Kureyş Dehşet İçinde
“Kâf. Bu yüce Kur’an’a yemin olsun ki, onlar içlerinden bir uyarıcı gelmesine hayret ettiler, bu ne tuhaf bir şey, dediler.”[1]
Onlar Allah’ın Rasûlü’nü anlayamadılar, peygamberlik geçici bir hevestir, unutulur gider diye düşündüler. Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere şehrin dürüst, erdemli gençlerinin Müslüman oluşunu; insan yerine koymadıkları kölelerin, gariplerin yeni dine akın etmelerini şaşkınlıkla izlediler.
Bir sabah Allah’ın Sevgili Elçisi, Safa Tepesi’nin üzerinde Hakk’ı haykırdığında dehşete kapıldılar. Sonra Ebû Bekir’i, Ebû Ubeyde’yi, Said b. Zeyd’i ve Osman b. Affan’ı Mekke sokaklarında İslam’ı anlatırken gördüler.[2] Bastıkları yerin, ayaklarının altından kaydığını fark ettiler; yürekleri daraldı, nefesleri kesildi. Putlarını ve atalarını eleştiren ayetleri işittiklerinde nefretle doldular. Ne izan ne de insaf! Bir an bile beklemeden inkâr ve isyan ettiler.
Kâbe’yi ve çevresini putlarla dolduranlar putlarından vazgeçemediler. Yüzyıllardır bu putlara tapıyorlardı. Kâbe’yi âdeta Yarımada’nın puthanesine çevirmişlerdi. Arap kabileleri Kâbe’deki putları ziyarete geliyor, bu durum Mekke’ye siyasi ve ekonomik ayrıcalıklar kazandırıyordu. Put yaparak geçimini sağlayan pek çok insan vardı. Putları reddeden, tek bir Allah’a kulluğa davet eden İslam’a girdikleri takdirde insanların Mekke’ye gelmeyeceğini, dinî ve ekonomik üstünlüklerini kaybedeceklerini, komşu kabilelerle kurdukları iyi ilişkilerin yok olacağını ve hatta Mekke’deki varlıklarının tehlikeye gireceğini düşünüyorlardı. “Seninle birlikte doğru yolu tutacak olursak yurdumuzdan sürülürüz.” diyorlardı.[3] Onlar bunu göze alamaz, Müslüman olamazlardı.
Ebû Cehil’in Korkusu
Kureyş’in güçlü kabileleri, Müslüman olmaları halinde yıllardır süregelen üstünlük mücadelesini kaybedeceklerini, Haşimoğulları ile giriştikleri rekabette geride kalacaklarını düşünüyorlardı. Ebû Cehil, dostu Ahnes b. Şerik’e bu endişesini şöyle anlatmıştı:
“Biz ve Abdimenafoğulları, şan ve şeref hususunda şimdiye kadar çekiştik durduk. Onlar halka yemek yedirdiler, biz de yemek yedirdik. Onlar fedakârlık yaptılar, biz de fedakârlık yaptık. Onlar verdiler, biz de verdik. Onlarla bu yarışta at başı gittik. Şimdi onlar ‘Bizden bir peygamber çıktı, kendisine gökten vahiy geliyor.’ diyorlar. Peki, biz ne zaman buna ulaşacağız. Allah’a yemin ederim ki, asla O’na inanmayacağım.”[4]
Oysaki İslam, Haşimoğullarının iktidarı için değil insanlığın kardeşliği, huzur ve mutluluğu için gelmişti. Ama Ebû Cehil ve yanındakiler bunu anlayamazlardı.
Kimsenin Ayrıcalığı Yok
Onlar zavallı kölelerin, fakir ve gariplerin kendilerine hizmet için yaratıldıklarını zannediyorlardı. İnsanları bir tarağın dişleri gibi eşit gören, sınıf farklılığını kabul etmeyen bu dine nasıl gireceklerdi? Beni diğerleriyle eşit kılan, bana hiçbir ayrıcalık sağlamayan dine yazıklar olsun, diyen Ebû Leheb ve yandaşları, kölelerle ve fakir kimselerle aynı safta namaza dururlar mıydı?
