıkmaz olmak."Onu dut yemiş bülbüle döndürmezsem bana da Hasan demesinler!"

Düğüm noktası: Bir meselenin sonuçlandırılması için çözülmesi, açıklığa kavuşturulması gereken en güç yanı."Biz işin daha düğüm noktasını tespit etmiş değiliz ki!"

Düğün bayram etmek: Çok sevinç duymak, topluca neşeli bir duruma kavuşmak."Ağabeyim savaştan sağ salim dönünce ailece bayram ettik."

Düğün evi gibi: Çok kalabalık ve telâşlı görülen yer."Hayrola, dün akşam sizin sokak düğün evi gibiymiş!"
Dümen çevirmek: Düzen kurup, hileli iş yapmak."Yine ne dümen çeviriyorsunuz siz?"


Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11656
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
Deyimler sözlüğü
« Yanıtla #18 : 23 Mayıs 2009, 21:13:22 »
Dümen kırmak: Yön değiştirmek.
Dümen suyunda gitmek: Birine bağımlı olmak, birinin tuttuğu yolu izlemek, hemen her şeyde ona uyarak onun istediğini yapmak."Başkasının dümen suyundan gidenler kişiliklerini bulamazlar."

Dünkü çocuk: Deneyimi az, toy acemi."Dünkü çocukların aklına ihtiyacım yok benim."

Dünya başına yıkılmak: Dara düşmek, felâkete uğramak, umutlarını yitirmek, çok üzülüp acı çekmek."Trafik kazasında kocasını ve iki çocuğunu kaybeden kadının dünyası başına yıkılmıştı."

Dünya bir araya gelse: "Bütün insanlar engel olmaya kalksa bile, asla, hiçbir zaman, kim ne derse desin" anlamında, yine bildiğini yapma durumu için kullanılır."Dünya bir araya gelse de ben o adamla barışmam."

Dünyadan elini eteğini çekmek: Bir kenara çekilip toplum ile ilişkisini kesmek, toplumun yaşayışına karışmaz olmak, daha çok ibadetle meşgul olmak ve dünya işleriyle ilgilenmez olmak."Bizim komşu her nedense dünyadan elini eteğini çekti, görünmez oldu sanki."

Dünyadan haberi olmamak: Çevresinden, çağından ve çağının getirdiklerinden, zamanında yaşanan hayattan haberli olmamak."Sen dünyadan haberi olmayan bir adamsın, ne anlarsın bu işten, lütfen karışma!"
Dünya gözü ile: Ölmeden önce, yaşarken."Dünya gözü ile Almanya`daki kardeşimi bir daha görsem."

Dünyalar onun olmak: Oldukça çok sevinmek."Babası istediği oyuncağı getirince dünyalar onun oldu sanki."

Dünyanın kaç bucak olduğunu anlamak: Dünyada insanın başına neler gelebileceğini öğrenmek, zorluklarla karşılaşmak, tecrübe kazanmak."Elbet sen de bir gün dünyanın kaç bucak olduğunu anlayacaksın."

Dünyanın öbür ucu: Çok uzak yer."Ali de dünyanın öbür ucunda oturuyor."

Dünya yıkılsa umurunda değil: Hiçbir şeyle ilgilenmemek, umursuz olmak, sorumluluk duymamak."Sakın `dünya yıkılsa umurumda değil` deme bana."

Dünyayı toz pembe görmek: İyimser olmak, üzücü durumlara bile iyi gözle bakmak."Bırak artık şu dünyayı toz pembe görmeyi, aç gözlerini!"

Düşe kalka: 1. İşi kimi zaman iyi, kimi zaman kötü olarak güçlükle, uğraşa uğraşa (yapmak). 2. Biriyle yakın ilişki kurarak."Sokak serserileriyle düşe kalka iyice bozuldu, sapıttı."

Düşeş atmak: Umulmadık bir başarı kazanmak."Düşeş attı bizim oğlan, şimdi yanına da yaklaştırmaz kimseyi."

Düşman çatlatmak: Nisbet yapmak, iyi durum ve başarılarıyla düşmanı kızdırmak ve kıskandırmak."Düşman çatlatmakta da üstüne yok senin!"

