Kuran_ı KERİM Tefsiri |ı|ı| Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır|ı|ı|

0 Üye ve 3 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Aşık-ı sadık

  • ****
  • Join Date: Kas 2008
  • Yer: İzmir
  • 840
  • +230/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Âşîk-ı sâdık
Meâl-i Şerifi

285- Peygamber, Rabbi'nden kendisine ne indirildiyse ona iman etti. Müminlerin de hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. "Biz Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız, duyduk ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, bağışlamanı dileriz, dönüş ancak sanadır." dediler.

286- Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. Herkesin kazandığı hayır kendisine, yaptığı kötülüğün zararı yine kendisinedir. Ey Rabbimiz, eğer unuttuk ya da yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme! Ey Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceği yükü de yükleme! Bağışla bizi, mağfiret et bizi, rahmet et bize! Sensin bizim Mevlamız, kâfir kavimlere karşı yardım et bize.

285-KIRÂET: Hamze, Kisaî ve Halefi Âşir kırâetlerinde müfred olarak okunur. Yakup kırâetinde ile okunur.

NÜZUL SEBEBİ: Rivayet olunduğuna göre, "Siz içinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de" (Bakara, 2/284) âyeti nazil olunca, bu ashaba pek ağır geldi, toplanıp Resulullah'ın huzuruna vardılar, diz çöktüler: "Ey Allah'ın Resulü, namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yeteceği amellerle mükellef olduk. Şimdi ise bu âyet indirildi. Halbuki bizim buna gücümüz yetmiyecek." dediler ve "Herbirimiz, kendi gönlünde öyle şeyler konuşur ki, dünyaları verseler bunların kalbinde bulunmasını arzu etmez." diye insanın elinde olmadan içinde bulunan duygu, düşünce, tasarı ve hayallerden söz ettiler. Peygamber (s.a.v.) onlara: "Siz de sizden önceki Kitap ehli gibi, duyduk ve karşı koyduk mu demek istiyorsunuz? 'duyduk ve uyduk, ey Rabbimiz ğufranını dileriz, dönüş ancak sanadır, deyiniz!' buyurdu. Bunu hep birlikte okumaya başladılar, okudukça dilleri alıştı ve gönülleri yatıştı. O zaman âyeti nazil oldu. Böylece Allah'a tazarrû ve niyaz ile yalvarıp yakardıklarından, istiğfar edip Allah'a sığındıklarından dolayı bir süre sonra arkasından âyeti nazil oldu ve güçlerinin yetmiyeceği ve ellerinde olmayan şeylerden hesaba çekilmeyecekleri bildirilerek, endişeleri giderilmiş oldu. Demek ki, Ashab-ı Kiram "Siz içinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker." nazmı celîlinin gizli ve açık yönleriyle bütün ihtimallerini dikkate almışlar ve bu âyetin gerekli kıldığı sorumluluğun akla doğan düşünce ve duyguları da kapsamı içine alma ihtimalinden korkmuşlar ve kendilerince âyetin insan gücünün üstünde bir sorumluluk yüklediğini düşünerek, bunun böyle olmaması gerektiğine hükmedip Hz. Peygamberden, her ihtimale karşı bu hükmü yorumlayacak bir açıklama aramışlardı. Buna karşı her şeyden önce kayıtsız şartsız itaat, istiğfar ve yalvarma ile emrolununca derhal itaat gösterdiler. İçlerinde kaçınılmaz olarak mevcut bulunan endişe ve korkuya rağmen, ilâhî sorumluluğa ve Hz. Peygamber'in emrine boyun eğdiler ve hiç itiraz etmeden olduğu gibi kabul ettiler. Allah Teâlâ da evvela bunların kâmil imanlarını, bu söz dinlemelerini ve emre uymalarını, alçak gönülle yakarmalarını, "Rabbena, Rabbena" diye yalvarmalarını ve yalnızca kendisine sığınmalarını övgüyle dile getiriyor. Onları medh ü sena ederek bu şekilde dua etmeye devam etmelerini teşvik ediyor ve destekliyor. Ayrıca bir müddet sonra lütuf ve merhametini açığa vurup, "Allah hiç kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez." şeklinde iltifatta bulunuyor. İstek ve ihtiyaçlarına uygun olarak hüküm göndermiş ve ızdıraplarına sebep olan hayal ve hatıra sorumluluğundan doğan endişeyi gidermiştir ki, işte itaatın ve Allah'a sığınmanın ürünü daima böyledir. İtaat vesvese ve endişeyi yok eder. Hasan ve Mücahid ile İbnü Sirin'den, bir rivayette de İbnü Abbas'dan naklen anlatıldığına göre, den itibaren bu son iki âyet, Cibrîl vasıtasıyla nazil olmamış, Resulullah bunları Mirac gecesinde vasıtasız olarak işitmiştir. Bundan dolayı Bakara Sûresi Medine devrinde nazil olmuştur, ancak o takdirde bu iki âyet müstesna olarak daha önce nazil olmuş demektir. Bununla beraber bir başka rivayette İbnü Abbas, İbnü Cübeyr, Dahhak ve Ata: "Bunlar da Medine'de Cibrîl ile nazil oldu." demişlerdir. Gelelim mânâsına:

O Peygamber, yani bu indirilmiş kitabın tebliğiyle görevli olan peygamber, o özel muhatap, yukarıda "kulumuz" (Bakara, 2/23), "Muhakkak ki sen peygamberlerdensin", (Bakara, 2/252), "Peygamberlerin bazısını yüksek derecelere erdirmiştir." (Bakara, 2/253) özellikleriyle bilinen o muhteşem peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.), Rabbinden kendisine indirilmiş olanın hepsine iman etti, peygamberliğini şüphe ile değil, bu iman ve bu yakîn ile yaptı. Rabbinden gelene hem kendisi inandı hem de onun ümmeti olan ve yukarıda genel özellikleri açıklanan o müminler. Onların hepsi, Allah'a ve Allah'ın meleklerine, kitaplarına -yahut kitabına-, peygamberlerine, onlar da Allah'ın peygamberleri olmalarından ötürü, inandılar, iman getirdiler. "Allah'a, bize indirilene ve bizden önce indirilene... inandık, deyiniz" (Bakara, 2/136) gibi emirlere uyarak biz Allah'ın peygamberlerinden hiç birisinin arasını ayırmayız. Birinin peygamberliğini kabul ve tasdik edip, bir diğerini inkâr ederek aralarında fark gözetmeyiz, hepsini kendi derecelerine göre peygamber olarak tanırız. "İşte bunlar peygamberlerdir, bir kısmını bir kısmına üstün kıldık." (Bakara, 2/253 âyetine bakınız). İşte böyle iman ettiler ve bu iman ile dediler ki: dinledik ve itaat ettik, Hak'tan gelene kulak verdik, iyice dinledik ve anladık; kerhen değil tav'an, kendi rızamızla, seve seve söz tuttuk, emre uyduk. Ğufranını (affını) niyaz ederiz ey Rabbimiz! Ne kadar itaat edersek edelim yine de kusurumuz çok. Hele nefse doğan, içe dolan duygu ve düşüncelerden kurtuluş yok. Akibet varılacak yer, son durak ancak sensin. Senden geldiğimiz gibi, dönüp dolaşıp yine sana geleceğiz. Ölüm, ahiret, yeniden diriliş, bunların hepsi hak ve gerçektir ya Rabbi! Öldükten sonra dönüp sana varılacak, sana hesap verilecek, sen de dilediğine mağfiret ihsan edip, dilediğine azap edeceksin; işte biz şimdiden sana sığınıyoruz ve senin bağışlamanı diliyoruz.