Müşrikler, Müslümanları görmekten bile rahatsız oluyor, onlarla aynı yerde bulunmayı kendileri için hakaret kabul ediyorlardı. Ammar b. Yasir’i, Habbab’ı, Süheyb’i, Bilal’i ve onlar gibi kimseleri yanından uzaklaştırmadığı müddetçe Allah Rasûlü ile muhatap olmayacaklardı.[5]
Onlar dürüstlükten başka sermayesi olmayan bir gence, Abdullah’ın yetimine nasıl inanacaklardı? İslam’dan önce putlara tapmayan Taif’in meşhur şairi Ümeyye b. Ebî Salt dahi İslam’a yanaşmıyor, Sakifli kadınlar Kureyşli bir gencin peşinden gidersem benimle alay ederler, diyerek utancından Müslüman olamıyordu.[6]
Yüzyılların getirdiği cahiliye karanlığından kurtulmak kolay mıydı? Onlar atalarını bu putlara taparken bulmuşlardı. Halkı ezip sömürdükleri köle düzeni, toz konduramadıkları atalarından miras kalmıştı. Sömürü rejiminin devamından yana olanlar, atalarından kalan gelenekleri bahane ediyor, “Atalarımızın yolundan ayrılmayız.” diyorlardı. İslam ise atalarını cehaletle, beyinsizlikle suçluyordu.[7] Hayır, onlar atalarını ve aslında atalarının yolu adı altında kendilerine üstünlük sağlayan anlayışı terk edemezlerdi. Gelenekten vazgeçmek putları kırmaktan bile daha zordu.
Hayvanlardan Daha Aşağı
Onlar hevâlarını, nefislerinin isteklerini ilah edinen; kulakları, kalpleri mühürlenmiş ahlaksız kimselerdi.[8] İçki ve zinayı ayıp saymıyor; nikâhsız yaşamayı, üvey anneyle evlenmeyi, tefecilik yapmayı normal buluyorlardı. İnsanlara zulmeden, onların sırtından servetler edinen bu zalimler, yaptıklarından hesaba çekileceklerini ve cehenneme gideceklerini bildiren dine inanmak istemiyorlardı. İslam Peygamberi güzel ahlakı teşvik ederken, hayâsızlığı yasaklıyor; Kur’an-ı Kerim insanlık dışı eylemleri sıralıyor ve bu eylemleri işleyenleri tehdit ediyordu. İslam’ın hedef aldığı tüm kötülükler Kureyş liderlerinin âdeta alışkanlıkları olmuştu. Bu alışkanlıklar terk edilemez, İslam kabul edilemezdi. Kendilerini sürekli tehdit eden, dünya görüşlerini reddeden bu din onları çok rahatsız ediyordu.
Onlar her türlü rezilliği işlemeye devam ediyor ve bunun da kaderleri olduğunu ifade ederek Allah celle’ye iftira etmekten çekinmiyorlardı.[9]
Onlar şeytanlarla dost olmuş, şeytanlaşmışlardı. Kim Rahman’ın zikrini görmezden gelirse şeytan onun ayrılmaz bir dostu olurdu.[10] Bu durumdaki bir insan ahireti kabul etmez, öldükten sonra dirileceğini ve yaptıklarından dolayı hesap vereceğini aklına bile getirmezdi.
Çürümüş Kemikleri Kim Diriltecek?
Allah Rasûlü ise herkesin öleceğini ve bütün ölülerin bir gün diriltilerek hesaba çekileceğini söylüyordu. Bu onlara göre aklın alacağı, kabul edilebilir bir şey değildi. Binlerce yıl evvel ölmüş, kemikleri dahi yok olmuş insanlar nasıl dirilecekti?
Eline çürümüş bir kemik alan Übeyy b. Halef, Peygamberimizin karşısına çıktı ve kendinden gayet emin bir şekilde sordu:
- Ey Muhammed! Sen Allah’ın şu çürümüş kemiğe yeniden can vereceğini mi söylüyorsun?
Efendimiz hiç tereddüt etmeden cevap verdi:
-Evet, bunu ben söylüyorum.
Übeyy kemiği ufalamaya ve tozlarını Peygamberimize doğru üflemeye başladı. Sonra alaycı bir şekilde yeniden sordu:
- Şimdi Sen bunun dirileceğine gerçekten inanıyor musun? Biz ölüp kemiklerimiz bu hale geldikten sonra bizim yeniden hayat bulacağımızı mı söylüyorsun? Bunu kim yapacak, Allah mı bizi yeniden diriltecek?
Übeyy ve arkadaşları gülüyor, Efendimizle alay ediyorlardı.
Allah Rasûlü, Übeyy’in suratına baktı ve şu cevabı verdi:
- Evet, Allah seni öldürecek, bu kemik gibi olduktan sonra yeniden diriltecek ve cehennemine sokacak.
Allah celle, Übeyy ve onun gibilere Yâsin Sûresi’nin son kısmında bulunan şu ayet-i kerimelerle cevap verdi:
“İnsan kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmüyor mu? Bir de bakıyorsun ki, apaçık bir düşman kesilmiş. Kendi yaradılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: ‘Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyor. De ki: ‘Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek.’ Çünkü O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.”[11]
Aranızda Bir Ömür Yaşadım, Hiç Düşünmüyor musunuz?
