Safa Tepesi’nden Sonsuzluğa Dâru’l-Erkâm – Dâru’l-İslam

0 Üye ve 3 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Arif Arslaner

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: A'raf şehri
  • 4502
  • +1462/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Sen, Seni Sevdiğinle Bil Ey Can! "O" Seninledir.
    • Uyanan Gençlik
Erkâm b. Ebî’l-Erkâm

İslam’ın nuru gönülleri aydınlatıp, fazilet sahibi gençler bu nura tabi olduklarında şehri yönetenleri büyük bir telaş ve korku sardı. İnsanları kula kulluktan, zulüm ve baskı altında ezilmekten kurtarmaya çalışan özgürlük dini, Kureyş’in sahte tanrılarına kıymet vermiyor; köle düzenini yıkmayı hedefliyordu. Kureyş’in önde gelenleri yeni dinden, Müslümanlardan kin ve nefretle söz ediyor, bir yandan Sevgili Peygamberimiz ve arkadaşlarıyla alay ediyor, diğer yandan Müslümanları ve onlarla iletişim kuran insanları takip ederek İslam’ın yayılmasını engellemeye çalışıyorlardı. Şehirde şiddetli bir korku ve baskı havası hâkimdi.

Sa’d b. Ebî Vakkas ve arkadaşlarının şehrin dışında gizlice namaz kılmalarına rağmen müşrikler tarafından takip edilmeleri ve tarafların kavgası sonucunda kan dökülmesi gerginliği büsbütün artırmıştı. İşte tam bu sırada Kureyşli bir delikanlı Efendimizin huzuruna çıktı.

Erkâm b. Ebî’l-Erkâm Müslüman olduğunda 17-18 yaşlarındaydı.[1] O, Kureyş’in güçlü ailelerinden Mahzumoğullarına mensuptu. Ümmetin firavunu olarak bilinen Ebû Cehil ve Kureyş’in kudretli lideri Velid b. Muğire bu ailedendi. İslam’ın ve Sevgili Efendimizin azılı düşmanı olan bu aileden bir gencin Müslüman olması ne güzel bir hadiseydi! O, Mekke sokaklarında esen şiddet rüzgarlarına, ailesinin Peygamberimiz hakkındaki olumsuz sözlerine değil yüreğinin sesine kulak vermiş ve Müslüman olmuştu.

Dâru’l-Erkâm

Erkâm Müslüman olduktan hemen sonra Efendimizin huzuruna gelerek evini, Allah ve Rasûlü’nün hizmetine tahsis etmek istediğini söyledi. Sevgili Peygamberimiz, Erkâm’ın bu fedakarlığından çok memnun oldu. Zira Müslümanların gizli bir şekilde toplanabilecekleri, birlikte namaz kılabilecekleri, yeni nazil olan ayetleri öğrenebilecekleri, insanları İslam’a davet edebilecekleri bir mekana, bir eğitim merkezine ihtiyaçları vardı. Mekke’de tüm bunların gizlice yürütülebileceği en uygun yer ise Safa Tepesi’nin eteğinde bulunan Erkâm’ın eviydi.

Her şeyden önce Erkâm b. Ebî’l-Erkâm’ın Müslüman olduğunu kimse bilmiyor, Erkâm inancını gizli tutuyordu. Bu durumda onun evinin Müslümanların toplantı yeri olduğunu kimse bilemezdi.   Ayrıca Efendimiz aleyhisselam’ın ailesi olan Haşimoğulları ile Erkâm’ın ailesi arasında cahiliye devrine uzanan bir rekabet vardı. Bu rekabet İslam’ın ortaya çıkışından itibaren yerini düşmanlığa bırakmıştı. Mekke’deki başka bir evin değil, Ebû Cehil’in sülalesinden bir delikanlının evinin İslam davetinin merkezi olacağı kimsenin aklına gelemezdi.

Erkâm, Müslüman olduğunda henüz çok gençti. İslam davetinin merkezinin belirlenmesinde bu kadar genç bir kimsenin öne çıkması, Allah Rasûlü’nün, Hz. Ebû Bekir ya da Ebû Ubeyde b. Cerrah gibi sahabilerin değil de Erkâm’ın evini tercih etmesi müşriklerin tahmin edebileceği bir şey değildi.