Çevrimdışı Aşık-ı sadık

  • ****
  • Join Date: Kas 2008
  • Yer: İzmir
  • 840
  • +230/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Âşîk-ı sâdık
286-Bu müminler Allah'ın emirlerini ve onlara yüklediği görevlerini böyle güzel bir itaat ile kabul edip ahirete yakînen iman ve bu iman ile Allah'dan gufran talep eylediklerinden dolayı, ilâhî rahmetten şu iltifat ile cevaba nail oldular:

Allah kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez, yükleyemez değil, yüklemez. Allah'ın kendi kullarına yüklediği sorumluluk, kulların güç yetireceği kadardır ve hatta onun çok altındadır. Allah insanları zora koşmaz, güçlerini son sınırına kadar zorlamaz, sıkıntıya sokmaz, müşkülat ve meşakkat vermez. Mükellef olan kullar o görevleri güçleri rahat rahat yetecek şekilde yapabilirler. Nitekim "Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez..." (Bakara, 2/185) buyurmuştur. Hak din kolaylıktır, onda zahmet yoktur. Böyle olması da güç yetmez bir sorumluluğu yüklemeye Allah'ın kudreti olmadığından değildir, sırf fazl u kereminden ve rahmetindendir. Bu suretle Allah'ın kullarına bahşettiği güç ve takat onlara emrettiği görevlerden daha fazladır. Bu sayede onlara görevlerini yaptıktan sonra dinlenecek, gezip dolaşacak, dünya ve maişet işlerinde çalışacak, hatta daha başka emredilmemiş olan hayır ve hizmet işleriyle ilgilenecek zaman ve imkan kalabilecektir. Nitekim kullar farzları yaptıktan sonra daha neler neler yapabilirler. Mesela günde beş vakit namazdan başka daha ne işler görebilirler. Gerçi sorumluluk iradeye bir anlamda zahmet yüklemek demektir, her zahmet de bir enerji tüketimini gerektirir. Bu hikmetten dolayı her yükletilen sorumluluk ona güç yetirebilme şartına bağlıdır. Fakat o yükün bu gücü zorlamaması da şarttır. Yani her bir ferdin sorumluluğu gücüyle ve kapasitesiyle ölçülmek gerekir. Bundan dolayı kişilerin güç ve takatleri farklı olduğundan, gücü ve kapasitesi fazla olanların sorumluluk dereceleri de fazla olacaktır ki, adalet ve eşitlik de bunu gerektirir. Mesela, malı olmayan zekatla mükellef olmayacağı gibi, çeşitli zenginlerin zekatları da bir ölçü çerçevesinde değişik olur. Zenginlik derecesine göre kimi on, kimi yüz verir. Fakat hepsi de aynı nisbet dahilinde, mesela kırkta birdir. Kudret hesaba katılmayarak, nüfus başına eşit olarak şu kadar verilecek demek, bu temele aykırı düşer. Yine bunun gibi, ümmete toptan yönelik olan farzı kifayenin fertlere ilişkisi de böyledir. Ayrıca bir şahsın uhdesine düşen sorumlulukların toplamı hesap edildiği zaman dahi onun gücünü aşmamalıdır. Bunun için bazı sorumluluklarda zahmetsiz ve külfetsiz kudret-i mümekkineden başka bir de kudret-i müyessire denilen, yani daha da kolaylık esasına dayanan bir kudret de şart olmuştur. Velhasıl bu âyet, hikmet-i teşrî'in en büyük esasını özet olarak ifade etmiştir. Sorumluluk onu yüklenecek olanın kapasitesi ile orantılıdır. Herkesin kesbettiği (kazandığı) kendi lehine (çıkarına), iktisap ettiği de kendi aleyhine (zararına)dir. Kesp ve iktisap lügatte, Kur'ân'da bir ve aynı mânâya kullanıldığı gibi, farklı olarak da kullanılmıştır. Kamusta dahi gösterildiği üzere, evvela kesib, iktisab, tekasüb, rızık aramaktır; yani faydalanacak, hazz alacak bir şey istemek ve aramaktır ki, bulmak ve ele geçirmiş olmak şart değildir. İrade-i cüz'iyye, bir güç sarfetmek demektir. Türkçesi çalışmak, çaba harcamak demek olur. Kesp ile iktisabın farkı olmayınca birinin lehe, öbürünün aleyhe olması ancak ilgi alanlarından kaynaklanabilir. Bu açıdan kelimesindeki ile kelimesindeki nın anlamları birbirinden ayrılarak birincisi Allah'ın teklif ettiği hayır, ikincisi Allah'ın nehyettiği şer ile tefsir edilmiştir. İkinci olarak kesb, isabet demektir; yani hedefini vurdurup, istediğini elde etmektir ki, Türkçe kazanmak anlamına gelir. İktisab ise gerek isabet etsin, gerek etmesin mutlak anlamda tasarruf ve gayret göstermek, yani çalışıp çabalamaktır. Bundan dolayı bir bakıma kesibden daha genel, bir bakıma da daha özel bir anlam taşır. İşte bundan dolayı bu iki kelime birbirinin yerine kullanılabilir. Üçüncü olarak, kesib kazandırmak mânâsına gelir ki, o zaman iki mef'ûl alır: "Filâna mal kazandırdım." denilir. Şu halde iktisap bu mânâya karşılık olduğu zaman, dönüşümlü fiil olur ve kazanmak, yani başkasının kazandırmasıyla kazanmak demek olur. Bu mânâya esas olmak üzere Rağıb İsfehanî şunu da beyan eder ki: "Kesib hem kendisi, hem başkası için kazanıp aldığına, iktisab ise sırf kendisi için istifade ettiğine denilir. Bundan dolayı her kesib iktisab değildir, fakat her iktisab kesibdir. Bunlar gibidir..." Bunun için iktisab şehvet ile, kesb ise hikmet ile ilgili olur. İşte bu mânâların her biri bakımından değişik anlamlar ifade edebilir. Bu cümleden olmak üzere:

