Senai Demirci

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Leb-i Damla

  • La taknetû..!
  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: Sadabad
  • 2529
  • +270/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • UMUT Dünyası mı, UNUT Dünyası mı?
    • Uyanan Gençlik
Senai Demirci
« : 23 Kasım 2008, 23:21:55 »
Arıların Bir Bildiği Var


Arılar 1 gram bal için çiçeklere en az 7000 uçuş yapıyorlar.

Sen ömür boyu mutluluk için yüzlerce kez pişman olmayı, binlerce kez naz çekmeyi, onlarca kez kavga etmeyi, anlaşmazlığa düşmeyi, hayal kırıklığına uğramayı, çiçekler getirmeyi, çikolatalar almayı, yüzlerce kez özür dilemeyi, binlerce kez sözünü geri almayı, binlerce kez "affet beni"demeyi, on binlerce kez "seni seviyorum" demeyi göze almalı değil misin?

2. Bir kg bal için ise 40 bin tane arı, 6 milyon çiçeği dolaşıyor.

Sen bir tutam sevda için, hiç bitmeyecek bir aşk için, en az beş duyunla, onlarca duygunla, binlerce güzel sözle, yüzlerce bakışla, susuşla, dinleyişle, dokunuşla, sevdiğinin beş duyusunu dolaşmalı, yüzlerce beklentisini karşılamalı, onlarca duygusuna karşılık vermeli, hayal kırıklıklarına, tedirginliklerine, nazlarına, kaprislerine, hüzünlerine, pişmanlıklarına, taşkınlıklarına, vurdumduymazlıklarına, kararsızlıklarına, korkularına, kaygılarına doğru yolculuk etmeli, onun kalbinin bütün köşelerini, aklının bütün kıvrımlarını, ruhunun bütün vadilerini dolaşmalı değil misin?

3. Bal arıları bir peteği doldurabilmek için 100 milyon çiçeğin nektarını emiyor ve 100.000 km kanat çırpıyor.

Evinde mutluluğu ağırlayabilmek için, kalbine aşkı doldurabilmek için, hayattan umduğunu bulabilmek için, çokça zahmete katlanmalı, çokça engelleri aşmalı, eşini anlamak için, onu bir çiçek kadar özel görmeli, ona konuşurken en az bir arı kadar seçici olmalı değil misin? Çiçekler nektarlarını gizlerler; arı çalıştığı için özlerini bala çevirirler; sen de eşinde saklı olanı açığa çıkarmak için çalışmalısın, sürekli kanat çırpmalısın.

4. Arılar bu çalışmanın arasında birbirlerine bakıp bakıp "Neden hep ben çalışıyorum?" demiyorlar. Her biri kendisinden bekleneni yapıyor o kadar.

Sen "hep ben bir şeyler yapıyorum, peki ya sen?" derken, eşine de aynı soruyu sorma hakkı tanımış olduğunun farkında değil misin? Sen sana düşeni yap; ona düşen ise ona kalsın. Sen kendinden bekleneni yapınca, hiç olmazsa eksik olan bir yarıyı tamamlamış olacak değil misin? Ama "önce sen yap ki..." dedikçe, elinde yarım bile olmayacak, sonuçta daha çok eksiğin olacak.

5. Bir arı kolonisinin 1 kg bal üretebilmesi için 8 kg bal tüketmesi gerekiyor. Bu da koloninin 6 kez dünya çevresini dönmesi anlamına geliyor.

Sevgiyi biçmek istediğin yere sevgi ekmelisin. Mutluluk almak istediğin tarlaya emek vermelisin. Dünyanın en güzel çiçeği bile bakımsız kalınca soluyor, renklerini kaybediyor. Arılar nasıl başkalarına verecekleri 1 kg bal için 8 kg balı kendileri için harcıyorlarsa, sen de 1 kg bal tadında aşk beklediğin eşinin hiç olmazsa 1 kg'lık (aslında 8 kg olması gerekiyor!) bal tadında aşkı almasına izin vermelisin. Korkma, bunun için dünya çevresini 6 kez dönmen gerekmiyor! Onu sarıp kucaklaman, kalbini çepeçevre kuşatman yeter de artar bile.