Düşman kesilmek: Düşman olmak, düşman gibi görünüp tavır almak."Yalnız benim değil, bütün ailenin düşmanı kesilmişti."

Düşünüp taşınmak: Bir meseleyi enine boyuna tartmak, konuyu bütün yönleriyle incelemek, iyice düşünüp ona göre davranmak."Acele etme, düşünüp taşın öyle karar ver."

Düşüp kalkmak: 1. Yakın arkadaşlık etmek. 2. Yasa ve gelenek dışı kadın ve erkekle birlikte yaşamak veya sık sık bir araya gelmek."Seni bu hâle getirenler düşüp kalktığın arkadaşlarındır. Hâlâ anlamadın mı?"

Düttürü Leylâ: Gülünç, tuhaf, daracık ve kısacık giyinmiş kadın."Sana hiç yakışmamış, düttürü Leylâ gibi olmuşsun."

Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11656
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
Deyimler sözlüğü
« Yanıtla #19 : 26 Mayıs 2009, 22:25:02 »
-- E --

Ecel aman verirse: Ölmezsem, ömür yeterse."Ecel aman verirse torunumu da görürüm."

Ecel teri dökmek: Çok korkmak, heyecan içinde bulunup terlemek, korku ve bunalım içinde olmak."Köprüden geçerken ecel terleri döktüler."

Eceli gelmek: Ölmek, sonu gelmek, yok oluş vakti gelmek."Herkesin eceli gelecek ve bu dünyadan göçecek."

Eceline susamak: Ölümüne yol açacak kadar tehlikeli işlere girişmek."Bırak o silâhı elinden, eceline mi susadın sen?"

Eciş bücüş: Çarpuk çurpuk, eğri büğrü, düzgün yanı olmayan, çirkin bir biçim almış bulunan."Eciş bücüş bir yazıyla karşılaşınca şaşırdı."

Edebiyat yapmak: Bir işe yaramayan, konuyu açıklamaya yetmeyen, gerçeği yansıtmayan süslü, parlak ve gereksiz sözler söylemek."Edebiyat yapmaya amma da meraklı bir insanmış."

Efkâr dağıtmak: Sıkıntıyı gidermek, üzüntüyü yok etmeye çalışmak."Sahile efkâr dağıtmak için inmiş olmalı."

Eğri (gözle) bakmak: Kötü düşünce besleyerek bakmak."O, hiç kimseye eğri gözle bakmazdı."

Ekmeğinden etmek: İşinden çıkarmak veya atmak."Adamı durup dururken ekmeğinden ettiler."

Ekmeğine yağ sürmek: Birinin yararına göre eylemde bulunmak, istemese de birinin işine yarayacak biçimde hareket etmek."O işi bana vermemekle yabancıların ekmeğine yağ sürdün sen."

Ekmeğini kazanmak: Geçimini temin edecek, ihtiyaçlarını karşılayacak parayı kazanmak."Kaygılanma, ekmeğini kazanmasını bilir o."

Ekmeğini taştan çıkarmak: En zor işleri bile yapıp geçimini sağlayacak beceriklikte olmak, her türlü işi yapmak."Ekmeğini taştan çıkaran insanların arasına katılmakta gecikmedi."

Ekmek elden su gölden: Kendisi kazanmayıp başkalarının kazancı ile geçinen kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.

Ekmek kapısı: Çalışıp para kazanılan, geçim sağlayan iş yeri."O dükkân benim ekmek kapım, asla satmam, satamam onu!"

Ekmek parası: Kazanç, geçinmek için kazanılan para."Ekmek parası kolay kolay kazanılmıyor."

Eksik gedik: Ufak tefek ihtiyaçlar."İkramiye ile eksiği gediği kapadılar."

Ekşi yüz: Somurtkan, asık yüz."Onun ekşi yüz göstermeye hakkı yoktu."

El açmak: 1. Dilenmek. 2. Başkasının yardımını almak için yalvarmak."İhtiyarlayıp da el açacağı hiç aklına gelmemişti."

El altından: Kimsenin haberi olmadan, gizlice."Parayı el altından verdi."

El atmak: 1. Bir işe girişmek. 2. Birisinin işine karışmak."Üstüne vazife olmayan işe el atma sakın!.."