1- Her nefsin istediği, yaptığı iyilik, kendi lehine, kendi iyiliğine, kendi yararınadır. Sonunda da sevabı ancak kendisinin olacaktır. Aksine yaptığı kötülük, yüklendiği vebal de yine kendi aleyhine, kendi zararınadır. Sonuçta o yaptığının azabı kendisine aittir. "Kim bir iyilik yaparsa kendi lehinedir, kim bir kötülük işlerse kendi aleyhinedir". (Fussilet, 41/46) Yani herkesin yaptığı iyilik kendine, yaptığı kötülük yine kendinedir. Allah'ın emrettiği görevler de iki kısımdır: Birisi dışarda ve içimizde veya her ikisinde yapılmasını emrettiği şeylerdir. Bunlar hayır, hasenat ve iyi hizmetlerdir. İkincisi de yapılmamasını emrettiği, yani yasak kıldığı şeylerdir ki; bunlar da şer, kötülük cinsinden olan şeylerdir. Öncekileri yapmak faydalı, yapmayıp terk etmek zararlıdır. Sonrakileri yapmak zararlı, yapmayıp terketmek faydalıdır. Bunların yararları ve zararları da Allah'a değil, mükellef olan kullaradır. Bundan dolayı ilâhî teklifler kapasiteye göre olmak gibi bir kolaylık sağladıktan başka, her mükellefin sarfedeceği emeği zararına harcatmayıp tamamen onun yararına tahsis ettirmek gibi bir özel faydayı, bir ilâhî rahmet ve merhameti de içine almaktadır. Bunun için Allah kullarına hiçbir görev yükletmese, hiçbir teklifte bulunmasa acaba daha büyük bir rahmet olmaz mıydı gibi bir vesvese hatıra gelmesin. İlâhî rahmet ve inayet, hırs ve şehvetin itmesiyle zarara sürüklenmekten nehyetmeye ve ebedî menfaat ve kazanç elde etmek için mükellef tutmamaya elverişli olmaz. O'nun rahmeti kullarını başıboşluğa terketmeye müsait olmaz. Zararlar ve faydalar karşılıklı olarak dengelidir. Zarar söz konusu olmasa idi, fayda da söz konusu olmazdı. Allah'ın kulları mükellef kılması onlara zarar vermek için değildir, zararlardan korumak içindir, faydalı olana yönlendirmek içindir. Külfet nimete göredir. İşte bu hikmetten dolayıdır ki, Allah verdiği güç ve kudretin üstünde yük yükletmez. Yükletirse o zaman faydadan ziyade zarar, nimetten ziyade külfet yükletmiş olur. Bu ise mükellefiyet olmaktan çıkar ceza olur. Bunu da Allah'ın adaleti ve rahmeti, ancak görevi kabul etmemenin bir cezası olarak tayin buyurmuştur. Bundan dolayıdır ki, buyurulmuştur. Bu cihetle ilâhî emirle yükletilen görevlere tamamen "duyduk ve uyduk" demeyen ve Hakk'ın koyduğu kurallar çerçevesinde kesib yapmayanlar sonuçta böyle bir cezalandırmaya uğrarlar. Nitekim ahirette "Cehennemin kapılarından haydi girin bakalım!" (Zümer, 39/72) emri, böylelerine takatlarının üstünde yapılmış olan bir cezalandırma şeklidir. Hakkın koyduğu kanunlar ile amel etmeyen milletler veya kişiler bu şekilde nelere uğramışlardır. Bundan sonraki duaların öğretim tarzı da bu hikmetle ilgilidir.

Allah Teâlâ kullarının daha işin başında böyle zararlara uğramalarına razı olmadığından onları mükellef tutmuş ve teklife uygun bir kapasite ile yaratmış ve adaleti sayesinde nimetle külfeti karşılıklı olarak dengede tutmuştur. Madem ki bu böyledir, o halde insanlara da nimete göre külfete katlanmak ve hatta Allah'ın mükellef kıldığı görevlerden artan gücü ve takatı boş yere harcamıyarak, nafile ibadetlere hayır ve hasenat işlerine sarfedip nimet ve menfaati arttırmaya çalışmak yaraşır. Böylece "Yaptığı iyilik lehine, yaptığı kötülük de aleyhinedir." formülü, hem emir ve teklifteki faydayı açıklamış ve onu kabullenip yapmaya sevketmiş, hem de farz olan görevlerden başka hayırlara ve nafilelere de teşviki kapsamı içine almış olur ki, buna "nedb" tabir olunur.

2- "Her nefsin kazandığı, yani yolunca isteyip elde ettiği kendi yararına, aksine veya körü körüne çalışıp boğuştuğu da kendi zararınadır". Bundan dolayı kapasiteye göre teklif, o faydayı elde etmeye ve bu zararı def'etmeye ilişkin hikmete dayanmaktadır. Zira teklif olmazsa insan atıl ve tembel olur. Teklif kapasiteye göre olmazsa o zaman da çabalar, boğuşur durur, bir şey elde edemez. Her ikisi de zararlı olur. Bir de Allah kapasiteye göre sorumluluk vermemiş olsa, hayra ve nimete varmak için; ya yol göstermemiş, ya da yolun ne olduğunu belirlememiş olurdu. O zaman insanlar boş durmak istemedikleri takdirde, yanlış yollara sapmış veya boşu boşuna uğraşıp didişme durumunda kalmış olurlardı. Takattan fazla teklif yapsa ona takat yetişmez ve kazanç olmaz ve çabalar boşa giderdi. Her iki halde de Allah kullarının hayrını istememiş, zararlarını istemiş olurdu ki, bu da Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın merhametine aykırıdır. Bu mânâya göre, kesb ve iktisabın kapsamına giren konularda esasen "şer" hiçbir şekilde sözkonusu olmayabilir. Her iki da hayırdan ibaret olabilir ki, biri ele geçen, elde edilen hayır; öbürü de ele geçirilemiyen hayırdır. Yani yoluna ve usulüne uygun olarak hayır kazanmak bütünüyle faydadır. Şer öyle dursun hayır kazanacağım diye körükörüne çabalamak, boğuşup durmak bile zarardan başka bir şey değildir. Çünkü sonuç boşa çıkarsa emek heder olur gider ve ihtimaldir ki, daha büyük tehlikelere ve şerre kadar gidilir. Bilgisizlik bunun için zararlıdır. İşte kapasiteye göre olan ilâhî teklif hayrın yolunu göstermekle o menfaatı temin etmiş ve enerjiyi telef etmeyerek bu zarardan korumuştur.

Çevrimdışı Aşık-ı sadık

  • ****
  • Join Date: Kas 2008
  • Yer: İzmir
  • 840
  • +230/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Âşîk-ı sâdık
3- "Her nefsin hem kendisi, hem başkaları için kazanıp elde ettiği sırf kendi lehinedir. Asıl kazanç böyle kazançtır ki, hayır buna derler. Hayır her halükârda sahibinindir. Bunun aksine şehvet ve hırsına mahkûm olarak ve yenik düşerek 'ben, ben' diye yalnızca kendisi için kazandığı da zararınadır." Zira o tek başına yaşayamaz. Kazanmak için başkalarının varlığına muhtaçtır. Bundan dolayı Allah'ın teklifi, bu faydaları sağlamak ve o zararı önlemek içindir. Bunda bencillikle diğergamlığın güzel bir ayırımı vardır.