Erkâm’ın evi Mekke’de toplanılabilecek ve okul olarak kullanılabilecek en uygun mekandı. Zira insanların yoğun olarak kullandığı bir yol üzerindeydi. Evden Kâbe’ye dört ayrı yoldan gidilebiliyordu. İnsanlar Erkâm’ın evine rahatlıkla ulaşabiliyor, bir tehlike halinde değişik yolları kullanabiliyordu. Ayrıca bu kadar kalabalık bir yol üzerinde bulunan eve kimin girip çıktığı kontrol edilemezdi. Böylece gerek Müslümanlar,  gerekse misafirler rahatlıkla Efendimizle buluşup onunla sohbet edebiliyorlardı. Evin geniş salonu müminlerin cemaatle namaz kılmalarına, Rasûlullah’tan birlikte ders almalarına imkan sağlıyordu.[2]

 Omuz Omuza

Allah Rasûlü’nün Dâru’l-Erkâm’daki mübarek ders halkasında her yaş grubundan insan vardı. Ancak İslam’a omuz veren ve Erkâm’ın evinin müdavimi olanların çoğu, Kureyş’in faziletli gençleriydi. Bu gençler Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir tarafından özenle seçilmiş, davayı taşıyabilecek; yürekleri bir ömür boyu ulvi davaları için atacak; gerektiğinde canlarını, mallarını seve seve ortaya koyabilecek yüce şahsiyetlerdi. Onlar sır taşıyabilen, disiplinli ve liderlerinin emirlerine noktasına kadar bağlı gençlerdi. Erkâm’ın evinde yetişen nesil, aldıkları eğitim sayesinde tarihin gördüğü en acı işkencelere direnmiş; ailesinden, dünyaya ait her şeyden kopabilmiş; yeri geldiğinde vatanından, yeri geldiğinde canından vazgeçebilmiş mükemmel bir nesildi.

Makamından, mevkisinden, servetinden vazgeçen Hz. Ebû Bekir, ateşlerin içine atılan Habbab b. Eret, kayaların altında ezilen Bilal b. Rebah, annesinin sevgisinden ve servetinden mahrum edilen Mus’ab b. Umeyr, canlarını dinleri için feda eden Yasir ailesi ve daha niceleri bu evde öğretmenlerin en güzeli tarafından yetiştirilmişti.

Bu evde insanlar zengin-fakir, hür-köle gibi ayrımlara tabi tutulmadı. Dışarıda insanları ailesine, servetine, gücüne göre sınıflandıran vahşi bir dünya vardı. Ancak bu evin içinde Ebû Bekir köle Bilalle, Abdurrahman b. Avf fakir ve kimsesiz Ammar b. Yasirle, Musab b. Umeyr yaban ellerden gelen Süheyb-i Rumî ile aynı safta omuz omuza, bir ve beraberdi.

Erkâm’ın evinde sadece Haşimoğulları değil, Mekke’deki bütün ailelerden insanlar vardı: Ebû Bekir ve Talha Teymoğullarından, Hz. Osman Ümeyyeoğullarından, Ebû Ubeyde b. Cerrah Harisoğullarından, Abdurrahman b. Avf Zühreoğullarından, Said b. Zeyd Adiyoğulllarından, Ebû Seleme ve Erkâm Mahzumoğullarından, Osman b. Maz’un Cumahoğulllarından, Mus’ab b. Umeyr Abduddaroğllarından, Cafer b. Ebî Talib ve Ubeyde b. Haris Haşimoğullarındandı. Ayrıca Mekke’ye dışarıdan gelmiş Mikdad b. Esved, Yasir b. Amir ve Süheyb-i Rumi gibi kimseler, Bilal-i Habeşi gibi köleler vardı. Âdeta Mekke’deki tüm kesimler bu evde temsil ediliyordu. Bu güzel insanlar öğrendiklerini yaşıyor, yaşadıkları ve kendilerini yücelten güzellikleri yakınlarına, çevrelerine tebliğ ediyorlardı. Mekke’de okuma yazma bilen insanların yarısı Erkâm’ın evinde, Efendimizin yanındaydı.[3] Onlar nazil olan ayetleri yazan ilk vahiy katipleriydi.

