125. MEKTUP
Bu mektûb, Nişâpûrlu mîr Sâlih adına yazılmışdır. Âlem-i sagîr ve âlem-i kebîrin, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının görünüşü olduğunu ve Allahü teâlânın kendisi ile hiçbir münâsebeti bulunmadığını ve yalnız Onun mahlûku olduklarını bildirmekdedir:
Yâ Rabbî! Maddenin, basît ve bileşik cismlerin, küçük âlem denilen insanın ve büyük âlem denilen diğer varlıkların yapısını, hakîkatlerini, doğru olarak bize bildir! Küçük âlem ve büyük âlem, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının aynalarıdır. Onun zâtında bulunan şü’ûn ve kemâllerin görünüşleridir. Bu âlemler, kapalı bir hazîne ve örtülmüş bir sır idi. Bunları meydâna çıkarmak istedi. İcmâlden tafsîle getirdi. Ya’nî, bir ağacın her parçası, çekirdekde sıkışık olarak bulunurken, hepsinin ağaç üzerinde ayrı ayrı meydâna gelmesi gibi, her şeyi, ayrı ayrı yaratdı. Kendisine ve sıfatlarına alâmet olacak şeklde yaratdı. Ya’nî âlemin, hiçbir parçasının, Allahü teâlâ ile, hiçbir nisbeti, benzerliği yokdur. Yalnız, Onun mahlûkudurlar. İsmlerini, şü’ûnlarını göstermekdedirler. Âlemin Allahü teâlâ ile birleşmiş olduğunu, Onun aynı, benzeri olduğunu, âlemi çevirmiş, âleme sirâyet etmiş, her zerreye girmiş, herşeyle berâber olduğunu zan etmek, Ona olan sevginin, tesavvuf serhoşluğunun taşkınlığını gösterir. Hâlleri, görüşleri doğru olan tesavvuf büyükleri, ayılmış olduklarından, Allahü teâlânın, hiçbir bakımdan, bu âleme benzemediğini, yalnız Onun mahlûku olduklarını söyler. Yalnız ilminin, ihâta ve sirâyet etdiğini ve herşeyle berâber olduğunu bilirler. Ehl-i sünnet âlimleri de, böyle söylemekdedir. Allahü teâlâ, o büyüklerin çalışmalarını bol bol mükâfatlandırsın! Sôfiyye-i aliyyeden ba’zısı, Allahü teâlânın Zâtı, kendisi, bu âlemi kaplamışdır. Bu âlemle berâberdir gibi şeyler söyliyerek, Zât-ı ilâhîyi mahlûklara benzetiyor. Hâlbuki, Zât-ı ilâhînin hiçbirşeye benzemediğine, hattâ zâtında, sıfat bile bulunmadığına inanmakdadırlar. Bunlara çok şaşılır. Sözleri birbirini tutmuyor. Sözlerinin arasını bulmak için, Zât-i ilâhîde mertebeler ayırmak, fâide vermez. Eski felsefecilerin, bozuk fikrlerini, yanlış yollardan isbâta kalkışmalarına benzer. Keşfi doğru olan büyükler “kaddesAllahü teâlâ esrârehümül’azîz”, Zât-ı ilâhîyi, hiçbir bakımdan, başkalık göstermeyen (Basît-i hakîkî) olarak bilir. Bundan fazla olanları, ism ve sıfat sayarlar. Fârisî beyt tercemesi:
Sevgilinin ayrılığı, az da olsa, çok acıdır,
Ufak bir kıl bile kaçsa, nâzik gözü pek acıtır.
Yukarıda bildirilenlerin iyi anlaşılması için, şu misâli yazmağı uygun görüyorum: Büyük bir fen adamı, senelerle yapdığı tecribelerden elde etdiği, kıymetli bilgileri anlatmak için, harf ve sesleri kullanır. Bu harflerin ve seslerin, anlatılan bilgi ve ma’nâlarla hiçbir benzerliği ve berâberliği yokdur. Yalnız onların aynası gibidirler. O kıymetli bilgiler, bunlarla meydâna çıkmakdadır. Bu harfler ve sesler, bu ma’nâların kendileridir demek yanlışdır. Burada ihâta, ma’ıyyet yokdur. Ma’nâlar, saflıkları üzere kalmış, hiç değişikliğe uğramamışdır. Fekat, bu ma’nâlar ile, harf ve sesler arasında, göstermek ve gösterilmek, anlatmak ve anlatılmak bakımından bir bağlılık vardır. Bu bağlılık, ba’zı kimselerin hayâlinde büyüyerek, başka benzerlikler hâtıra gelir. Hakîkatde ise, hiçbir benzerlik yokdur. İşte, bu mes’elede, bu fakîrin anladığı da böyledir. Mahlûkların ayna gibi olduğunu göstermek için, Allahü teâlâ, bu âlem ile birleşmişdir, berâberdir, aynıdır ve âlemi kaplamışdır gibi şeyler söylemek, tesavvuf serhoşluğundandır. Zât-ı ilâhînin bu âlemle hiçbir bağlılığı, benzerliği yokdur. Onun sıfatlarını gösterdiği için (Vahdet-i vücûd) desinler veyâ demesinler, varlık ikidir: Birisi, hakîkatde var olan Hak teâlâdır. İkincisi, zıl, gölge gibi olan mahlûklardır. Eski Yunan felsefecilerinden Sofistâiyye [sophiste]lerin sandığı gibi, var olan birdir. Ondan başkası, hep vehm ve hayâldir demek yanlışdır. Fârisî iki beyt tercemesi:
Onu önceden anlayınca sen,
kendini o yana tâm bağlarsın.
Kimin zılli olduğunu bilsen,
gam yimezsin, kalsan veyâ ölsen!