6. Arılar bunu binlerce yıldır yapıyorlar; çünkü onların fıtratına vahyedilmiştir bal yapmak.

Sen hiç olmazsa sadece bugün arılar gibi davran. Dün arılar gibi davranmamış olsan da önemli değil; dünkü gün geçti. Dün yaptıkların/yapmadıkların bugün yapacakların konusunda ayağına çelme takmasın. Arılar gibi davranmak için yarını da bekleme. Şunu kesinlikle bil ki, yarın hiç gelmeyecek; gelince adını "bugün" diye değiştirmiş olacak. Buna göre, "yarın" yaptığın bir şey olmayacak. Ne yaparsan "bugün" yaparsın. Bugün yaptığın her iş bir ömür boyu yaptığın iş olur.

Sabrın ancak bugünün hakkını vermeye yeter. Üstelik kalbini dinlersen, kalbine sevmek için vermek gerektiğini söyleyen "sözler" kazındığını sen de fark edeceksin. Senin fıtratına da sıradan işlere bile aşkla başlamak, olağan şeylere bile olağanüstü hayranlıkla bakmak vahyedilmiştir.

7. Arılar iğnelerini ancak hayatları tehlikeye girdiğinde kullanıyorlar ve sadece bir kez kullanıyorlar.

Sen de kendini tehlikede görebilirsin. İğneni kullanmakta kendini haklı gördüğün zamanlar olabilir. Ama, unutma ki iğnenin en tehlikeli ucu kendine batmaktadır. Eşinin canını yakman senin canını da yakıyor olmalı. Sevdiklerine acı vermen en başta seni acıtıyor olmalı. Mutsuzluk üretenlerin hiçbiri mutlu değildir; unutma. Oysa mutluluk ne kadar bulaşıcıdır!

8. Bir arı kendi ağırlığının 330 katı yük çeker.

"Bunca sözün bana faydası yok ki..." diyorsan, "Artık sabrım kalmadı, dayanamıyorum!" diye düşünüyorsan, bir kez daha bak kendine; belki de kapasitenin hepsini kullanmıyorsun. Taşıdığın yük taşıyabileceğinin hepsi değil belki de...

9. Arılar çiçekleri sever, kovana elleri boş dönmezler.

Sen de, sevdiğin de çiçekleri seviyorsanız; eve elin boş dönme.

10. Arıların bu yazıdan haberleri yok.

Senin haberin olsun.

SENAİ DEMİRCİ

Çevrimdışı Arif Arslaner

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: A'raf şehri
  • 4502
  • +1462/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Sen, Seni Sevdiğinle Bil Ey Can! "O" Seninledir.
    • Uyanan Gençlik
Ne kadarsan, o 'kader'sin!
« Yanıtla #1 : 17 Aralık 2008, 00:23:57 »


Kader deyince, sizin aklınıza da, yaşayışımızla ilgisini kaybetmiş, gecemizi gündüzümüzü ciddiye almayan, ne çektiğimizi unutmuş, ilgisiz ve duyarsız, değiştirilemez ve dokunulmaz kalın ve koyu yazılar geliyor mu? Böylesine uzak ve ilgisiz bir kader, haliyle "kötü" oluyor, "zalım felek" diye anılabiliyor.

Üzerimize bir kâbus fotoğrafı gibi iliştiriyoruz kaderi. Bizi biçimden biçime sokuyor, bize format atıyor, bizi oradan oraya sürüklüyor ama biz ona hiç itiraz edemiyoruz, tek satırını değiştiremiyoruz.