İslam Davetinin Merkezi

Erkâm’ın evi Efendimizin ashabına İslam’ı anlattığı, namaz kıldırdığı, yeni nazil olan ayetleri okuduğu bir eğitim merkezi, ayrıca İslamî mücadelenin koordine edildiği bir karargâh ve davet yeriydi. Allah celle’nin yüreğini İslam’a açtığı, hidayeti nasip ettiği güzel insanlar burada Rasûlullah ile buluşup kelime-i şehadet getirmişti.  Ammar b. Yasir Müslüman oluş hikayesini şöyle anlatıyor:

Dâru’l-Erkâm’ın kapısı önünde Süheyb b. Sinan er-Rumi’ye rastladım. O sırada Efendimiz içerideydi. Süheyb’e ne yapmak istiyorsun, burada ne işin var, diye sordum. O da bana, ya sen ne diye buradasın, diye sorunca ben Muhammed’in yanına girip sözlerini dinlemek istiyorum, dedim. O da aynı şeyleri söyleyince birlikte içeri girdik. Rasûlullah bize İslam’ı anlattı ve bizi Müslüman olmaya çağırdı. Biz de hemen Müslüman olduk. Akşam oluncaya kadar orada bekledikten sonra gizlice dışarı çıktık.[4]

Bu rivayet İslam’ın ilk günlerinde davetin ne derece dikkat içinde yürütüldüğünü ve Erkâm’ın evinin İslam davetindeki yerini göstermektedir. Erkâm’ın evi İslam daveti için bir dönüm noktasıdır. İlk Müslümanlar, Efendimizin Dârul-Erkâm’a girmesinden önce Müslüman olanlar ve Erkâm’ın evinde Müslüman olanlar diye iki kısma ayrılmışlardır.[5]

Kur’an Nesli

Bu evde Müslüman olanlar veya daha önceden Müslüman olup da bu evde Efendimiz tarafından terbiye edilen sahabiler Kur’an-Kerim’in” es-sabikûn el-evvelûn” diyerek övdüğü yeryüzünün en seçkin insanları, İslam davasının öncüleridir. Onlar Rasûlullah’ın Kur’an ile terbiye ettiği, Kur’an ayetlerini okuyan, okuduğunu anlamaya çalışan, anladığını hayatına geçiren kimselerdir. Onlar yanlışları vahiy tarafından düzeltilen, Rahman’ın müdahalesiyle oluşan Rabbanî bir topluluktur. Bir ayet işittiklerinde onların sözü “İşittik ve itaat ettik.” olmuştur. Onlar gecelerini namaz kılarak, Kur’an okuyarak geçiren, gecelerin abidleri gündüzlerin mücahidleridir. Onlar insanlığın özlemini duyduğu fedakarlık tabloları, vahyin inşa ettiği İslam cemaati, Kuran neslidir.

Kur’an’ın yetiştirdiği insanlar hayata, dünyaya farklı bakarlar. Bu çağın insanlarının onları anlaması kolay değildir. Dâru’l-Erkâm’ın yetiştirdiği Âmir b. Füheyre sırtından mızraklandığı ve şehid olduğu sırada “Kâbe’nin Rabbine andolsun ki kazandım!” diyordu. Kûfe’de başından yara alan ve yere düşen Ali Efendimiz de “Kâbe’nin Rabbine andolsun ki kazandım!” diyordu. Abdullah b. Mesud Kâbe’nin hemen yanında yerlerde sürüklenip dayak yediğinde ve vücudu kana boyandığında “Bu müşriklerin ne kadar zayıf olduğunu şimdi anladım.” diyordu. Ammar anne ve babası gözü önünde vahşice şehid edildiğinde onların şehadetine değil onlar gibi olamadığına yanıyordu. Bilal vefat ederken gözlerinin içi gülüyor, yarın sevdiklerimle buluşacağım diyerek sevincini anlatıyordu.

Onlar Allah’a gerçekten iman etmiş, ahiret bilincine sahip dava erleriydi. Onlar için bu dünya ahiretin tarlasıydı. Esas olan Rabbin huzuruna Peygamberle varabilmek ve sonsuz bir hayatı Peygamberle geçirebilmekti.

