Hazret-i Ömer (radıyAllahu anh)
Gelenek ve inadın bağladığı ellerini çözene kadar beş yıl geçti. Beş yıl yüzlerce defa doğup battı güneş. Yüzlerce defa uyudu uyandı. Ama elleri hep bağlı. Elini kolunu rahatça hareket ettirmesi onu yanılttı. Kılıcı çekmesi, testiyi başına dikmesi, mızrağı savurması bağlarını görmesine izin vermedi. Mekke’de neler oluyordu? Hazret-i Muhammed (sallAllahu aleyhi ve sellem) peygamberliğini ilan edeli beş yıl geçmişti. Bir avuç insan vardı etrafında. Gizli gizli evlerde buluşuyordular. Neyin peşindelerdi? Uzun boylu, beyaz tenli, heybetli Ömer, kız kardeşinin de Müslüman olduğunu öğrenince deliye dönmüştü. Hamile olduğuna bakmayıp dövmüştü onu. Sonra bir hışımla Kâbe’de almıştı soluğu. Geceydi. Hazret-i Muhammed (sallAllahu aleyhi ve sellem), Kâbe’nin içine girmiş namaz kılıyordu. Ömer, Kâbe’nin örtüleri altına gizlenmiş merakla O’nu dinliyordu. İbadetini bitirip dışarı çıkınca peşine takıldı. “Kim o?” diye seslendi Hazret-i Peygamber (sallAllahu aleyhi ve sellem) fark ederek izlendiğini. Karanlığın içinden bir ses ; “Ömer!” dedi. “Ey Ömer!” dedi Hazret-i Muhammed (sallAllahu aleyhi ve sellem), “Artık gece gündüz beni terk etmeyeceksin!” İşte o anda beş yıldır göremediği bağlarını fark etti Ömer. Allah’tan başka ilâh olmadığını ve Muhammed’in O’nun peygamberi olduğunu söyleyerek özgürlüğü seçti.
Hiç kimsenin Müslümanlığı onun kadar coşkuyla karşılanmamıştı. Tekbir sesleri Mekke sokaklarını çınlatmış, kendisinden önce Müslüman olan otuz dokuz kişinin ruhuna kırk rakamı sıcak bir mühür gibi basılmıştı. Ömer Müslümanlığını gizlemeye yanaşmamış, “Müşrikliğimi duyurduğum gibi Müslümanlığımı da duyuracağım!” diyerek müminleri yürüyüşe çağırmış, Kâbe’ye vakarla akan nehrin iki kolundan birinin başında Hazret-i Hazma (radıyAllahu anh) , diğerinin başında o yer almıştı. “Ey Resûlüm! Sana ve sana tâbi olan müminlere Allah yeter.” (Enfal, 64) âyeti inmişti Ömer’in Hazret-i Ömer (radıyAllahu anh) olduğu gün. Açık tebliğ dönemi onunla başlamıştı.
Müslüman olanların dövülüp kendisine dokunulmaması ağırına gitti Hazret-i Ömer (radıyAllahu anh)’in. Kur’ân’a göre onur müminlerindi. Bu yüzden dayısının himayesini iade etmekte gecikmedi. Yaşasın! Artık o da diğer müminler gibiydi. Sık sık yolu kesiliyor, dövülüyor, dövüyor fakat başı dik yürüyordu. Hazret-i Peygamber (sallAllahu aleyhi ve sellem)’in ifadesiyle, Yüce Allah, doğruyu Hazret-i Ömer’in diline ve kalbine koymuştu. Aklı ve ruhu İlâhi iradeyle tamamen örtüşüyordu. Öyle ki bir görüş ileri sürdüğünde, o görüşü destekleyen âyetler nazil oluyordu. Bedir esirlerinin fidye karşılığı serbest bırakılmasına ve münafıklardan İbn Übey b. Selulun cenaze namazının kılınmasına itirazı sert mizacına yorularak yerinde bulunmamış; ancak daha sonra inen âyetler Hazret-i Ömer’i (radıyAllahu anh) doğrulamıştı. Sert mizaçlıydı evet. Fakat bu mizaç dinî duyarlılıklar konusunda tavizsiz olmasını sağlamıştı. Şeytan onunla karşılaşmaktan korkardı. Hazret-i Peygamber (sallAllahu aleyhi ve sellem), “Gökte bir melek bulunmasın ki, Ömer’e saygı duymasın, yeryüzünde bir şeytan bulunmasın ki Ömer’den kaçmasın.” buyurmuştu.
Ciddi ve cesurdu. Sözlerinden istikrar, güven ve kararlılık yansırdı. Allah’ın elçisine olan imanı ve bağlılığı her şeyin önüne geçer, O ağladı diye ağlar, O tebessüm etti diye tebessüm ederdi. Hacerü’l-Esved için şöyle demişti : “Senin, zarar ve yararı dokunmayan bir taş olduğunu biliyorum; vAllahi Allah’ın elçisinin seni öptüğünü görmeseydim, ben de seni öpmezdim.” Şerefi İslam’a bağlılıkta görür, onuru başka yerde arayanları alçalışın beklediğini vurgular, “Asıl yağma edilmiş olan, dini yağma edilendir.” derdi. Ona göre bir insanın sadece oruç tutmasına, namaz kılmasına değil ; konuştuğunda sözünün doğruluğuna, emanet edildiğinde ona riayetine, eliyle ve diliyle kimseye zarar vermeyişine bakmak lazımdı.
Madem kısa bir süre sonra veda edilecekti dünyaya, diri kalabilmek için kendini ölüler arasında saymalıydı. Saydı da. Dünyaya hak ettiği değerden fazlasını vermedi. Bir çöplüğün yanında bir müddet durduktan sonra arkadaşlarının yanına gitmiş, üzerine sinmiş kokudan rahatsızlık duyulunca, “İşte hırs gösterdiğiniz ve üzerinde devamlı konuştuğunuz dünyanın hali budur.” demişti. Dünyayı arzuladığında âhiretine zarar verdiğini, âhireti arzuladığında dünyasına zarar verdiğini görmüş, sonunda fani olan dünyasına zarar vermeyi tercih etmişti. Elbette bu dünyevi görevlerini yerine getirmesini engelleyen bir husus değildi. Çocuklarına okuma yazmayı, yüzücülüğü, atıcılığı, biniciliği ve şiiri öğretmeliydi babaları. Beden ve ruh dengesi sağlanmalıydı. Sorumluluk bilincinde olanlardan dostlar edinmeli, ahmaklarla yakınlıktan kaçınmalıydı. İnsanlar seviyelerine göre değerlendirilmeli, güçlerine göre iş vermeliydi. Hür olmak isteyen adam borçlu olmamalıydı. Allah’ın dinini ancak dalkavukluk etmeyen, kuruntularının peşine düşmeyen, gayreti eksiltmeyen, yandaşlarını desteklemek için doğruyu saklamayan kişiler yaşatabilirdi.
Ve bir gün Allah’ın dinini yaşatma görevi Hazret-i Ömer’e (radıyAllahu anh) verildi. Hazret-i Ebu Bekir’in (radıyAllahu anh) vefat ettiği günün sabahı güneşin ışıkları Hazret-i Ömer (radıyAllahu anh)’in kaleminin ve kılıcının üzerine düştü.