Bu yüzden, hep kadere karşı direndiğimizi iddia ediyoruz. Yazgımıza karşı çıkıyoruz kendimizce. "Kırışıklık kaderin olmasın!" diyebiliyoruz meselâ. Sanki -bir şekilde olacaksa- kırışıksız halimizi kaderden kaçırıyormuşuz gibi. Ya da "Düş yakamdan ey kader!" dercesine ilgisizliğe mahkûm edildiğimizi varsayıyoruz. Başına acılar üşüşmüş bir kız çocuğuna bakıp "ah kadersizim!" deyiveriyoruz. Belki de "Ne halin varsa gör!" vurdumduymazlığı ile yazgımızla boğuşmaya terk edildiğimizi düşünüyoruz. Hapse düşmüşsek, "kader mahkûmu" sayıyoruz kendimizi. Madalya alanın kaderle işi yok sanki... Şampiyon olanlar kadere rağmen şampiyon oluyor gibi. "Kaderin hükmü" değil altın madalyalar. Başarıdan başarıya koşan kaderini bozuyor, yazgısının kara kutusunu parçalıyor sanki. Dik duranlar alın yazısını siliyor. Burnunun doğrusuna giden, inatçı, vurdumduymaz, aldırışsız, acımaz, karagözlüklü bir adam gibi hayal ediyoruz kaderi. Tekdüze davranışlar, muhataplarını sıradanlaştırmalar... Detayları önemsememeler. Durup da bakmaz bir çocuğun gözlerinin içine... Paçalarını sıyırıp da ayağını sulara sokmaz kader... Büyük işlerin adamı, ince işlerden habersiz... Ara sıra geri dönüp de el sallamaz ardı sıra bakana... Siyah takım elbiseli. Kopkoyu camlı bir arabasıyla kalabalığı dağıtır gibi.

Kader, yapıp ettiklerimizi de edemediklerimizi de, elimizden gelenleri de gelmeyenleri de, kazandıklarımızı da kaybettiklerimizi de hep birlikte kuşatan, sarıp sarmalayan şeffaf bir örtüdür oysa. Kader de bizimle birlikte nefes alıp veriyor. Göğsümüzün iniş kalkışlarına eşlik ediyor. Kalbimizin kıpırtılarınca kıpırdıyor. Eğiliyor gözlerimizin içine. Parmak uçlarımıza kadar dokunuyor. Elini omzumuza koyuyor usulca. Yokuşlarda bizimle birlikte yoruluyor. Ter döküyor yanı başımızda. Kalabalıkta gelip buluyor bizi. Kuyrukta beklerken yanaşıyor yanımıza. Ayağımız kaydığında o da kanıyor günaha. Parmakları sızlıyor bizimle birlikte. Soğukta kartopu oynuyoruz çocukça. Bizimle acıkıyor, bizimle susuyor. Seviniyor yarım çiğnenmiş çikletimizi yeniden bulduğumuzda.

Yo, yo, öyle uzak değil bize kader. Öyle habersiz geçmiyor yanımızdan. Öyle kaygısız değil dertlerimize. Güneş ne kadar uzak görünür bize. Oysa, göz bebeklerimizin tâ içine sızmaktadır, tenimizin her noktasına dokunmaktadır. Güneş ne kadar kaygısız durur kederlerimize. Oysa, her ışıltısı sevinç bahşeder gönlümüze, göğsümüze. Ne kadar da küçümser gibidir hayatımızı güneş. Oysa, her köşeye, her kıvrıma, her gölgeliğe ve aydınlığa sarılıverir. Sıcacık. "Bu kadar!" dediğimiz her köşede bekler bizi kader. Nefeslerimizi kesen "Buraya kadar!"ların eşiğinde tebessümle bakar bize kader.

