Ertuğrul Firkateyni niçin yola çıktı, niçin battı, niçin elimizde yeterli belge yok? Sultan, seyahat için eski bir gemiyi mi seçmişti? Ertuğrul’un misyonu neydi; bu yolculuk kimleri rahatsız etmişti? Bunun gibi birçok soru, eski BM temsilcisi, romancı Ömer Ertur’un kalemiyle tekrar gündeme taşınıyor…
Sarıyer’de güneşin ilk ışıkları Boğazın sularına dokunduğu vakitlerde Ömer Ertur’un kapısını çalıyoruz. Kendisi Birleşmiş Milletler’den emekli. Görevi icabı yıllarca bir çok ülkelerde çalışmasından olsa gerek kitaplarını İngilizce daha rahat yazdığını ifade ediyor. Bu yüzden kitaplarının Türk okuyuculara ulaşması biraz vakit alıyor. Ömer Ertur’un tarihi romana olan yaklaşımı da farklı; “Tarihi roman, gerçekleri gerçek karakterlerle bir arada okuyucuya sunabilmek sanatıdır…” diyor Ömer Ertur. Bu da kitabın hazırlık sürecinin oldukça uzun ve detaylı olmasını gerektiriyor. Bu anlamda düşünüldüğünde, kaleme aldığı “Funagora’nın Sirenleri: Osmanlı Fırkateyni Ertuğrul’un Şanssız Diplomatik Japonya Seferi 1889/90” romanıyla Ertuğrul faciası hakkında bilinmeyen bir çok detay gün yüzüne çıkıyor. Ömer Ertur’la romanının etrafında Ertuğrul Fırkateyni’nin tarihi seyahatini konuştuk.
Ömer Bey, Ertuğrul Fırkateyni bir romancı için zor bir konu olsa gerek. Kurguda ve hikayenin akışında zorlandınız mı?
Tabi ki zorlandım. Bunun da sebebi yazdığım romanın gerçekler üzerine kurulu olması. Mekan, karakterler ve tarihler, hepsi gerçek. Mesela, gemide veya Bahriye Bakanlığı’nda olan bir toplantıyı göz önüne alalım; eğer bu toplantının kayıtları yoksa, yazar konuşulan mevzuları hadiselere ve yaşanalara göre kurgulamak zorundadır. Ertuğrul Fırkateyni’nin hikayesini yazmak yıllardır aklımdaydı. Eşim Japon olduğu için Japonya’da araştırma yapmam daha kolay oldu. Bir de Birleşmiş Milletler’deki vazifelerimden dolayı, Ertuğrul Fırkateyni’nin geçtiği tüm ülkelerde bulundum ve o limanların fotoğraflarını çektim. Buralarda ayrıca araştırma yaparak o limanların 1890’lardaki fotoğraflarına ulaştım. Japon arşivlerindeki araştırmalarımda, Japonların bu acı hadiseye ve Osmanlı’ya nasıl baktıklarını öğrendim. Romanın hazırlık sürecindeki en büyük zorluk hiç bilmediğim bir şey olan denizciliği ve yelkenciliği öğrenmem oldu. Altı yıllık yazım sürecinin yarısı araştırma ve denizde geçen bir romanı kurgulama, diğer yarısı ise romanı yazmakla geçti. Araştırmalarım hakkında bir örnek daha vereyim size: Hayatımda, önceden binmiş olmayı bir kenara bırakın, daha önce hiç görmediğim bir fırkateynin hikayesini yazmam gerekiyordu. Hikayeyi bir gerçeklik üzerine inşa edebilmek için uzun araştırmalardan sonra Japonya’da, yüzen bir müze haline getirilmiş olan bir fırkateyn buldum ve günlerce o fırkateynde vakit geçirerek kendimi 1890’lara taşıdım. Japonlar 1862 Hollanda yapısı olan ve 1866’da Hokkaido yakınlarında batan bu gemiyi 1938’de denizden çıkarak yüzen müze yapmışlar. Gemide resimler çektim, çizimler yaptım, kaptan dairesinde, yemekhanede ve yatakhane dolaştım, güvertede gezindim. Tarihi bir romanda karakterleri ve ailelerini detaylı bir şekilde araştırmak ve onları gerçeklerden koparmadan hikayenin içinde diri tutabilmek çok önemli olduğu için ben de her karakterin yaşantısını okuyucuya ulaştırmaya gayret gösterdim. Bu noktada, The Sirens of Funagora romanı İstanbul’dan başlayıp Yokohama’ya kadar uzanan acı bir deniz seferinin hikayesiydi. Birçok hadiseyle dolu olan yolculuğun sonunda, sefer kumandanı Osman Paşa, Japon imparatoruna Osmanlı sultanının hediyelerini vererek iki imparatorluk arasında ticari ve askeri anlaşmalar gerçekleştirmeye çalışmıştı. Ama maalesef Japonya’dan eli boş ayrılmak zorunda kalmış ve yolda gemisi batınca da hayatını kaybetmişti. Hayatı ve ailesiyle ilgili detaylı araştırmalar yaptığım Osman Paşa’nın Bahriye bakanının kızıyla başlayan hızlı terfi süreci Japonya kıyılarında çok acı bir şekilde sona ermişti.
Kaynak: Yedikıta Dergisi 80. sayısından (Nisan 2015)