Kuran_ı KERİM Tefsiri |ı|ı| Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır|ı|ı|

0 Üye ve 3 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Aşık-ı sadık

  • ****
  • Join Date: Kas 2008
  • Yer: İzmir
  • 840
  • +230/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Âşîk-ı sâdık
Kuran_ı KERİM Tefsiri |ı|ı| Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır|ı|ı|
« Yanıtla #205 : 08 Şubat 2009, 22:51:27 »
178-Kâfirlerin gururlarına gelince "Küfredenler, kendilerine mühlet verişimizi (hayır) sanmasınlar." Burada "imla", imhal (mühlet verme) ve müsaade etme mânâsınadır.

179-Şimdi Uhud olayının yönelmiş olduğu sonuca gelelim:

Ey Muhammed ümmeti Allah Teâlâ, halis müminleri o bulunduğunuz karışık hal üzere bırakmazdı. Öyle sebepler tertip edecekti ki, sonuçta pisi temizden, münafığı müminden ayıracak, farkettirecekti. Bu ayırmayı yapmak için Allah hepinizi gaybden haberdar kılacak değildi. Yani sizin hepinizi münafıkların kalblerinden haberdar etmek suretiyle onları ayırt ettirecek değildi. Ve fakat Allah Peygamberlerinden her kimi dilerse seçer, ona onu bildirir. Öteden beri ilâhî sünnet (âdet) budur. Muhammed Mustafa da böyle yapmıştır. Şu halde "Allah'a ve peygamberlerine inanın. Eğer inanır ve sakınırsanız, sizin için büyük bir mükâfat vardır." bundan önceki âyetlerde müminlere ahirete ait cezalar ile va'id (korkutma) gösterildiği gibi, bu âyette de münafıkların bozgunculukları meydana çıkarılıp rezil edilmek gibi dünyaya ait cezalarla va'd (müjde) leri gösterilmiş ve aynı zamanda müminlere büyük ecir müjdelenmiş ve İslâmi heyetin ıslahına ait mukaddimeler (prensipler) hazırlanmıştır ki, ahlak ve iktisad ile ilgili şu âyet de bu mukaddimelerdendir.

180- Göklerin ve yerin mirası yani selef (geçmiş)den halef (yerine geçen)e intikal edegelen mal ve diğerleri gibi gökler ve yerle ilgili miraslar yalnız Allah'ındır. Tek başına onun mülküdür. Bunlara miras yoluyla sahip olanların, gerçek mülkleri yoktur, o geçici, iğreti bir şeydir. Hepsi yok olur. Ancak gerçek sahip olan Allah'ın mülkü kalır. Şu halde bunları Allah'dan kıskanıp da Allah yolunda sarfetmek hususunda cimrilik edenler bunu düşünmeli ve ne büyük günah yaptıklarını anlamalıdırlar. Semâvî (göklere ait) miras, nübüvvet (peygamberlik), ilim... gibi yüksektir. Bundan şu anlaşılır ki, önce miras ilâhî bir kanundur. İkinci olarak "Allah'ın onlara lütfundan verdiği" yalnız mallara tahsis edilmiş değildir. Bir de burada bu süreyi takip edecek olan Nisâ Sûresi'nde gelecek miras âyetlerine bir çeşit hazırlık vardır.

Allah habîr (her şeyden haberdar) olduğu içindir ki:

Meâl-i Şerifi:

181- Allah, "Şüphesiz Allah fakirdir, biz zenginiz." diyenlerin lafını elbette duymuştur. Onların söylediklerini ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız ve şöyle diyeceğiz: "Tadın o yakıcı azabı!".

182- "Bu, kendi ellerinizin yapıp öne sürdüğünün karşılığıdır". Allah kullar(ın)a asla zulmetmez.

183- "Ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiç bir peygambere iman etmeyeceğimize dair Allah bize ahidde bulundu." diyenlere de ki: "Benden önce size bazı peygamberler açık belgelerle ve sizin dediğiniz şeyle geldi. Eğer doğru insanlarsanız, ya onları niçin öldürdünüz?"

184- Eğer seni yalanladılarsa, senden önce açık deliller, hikmetli sayfalar ve aydınlatıcı kitap getiren peygamberler de yalanlanmıştı.

185- Her canlı ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ecirleriniz size eksiksiz olarak verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı zevkten başka birşey değildir.