4- "İnsanın kazandırdığı sırf kendi lehinedir . Ona hak ve menfaat sağlar. Fakat başkasının kazancıyla yaşaması, başkasının sırtından geçinmesi de aleyhinedir". Görev borç sayılır, fakat borçlu açısından yenilgiyi ve ezikliği gerektirir. Veren el, alan elden hayırlıdır. Bundan dolayı teklifin kapasiteye göre olmasında mükellefi, el açmaya muhtaç olmaktan korumak ve onun haklarını savunmak anlamı vardır. Bunun için yüce Allah, hayır yollarına infakı, alışve-rişte sağlamcı ve gerçekçi olmayı teklif etmiş, dilenmekten, ribâdan ve saldırganlıktan nehyetmiştir.

Çoğunlukla tefsir âlimleri, bu dört mânâdan birincisi üzerinde durmuşlar. Diğerlerinin her birini birer yönden ona eklemişlerdir. Bundan dolayı birincisi asıl tefsirdir. Zira ilâhî teklifin bütün inceliklerini içine almaktadır, ayrıca çok açıktır.

Şimdi Cenab-ı Allah "işittik, emre uyduk, ey Rabbimiz ğufranını dileriz, dönüş yalnızca sanadır." diyen müminlerin yakarışına ve sığınmasına karşılık olmak üzere işte bu cevabı verdi. Kolaylık ve yükü hafifletmeyle ilgili olan bu açıklamasıyla onların telaşlarını giderdi. Bu suretle Allah kelâmı yalnızca Resulü ile değil, yukarıdan beri yapılan açıklamalar çerçevesinde ona iman eden ümmeti ile de bir konuşma ve münacat şeklinde tecelli eyledi ki, bu üslup özellikle Fatiha sûresinde de böyle geçmişti. Bu, Kur'ân okuyan veya dinleyen müminlerin ara sıra kendilerini bizzat Cenab-ı Allah ile konuşma halinde bulmaları gibi büyük bir nimeti dile getirmeyi de içine alır. Bu derece ihlasla ve itaat duygusuyla kendilerini Allah huzurunda hissedenler, yalnızca Allah'a muhatap olmak şerefine ermekle kalmıyacaklar; o yüce huzurda söz söyleyebilmek için kendilerine izin verileceğinden, bizzat Allah'dan dilek dileyebilmek şerefine de erecekler. İşte bu visal makamının kuvvet ve şerefini göstermek için Cenab-ı Allah, yeni baştan bir cevap demek olan bu kelâmını bir fasıla ile ayırmakla beraber, bir taraftan da yine onların sözleri ve onlardan hikaye olunuyormuş gibi bir üslupta ifade buyurmuştur. Çünkü mutlak anlamda "duyduk ve uyduk" diyen o müminler, aradıkları bu cevabı, bu kolaylığı ve bu rahmeti öncelikle ve hemen kabul edip ikrar eyleyecekler ve aynen tekrarlayacaklardır. Esas içeriği de kendi düşüncelerine uygun olduğundan bu âyet dahi onların sözleri gibi olacaktır. Bu nükte ile bu âyet dahi onların dilinden hikaye ediliyormuş veya onların duaları arasındaki bir ara cümlecik olarak bulunuyormuş gibi bir tarz-ı müteşabih olarak sevk buyurulmuştur. Bu üslup ile mükellefiyetin inceliğini açıklayan bu cevap kendilerine güçlerinin üstünde yük yükletilmeyeceğini ve aksine kapasiteye göre kolaylığın murad edilmiş olduğunu müjdelerken aynı zamanda güç yetirilemeyecek bir mükellefiyetin haddizatında mümkün olduğunu dolaylı olarak ifade etmiştir ve bununla beraber kesbin, yani çalışıp kazanmanın değerini ve nimetin külfete göre olduğunu anlatarak, mükellefiyetten arta kalan güçlerin, emredilmemiş ve farz kılınmamış olan hayırlı işlere harcanmasını teşvik ederek "Mümin kulum bana nafile ibadetlerle durmadan yaklaşır." kudsî hadisin içeriğini de anlatmış olduğundan özendirmesiyle uyarısının etkisi altında tekrar ve yeniden bir itaat azmi ve günah korkusu ile, dua ve yakarmaya yol açmakla bu cevap cümlesi aynı üslupta ve bütün arzularına uygun olarak gayet önemli ve maksada elverişli dualarla sona erdirilmiş, şimdi de şöyle deyiniz diye emir verilmeksizin bu da önceki dualarının devamı ve sonu şeklinde öğretilmiştir. Bundan dolayı burada Nahiv ilmi (dil bilgisi) açısından üç vecih vardır. Birisi dan başlayarak sûrenin sonuna kadar tamamı nun "mekûlü" olmaktır. İkincisi yine böyle olup, ancak kısmı arada bir ara cümlecik (cümle-i mu'teriza) halinde bulunmaktır. Üçüncüsü de bundan sonra yine bir "deyiniz" takdir edilmektir. Yani, ey müminler şu halde duadan ayrılmayınız da şöyle deyiniz; Ey Rabbimiz! Unutursak veya hata edersek bizi sorumlu tutma. Yani, kapasitemiz ölçüsünde teklif ettiğin vazifeleri en iyi şekilde eda etmeye, hatta gücümüz yettikçe daha fazla hayırlar kazanarak ileri gitmeye, yeni baştan bir itaat ve iştiyak duygusuyla azmettik; fakat farz kıldığın vazifelerden birini beşeriyet icabı unutur veya iyi, meşru bir şey yapmak isterken yanlışlıkla haram kıldığın, yasakladığın şeylerden birine bilmeyerek düşer de hata edersek, bu da hayrı terketmek veya şer olan bir şeyi işlemek cinsinden bir iktisab olabilecektir, ise mutlak olduğundan bunlardan sorguya çekilmek ihtimal dahilindedir. İşte bundan dolayı ne unutma ve hatanın kendisinden, ne bizi unutma ve hataya sürükleyen sebeplerden, ne de bunlardan biri sebebiyle iktisab etme durumunda olduğumuz hayrın terkinden veya şer fiilinin işlenmesinden biz Muhammed ümmetine dünyada ve ahirette ceza verme, azab eyleme.

