Büyük bir çığlık çiziyorum son kullanımı geçmiş suskunluğuma… Hiç bitmiyorsun Asrevya…
Asrevya!..
İçimin acı yanından uğurladım adını. Yine kıyıma vurdu harflerin. Nisanın eşiğinde beslediğim düşleri hüzünler sarıp sarmaladı şimdi. Ben, benliğimin hangi parantezi arasında yaşıyorum Asrevya? Kaçıncı durakta bekliyorum düşlerimi kuşatan hayatımı?
Yok Asrevya..
Ömrümün çıkmaz sokağındayım. Yıkık satırlara çarpıyor nazarım. Biliyorum Asrevya, biliyorum kendime denizaşırı uzağım.
Farklı kalemlerle çizilmiş bir hayatın ocağındayım şu demlerde. Tuvaldeki karanlığı simgeliyorum. Asrevya puntolu yazılar doluyorum kaleme. Geçiyorum tüm gidiş satırlarından.
Yaşadığımı unutuyorum Asrevya… Bana ölmediğimi ispat et!
Kızıl bir gün doğarken yüzüme, avuçlarımdan düşüyor hayat çizgilerim, ölümleri barındıran toprağın eline.
“Ne günlerdi gülüm ey!” diye geçen günleri anımsıyor şimdim. Ne çok şey öğrenmiştim Asrevya. Deneme- yanılma yöntemlerinin deneyip yanılan failiydim. ‘Güller eflatun düşlerin yamacında kokar’ demiştim. Ardından yanıldığımı resmetmişti öğrendiklerim. Oysa güller siperde bile kokuyormuş Asrevya.
Acı oluk oluk akarken damardan, ‘adı saklı biri’ son nefeslerine bile aynı düşü eklemeyi hayal edebiliyormuş. Ölüm denilen son, tek kendini düşündürtmüyormuş. ‘Adı saklı biri’ saklandığı adın ardında gerçeğinden başka birçok isim doluyormuş kendine.bu yakanın Kız Kulesi saklıyormuş bir adını. Diğer adını, o yakanın Sultanahmet’i. İki yakayı birleştirmek için hırçın bir isim daha takıyormuş yakasına. Onca isme rağmen ‘adı saklı biri’ kalıyormuş her bilende. Zor sorular seçiyormuş hayat onun için. “Sen hanginsin?” diyormuş, “hangisi sensin?”… ‘Adı saklı biri’ susuyormuş uzunca.
Bu masalda hangi o var Asrevya? Hangi adıyla yer buldu satırlarda? Kız Kulesine saklanmış adıyla mı? Sultanahmet’te unutulmuş adıyla mı? Yoksa boğazdaki hırçın adıyla mı? Bu masalda hangi adın sahibi o, Asrevya?
‘Adı saklı biri’ bu masalın neresinde Asrevya?
İçimde git git bitmez bir yol.. Yürü yürü aydınlığa kavuşmaz bir karanlık…
Ben hangi aydınlığı israf ettim ki bu denli karanlığa duçar oldum Asrevya?
Artık ardıma bakmaya gerek yok. İçimde kopuyor tüm kıyametler. İçimde söylenecek binlerce hece, satırlarca söz… Bense sadece susuyorum. Konuşmadıklarımı sen anla Asrevya…
Söylediğin gibiydi belki; “imkânsız diye bir şey yok”tu. Ben imkânından korkmuştum hep.
Ağzımın kıyısında kalan son direnişimle yazıyorum. Belki günümün ardı ölüm Asrevya. Belki bir daha masala düşmeden musallaya düşeceğim. Varsın olsun Asrevya. Gelen gider ve her şey biter… Varsın olsun… Uzun denilmeyecek yaşamımıza bir son yazılacak elbet. Ki belki bugün, belki… “kim bilir?”…
Ölüm yudumlamış şehirlerden geliyorum.
Yaşadığımı unutuyorum Asrevya… Bana ölmediğimi ispat et!
Efsane yaşatacak halim yok. Elimde bir ceket sevdaya dair, biçilmiş bir şehre. Olmuyor Asrevya!.. İstanbul’dan gayrı hiçbir şehre olmuyor. Biliyorum cellâtlar kapıda bekliyor. Hani bir olsa, ölecek şehir. Yerlere düşüp ayaklar altında ezilecek ceket. İyisi mi belirsizliğiyle askıda kalsın Asrevya.