Kaderden ayıracağımız/ayıklayabileceğimiz bir şey yok ki... Kaderin bize ilgisiz kaldığı bir an yok ki.. Dediği gibi şairin: "Kader beyaz kağıda sütle yazılmış yazı/Elindeyse beyazdan gel de sıyır beyazı." (Necip Fazıl) Beyaz kâğıt ne kadar canlı ve somutsa elimizde, "sütle yazılan yazı" o kadar taze, o kadar sıcacık. Beyazlarımızın hepsi sütün içine akıyor. Süt, beyazlarımızın hepsini içinde ağırlıyor.

Kırışıksızlık kaderden kaçırılmış bir şey değildir meselâ. Kırışıklığı düzeltecek ilaç bulma becerisi de kaderin içinde. Herkese rağmen sivrilip ayakta durmak da, direnip sağ kalmak da kaderin hükmüne dahil. Şampiyon da mahkûm kadar "kader mahkûmu". "Kitabın anası benim yanımda" diyor Rabbimiz. "Dilediğimi değiştiririm, dilediğimi sabit bırakırım." Hakkımızda, kaderimizi bile değiştirebilir sandığımız bir kaderin takdir edilmesi ne kadar sabitse, değiştiremeyeceğimizi sandığımız sabit kaderlerimizin de değiştirilebilirliği o kadar sabit. Sabit olan O'nun dilemesiyle değişebilir; değişebilen O'nun dilemesiyle sabitleşebilir. Ne olursa olsun, hep O'nun dileme sınırları içinde yürüyoruz. Yazgının anası, kaderin aslı O'nun dilemesidir. Olan olmuşsa, O'nun dilediğidir. Olmamışsa, O'nun neyi dilediğini bilemeyiz. Dilemesini bekleriz. Öyleyse, ne unutulduk, ne gözden çıkarıldık ne de bir yazının soğukluğuna mahkûm edildik. Kader hep bizimle akıyor. Bizimle yazılıyor. Bize O'nun dilediği kendi dilediğimizce yazılıyor.

Şu anda yazının tam ortasına b/akıyorsun. Sen ne kadar titriyorsan yazı da o kadar.


Senai Demirci

Çevrimdışı Leb-i Damla

  • La taknetû..!
  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: Sadabad
  • 2529
  • +270/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • UMUT Dünyası mı, UNUT Dünyası mı?
    • Uyanan Gençlik
Ne kadarsan, o 'kader'sin!
« Yanıtla #2 : 17 Aralık 2008, 19:05:53 »
Senai Demirci abimiz yine kalemiyle harika bir yazı yazmış.Yüreğine sağlık. okk

"Kader beyaz kağıda sütle yazılmış yazı/Elindeyse beyazdan gel de sıyır beyazı." (Necip Fazıl)

Görelim mevla neyler,neylarse güzel eyler.

Bizimle paylaştığın için  tşkk avicenne. frrr

Çevrimdışı Leb-i Damla

  • La taknetû..!
  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: Sadabad
  • 2529
  • +270/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • UMUT Dünyası mı, UNUT Dünyası mı?
    • Uyanan Gençlik
Senai Demirci
« Yanıtla #3 : 24 Aralık 2008, 20:40:41 »
Aşkım ve Parantez


Uzun ince bir yolda yürüyorum. Sevdiğime giden yolda…Yürürken, ayağıma incecik bir şeyin battığını farkettim. Ah evet, bir virgüldü bu… Benden önce okuluna giden bir öğrencinin kitabından düşmüş olmalıydı. Ah, şu çocuklar, ilk okumaya başladıklarında virgülleri gereksiz görürler. Yeni yeni tanıdıkları kelimelerin arasında ayrık otu gibi duran bu tuhaf garip şeyleri pek sevmezler. Yazarken de en çok virgülleri unuturlar. Hemen cebime attım bulduğum ilk virgülü… Böylece sevdiğime daha çok şey söyleyebilecektim. Daha uzun cümlelerle ifade edebilecektim kendimi… Ona iltifat ederken bir çok güzel sıfatı arka arkaya sıralayabilirdim…

Aralarında virgüller olan güzel sıfatların hepsini ona söyleyebileceğimi düşününce, sevinçle bağırmak istedim. İçim içime sığmıyordu. “Ne güzel” diye bağıracaktım ki, boğazım düğümlendi. Duygularımı haykıramadım.