Unutma ve hata iki türlüdür: Birisi sahibi mazur görülebilir cinstendir ki, bunda sahibi mazur görülebilir, diğerinde görülmez. Mesela bir kimse üzerinde bir pislik görse de bunu temizlemeyi geciktirse, sonra unutup namaz kılsa, mazur olmaz. O pisliği görür görmez temizlemediğinden dolayı kusurlu hareket etmiş olur, lakin görmezse mazurdur. Yine bunun gibi, bir kimse bir ava tüfekle ateş etse de bir insan vursa, orada insan bulunabileceğini ve bulunduğu takdirde ona isabet edip etmiyeceğini hesaba katmamış ve bu hususta gerekli önlemlere riayet etmemiş ise mazur olmaz. Yine aynı şekilde insan dinî emirleri ve şer'î görevleri bellemeye çalışmaz ve belledikten sonra da unutmamak için tekrar tekrar mütalaa eylemez de unutursa, böyle bir unutmadan dolayı mazur olmaz. Bunun için yukarıda belgelendirme usulleri gösterilmiş ve borçların yazılması gerektiği üzerinde durulmuştur. İşte bundan dolayı bazı unutma ve hatalardan kaçınmak, insanoğlunun gücü dışında ise de bazılarında durum böyle değildir. Yine bundan dolayıdır ki, "gücünün yettiğinden başkası..." ifadesi genel anlamda bütün hata ve unutmalardan sorguya çekilmeyeceği anlamına gelmez. Âyet sorguya çekilme ihtimalini bütünüyle ortadan kaldırmış değildir. Bunların elde olanlarının in kapsamı içinde bulunduğu da gözden uzak tutulmamalıdır. Demek ki, mesele müşkildir. Unutma ve hata ile yapılmış olan fenalıklar haddi zatında zararlı, gayri meşru ve insanın gücüne bağlıdır. Unutarak veya hata ile yutulmuş bir zehirin zararı yoktur denilemiyeceği gibi bunlar da böyledir. Kötülükler ve günahlar tıpkı zehir gibi zararlıdır. Hasılı hiç unutmamak ve hiç hata yapmamak insanın gücünün üstünde bir şey de olsa, bunlar sebep oldukları işin Allah katında, yani özünde sonucunu değiştirmez, hepsi de hükmüne dahil olurlar. Bunun için insanlar bunlardan mümkün olduğu kadar uzak durmak ve sakınmak ile de yükümlüdürler. Hata ile adam öldürmede olduğu gibi, hata konusunda bazı mükellefiyet hükümleri vardır. Unutmak ve hata etmek kul hakkındaki zararın tazminine engel olmaz. Bunlara işaretledir ki, "bizi mükellef kılma!" denilmemiş, "bizi sorumlu kılma!" denilmiştir. Bu şekilde gerek hatadan, gerek unutmadan, gerekse bunların ön şartlarından ve sebeplerinden, hatta gerekse sonuçlarından mükellefiyetsizlik değil, sorumlu tutulmamak niyaz edilmiş ve istenmiştir. Böyle bir öğretim iyilik ve adaleti de içine almıştır. Nitekim "Hata ve unutmadan doğan sorumluluk ümmetimden kaldırılmıştır." hadis-i şerifi bununla ilgilidir. Evet hataya düşmemiz ve unutmamız da kötü bir şeydir, fakat lütfunla bunlardan dolayı bizi sorumlu tutma!

Ey Rabbimiz! Bize bizden önceki ümmetlere yüklettiğin gibi ağır yük de yükleme. Bizi asâ ve isyan milletleri gibi yapma! Yani bizi diğer milletlere yaptığın gibi yerinden kımıldatmaz, sıkıştırır, zor dayanılır ağır boyunduruklar, şiddetli mîsaklar, ağır tabiiyetler, meşakkatli buyruklar, katı kanun ve kurallar ve uygulamalar altında bulundurma, sonuçta mükelleflerini meshederek (suretlerini değiştirerek) maymunlara, domuzlara çevirecek sıkıntılara koşma. Bizim kurallarımızda ve sosyal hayatımızda zorluklar, zorlamalar, baskılar olmasın Rabbimiz.

Çevrimdışı Aşık-ı sadık

  • ****
  • Join Date: Kas 2008
  • Yer: İzmir
  • 840
  • +230/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Âşîk-ı sâdık
İSR : Lügatte esas anlamı esaret ve hapis mânâsıyla ilgili olup, altındakini ezen ve yerinden kıpırdatmayan ağır yük ve bağ demektir ki, boyunduruk gibi, ağır misaka, zor dayanılır ahde ve bağımlılığa, yine bunun gibi akrabalık ve yakınlığa da denilir. Anlaşılıyor ki, tarihlerde görüldüğü üzere, yahudi ve hıristiyanlar gibi önceki ümmetlerde katı hükümler ve yükümlülükler vardı. Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre, meselâ yahudiler günde elli vakit namaz kılmak ve mallarının dörtte birini vergi vermek, pislik bulaşan elbiseyi kesmek, vatanlarından sürülüp çıkarılmak, birçok konuda hemen idam cezası uygulanmak, tevbe etmek için intihar ile yükümlü olmak, bir isyan üzerine hemen ceza verilmek, herhangi bir hata meydana gelirse helâl olan yiyeceklerden bazıları yasak kılınmak gibi hükümler vardı. Kaffal Tefsiri'nde denilmiştir ki, "Yahûdilerin ellerinde Tevrat diye iddia ettikleri kitabın beşinci sifri iyice gözden geçirilirse, onların ne kadar katı hükümlere, ne kadar çetin misaklara tabi tutulmuş oldukları daha birçok acaip hükümlerle birlikte görülür. İşte müminler bu gibi sıkıntılardan, zorluklardan korunmalarını niyaz ettiler ki, Allah da fazl u keremi ile ileride gelecek olan "Üzerlerindeki ağır yükü kaldıran ve bağları çözen..." (A'raf, 7/157) âyetiyle bunları giderdi.

"Allah kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez" buyurulduktan sonra bu duaya ne hacet vardı? denilmesin. Çünkü önce vüsu' yani kapasite kelimesinin anlamı takat kelimesinin anlamından daha geniş kapsamlı ise de onun takat yerine kullanıldığı da meşhurdur. O halde mükellefiyetin takat ile orantılı olması da ihtimal dahilindedir. Bu da baskı ve şiddetten başka bir şey değildir. Önceki ümmetlerde bunun meydana gelmiş olduğu da sabittir. Bundan dolayı bu mücmel mânânın ortadan kaldırılıp, vüs'un açık olan kolaylık anlamına olması dilenmiştir. İkinci olarak, amel, yükümlülük kelimesinden bir bakıma daha geniş kapsamlıdır. Bunların bizzat ilâhî teklifin ve teşrî'in eseri olarak değil, tam aksine bunların zıddına hareket eden Firavun vesaire gibi azgınların tasallutu ile terbiye olması da mümkündür. Bunun için yerine denilmiştir. Sûrenin başından beri sürüp gelen İsrailoğulları kıssalarında her iki yönden de uyarılar olmuştur. Aynı mânâ şu duada daha ziyade düşünülebilmektedir.