Hayatı yalnızca bu dünyadan ibaret gören,[12] lüks ve rahat içinde yaşayan, hevâ ve heveslerine göre bir ömür sürmek isteyen Kureyş’in ileri gelenleri İslam Peygamberi’ne karşı acımasızca saldırıya geçtiler.
Mekke’nin önde gelenleri Sevgili Efendimizi akıl hastası olmakla[13], şairlikle[14], kâhinlikle[15], büyücülükle[16] suçluyorlardı. Onlar Peygamberimizin Mekke’nin birlik ve beraberliğine kasteden bir bozguncu olduğunu, yalan söylediğini[17] anlatarak hem O’nu üzmeye hem de insanlara ulaşmasına mani olmaya çalışıyorlardı. Kureyşlilere göre peygamber insan olamazdı.[18] Ayrıca O bir peygamber ise onun yanında bir melek gezmeli ve insanlara gözükmeliydi.[19] Peygamberin mucizeleri, gayba dair haberleri, hazineleri olması gerekmez miydi?[20] Muhammed aleyhisselam, Allah celle’yi onlara göstermedikçe iman etmeyeceklerdi.[21]
Kur’an onların bu iddialarını tek tek çürüttü. Kırk yaşına kadar aralarında yaşayan, hiç yalan söylediğini görmedikleri, ağzından bir şiir işitmedikleri, kâhinliğe büyücülüğe dair hiçbir bilgisi olmadığını çok iyi bildikleri Yüce Rasûl’e nasıl da saldırıyorlardı? Peygamber’e “el-Emin” lakabını onlar vermemiş miydi? İnsanoğlu ne kadar zalim ve nasıl da nankördü?
“Bundan önce aranızda bir ömür yaşadım. Hiç düşünmüyor musunuz?”[22]
Bütün İnsanları ve Cinleri Toplayın
Düşünmüyor ve acımasızca saldırıyorlardı. Kur’an-ı Kerim’e yönelik itirazlarının da elle tutulur, ciddi bir yanı yoktu. Onlara göre Kur’an Arapça olmamalı, tek bir defada indirilmeli,[23] içinde hoşlarına gitmeyen, keyiflerini kaçıran hükümler bulunmamalıydı.[24] Kureyşliler kendilerine neden vahiy gelmediğini sorguluyor, gökten her birine özel sayfalar gönderilmesini bekliyorlardı.[25] Onlara göre Kur’an, Muhammed aleyhisselam’ın uydurduğu[26] ya da başkası tarafından kendisine öğretilen bir kitap[27] veya bir büyü[28] ya da eskilerin masallarıydı.[29] Allah tarafından indirilmiş olamazdı.
“De ki: Eğer tüm insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak amacı ile bir araya gelseler, ne kadar birbirlerine yardım etseler de onun bir benzerini ortaya koyamazlar.”[30]
“Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’an’ın Allah sözü olduğunda kuşkunuz varsa, onun bir suresinin benzerini de siz ortaya koyun. Hatta Allah’tan başka güvendiğiniz ne kadar yardımcınız varsa onları da çağırın. Evet, iddianızda samimi iseniz bunu yapın.”[31]
Onlar Kur’an’ın benzerini getirmek bir yana Kur’an mucizesi karşısında aciz kaldılar. Dilleri tutuldu, konuşamadılar, onun etkisini üzerlerinden atamadılar, geceleri Efendimizin evinin çevresinde gizlenerek Kur’an dinlemeye çalıştılar. Kur’an’a hayran oldular ama yine de inkâr ve isyan ettiler.[32] Zira nefislerine söz geçiremediler. Ne iddialarının ne de itirazlarının bir ciddiyeti vardı. Ama Rasûl’e muhalefetten vazgeçmediler. Onun davetini, yüce mesajını engellemek için her yola başvurdular. Önce Allah’ın Sevgili Rasûlü ve müminlerle alay ettiler.
Kaleme ve Yazdıklarına Yemin Olsun
Efendimizi deli olmakla itham ediyor, ona cinlerin musallat olduğunu söylüyorlardı. Peygamberimizi gördüklerinde “İşte Abdülmuttaliboğullarının göktekilerle konuşan oğlu!” diye alay ediyor, Allah Rasûlü’nün cinnet geçirdiğini iddia ediyorlardı. Kur’an-ı Kerim onlara layık oldukları cevabı veriyor, Efendimize ise sabırlı olmasını telkin ediyordu.