Tam o sırada, elime sıcak bir şey dokundu. Evet, bir ünlem işaretiydi bu! Biraz önce yoldan bağıra çağıra geçen gençlerin ağzından düşmüş olmalıydı. Ah şu gençler… Olur olmadık yerde ünlem kullanırlar. Ağızlarında sakız gibi çiğnerler ünlemleri. Heyecanlarını ünlemlerin sivri uçlarına asarlar. Ben de kulağıma küpe yaptım bulduğum iki ünlemi. Artık haykırabilirdim aşkımı.. Hep tek düze konuşmak yerine, heyecanlarımı sevgi sözlerine yükleyebilirdim.

Yürümeye devam ettim. Kendimden emindim. Bütün sorularını cevaplamış, bütün şüphelerini gidermiş bir yetişkin olarak adımlıyordum tozlu yolu. Derken, saçlarıma bir şeylerin takıldığını farkettim. Elimle çekip aldım. Bunlar soru işaretleriydi. Biraz önce altından geçtiğim ağacın dallarından bulaşmış olmalıydılar saçlarıma. Avucumda karınca gibi kıpır kıpır dolaşıyorlardı. Hemen avucumdan atmak istedim. Yolun kenarında akan dereye doğru savurdum. Ama nafile.. Avucuma yapışmışlardı. Avucumdan fırlatabildiklerim de pıtırak gibi elbisemini orasına burasına yapışıverdi. Etrafıma baktım. Benden önce bir bilge yürümüş olmalıydı bu yoldan. Düşünceli ve sessiz bir bilge. Soru işaretlerini herkesin başının değebileceği bir ağaç dalına takmış olması bilgece bir işti. Oysa benim soracak bir şeyim yoktu sevdiğime.. Çaresiz, soru işaretlerini alıp saçlarıma taktım yeniden.

Öyle ya, belki sevdiğim sormak isterdi. Sevgililerin soru sormasının nedeni, sorunun cevabını bilmemeleri değildir. Cevabı bir kez daha duymak içindir. O halde sevdiğime hediye edebilirdim soru işaretlerini. Defalarca, “Beni seviyor musun?” diye sorması için. Ben de her soru işaretinin olduğu yerde aşkımı bir defa daha ifade edebileceğim. Evet, evet, bundan eminim. Soru işaretlerinin hepsini ona hediye edeceğim.

Yürümeye devam ettim. Sürprizlere alışık olmalıydım. En azından şaşkınlıklarım için benim de birkaç soru işaretine ihtiyacım olacaktı. Az sonra, yüzüme küçük ve serin bir şeylerin dokunduğunu hissettim. Sanki gökten düşüyor gibiydiler. Gözlerimi kaldırdığımda bulutlar dikkatimi çekti. Hayır, yağmur yağmıyordu. Parmağımın ucuyla yokladım: ‘İki nokta üstüste’ işaretiydi bu! Bulutların arasına saklanmış olmaları son derece anlamlıydı. İnsanlar yıllardır bulutların önüne ‘iki nokta üstüste’ koyarak beklemişlerdi yağmuru, karı ve doluyu.
Hep şöyle düşünmüşlerdi meselâ: “Bulut: yağmur yağacak.”
Ya da şöyle düşünmüşlerdi: “Bulut: kar yağacak.”
Yeryüzünde pek az insan ‘iki nokta üstüste’yi işine yarar görüyordu. Çünkü ‘iki nokta üstüste’yi kullanmak için ara sıra durup düşünmek gerekiyordu. Soru işaretinin yanına yerleştirdim özenle… Bak, bu işime yarayabilir diye düşündüm. Bazen sözlerimin sebebini, davranışlarımın gerekçesini açıklamam gerekebilirdi: ‘İki nokta üstüste’yi yanımdan ayırmamalıyım.