Ey Rabbimiz! Bize gücümüz yetmeyen şeyleri de yükletme; hiç çekilmez, takat getirilmez, yükletilecek olursa yerine getirilemez, isyan ve ihtilale sevkeder, uygulanacak olursa cezalandırma olur, mahveder, helak eder, takat yetişmez belalar, sevdalar altında inletme ey Kâdir Rabbimiz! Çünkü Sen herşeye kâdirsin. Bunu rahmetinden dolayı yükümlülük olarak yapmazsan da imtihana çekmek için ve isyankârlara gazabından dolayı cezalandırmak için yapabilirsin. Her şey senin istek ve iradene bağlıdır. Bundan dolayı bize yükümlülük olarak, ne imtihan olarak, ne de ceza olarak güç yetmez şeyleri yükletme, hasılı müjden Muhammed ümmetinedir. İşte sağladığın bu kolaylık, bu hafifletme, bu ümmete bahşettiğin iman feyzi, itaat duygusu, ihlas, irade gücü ve Hakk'a bağlılık gibi güzel hasletler ile bağlantılıdır. Elbette bu kanunu tanımayanlar, bunun çerçevesinden dışarı çıkmak isteyenler, genel anlamda bu yükümlülüğün çerçevesi dışına çıkabilecek değiller, o zaman onlara birbirlerinin gereği olan, hak ve hukuk tanımayan kapasite ve güç dinlemeyen yükümlülükler koyduracaksın; kâfir, kâfir olmakla mükellefiyetsiz yaşayamayacak, fakat hakka uymadığından halka haksız ve yersiz yükümlülükler getirecek ve karşılığında da haksız tepkiler alacaktır ki, bu da aynı zamanda adalet ve hakkın gereği olarak yine Senin yükletmiş olduğun bir yük olacaktır. Bu açıdan bakılırsa âlemde her kavmin kendine göre bir kanunu olduğu görülür. Ve o kanun kaçınılmaz şekilde ilâhî bir yüklemenin varlığına dayanır. Şu kadar ki, müminlerinki müstakimdir ve ilâhî rahmet eseridir; kâfirlerinki gayr-i müstakimdir, dolaylı olarak ilâhî adaletin ve gazabın eseridir. Müminlere adalet olan şey kâfirlere adalet olmaz, kâfirlere adalet olan şey de müminlere adalet olmaz. Bütün bu liyakat ümmetin ruhunda ve kalbindedir. Kalbler ise "Ya Rab! Sen Rahmân ve Zülcelal'in iki parmağı arasındadır. Onu dilediğin gibi evirir çevirirsin. Bundan dolayı bizi, İslâm dininin kolay hükümlerinin yükümlülüğünden ve doğru yoldan ayırma! Bundan ayrılmaya ve rahmetinden uzak düşmeye dayanamayız. Bizi böyle dayanılmaz dertlere uğratma Rabbimiz! O şekilde sorumlu tutmayı ve bu şekilde yük yükletmeyi yapma da günahlarımızın izlerini bizden gider. İtiraf ederiz ki, biz Senin koyduğun hükümlere itaat etmeyi bütün gücümüz ve ihlasımızla taahhüt etmiş olduğumuz halde yine de kusurdan, günahtan uzak kalabilmiş değiliz, bütün çalışmalarımız esas itibariyle Senin bir nimetinin bile şükrünü edaya yetmez. Sarfettiğimiz ve edeceğimiz güç ve vüs'at esasen Senin bize ihsan ettiğin bir nimettir. Onun kullanılmasından doğacak faydalar da yine bize bahşedilmiş olduğu halde, bizim de onu tamamen Senin yolunda kullanmamız gerekirken, biz tutuyoruz da onunla Senin rızana aykırı olarak kendimize zararlar bile verebiliyoruz. Kesb ve kazanç sermayesi olarak verdiğin irade ve gücümüzü, akıl ve fikrimizi tamamen bir araya getirip hepsini kendi menfaatimizle ilgili yollara kullanamıyoruz. Bunun için Senden dilediğimiz dilekleri, hak etmiş olduğumuzdan dolayı değil, fazl u rahmetinden ümid ederek diliyoruz. Halbuki olacak, olacaktır: Bizden herhangi bir şekilde sadır olmuş olan günahlar, Senin ilâhî bilginde zaten belli ve sabittir. Onların oradan silinmesi imkansızdır. Fakat Sen, yüce kudretinle onların bize yönelik olan sonuçlarını istersen silebilirsin. Zira sebepleri yaratan ve gerçekten etki sahibi olan ancak Sensin. Bizim kötü işlerimizle onların doğuracakları sonuçlar arasındaki ilişkiyi sen dilersen mahvedebilirsin, bizden onları affettikten başka bize mağfiret de et! Ayıplarımızı ilâhî ilminde gizle, örtbas eyle, eller içinde bizi rezil ve rüsvay eyleme, ayrıca rahmetinle muamele et, rahmetinle bize ihsanda bulun, Sen bizim Mevlâmız'sın, sahibimiz, malikimiz, yardımcımız ve işlerimizin tedbircisisin. "Allah, inananların dostudur." (Bakara, 2/257) buyurdun. İşte bundan dolayıdır ki, o kâfirler güruhuna karşı bize yardım et, nusret ihsan eyle; maddeten ve manen hakkın savunulmasında ve Allah adının yüceltilmesinde bizi üstün getir ve zaferlere ulaştır, muzaffer eyle!.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bu dualarla dua ettiği zaman, Allah tarafından "peki yaptım" buyurulduğu Müslim ve Tirmizî'de rivayet edilmiştir. İlerideki sûrelerde de bu dualara çeşitli yönlerden verilmiş cevaplar göreceğiz; bu cevaplardan biri olmak üzere Âl-i İmran Sûresi, bu nusret duasına bir cevap olarak başlayacaktır.

Kütüb-ü Sitte'de Abdullah b. Mes'ûd'dan rivayet olunan bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki: "Her kim geceleyin Bakara Sûresi'nden bu iki âyeti okursa ona yeter".

Hakim ve Beyhakî'nin Ebu Zer'den naklen tahric ettikleri bir diğer hadis-i şerifte de Fahr-i Risâlet Efendimiz buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ, Bakara Sûresi'ni iki âyetle sona erdirdi ki, bunları bana arşın altındaki bir hazineden verdi. Bunları öğreniniz, kadınlarınıza, oğullarınıza belletiniz, öğretiniz. Çünkü bunlar hem salattır, hem duadır, hem Kur'ân'dır".

Hz. Ömer ile Hz. Ali (r.anhümâ)'den rivayet edilmiştir ki, her biri: "Aklı başında bir adam görmezdim ki, Bakara Sûresi'nin sonundaki bu âyetleri okumadan uyusun." demişlerdir.

"Cibrîl, Hz. Peygamber'e Bakara Sûresi'nin sonunda 'âmin' demeyi telkin etti." diye de Ebu Meysere'den gelen bir rivayet bulunmaktadır.

Cenab-ı Allah, biz kullarını da daima bu duaların mânâlarını duyan, anlayan ve gereğini yerine getirerek, vaad ettiği icabetinin feyzinden büyük büyük nasiplerle pay alan kullarından eylesin. Amin.