Dâru’l-Erkâm’ın Öğretmeni

Onların öğretmeni öğretmenlerin en yücesi, en güzeli, insanlığın efendisi Peygamber aleyhisselam’dı. Böyle güzel bir nesil ancak bu kadar yüce bir muallimin eseri olabilirdi. Dâru’l-Erkâm’ın öğretmeni, öğrencilerine en güzel örnekti. O anlattıklarını önce ve güzelce kendisi yaşardı. O sabahlara kadar ibadet eden, insanların ortasında hakkı cesurca haykıran, aç susuz kalan, bayıltılıncaya kadar dövülen, cihad meydanında ön safta olan, yanındakiler terk etse dahi meydanı boş bırakmayandı. O, Allah’ın üzerine yemin ettiği, yüce ahlakın sahibi, Rabbinin sevgilisiydi. Dâru’l-Erkâm’ın talebeleri İslam mücadelesinin hiçbir yerinde O’nun kendilerine emirler yağdırıp kenarda bir köşede durduğunu görmemişlerdi. Onlar hayır yarışında O’nu hep önlerinde bulmuş ve peşinde olmuşlardı.

Dâru’l-Erkâm’ın öğretmeni kadar öğrencilerini seven, onlar için gözyaşı döken başka bir öğretmen var mıydı? O bir arkadaşının şehadetinden yıllar sonra bile onu unutmaz, gözleri yaşarır, kardeşlerini hayırla yâd ederdi. O, işkence altındaki ashabına güç veren, onlara güven aşılayan, bir an bile tereddüt ve paniğe düşmeyendi. O, işkence gördükten sonra bile yanındakilere moral verir, güzel günlerin yakın olduğunu müjdeler, “Biraz daha sabır.” derdi. Karnına taş bağlayıp kayaları parçaladığında bile yanındaki aç susuz arkadaşlarına kararlı bir şekilde bakar, “Ben göremeyeceğim ama siz Suriye’yi, Yemen’i, İran’ı fethedeceksiniz.” der, korku dağlarını yok ederdi.

O’nun kadar samimi ve sabırlı bir muallim var mıydı? O hiç kimsenin kalbini kıramaz, üzerindeki elbiseyi bile arkadaşlarına hediye ederdi. Yok ya da olmaz dediğini duyan olmuş muydu? Bir müşriği defalarca İslam’a davet eder; yanındakiler yorulur, o ise anlatmaya, bir insanı kazanmak için irşada devam ederdi.

O, Rabbine güvenen ve insanlardan hiçbir şey beklemeyendi. O’nun hiçbir dünyevî talebi, arzusu olmamıştı. O, talebelerine sevgiyle yaklaşır, ücretini mükâfatını Allah celle’den beklerdi.

 Yeniden Dâru’l-Erkâm

Elbette ki öğretmeni Rasûlullah, kitabı Kur’an olan bir nesil en güzel nesildir. Bu neslin yetiştiği ev, evlerin en güzeli, İslam’ın evidir. Öyleyse bizim evlerimiz de İslam’ın evi olmalı, Erkâm’ın evi gibi olmalı değil midir? Anne-babanın ve çocukların Müslüman olmasına rağmen evlerinin İslam’a yabancı olması, evde İslami bir hayatın olmaması ne kadar acıdır? Erkâm’ın evi Kur’an ve Efendimizle İslam’ın evi olmuştur. Kur’an elimizde, Sevgili Peygamberimiz ise sünneti ile aramızdadır. Şeytana hizmet eden programlar, nefsimizi azgınlaştıran araçlar kapatılmalı, yüce bir neslin inşası için Kur’an ve sünnete izin verilmelidir.

İçinde oturduğumuz evler, vakit geçirdiğimiz dernekler Erkâm’ın evi olmanın gayretini taşısın. Haftada bir yapılan dini dersler, arada bir Kur’an okumak bizi aldatmasın. Erkâm’ın evi gibi, okunan hep Kur’an konuşan daima Rasûlullah olsun. Öğretmen Muhammed aleyhisselam gibi, öğrenci Musab gibi Ali gibi olmanın derdiyle yanarsa, amaç yalnızca Allah rızası olur, sevgi ve samimiyetle kalplerimiz çarparsa işte o zaman sahabe ruhu yeniden dirilecek, altın bir nesil, Kuran nesli mutlaka gelecektir.

[1] Ahmed Önkal, Erkâm b. Ebü’l-Erkâm, DİA, XI, 305.

[2] Muhammed Emin Yıldırım, Dâru’l-Erkâm, 60-65.

[3] Belazuri, Fütûhu’l-Buldan,693.

[4] İbn Sa’d,Tabakat, III,227.

[5] M. Asım Köksal, Dâru’l-Erkâm, DİA, VIII, 520.