El ayak çekilmek: Ortalıkta kimse kalmamak, ıssızlaşıp sessizleşmek."Bu iş ancak el ayak çekildikten sonra yapılır."

El basmak: Yemin etmek, kutsal bir şey üzerine el koyarak ant içmek."Kur`ân`a el basarım ki bu işi ben yapmadım."

El çabukluğu: 1. Bir işi çok çabuk yapabilme ustalığı. 2. Hilesini kimseye sezdirmeyecek biçimde yapabilme."Adamın cebinden el çabukluğu ile cüzdanı çekiverdi."

Elde avuçta bir şey kalmamak: Parasını, malını, tüm varlığını harcayıp bitirmiş olmak."Elde avuçta bir şey kalmayınca ne yapacağını şaşırdı."

Elde etmek: 1. Bir şeye sahip olmak. 2. Bir kimseyi kendi yanına çekmek."Onun gibi dürüstleri elde edemezsin, boşuna uğraşma."

Elde kalmak: 1. Bir malın satılmayıp geride kalan kısmı. 2. Harcanandan arta kalmış olmak."Şu kasadaki üzümler elde kaldı."

Elden ayaktan düşmek (veya kesilmek): Yaşlılık, hastalık sebebiyle iş yapamaz, yürüyemez, kendi işini göremez duruma gelmek."Allah kimseyi elden ayaktan düşürmesin."

Elden çıkmak: Malı olmaktan çıkmak."O arsa elden çıktığı için üzüldüm."

Elden düşme: Az kullanılmış."Elden düşme bir araba aldı."

Elden ele dolaşmak: Pek çok kişi tarafından kullanılmak, bir çok sahip eline geçmek."Elden ele dolaşan atı nihayet geri almayı başardı."

Elden geçirmek: Eksiklikleri düzeltmek, onarmak; denetlemek için pek çok şeyi ele alıp yoklamak, gözden geçirmek."Yaptığın işi bir daha elden geçir."

Elden gitmek: Bir şeyi yitirmek, ondan yoksun kalmak."Bütün mal mülk bir hiç uğruna elden gitti."

Ele almak: 1. Bir şey üzerinde çalışmaya başlamış olmak. 2. İncelemek, araştırmak veya tenkit etmek."Konuyu yeni baştan bir daha ele alalım."

Ele avuca sığmamak: 1. Şımarık davranmak. 2. Söz dinlememek, kural tanımamak, zapt edilememek."Sen ne ele avuca sığmaz bir çocukmuşsun meğer."

Ele geçirmek: Sahip olmak, kaçan bir kimseyi yakalamak."Şu toprak parçasını da ele geçirdik mi işimiz tamam demektir."

El elde baş başta: 1. Masrafla para birbirine denk geldi. 2. Yapılan işin sonunda ne kâr ne de zarar edildi."Alışverişten el elde baş başta döndü."

Elekten geçirmek: Titizlikle seçmek; iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı birbirinden ayırmak."Şu dosyayı bir daha elekten geçirin."

El ele vermek: Güçleri birleştirip işbirliği yapmak, yardımlaşmak."Bu yolu ancak el ele verirsek yapabiliriz."

El emeği: 1. Elle yapılan işe harcanan emek. 2. Elle yapılan çalışmanın karşılığı."El emeğinin karşılığı değildir bu para."

Ele vermek: Bulunduğu yeri haber vererek suçluyu yakalatmak."Katili ele vermeyi kafasına koyarak sokağa çıktı."

Eli açık: Cömert, çok para harcayan, sakınmadan para verebilen."Eli açık olan insanları severim."

Eli ağır: 1. Oldukça yavaş iş yapan. 2. Vurunca çok acıtan."Eli o kadar ağırmış ki enseme gülle düştü sandım."

Eli altında olmak: 1. İstediği anda ele alıp kullanabileceği bir yerde bulunmak. 2. Buyruğunda olmak."İyi bir usta, araç ve gereçlerinin elinin altında olmasını ister."

Eli ayağı buz kesilmek: 1. Korku, heyecan ve üzüntüden ne yapacağını bilemez duruma gelmek, donup kalmak. 2. Çok üşümek."Haydi elimiz ayağımız buz kesmeden girelim içeri."