Ömer Baldık
İÇİNDE yaşadığımız şu kâinat, Rabbimizin bize gönderdiği canlı bir mektup olarak, sayısız hikmetli ‘söz’lerle doludur. Yer’in insanları olarak bizler, bu sözleri okuyabildiğimiz oranda, ülfet perdesinin boğduğu bakışlarımızdan silkinip kâinatın mükemmelliğine nüfuz ederiz. Ve melekutî âlemi de dünyalarımıza taşır hale geliriz.
Ne var ki, kolay bir iş değildir bu sözleri okuyabilmek. Zira, gözün gezindiği afâkî âlem, bir anda kendini ele vermez. İlk bakışlar, hepsi kendine has gibi gözüken zıtların cirit attığı bir kâinat tasavvuru sunar insana. Hızlı-yavaş, uzun-kısa, sert-yumuşak, soğuk-sıcak, katı-sıvı, koyu-açık, köşeli-yuvarlak, yüksek-alçak, uzak-yakın.. gibi ya da gök-yer, hava-toprak, dağ-vadi, tümsek-çukur.. gibi veyahut iyi-kötü, güzel-çirkin, fayda-zarar.. gibi nice zıtlar, sanki hepsi kâinatı kendi yanına çekmek ister gibidir. Ancak, kâinatın metne dökülmüş sureti olan Kur’ân’dan alınan ders ve sonrasında gelen afâk gözlemimiz, sözünü ettiğimiz zıtlara olan bakışları tağyir eder. Ve biz o zaman anlarız, zıtların kâinatta mükemmel bir birliği, dengeyi, dolayısıyla nizamı görünür kılan tamamlayıcı cüzler olduğunu.
Kâinat Nazımı’nın zıtlar arasına dercettiği cezbe ilkesiyle sonsuz cilve ve cevelana ev sahipliği eden kâinattaki bu nizam, tek kelimeyle mükemmeldir gerçekten. Bunun en önemli göstergesi, zıtlar üzerinde yükselen muazzam ‘denge’ (istikrar) ile böylesi bir dengenin olduğu yerde —sebeplere takılı— aklın kendisine pek yer vermek istemediği sonsuz ‘çeşitlenme’nin biraradalığıdır. Başka bir deyişle, atalete yakın denge, kaotik cereyana yakın çeşitlenmeyle bir anda ve bir mekânda tezahür eder kâinat kitabında. Meselâ, bir ağacı ağaç yapan şeyler (kök, gövde, dal, yaprak..) her bir ferdde bulunurken, aynı zamanda hiçbir ferd birbirine benzemeyerek, nazarlarımıza sonsuz bir çeşit bolluğu da sunarlar. Kısacası, kâinatta yapılar (kalıplar) aynı, biçimler sonsuzdur. Öyle bir celâl ve cemal tecellisidir ki bu, İmam Gazâlî’nin bahsettiği gibi, ergen bir yaşta gözleri açılacak bir âmânın aklını yitirmesinden korkulur.
Kâinattaki mükemmel nizamın sihirli anahtarı olan zıtlar, başka bir açıdan, kısır fehimli biz insanlara kıyas imkânı tanıyarak, anlam ve gayenin dünyalarımıza girmesine de aracı olurlar. Zıtlar, adeta, rahmet-i ilâhinin tenezzül-ü ilâhiyi sonuç vermesiyle, hakikî bir lütuf olarak gelip dünyalı elimizden tutarlar. Ve bu anlamda, Kelâmullah’taki ‘muhatabın seviyesine inme’ özelliğinin kâinat yüzündeki karşılığı oluverirler.
Ama, meselenin asıl can damarına, zıtları biz ‘bir bütünün tamamlayıcı kutupları’ olarak okuduğumuzda geliriz. Zira, zıtlar, bir bütünde ‘karşılıklı bağımlılığa’ koşuşlarıyla asıl, bize esaslı bir öğretmen olurlar. Çekimden (—tasavvuf ehlinin deyişiyle— ‘cezbeden’ hatta ‘aşktan’) olan hareketleri, kâinat üzerinde mütemadiyen nizamı tazelendirmek üzere yeni yeni ‘bütünleme’lere koşar durur. Kendilerini bir ‘bütün’ün uyumlu parçası kılar zıtlar. Öyle ki, yerini terketmenin zorluğundan doğan sancı, güzel’e (kemal’e) iştiyaktan doğan bir aşka hep yenik düşer. Böylece, zıtlar kâinatta harekete gelir, hareket verir; dengelenir, dengeye getirir. Ama daha önemlisi, kemal bulur, kemal’e yol olur…
İşte, nasıl ki kâinat kitabında zıtlar böylece kemal bulur; insan da zıtlıklarını öylece bütünlediğinde kemal’e erer. Bilgisini şefkatle, cömertliğini iktisatla, celâl’ini cemal’le, imanını amelle, fikrini eylemle.. tamamlamaya (bütünlemeye) giriştiğinde kemal’e yolculuğu başlar insanın. Bu tekâmül yolunda yürüdüğünde kâmil insan’a varır.
Böylece, bu yolu yürümüş zirve insanlar aklı hayrete düşüren davranışlar sergilerler. Araya nefis girdi diye hasmı öldürmekten bir anda vazgeçer; ya da pazarda —ticaretin sıhhati için— kuruş hesabı yaparken, bir ihtiyaç sahibini görünce kesenin ağzını açar; veya çölde tepesinde koca bir kaya varken söz’ün arkasında durur..
Hasılı, kâinatta zıtlarla gelen mükemmellik, fıtratı bozulmamış her insana örnek olacak mahiyettedir. Yeter ki, ‘değişim sancısı’nı aşabilecek aşklarımız olsun!