Az sonra yol kenarında bir ağacın dibinde unutulmuş bir ‘üç nokta’ gördüm… Benden önce buradan geçmiş biri düşürmüş ya da unutmuş olmalıydı. Noktalama işaretleri içinde yetişkinlerin en az ihtiyaç duyduğu ‘üç nokta’ydı. Çünkü ‘üç nokta’ susmak için gerekiyordu. Öyle sıradan susmalarda değil, düşünceli suskunluklarda lazım oluyordu… Bu yüzden bolca ‘üç nokta’ bulabilirsiniz yollarda, kaldırımlarda. Çünkü düşünceli suskunluklar ya bebeklerin işidir ya da gün görmüş yaşlıların… Aradakiler ancak konuşarak anlaşabileceklerini sanırlar. Oysa, bazen susmak ve ‘üç nokta’nın müsaade ettiği derin boşlukta göz göze bakışmak binlerce sözcüğün söylediğinden fazlasını söylerdi. Birden içim ısındı ‘üç nokta’ya… Dilimin altında erittim… “Sus… Sus ki, söz bakışı bulandırır” diye okumuştum bir keresinde.… “Sus…” dedim yüreğime…

Biraz ilerde bir çiçeğin üzerindeki tırnak işaretlerini görünce heyecanlandım. Susmak kadar konuşmak da güzel olabilir diye düşünmeye başladım. Çiçekler adına “vız vız” konuşan arılar ya da “cırcır” böcekleri bol bol tırnak işareti bırakırlardı oraya buraya. Bana lazım olur mu diye düşündüm… “Neden olmasın?” dedim. Benden önce söylenmiş nice güzel sözleri ben de tırnak içinde sevdiğime söyleyebilirdim. Toplayabildiğim kadar çok tırnak işareti topladım

Yolun sonunda bir karınca yuvası dikkatimi çekti. Yüzlerce karınca siyah noktacıklar taşıyorlardı yuvalarına. Şaşırdım. Elime tırnak işaretini ve soru işaretini alıp “Neden ben de düşünemedim?” dedim. Söylediklerimin sonunda nokta olmazsa, kendimi tam olarak anlatamazdım ki:

“Seni seviyorum!”dedim heyecanla.

Yüzüme baktı.
Beni ilk defa görüyormuş gibi şaşkınlıkla cevap verdi:

“Beni seviyor musun?” dercesine baktı yüzüme.

Soru işaretlerimden biri eksildi.
Dilim tutuldu. Bu karşılığı beklemiyordum. Şaşırdım.

“?!”

Uzun bir süre bakıştık.
O kadar uzun bir süre suskun kaldı ki, elimdeki bütün ‘üç nokta’lar tükendi:

“…”

“…”

Her bir ‘üç nokta’ için iki tane tırnak işaretini tüketmek zorunda kaldık.

Böylece başkalarından ödünç alabileceğim güzel sözleri arasına saklayabileceğim bir şey kalmadı. Kırık dökük cümleler kurmaya çalıştım, elimde kalan virgülleri kullanarak:

“Sen, ben, sevmek, birbirimizi, ben, sensiz…” Böylece elimde kalan son ‘üç nokta’yı, tırnakları, virgülleri harcayıverdim.

Kelimeler ipi kopmuş uçurtmalar gibi kafamada oraya buraya savruluyordu.

Son noktayı hemen bu cümlenin sonuna koydum.

Gözlerim önümde mahçup yorgun ve umutsuz biçimde kalakaldım:

Sıcak ve geniş bir tebessümle bana döndü, avuçlarını açtı, gözlerini gözlerime dikti.

