Bir Kızım Vardı
Üzüntüsü her hâlinden belli olan zavallı bir adam, yüreğinde artık taşıyamadığı derin acıyı Sevgili Peygamberimize anlatmaya başladı: “Ya RasûlAllah, biz cahiliye devrinde yaşamış insanlarız. Çok sevdiğim bir kızım vardı. Ne zaman ona seslensem sevinçle yanıma koşardı. Bir gün onu dışarı çıkardım. Çok uzak olmayan bir kuyunun yanına götürdüm ve kızımı kuyuya attım. Kızımın son çığlıkları hala kulağımdadır. ‘Babacığım beni buradan kurtar, kurtar beni!’ diye yalvarıyordu.”[1]
İslam’ın nuru parlamadan, âlemlere rahmet Yüce Nebi gönderilmeden önce Araplar, kız çocuklarına değer vermezlerdi. Onlardan birine bir kız çocuğunun doğduğu müjdelendiğinde, bu kötü haber sebebiyle yüzü kapkara kesilir, insanlardan gizlenmeye çalışır, aşağılık bir şekilde kızını yanında mı taşıyacağını yoksa toprağa mı gömeceğini düşünür dururdu.[2] Kız çocukları ya doğar doğmaz diri diri toprağa gömülür ya da altı yaşına kadar bekletilirlerdi. Çocuk altı yaşına geldiğinde güzel elbiseler giydirilir, akraba ziyaretine götürüldüğü söylenir ve sonra babasının önceden kazdığı mezara süratle gömülürdü. Bazı çocuklar ise yine babaları tarafından ya uçurumdan atılır ya kuyuya bırakılır ya da boğazlanırdı.
Özellikle çölde yaşayan bedeviler tarafından uygulanan bu vahşete gerekçe olarak geçim sıkıntısı gösterilir, kızlar aile için yük sayılırdı. Savaş ya da baskınlarda kızlarının esir edilebileceğini ve cariye olarak satılacaklarını düşünerek namuslarını koruma bahanesi altında kızlarını öldürenler ve yine çocuklarını çirkin buldukları için katledenler de vardı. Geçim sıkıntısını bahane eden bazı Araplar erkek çocuklarını da öldürürlerdi.[3] Bu insanlar köpeklerini besler, çocuklarına kıyarlardı.
Hz. Hamza’nın Kızı
Nihayet İslam geldi. Diri diri gömülen kızların hakkını aramak, onlara merhamet eden babaları cennetle müjdelemek için geldi. Efendimiz aleyhisselam, kaza umresinden dönmek üzere Mekke’den yola çıktığında küçük bir kızın ‘amca, amca’ diye kendisine seslendiğini duydu. O, şehidlerin efendisi Hz. Hamza’nın kızıydı. Onu burada müşriklerin arasında bırakamazdı. Medine’ye götürdü. Fakat küçük Ümame’ye kim bakacaktı? Hz. Ali, Hz. Zeyd b. Harise ve Hz. Cafer b. Ebî Talib aralarında tartışıyor, her biri bu kıza kendisinin bakması gerektiğini söylüyordu. Efendimiz onlar arasında hakem oldu ve çocuğu Hz. Cafer’e verdi. Cafer o kadar sevindi ki hemen sıçrayıp tek ayağı üzerinde sekmeye başladı.[4] Oysaki Araplar kısa bir süre öncesine kadar öz kızlarına dahi yaşama hakkı tanımıyorlardı. İslam ne büyük bir mucizeydi.
Bugün Müslümanlar arasında bile kızlarını boynu bükük bırakan, oğluna gösterdiği ilgi ve sevgiyi kızına lüzumsuz gören, kucağına oğlunu alıp kızından yüz çeviren pek çok insan var. İşini, mevkiini, çeşitli meşguliyetlerini bahane göstererek çocuklarına vakit ayırmayan milyonlar ise meselenin bir başka yönü. Ümmetin çocuklarının Somali’de, Gazze’de ve dünyanın pek çok bölgesinde açlıktan ölmelerine kayıtsız kalanların sayısı hiç de az değil. Bu da bizim nebevî hayata yabancılığımızın, Cafer’in dünyasına olan uzaklığımızın acı bir sonucu.
