Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz
“Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardım dileriz.” (Fatiha 4)Sûrenin ilk kısımlarındaki îtikâdî esasların özü olan îtikat temeli işte budur.
İbadet ancak Allah’a (c.c.) olur ve yardım da O’ndan istenir.
Burası da yine yolların ayrılış noktasını gösterir. Bir yanda her türlü ubudiyyetten kurtularak mutlak hür olmak…
Öbür yanda kullara kul olmak… Bu esas, beşeriyetin tam olarak hürriyetinin ilanıdır. Evhamın esaretinden kurtuluş hürriyeti…
Kalıplaşmış köhne inançları yıkma hürriyeti… Cahiliyet devri adetlerinden sıyrılma hürriyeti…
Böylece yalnız Allah’ın (c.c.) varlığına inanmak ve yardımı da yalnız
O’ndan istemek suretiyle örf ve adetlerin esaretinden, şahısların ve köhne nizamların köleliğinden beşer vicdanı kurtulmuş olur.
Aynı zamanda insan, efsânelerin, evham ve hurâfelerin esaretinden de halâs bulur.
Şimdi, bir Müslüman’ın tabii ve beşeri kuvvetler karşısındaki durumunu gözden geçirelimYou are not allowed to view links.
Register or
LoginBeşeri kuvvet –Müslüman’a göre- iki kısma ayrılır:
1- Hidayet üzere olan kuvvet: Bu kuvvet Allah’a (c.c.) iman etmek ve O’nun nizamına tâbi olmaktan doğar.
Bunu takviye ederek, hayra, hakka ve iyiliğe giden yolda kullanmak lâzımdır.
2- Allah’tan (c.c.) yüz çevirip O’nun nizamına tâbi olmayan sapık kuvvet: Bu kuvvetle mücâdele ve mücâhade etmek gerekir.
Bu dalâlet kuvvetinin büyüklüğü, azgınlığı Müslüman’ı korkutamaz.
Çünkü o, zaten, kendisini var eden Allah’ın (c.c.) kudretini kabul etmekten uzaklaşınca hakiki kuvvetini kaybetmiş oluyor.
Artık onu yaşatacak, ona daimi gücünü verecek olan gıdadan mahrumdur.
Bu, tıpkı alev saçan büyük bir yıldızdan kopan parçanın hemen sönüp soğuması;
koptuğu kütle ne kadar büyük olursa olsun, ziyasını ve hararetini kaybetmesi gibidir. Aslıyla irtibatını kesmeyen en küçük parça bile, bu irtibat sayesinde kuvvetini, hararetini ve ziyasını kaybetmez.
“Nice az bir kitle vardır ki Allah’ın izni ile bir çok topluluğu yenmiştir.” (Bakara 249)Az bir topluluğun büyük bir topluluğa galip gelişinin sebebini,
onun, kuvvetin esas menşeine bağlı oluşunda ve bütün kuvvetlerin bir yerden idare edilmesinde aramak lazımdır.
Tabiat kuvvetlerine gelince, Müslüman’ın ondan korkması ve ona düşmanlık beslemesi diye bir şey tasavvur olunamaz.
Bilakis Müslüman tabiat kuvvetlerinin derinliklerine inerek dostluk kurar ve onu kendi emrine alır.
İnsanda ve tabiatta görülen bu kuvvetler, Allah’ın (c.c.) dilemesi ve iradesiyle vücut bulmuştur.
Hattı hareketlerinde insicamlı ve birbirlerine yardımcı olan bu kuvvetler, Allah’ın (c.c.) emir ve iradesine mahkûmdurlar.
Allahü Taâlâ bu kuvvetlerin hepsini insana her zaman dost ve yardımcı olsun diye yaratmıştır.
Müslüman akidesi kendisine bu gerçeği haber vermektedir. Bu dostluğun tahakkuku ise, ancak bunlar hakkında fikir sahibi olmak, onları tanımak, onlarla yardımlaşmak suretiyle olur. İnsan böylece, kendisini ve o kuvvetlerini yaratan Allah’a (c.c.) yönelir.
Tabii kuvvetler, bazen insana ezâ ve cefâ veriyorsa,
bu insanın o kuvvetlerle tanışmamasından, onlar hakkında fikir sahibi olmamasından ve
o kuvvetleri sevk ve idare eden sırra eremeyişindendir.
Roma cahiliyet devrinin vârisleri olan bu günkü garplılar, tabii kuvvetleri emri altına almaya “tabiatı yenmek” derler.
Bu tâbir ancak, Allah’la (c.c.) ve Allah’a (c.c.) teslim olmuş kâinatın ruhuyla alakasını kesmiş cahiliyet nazariyesinin ifadesidir.
Halbuki kalbini Rahman ve Rahim olan Allah’a ve ruhunu Allah’ı (c.c.)
daimi surette tesbih eden kainatın ruhuna bağlayan Müslüman, inanır ki,
insanoğlunun, tabiata hakimiyetinin dışında tabiatla başka alâkaları da vardır.
Müslüman, bütün kuvvetlerin yaratıcısının Allah (c.c.) olduğuna, bunların hepsini bir sırra binâen yarattığına ve mukadder hedefe varabilmek,
bu kuvvetin birbiriyle yardımlaşması gerektiğine inanır.
Bilir ki, bu kuvvetleri kendisinin hakimiyetine veren, onun sırlarını keşfedip, kanunlarına vakıf olmaya muvaffak kılan ancak Allahü Taâlâ’dır.
Binâenaleyh insana yakışan, ne zaman tabiat kuvvetlerinden birisini emri altına alırsa Allah’a şükretmektir.
Çünkü aslında bu kuvvetleri insanın kendisi emri altına almış değil, Allahü Taâlâ onun emrine vermiştir.
“Göklerde ve yerde bulunanın hepsini size müsahhar kıldı.” (Casiye 13) Bu hakikata binâen, tabiat kuvvetlerine karşı olan vehimler insan hissiyatını tesiri altına almayacağı gibi,
tabiat kuvvetleri ile insan arasında herhangi bir korku da bulunamaz. Çünkü insan yalnız Allah’a (c.c.) iman ediyor,
yalnız Allah’a (c.c.) ibadet ediyor ve yalnız O’ndan yardım diliyor.