Öyle ya bu düşlere kimi şehirler küçük gelir Asrevya. Her şehir taşıyamaz minik bedeniyle ağır yükleri…
Zaman, hayata adadığım fiilleri hep geçmişle çekimliyor Asrevya. Gelmişti… Gitmişti… Bitmişti… Oluyor hep. Okunaklı hayatlardan okunulası bir hayat dizmek istiyorum kendime. Bildik geçmişimden dem vuruyorum ilkin. Ve ömrümün asıl satırı geliyor… Susuyorum… Bol üç noktayla satırlar atlıyorum. Okunulası olması gereken hayatım, susulası satırlarda can buluyor. Vazgeçiyorum beni bana yazmaktan. İki satırdan fazlam yok çünkü…
Bir kalem kendine neden dönmez Asrevya?
…
Haziran sıcağı vururken üzerime, içime neden bu denli kara soğuklar düşüyor Mart tadında? Kulağım yine ‘adı saklı biri’ ne yaslıyor tüm duymalarını; “ Yazmak tutsaklıktır” diyor “ yazılan özneye… Yazınca kalem bencil değildir artık. Yazılandan başka kimseye dönmez çünkü. Kendine bile satırlarca uzaktır. Yazarsın… Tükenmez yazılacaklar…” öğrenmekten korktuğum gerçekleri yüzüme fırlatıyor sözcükleri.
Ölümlerden açılıyor yine konu. Ben, biriktirdiğim hüzünleri bir yana, tebessümleri bir yana koyuyorum. ‘Bu kadar hüzün ölmem için yeterli sebep değilmiş meğer’ diyorum. Peki, neden tebessümlerim silip süpürmüyor canıma yapışmış acıları? Üzerime yürüyor yazdıklarım.
Yaşadığımı unutuyorum Asrevya… Bana ölmediğimi ispat et!
Bir masal parmaklarımın altında çırpınıyor. Bitmenin eşiğine dahi getiremiyorum. Güncem masalla doluyor.
“Ve Yaren’liğim gider… Ve Asrevya biter…” diye bir cümle kalemimden hayatıma sunulmayacak mı Asrevya?
Düşlerin enseme yığılmışlığı ardında çırpınan ben portresinin hüzünden başka çizgisi olmayacak mı? Özlemlerimi yollara üflüyorum. Giden- dönen karışıyor birbirine. Kim gitmişti ki? Ya da kim kalmıştı yanımda? Sağım, solum, ardım boştu Asrevya. Denenmiş yalnızlıklardan farklı yalnızlıklar kurdum kendime. ÖDÜNÇ DEĞİLDİR TEKLİĞİM… HİÇBİR KAÇIŞTAN ALINTI DEĞİLDİR FİRARÎLİĞİM…
Mutluluk senfonisini artık amatör müzikçilerin elleri işliyor Asrevya. Şimdilerin geleceğini katiller düşlüyor. Bir tebessüm öldürmek için yaşıyorlar Asrevya. Bizse her şeye rağmen hep aynı felsefe ile susmakta…
İçimde sobeleşen nidâlar içimi dağlıyor Asrevya. Yaşımla ölçülüyor ölümler. Ben ne kadar doğduysam birileri o kadar ölmüş oluyor.
Ne zor! Doğumuma ulanmış ölümleri bilmek…
Ben ömrümün tüm çığlıklarını adının yanına çizdim Asrevya. Ben, tüm susmalarımı sende öğrendim. Ve yazmayı… Gecelerden sabahlara kapatmadan gözleri bu şehre düşler dizmeyi öğrendim. Meğer kalem tutarmış elim dedim. Meğer konuşmaları unutup susunca dilim, konuşurmuş dilim yerine elim…
Ayaklanır içimde mısralar yeni bir direnişe. Yine kalemin kırılana dek yazacağı masala satırlar döker benliğim.
Yorgunum Asrevya…
Yıkık şehirler geçiyor sanki üstümden. Bir enkazın altında kalıyor kalemim. Demir parmaklıklarla hırsızlardan korunuyor düşlerim.
Kalbimi kırabilme ihtimalini dillendiriyor harfler. Bilir misin ki Asrevya bu kalpte kırılmamış yer yok… Kaç canım var ki ağzımda? Kaçıncı soluğumda ölürüm?
Yazdım… Satırlarca uzadı kâğıt. Ne çok anlatacağım varmış… Ne çok söylemediğim… Ama olmadı. Uzanamadı o mektup ellerimden. Yazdım içimi… Ve ellerimle dizdiğim tüm satırlarımı kendim yaktım…
Varlığıma özür dilemek için sunulmuş bir yazı ardından nefeslerime düğüm atan bir gecedeyim. Ağlıyorum… Gözyaşlarım neyi yıkıyor Asrevya? Acının doyasıyası bu mu oluyordu acaba?
Hayat, düşür satırlarından beni!
Hayat, sonumu sonbahara ulayan bu düşe büyük bir çizik at hadi!