“Hanginizin deli olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler.”[33]
Sizin arkadaşınız deli değildir.[34] Kırk yaşına kadar sizin aranızda yaşamış, kendisinde hiçbir tuhaflık, delilik eseri görülmemiş birine bunları nasıl söylersiniz?
“Nûn. Kaleme ve yazdıklarına yemin olsun ki sen Rabbinin nimeti sayesinde mecnun değilsin. Senin için bitip tükenmez bir mükâfat vardır.”[35]
Aslında onlar Allah Rasûlü’nün deli olmadığını çok iyi biliyor, fakat onun mesajından, davasından oldukça rahatsız oluyorlardı. Efendimizden o derece nefret ediyorlardı ki; “Kur’ân’ı işittiklerinde, o kâfirler neredeyse seni gözleriyle yıkıp devireceklerdi. ‘O delinin biri’ diyorlardı.”[36]
Peygamber Efendimizden önce de nice peygamberler gelmiş, onların hepsi de büyücü ya da deli olmakla suçlanmışlardı.[37]
O Gaybı Biliyor mu?
Müşrikler ilk Müslümanların fakirliği ve kimsesizliğiyle de alay ediyor, “İşte Muhammed’in arkadaşları! Allah içimizden bunlara mı hidayet verdi? Muhammed’in getirdiği şeylerde bir hayır olsaydı, önce biz O’na iman ederdik, bunlar önümüze geçemezlerdi.” diyorlardı. [38]
Demircilikle meşgul olan ilk Müslümanlardan Habbab b. Eret, müşrik liderlerden Âs b. Vâil’in bir işini yapmış, ücretini istediğinde ise şu ifadeyle karşılaşmıştı:
“Muhammed’i reddetmedikçe borcunu ödemeyeceğim.”
Habbab, “Allah’a yemin ederim ki sen ölüp tekrar dirilinceye kadar onu asla inkar etmem.” deyince Âs, gerçekten ben ölüp tekrar dirilecek miyim, diye sordu.
Habbab evet, deyince Âs onunla şöyle alay etti:
“Öyleyse benim orada malım ve evladım olacaktır. O zaman sana olan borcumu öderim.”
Allah celle, Habbab ve arkadaşlarına moral verirken Âs b. Vâil ve onun gibiler hakkında şöyle buyurdu: “Ayetlerimizi inkâr edip, bana elbette mal ve çocuklar verilecektir, diyeni gördün mü? O gaybı mı biliyor, yoksa Rahman’dan bir söz mü almış? Hayır, öyle bir şey yok. Onun söylediklerini yazacağız ve uğrayacağı azabı alabildiğine arttıracağız.”[39]
Hutame’nin Ne Olduğunu Biliyor musun?
Onlar Rasûl-i Ekrem’in ve Müslümanların morallerini bozmak amacıyla son derece seviyesiz ve ahlaksızca hareketler yapıyorlardı. Cumahoğulları kabilesinin lideri Ümeyye b. Halef, Allah Rasûlü’nün arkasından dedikodu yapıyor, Efendimizi gördüğünde ise insanların ortasında kaş göz işaretleri yaparak O’nu küçük düşürmeye, yaralamaya çalışıyordu. Allah celle Sevgili Rasûlü ve müminlerle alay eden bu alçak adamı cehennemle müjdeleyerek şöyle buyurdu:
“İnsanları dilleri ile arkalarından çekiştiren ve kaş göz hareketleri ile onları aşağılayanlara yazıklar olsun! Ki onlar malı biriktirip yığar ve onu sayıp durur. Malının kendisini ölümsüzleştireceğini zanneder. Hayır; andolsun o, ‘hutame’ye atılacaktır. Hutame’nin ne olduğunu biliyor musun? O, Allah’ın yüreklere kadar işleyen tutuşturulmuş ateşidir.”[40]
Üzülme
Allah’ın sadık ve sevgili kulu, halkı iman etmiyor diye neredeyse kendini helak edecekti.[41] Kavminden işittiği sözler yüreğini yakıyor, canını sıkıyordu. Rabbi ise ona üzülmemesini, davetine devam etmesini söylüyordu.
“İnkarcıların sözleri seni üzmesin. Çünkü izzet ve şeref tamamıyla Allah’a aittir.”[42]
“Sana emredileni açıkça söyle! Müşriklere aldırma! Elbette biz seninle alay eden o müşriklerin hakkından geliriz. Onlar Allah’tan başka bir ilah daha kabul edenlerdir. Ama yakında başlarına gelecekleri öğrenecekler. Onların söyledikleri yüzünden canının sıkıldığını elbette biliyoruz. Ama sen, Rabbini hamd ederek tesbih et ve secde edenlerden ol. Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et.”[43]
Kafirler Hakk’ın sesini kısmak, İslam nurunu söndürmek amacıyla canla başla mücadele ediyorlardı. Ama onlar çaresizdi. Hakk geldikten sonra batıl yerinde duramazdı.