Hayretle gördüm ki, bütün noktalama işaretleri avucunda saklıydı. Söylenmiş ve söylenecek en güzel sözler dudaklarının arasında bekliyordu. Yaşanmış en tatlı suskunluklar gözlerinin içinde konuşuyordu.

İlk kez konuşmaya başladı.

“Uzun bir yoldan geldiğini biliyorum…” dedi. Halden anlayan bir hali vardı.

“Görüyorum ki, aşk için en çok ihtiyacın olan şeyi unutmuşsun” dedi.

Şefkatle kucakladı beni. (Bütün benliğimi sardı) Elindeki noktalma işaretlerinin hepsini göğe savurdu. Fısıltıyla konuştu: “Söyleyeceklerinin hepsini zaten biliyorum. Noktalama işaretlerinin hepsi de bende var… Sende olması gereken tek şey kocaman bir parantezdir. Kendini o parantez içinde, bana teslim olmuş olarak getirmelisin.”

Kollarının arasında kendimi kaybetmişim.

Neden sonra ayıldığımda, elimde hiçbir noktalama işaretinin kalmadığını öğrendim.

Artık aşk için onlara ihtiyacım olmadığını biliyorum.

Senai Demirci

Çevrimdışı Leb-i Damla

  • La taknetû..!
  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: Sadabad
  • 2529
  • +270/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • UMUT Dünyası mı, UNUT Dünyası mı?
    • Uyanan Gençlik
Ynt: Senai Demirci...Kalbin direnişi için
« Yanıtla #4 : 19 Şubat 2009, 20:45:23 »


Kalbin direnişi için


"Kim bir kötülük görürse,onu eliyle;gücü yetmezse,diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle buğz etsin. Bu imanın en zayıfıdır.'' İyi bildiğimiz bu hadiste, kalben buğz etmek "iman" sıfatıyla vurgulanıyor. Bir şey "iman" olarak nitelenmişse, zayıf da olsa önemlidir, az da olsa, çoktur. Başka her işi anlamlı kılan ancak imandır; eylemin arkasında iman yoksa, anlamını kaybeder, sahteleşir, küçülür, zayıflar. Zayıf da olsa o "iman"ımız yoksa, kalbimizdeki buğzu kaybetmişsek, dilimizle yapacağımız itirazı da, elimizle yapacağımız karşı koyuşu da zayıflatırız, hepten yitiririz. Allah adına olan o buğz/zulme nefret yerinde değilse, dilimizin ettikleri de, elimizin ettikleri de boşa çıkar. İşte bu yüzden, elimizden ve dilimizden bir şeyin gelmediği durumlarda, kalbimizden gelen o buğz direncini imanımız adına canlı tutmalıyız. Elimizi de dilimizi de kalbimizin direnişine sunmalıyız.

kalbimizde zalimlere karşı buğzumuzu kaybedersek, dilimizle yapacağımız bir şey kalmaz, duayı unuturuz. diliyle yapacağımızı unuttuğumuzda ise elimizle yapacak bir şeyimiz kalmaz, ellerimiz boşa çıkar. elimizle bir şey yapamadığımızda, dilimizle de bir şey yapamadığımızda, kötülüğe karşı kalbimizdeki nefreti diri tutamıyorsak, imanın en zayıf halini kaybetmiş oluruz. kalbinin direnişini kaybedenler, ellerindekileri de dillerindekileri de kaybederler.. kalbin direnişi için bakalım bu resme ve ne yazık ki bunun gibi nicelerine.... bir daha, bir daha, bir daha.. kalbimizde zalime nefretimiz, zulme kinimiz, imanımızın parçasıdır; imandandır.. dillerimiz boşa konuşuyorsa, ellerimiz boş yere yoruluyorsa, o imanı yitirdiğimizdendir... yitirmeyelim, nefrete devam edelim, Allah için buğzumuzu diri tutalım...

Senai DEMİRCİ