Ömrüme sağır bir “mim” düşüyor ebkemliğimden. İçim yara bere oluyor. Yıllar ne ağır gidiyor, çabuk geçti zannederken ben. Acım, elimden yüzüme bulaşıyor bu gece. Elimden dökülen harfler gözyaşlarımla can buluyor. Dünden artık uykusuzluğumu bu gece de iade edemeyeceğim göz kapaklarıma. Canımı içimden ayırıyor sanki bir el. Durduğum yere çöküp kalıyorum. Nefeslerimi duymak zor… Baktığım yeri görmek güç…
Ölüyor muyum Asrevya? Cayıyor muyum?
HAYIR!..
Uzun bir hüzün kaplıyor tüm yanlarımı. Sabaha az kalıyor. Gece son karanlığını oynuyor gözbebeklerimde. Nefesim daralıyor. Bir bıçak alıyor eline hüznüm ve delik deşik ediyor tüm nasırlarını. Kırıyorum benliğimin kuruyan dallarını.
İlk kez bu kadar tanımsız kalıyorum Asrevya. “Neden” diye sorulan sorulara cevapsız…
Keşke güçsüzlüğümün ardına bu kadar saklanmayıp sesine ses verebilseydim… Keşke senin pencerenden de bakabilseydim…
…
Ve sabah vuruyor şehre… Gözlerimde, uzunluğunun bilmem kaç gün daha süreceği karanlık…
Hep diyorum ya “Ahh bu ben!..”
…
Sen yaşarken ölmek masala ihanet mi olur Asrevya?
Yaşadığımı unutuyorum Asrevya… Öyleyse bana ölmediğimi ispat et!
Dilimde aynı şarkı dönüyor saatlerdir… En hüzün yanında, masalı buluyorum o şarkının. En hüzünlü rotasında Asrevya çıkıyor karşıma.
Boynumda idamımı bekleyen bir sürü dilekçem var Asrevya… Cellât görünümlü birileri kalemime sarılıyor, ya sen diyor ya masal… Es geçiyorum tüm sözleri… Yazıyorum…
Aşk kaybolmuştu bu şehrin kuytularında. Anlatamazdım sana içinden onun geçtiği sözcükleri.
Çözülmesi zor bir bilmece gibiydi harflerim. Aşikârlığımdan korkak!...
İğreti bir duruştu simgelediğim “ben sende gitmeyi beceremedin.”
Ömür hep aynı soruları doluyor kalemime; Zaman mıydı intihar soluklarımı yâr dolu bir tümceyle yarınlara kazıyan?
Ömür hep aynı satırlarda yaşatıyor beni; Dünler tüm tebessümlerimi esir alırken yarınlara doğru koşan ben, ne kadar da her acıya müşterekti imgem…
Suçluluğum parmak uçlarıma siniyor yine.
ACIMA NOTA YAPIYORUM SESSİZLİĞİMİ.
İstanbul yine yüreğimi ayaklarına doluyor, pranga gibi. O düşüyor, ben kanıyorum en masal yanımdan.
Ahh İstanbul! Sende bir masal büyütmek ne kadar dokunuyor acılarıma. Ki hangi yanına assam gözlerimi, kalemime sığınıyorum.
Ve gözlerimde dolanan İstanbul başlıyor Asrevyayı yazmaya…
Lâl bir ömrün çığlıklarıdır bu kelimeler Asrevya. Ne çok şey anlatır…
Aynı temennilerde bulunuyorum yine: bilenler bilmeyenlere seni anlatmasın Asrevya; bilenler bilmeyenlerden seni saklasın. Sen hep hayatıma düşmüş büyük bir sırlanmışlıkla kalmalısın.
Asrevya!..
Masalın ilk satırlarında yazdıklarım geliyor aklıma;
‘Bin bir zırhı büründüm ve sana yazdım. Bir daha kalemin ucuna seni dolayacak kadar cesurluk payı biçemem kendime.’
Demek ki biçebiliyormuşum Asrevya. Onuncu yüzünü gösteriyor masal satırlarda…
Asrevya!..
İç bükey bir harf karmaşasında beynimin anlamlandırdığı tek gerçekti Asrevyalığın. Masalsı düşlerimdeki ‘büyük’tün sen. Bense o düşleri yazmakla büyümeye çalışan, her yazdığımda kara kalemlerin insafsızlığına uğrayan düş’çü’…
Uzunca yazdıktan sonra şimdi yine susmalıyım.
Sustuklarımın ardındakileri sen anla!...
Parmaklarıma yeniden yazılacaklar dolayana dek çekiliyorum masaldan…
Unutma!.. Yeniden gelecek ve sonsuza dek seni yazacak kalemim… ASREVYA!..
Tuba ÖZDEMİR (yaren)