“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Fakat kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.”[44]
Bu, Allah celle’nin kanunuydu. Allah yolunda mücadele edenler, insanları Hakk’a çağıranlar elbette zafere ulaşacaklardı.
“Allah, Ben ve peygamberlerim mutlaka galip geleceğiz, diye yazmıştır. Gerçekten de Allah sonsuz kuvvet ve karşı konulmaz kudret sahibidir.”[45]
Kafirlerin sonu ise hem dünyada hem de ahirette hüsran olacaktı. Onlar dünyada müminlerle alay etmiş, gülüp eğlenmişlerdi. Şimdi sıra müminlerdeydi.
“Dünyada, kafirler iman edenlere gülerlerdi. Yanlarından geçerken kaş göz oynatırlardı. Ahbaplarının yanına dönerken de eğlenerek dönerlerdi. Müminleri gördüklerinde ise: İşte bunlar sapıklar, derlerdi. Oysa onlar müminlere gözcü olsun diye gönderilmemişlerdi. Bugün de iman edenler o kafirlere gülerler. Hem de koltuklara kurulmuş, onları seyrederken! Nasıl, buldu mu o kafirler ettiklerini?” [46] Elbette buldular.
Davanın Hatırı İçin
Mevcut sistemlerin devamından yana olan, insanları sömüren müstekbirler, İslam davetçisini susturmaya, ezip yok etmeye çalışacaklardı ancak ne kadar kuvvetli olurlarsa olsunlar davaya zarar veremeyeceklerdi. Davetçi hak etmediği pek çok hakareti duyacak, ciğeri beş para etmez adamların alaycı sözlerine, aşağılayıcı hareketlerine katlanacaktı. O davasının hatırı için sabretmeli, yoluna devam etmeliydi. Rabbinin yolunda olduktan sonra insanların düşüncelerinin, atılan iftiraların önemi var mıydı? Yeryüzünde zulmü ortadan kaldırmayı hedefleyen bir mücahidin karşısında zalimler elbette olacaktı. Allah’a çağıran ve salih amel işleyen bir yiğidin karşısında kim, nasıl durabilirdi?
[1] Kaf 50/ 1-2.
[2] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, I, 200; Belâzurî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, 123.
[3] Kasas 28/57
[4] İbn Hişam, Sîre,I , 337-338; İbn Esir, Kâmil, II, 63-64.
[5] Müslim, Fedailu’s-Sahabe 45-46.
[6] Halebî, İnsânu’l-Uyûn, I, 301.
[7] Maide 5/104.
[8] Câsiye 45/23.
[9] Enâm 6/148.
[10] Zuhruf 43/36.
[11] Yâsin 36/77-79; İbn Hişam, es-Sîre, I, 387; Belâzurî, Ensabu’l-Eşraf, I, 137; Ebu’l-Fidâ, III, 581.
[12] Câsiye 45/24.
[13] Kalem, 68/51.
[14] Enbiyâ 21/5.
[15] Hakka 69/42.
[16] Sâd 38/4.
[17] Kamer 54/25-26.
[18] Yasin 36/15; Müminun 23/33.
[19]Enâm 6/8; Furkan 25/7.
[20] Enâm 6/37; Hûd 11/12-15.
[21] Furkan 25/21.
[22] Yunus 10/16.
[23] Furkan 25/32.
[24] Yunus 10/15-16.
[25] İsra 17/93.
[26] Secde 32/3.
[27] Nahl 16/103.
[28] Ahkâf 46/7; Enâm 6/7.
[29] Nahl, 16/24; Furkan, 25/5.
[30] İsrâ 17/88.
[31] Bakara 2/23.
[32] Halebî, İnsânu’l-Uyûn,,I,462; Zehebi, Tarihu’l-İslam, 160-161.
[33] Kalem 68/5-7.
[34] Tekvir 81/22.
[35] Kalem 68/1-3.
[36] Kalem 68/51.
[37] Zâriyât 51/52.
[38] Ahkâf 46/11.
[39] Meryem 19/77-79.
[40] Hümeze 104/1-7.
[41] Şuara 26/3.
[42] Yunus10/65.
[43] Hicr 15/94-99.
[44] Saf 61/8.
[45] Mücadele 58/21.
[46] Mutaffifin 83/29-36.
1