Çevrimdışı Aşık-ı sadık

  • ****
  • Join Date: Kas 2008
  • Yer: İzmir
  • 840
  • +230/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Âşîk-ı sâdık
3-AL-İ İMRAN:

1-2-Ya Muhammed! Yine Elif, Lâm, Mîm. Bunu iyi belle, iyi anlat! O yüce Allah, öyle bir hak mabuddur ki, ondan başka tapınılmaya değer, tapınılmayı hak etmiş, ilâh denilecek, kulluk edilecek hiçbir şey yoktur. Çünkü O, hayy ve kayyûmdur. Yok olmaktan, zeval bulmaktan münezzehtir, ölmez. Ezelde ve ebedde hazır ve nazır, vacibulvücûd (varlığı zarurî) olan ve herşeyi yöneten, yönlendiren, yarattıklarını koruyan, kayıran ve doyurandır. Her şeyi ayakta tutan O, besleyen ve büyüten O'dur. Bununla beraber kendisinden hiçbir şey eksilmez, daima hayy ve kayyûmdur. Üstelik hayy ve kayyûm olan yalnızca O'dur. Zaten ilâh ve mabud da hayy ve kayyûm olmalıdır. Binaenaleyh ne İsa, ne de başkaları, hiç biri ilâh değildir. Onlara ilâh demek, mabudluktan, tanrılıktan hisse vermek Allah'ı inkar olur, küfür olur.

Bu "Elif, Lâm, Mîm"in okunuşu dikkat çekici bir konudur. Kırâetlerinde hepsinde hem vasıl sûretinde okunur, yani, genellikle ikinci "mîm"in fethi ve Allah lafzına vaslı ve bununla beraber vakıf halindeki gibi birinci "mîm"in medd-i ârız halinde tûl veya kasr ile okunur. Ancak Ebu Ca'fer kırâetinde sekit vardır ki, ne tam vakıf, ne de tam vasıldır. Bundan dolayı bunun Kufiyyûn rivayetlerinde bile tek başına müstakil bir âyet olmadığı da söylenmiştir. Dilciler ile tefsirciler bu okunuş tarzıyla ilgili olarak uzun uzun görüşler ortaya koymuşlardır. Fakat mânâ bakımından biz bundan şunu anlamak istiyoruz ki, burada vasıl haliyle vakıf hallerinin birleşmesinde bir özellik vardır. Vakıf haline itibar diğer hallerine olan benzerliği göstermekle beraber aynı zamanda vasıl hali burada bir özel anlam ifade etmektedir ki, bunda in demek olduğuna ve bundan dolayı da "Âyete'l-Kürsî"nin icmâlen (özet olarak) bir remzi demek olduğuna işaret var gibidir. Bunun bir ismi "Sûre" ve Bakara Sûresi'nin bir ismi de "Sûretü'l-Kürsî" olduğuna, ve Âyete'l-Kürsî'nin de en büyük âyet olduğuna göre; ayrıca bunun İlâhî isimlere işaret olması hakkındaki rivayetlerin bütünü birden göz önünde tutulunca, bunların hepsi bu ima ve işareti destekleyebilecek emarelerden sayılabilir. Kur'ân ilâhî ilmin ve ilâhî saltanatın parlak bir şekilde tecelli ettiği yerdir. Âyete'l-Kürsî de o ilmin, o saltanatın en güzel ve en veciz bir ifadesi olmak bakımından bu mânâ, in Kur'ân'ın ismi olmasına da mâni değildir. Bunda her şeyin Allah'a döneceği temel inancının da bir ifadesi vardır. Zaten müteşabihatın da en büyük nüzul hikmeti bu temel inancın iyice pekiştirilmesi olduğu bilinmektedir. Şüphesiz bu hece harfleri Hz. Muhammed'in kulağında çınlamaya başladığı zaman en önce ilâhî Kürsî'den gelen hak âyetlerini tebliğ ediyordu. Bu sûrenin hedeflerinin en başında geleni, müteşabihatın muhkemata irca edilmesi esasını anlatmak ve böylece hakkın âyetlerinde kaymalardan ve sapmalardan korunma gereğini öğretmek olduğuna göre, ta başında Allah'ın birliğini ve eşsiz yüceliğini tesbit ederken nazmı müteşabihinin muhkem nazmı ile teviline bir misal vermiş olması, onun hemen arkasında da daha önce indirilmiş ilâhî kitaplar arasında müteşabihatı pek çok olan Tevrat ile İncil'in, kendilerinden sonra son Peygamber'e indirilen ve muhkematı "ümmülkitap" (kitabın anası) olan Kur'ân-ı Azîme, Furkân-ı hakîme irca edilmedikçe tasdikleri caiz olmayacağını, çünkü bunun muhkemat karşısında müteşabihata uymak sûretiyle Hakk'ın âyetlerini inkâra ve küfre sebebiyet vereceğini, küfrün de şiddetli azaba sebep olduğunu açıklaması ne kadar belağatlı ve nazmın akışına ne kadar uygundur. İşte Bakara Sûresi'nin son âyetinde müminlerin yardım dualarına cevap olarak başlayan bu Âl-i İmran Sûresi, bir taraftan hayatta muzaffer olmuş, yardım görmüş ve galip gelmiş, insanlar arasında sözü geçen bir hakem ve hakim olabilmek için inançta tevhid, ahlâkta nezahet, ilimde sağlamlık ve metanetin ilk ve temel şart olduğunu hatırlatmak ve diğer taraftan hıristiyanların ilâhî tenzihe aykırı olarak bazan Allah, bazan Allah'ın oğlu, bazan da üçün üçüncüsü sonra da bütün bunların hepsi diye tanrılaştırdıkları, Yahudilerin de Peygamberlerin nezahet ve iffetine saldırıp, sövüp saydıkları ve çamur atmaya kalkıştıkları Hz. İsa meselesinin ayıklanıp çözüme kavuşturulmasına belge olmak için herşeyden önce Allah'ın birliği ve tenzihi meselesini iyice tesbit ve insanların hidayeti için kitap indirmek, ilmî ve amelî anlamda Furkan göndermekle ihsanda bulunmuştur. Peygamberliğin isbatı ve ilmide ihkâm için ilâhî kitapların hepsini anlamak ve onların tefsirinde öncekileri sonrakilere, müteşabihatını muhkematına irca usulünü öğretip, bunların aksine hareketten sakındırmış ve böylece hak dini yerli yerine oturtmuştur.