Cahiliye’nin Ahlakı Yoktur
Cahiliye toplumunda ahlakî güzellikler kaybedilmiş, hayâ ve iffet duygusu adeta yok edilmişti. Öyle erkekler vardı ki hanımlarını zengin ve asalet sahibi kimselere gönderiyor, eşlerinin bu adamlarla zina etmesini istiyor ve bunu sadece doğacak çocuğun asil olması için yapıyorlardı. Yine bu devirde on kadar erkek bir kadınla zina ediyor, kadın hamile kalıp çocuğunu doğurduğunda çocuğu bu adamlardan birisine nispet ediyordu. Zina eden ve bu şekilde geçimlerini sağlayan kadınlar kendilerini belli etmek üzere kapılarına bayrak asıyorlardı.[5] Bu devrin bazı zenginleri ise daha fazla para kazanmak amacıyla cariyelerini fuhuş yapmaya zorluyorlardı.[6] İnsanlar zinayı ayıp saymıyor, şiirlerinde bununla gurur duyuyorlardı.
Bugünün cahiliyesinde ahlakî çöküşün geldiği noktayı izaha gerek olmadığı ve dünyamızın nasıl bir felaketin içine düştüğü hepimizin malumu olsa gerek.
İçki ve kumar cahiliye insanının alışkanlık edindiği sıradan şeylerdi. Onlar su gibi içki tüketirlerdi. İçki satın alabilmek için Kâbe’nin kutsiyetini dahi çiğner, Kâbe’ye hediye edilen eşyaları çalar ve onları satarak şarap alırlardı.[7] Kumar masasına bütün malını mülkünü ve hatta ailelerini koyanlar masadan kalktıklarında her şeylerini kaybeden zavallılara dönüşürlerdi. Şarap ve kumar onlar için bir gurur sebebiydi.[8] İçki içmeyen, kumar oynamayan kimseler cahiliye toplumunda aşağılanır, hakarete uğrayarak dışlanırlardı.
Cahiliye İnsanı Kin Doludur
Cahiliye insanı yüreğinde kin ve nefret taşır. O savaşmak için küçük bahanelere sarılır. Savaşacak kimse bulamazsak kardeşimiz Bekiroğullarına saldırırız, diyerek şiddete olan çılgınca tutkusunu açığa vurur. Bir deve için, bir at yarışı için ya da bir adamın saçma sapan sözleri gibi basit sebeplerle çıkan savaşlar kırk yıl kadar sürer ve binlerce insanın yok yere ölümüne sebep olur.[9] Genç yaşta ölenler, geride kalan kadın ve çocuklar cahiliye insanını kan dökmekten bir türlü alıkoyamaz. Bu yok etme güdüsü, öfke ve nefret, nesiller boyu süren kan davaları günümüz insanına hiç de yabancı değildir.
Onların İlahları Hevâ ve Hevesleridir
Cahiliye devrinde insanlar âlemlerin Rabbi olan Allah’a değil, kendi elleriyle ağaçtan ya da taştan yaptıkları putlara taparlar. Her şehrin, her kabilenin ve hatta her evin kendine mahsus putları vardır. Tevhid’in sembolü olarak inşa edilen Kâbe’nin içinde ve çevresinde üç yüz altmış tane put bulunur.[10] Bu putlar Arap yarımadasındaki kabileleri temsil ederler. Hac ve umre amacıyla Mekke’ye gelenler putlara hediyeler, kurbanlar takdim ederler. Mekkeliler için putlar hem tanrı hem de ticarî bir malzemedir. Onlar putların Allah’ın kızları olduğunu ya da kendilerini Allah’a ulaştıracak araçlar olduğunu iddia ederler.[11] Fakat gerçekte putperestliğin hiçbir kökü yoktur.
Cahiliye insanı bir taşı bulup ona secde eden sonrasında ise daha güzel bir taş bulup eski ilahını terk eden kimsedir. Putun yanına gidip babasının intikamını almak için fal okları çeken, okların ‘hayır’ demesi üzerine onları puta fırlatarak “Senin babanı öldürselerdi böyle demezdin!” diyen adamın putuna ne kadar bağlı olduğu ortadadır.[12] Saf bir müşrikin putu için hazırladığı ziyafet sofrasından köpeklerin nasiplenmesini ve köpeklerin aynı putun üzerine pislediğini karnı aç olan köleler esefle seyrederler. Benî Hanife kabilesinin un ve hurmadan yaptığı putlarına önce ibadet ettikleri fakat sonra çıkan kıtlık sırasında ilahlarını nasıl yedikleri bilinmektedir.[13] Aslında onlar arzu ve heveslerini ilah edinmiş hayvanlardan daha aşağılık kimselerdir. Arapların taptığı pek çok put olmakla birlikte durumun vahametini göstermesi açısından İsaf ve Nâile’den kısaca bahsetmek yerinde olacaktır.
Rivayete göre İsaf ve Nâile birbirini seven iki gençti. Bunlar büyük bir saygısızlık işleyerek Kâbe’de zina etmek istemişler ve taş kesilmişlerdi. Âleme ibret olması ve bir daha hiç kimsenin Kâbe’ye saygısızlık etmemesi için bunlardan birini Safa tepesine diğerini ise Merve tepsine diktiler. Aradan geçen yıllarla birlikte bunların ne olduğu ve hangi sebeple buralara konulduğu unutuldu. Bir süre sonra insanlar bu putlara ibadet etmeye, önlerinde saygıyla eğilmeye başladılar.[14] İlahları bunlar olan zavallılardan ne hayır beklenir?
Biz Cahiliye Zihniyetine Sahiptik
Efendimizden önce yaşanılan hayatı en güzel ifade eden sahabe-i kiramın büyüklerinden Cafer b. Ebî Talib’dir. Mekkelilerin baskıları sebebiyle yurtlarını terk eden ve Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalan Müslümanlar Habeş hükümdarı Necaşi’nin huzuruna çıkarılırlar. Necaşi onlara kim olduklarını ve ülkesine neden geldiklerini sorduğunda Hz. Cafer söz alır ve şunları söyler:
“Ey hükümdar! Biz cahiliye zihniyetine sahip bir kavimdik. Putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalarımızla ilgilenmez, komşularımıza kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi.”[15]
Yakında Bir Peygamber Gelecek
Bu zifiri karanlığın içinde aydınlığı yakalamaya çalışan, kavimlerinin çirkin hallerinden uzak duran kimseler de vardır. Onlar putlara ibadet etmezler, kızların diri diri gömülmesine karşı çıkıp içkiyi ve kumarı haram bilirlerdi. Hz. İbrahim’in hak dinini yaşamaya çalışan bu kişilere ‘Hanif’ adı verilirdi. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Varaka b. Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Kuss b. Saide ve Ümeyye b. Ebî Salt başlıca haniflerdendi.[16]
Aşere-i Mübeşşere’den Said b. Zeyd’in babası olan Zeyd b. Amr çok yüce bir insandı. O putlar adına kesilen hayvanların etlerinden yemez, kavminin kötülüklerinden uzak dururdu. Ne zaman bir kız çocuğunun öldürüleceğini duysa hemen yetişir, kızın canını kurtarır ve büyüyünceye kadar onu himaye ederdi. O, İbrahim aleyhiselam’ın Rabbine iman eder, nasıl ibadet edeceğini bilmez, acziyetini dile getirerek secdeye kapanırdı.
En yakın akrabaları dahi kendisine işkence eder, onu Mekke’ye sokmaz, sürgünde yaşamaya mecbur ederlerdi. Zeyd hak dini aramak için diyar diyar dolaştı. Hristiyanları da Yahudileri de gördü. Ancak onlarda da aradığını bulamadı. Nihayet Belka’da bulunan bir papaz ona bir ömür boyu beklediği şu müjdeyi verdi:
“Sen öyle bir din arıyorsun ki sana o dini öğretebilecek bir kimse artık yoktur. Ancak senin geldiğin şehirde çok yakında bir peygamber çıkacaktır ve O, bu vakitler gelmek üzeredir.”