3-4- Ey Muhammed! Allah, sana bu kitabı, hak ve hukuk sebebiyle, hak ve hakikatı içermiş olarak, önündekileri tasdik etmek üzere hakikatın gereklerine ve olayların akış şekline göre peyderpey indirmektedir. Ve bundan önce indirilenler arasında bilhassa Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti. Bunların hepsi insanlara hidayet içindir. Böyle buyurmakla ilâhî gözetim ve yönetim altında Rablığın kanunlarına uygun olarak peygamberliğin tekamülünü ve Hz. Muhammed'in peygamberliğinin ilk defa ortaya çıkan bir peygamberlik olmadığını ve Kur'ân'ın hakikatı tasdik olunmayınca önceki kitapların da hakkıyla anlaşılıp tasdik edilemiyeceğini, bundan dolayı da Hz. Muhammed'in peygamberliği tasdik edilmedikçe önceki peygamberlerin de hakkıyla anlaşılıp tasdikine bir delil ve şahit bulunamıyacağını, o zaman da insanların delalet ve sapıklık içinde kalacağını göstermiş, Kur'ân'ın ve Hz. Peygamber'in mucizelerinin bu anlamda hakem rolünü üstlenmiş olduğunu açıkça bildirmek için de bu hükmü O, Furkan'ı da indirdi kısmı ile nass olarak karara bağlamıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'in, daha önceki kitapları ve gelmiş geçmiş bütün peygamberleri tasdik edişi, çeşitli yönlerden gerçekleşmiştir:

Birincisi: Önceki kitaplar ve daha evvel gelmiş olan peygamberler, ileride büyük bir peygamberin geleceğini haber veriyor ve vaad ediyorlardı. Kendi irşadlarını ilerdeki böyle bir kemâl hedefine yöneltmiş olduklarından, Kur'ân ve Hz. Muhammed'in peygamberliği ortaya çıksaydı, onlar batıl bir fikir veya hayal üzerine kurulu anlamsız bir ideoloji üzerinde yürümüş olurlardı. Hatta boş vaatlerle halkı kandıran, yalan ve yanlış fikirlerle insanları oyalayan, aldatan yalancılar durumuna düşerlerdi. Kur'ân'ın gelmesiyledir ki, daha önceki devirlerde bir ideoloji halinde yayılmış olan bu gayb haberlerinin, ancak bu sayede bir vahiy haberi ve Allah'dan gelen bir hak bilgi olduğu gerçekleşmiştir. Ve böylece Kur'ân, yalnızca Hz. Muhammed'in peygamberliğini değil, bunun içinde zımnen bütün önceki peygamberlerin peygamberliğini de tasdik ve isbat eden bir furkan-ı mübîn olmuş ve Allah'ın bütün kitapları, bütün peygamberleri arasında karşılıklı olarak birbirlerini tasdik ettikleri ve birbirlerine şahadet getirdikleri konusunda bir tekamül ve işbirliği, bir dayanışma bulunduğu kurumlaşmıştır. Ve hepsinin başında "Allah onlardan bir kısmına yüce dereceler vermiştir." (Bakara, 2/253) âyetinin delaletince peygamberlerin sonuncusunu tayin eden bir ilâhî ferman şeklinde gelmiştir ki, Bakara Sûresi'nin birinci cüzünde tasdikin en çok bu anlamı, bu yönü üzerinde durulmuştur.

İkincisi: Kur'an, önceki kitapların iman ve Allah'ın birliğine davet eden, adaleti ve ihsanı emreden, peygamberlerin ve eski ümmetlerin yaşayış ve tarihlerinin, haber ve eserlerinin başka başka olmasıyla değişmeyecek olan temel hükümler gibi muhkem ilkelerini güçlendirerek ve genişleterek yeni baştan yürürlüğe koymuş ve hikmet-i teşriî gereğince zamanların ve mekânların ve yükümlü milletlerin özelliklerine uygun düşecek şekilde hak ve hayır açısından onların işlerine yarayacak hükümleri ve şer'î ayrıntıları yeniden tanzim ve ta'dil ederek hak dini, bütün zaman ve mekanlarda ve bilcümle ümmet ve toplumların hayatında geçerliliğini sağlayan geniş kapsamlı bir teşrî ilmi de öğretmiştir. Böylece ilâhî kitapları öncekinden sonrakine aralıksız olarak birbirlerinin tasdikinden ve yürürlük alanından geçirerek süzmek sûretiyle hepsinin doğru ilkelerini hakkıyla kendi uhdesine almış ve yüklenmiş bulunduğundan, önceki kitaplardan ve şerîatlardan Kur'ân'ın şehadeti ile tasdik edilmedikçe ne peygamberliklerinde, ne de o kitapların delaletlerinde hak oldukları tasdik edilemez. Yani geçmiş devirlerde yaşamış olan önceki peygamberlere gönderilmiş olan ilâhi temyiz ve tefrik açısından son tasdik mercii Hatemü'l-enbiya Hz. Muhammed Mustafa ile Kur'ân-ı Hakim'in, muhkem âyetlerle ortaya konmuş hükümleridir. Bu mânâ, Fıkıh Usûlü ilminde şu teşriî kaidesi ile ifade olunur: "Bizden öncekilerin şerîatleri bizim de şerîatimizdir. Fakat Allah ve Resulü tarafından tasdik edilmiş olarak nakledilmek şartıyla."

Hasılı Allah, Furkanı da indirmiş, hakkı batıldan hayrı şerden ayırmış, yollarını, kanunlarını tayin etmiş; alâmetler, işaretler, deliller, âyetler de ortaya koymuş, her birinin hükmünü, gerekli sonucunu başka başka yapmış, uygulamasını kendi gözetimi ve denetimi demek olan kayyûmiyetiyle iradesi ve meşiyeti altına almıştır. Bundan dolayı şüphesiz ki, böyle hakkı batıldan ayıran, temyiz edip ayıklayan ve hak yolu gösteren, aklî ve naklî delilleri içeren âyetleri, Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, özellikle de Allah Teâlâ'nın birliğine ve münezzeh olan yüceliğine veya peygamberlerin ismet ve haysiyetine saldırıp hücuma geçen kâfirler de kesinkes şiddetli bir azaba mahkumdurlar. Hakkı batıldan ayırd eden Allah, zillet şaibesinden münezzeh ve öyle yenilmez, öyle güçlü bir Allah'dır ki, O'nun dehşetli ve korkunç bir intikamı vardır. Emrini ve hükmünü mutlaka yürütür ve yerine getirir. İradesine karşı gelenleri, izzetinin hududuna tecavüz edenleri mutlaka tepeler, ezer. Hakkı aşağılamaya uğraşanlara bir müddet hilmiyle mühlet verse bile, bir gün gelir onları tuttukları batıl yolda akla hayale gelmez felaketlere uğratıp perişan eder. Hakka hayat tanımayanlara mutluluk vermez. Bire iki, üç, vara yok, yoğa var, olura olmaz, olmaza olur, doğruya eğri, eğriye doğru, iyiye kötü, kötüye iyi, hakka batıl, batıla hak, zulme adalet, adalete zulüm, cehle ilim, ilme cehalet, nura zulmet, zulmete nur diyenler bu yanlışlarının ve cürümlerinin cezasını herkesten önce kendileri çekerler ki, bütün bunlar Allah'ın intikamının eserleri demek olur. Tek ümid ve tek sığınak olan Allah'ın nimet ve rahmetine ermek için Allah'a doğru gitmelidir. Hak ve hakikatın kanunlarını tanımayanlar rahmetin zıddı olan nıkmete ve gazaba mahkum olurlar.