Bu muhteşem haberin heyecanıyla yollara düşen Zeyd, Mekke’ye çok yaklaştığı bir sırada bedeviler tarafından katledildi. Zeyd öldürüldüğünde Efendimiz aleyhisselam otuz beş yaşlarındaydı.[17]
Güneş Doğmak Üzere
Taif ile Nahle arasında kurulan Ukaz Panayırı’nda Arapların en meşhur hatibi kabul edilen Kuss b. Saide halka hitap ediyordu. Kızıl bir devenin üzerinde konuşan yaşlı adam, çok yakında gelecek Son Peygamber’in müjdesini veriyordu:
“Yemin ederim ki Allah katında bir din vardır ve şimdi içinde bulunduğunuz dinden daha hayırlıdır. Ve Allah’ın gelecek bir peygamberi vardır ki gelmesi pek yakındır. Gölgesi başımızın üzerindedir.
Ne mutlu o kimseye ki O’na iman eder, O da kendisine hidayet verir. O’na isyan ve düşmanlık edenlere eyvah, ömürleri gafletle geçen milletlere yazıklar olsun!
İnsanlar! Hani babalar, dedeler, atalar? Nerede soy sop? Hani süslü saraylar ve mermer binalar yükselten Âd ve Semud kavimleri? Hani dünya varlığıyla gururlanıp da ‘Ben sizin en büyük Rabbiniz değil miyim?’ diyen Firavun ve Nemrud? Onlar kuvvet ve servet olarak sizden çok daha üstün değil miydiler? Daha uzak emelleri, daha uzun ömürleri vardı, ne oldular?
Toprak onları değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp gitti. Evleri ıssız kaldı. Yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflete düşmeyin, onların yolundan gitmeyin. Her şey fani, bâki olan Allah. Ortağı ve benzeri olmayan Allah. Mutlak olan ve ibadete layık olan sadece Allah’tır.[18]
Kuss b. Saide’yi dinleyenler arasında Nebiler Sultanı Efendimiz de vardı. O cahiliye bataklığına saplanmayan tertemiz bir kimseydi. Çevresinde yaşanan kötülüklere bulaşmamış, bir kez olsun yalan söylediği duyulmamıştı. O, insanlığın iftihar tablosuydu. İnsanların sonsuz güvenine layık olmuş, tüm takdirleri üzerinde toplamıştı. Fakat artık yaşadığı bu şehir O’nu sıkıyor, çevresindeki çirkinlikler, Kâbe’deki putlar O’nu rahatsız ediyordu. Artık burada duramazdı. Yalnız kalmak, tefekkür etmek istiyordu. Şehrin dışındaki Hira Dağı hasretle onu bekliyordu. Nebiler Sultanı şehri terk ediyor, inzivaya çekiliyordu. Güneş doğmak üzereydi.
[1] Darimi, Sünen, Mukaddime 1.
[2] Nahl 16/58-59.
[3] M. Ali Kapar, ‘Mev’ûde’, DİA, XXIX, 491.
[4] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübra, IV,35-36.
[5] Buhari, Nikâh 36.
[6] M. Asım Köksal, Hz. Muhammed ve İslamiyet, I, 207.
[7] Halebi, İnsanu’l-Uyûn, I,56.
[8] Nedvi, Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti, 82.
[9] M. Ali Kapar,’Eyyamü’l-Arab’,DİA, XII,14-15.
[10] İbn Sa’d, II, 136.
[11] Bkz. Nahl 16/57; Zümer 39/3.
[12] İbn Kelbi, Kitabu’l-Esnam, 23
[13] Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi,I, 71.
[14] İbn Hişam, Sire, I,82-83.
[15] İbn Hişam, I, 336;
[16] İsmail Yiğit-Raşit Küçük, Hazreti Muhammed, 35.
[17] İbn Hişam, I,224-232; M. Asım Köksal, İslam Tarihi, II,199-203.
[18] Kasım Şulul, Son Peygamber,120-121; M. Ali Kapar,’Kus b. Saide’,DİA, XXVI,460.