181-Burada Muhammed aleyhisselam'ın peygamberliği hakkında kâfirler tarafından münasebetsizce söylenen bazı şüphelerin ve itirazların nakil ve reddine başlanıyor:

"Andolsun ki Allah, 'Allah fakirdir, biz zenginiz' diyenlerin sözünü işitmiştir." Rivayet olunuyor ki Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir gün yahudilerin dersanelerine gitmişti. Baktı ki bir takım yahudiler Fenhas'ın başına toplanmışlardı. Ve bu Fenhas, yahudilerin âlim ve din adamlarından idi. Ebu Bekir: "Yazık ey Fenhas Allah'dan kork ve müslüman ol, vAllahi sen şüphesiz bilirsin ki Muhammed Allah'ın resulüdür, siz onu yanınızdaki Tevrat'da yazılmış bulursunuz." dedi. Fenhas: "VAllahi ey Ebu Bekir bizim Allah'a ihtiyacımız yok, o bize muhtaç. Ve biz ona, onun bize yalvardığı kadar yalvarmıyoruz, herhalde biz ondan müstağni (tok gözlü), daha zenginiz. O zengin olsaydı, arkadaşınızın sandığı gibi bizden borç almaya tenezzül etmezdi. O bizi faizden yasaklıyor ve bize ribâ vaad ediyor. Zengin olsaydı bize ribâ vermezdi." diye münasebetsizlikte bulundu. Bunun üzerine Ebu Bekir öfkelendi ve Fenhas'ın yüzüne şiddetli bir tokat vurdu ve dedi ki: "Nefsim yed (kudret)inde olan yüksek zata (Allah'a) kasem ederim ki, bizimle senin arandaki anlaşma olmasaydı boynunu vururdum ey Allah'ın düşmanı!". Bunun üzerine Fenhas Resulullah'a gidip: "Ey Muhammed bak arkadaşın bana ne yaptı?" diye şikâyet etti. Resulullah (s.a.v.) Hazreti Ebu Bekir'e: "Bu yaptığına sevkeden nedir?" diye sordu. O da: "Ey Allah'ın Resulü, büyük bir edepsizlikte bulundu, öyle sanıyor ki, Allah Teâlâ fakir ve bunlar daha zengin imişler. Bunu söyleyince Allah için kızdım ve yüzüne bir tokat vurdum." dedi. Fenhas: "ben böyle bir şey söylemedim." diye inkar etti. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ Hz. Ebu Bekir'i tasdik ederek bu âyeti indirdi. Bu rivayet İbnü Abbas, İkrime, Suddi, Mukatil ve İbnü İshak'tandır. Şu halde söyleyen bir iken, bu lakırtının diye topluluğa isnadı, onların da razı olmaları sebebiyledir.

Yahudi reislerinden Huvey b. Ahtab'ın, aynı şekilde İlyas b. Ömer'in: "Fakir zenginden borç para ister." dedikleri ve bazı yahudilerin Peygamberimizin huzuruna gelip: "Ey Muhammed Rabbin fakir mi ki kullarından borç istiyor?" sözünü söyledikleri de bir çok rivâyetlerle nakledilmiştir ki, hepsi aynı mânâya döner. Kur'an'ın edebî nezahetine uygun olamayacağından dolayı âyet söyleyeni tayin etmemiş ise de, anlattığı öldürme meselesinin yahudilere ait olduğu bilindiğinden, bunun da onlar tarafından söylendiği anlaşılmış olmaktadır.

Bu dediklerini yazacağız. Bu yazma, ya hakikati üzerinedir ki, iki şekilde düşünülebilir. Birisi: Amel pusulalarına, amellerinin sayfalarına kaydedeceğiz, defterlerine geçireceğiz demek olur. Ve gerçekten tartıya konacak olan amellerin sayfaları yazısını ifade eder. Çünkü bu yazı bildiğimiz bir yazı olmamakla beraber, hakikaten bir yazıdır. Nitekim gramofon plaklarına ve telsizler aracılıklarıyla seslerin tesbiti ve nakli bir yazıdır. Ve bugün fen ilimleri bakımından bilinmiştir ki, ses titreşimleri açıkta görüldüğü gibi hemen kayboluvermiyor. Fezada her tarafa yayılıp yazılıyor. Nerede bir alıcı bulunursa, hemen alınabiliyor. Bunların kâinatta genel elektrik cereyanları içinde nerelere kadar gittiği ve İlâhî Arş'ın altında daha ne şekiller kazanacağını bilemeyiz. İkincisi: Kur'ân'da yazacağız, tarihe geçireceğiz, göstereceğiz demek olur. Veyahut burada yazmak, cezası verilmek üzere ilâhî ilimde saklı kalıp unutulmamak ve ihmal olunmamak mânâsına mecaz veya kinayedir ki, bu mânâ dilimizde de meşhurdur. "Bunu yaz" deriz ki, "unutma, cezasını göreceksin" demektir. Şu halde "yazacağız" demek, "ihmal etmeyeceğiz, bunu unutmasınlar, cezalarına hükmedeceğiz" demek olur. İstikbal (gelecek zaman) siğası bu mânâda açıktır. Birinci mânâya göre de, gelecek zaman sigasiyle söylenmesi, tevbeye imkan bırakmak gibi bir nükteyi içine alır.

"Haksız yere peygamberleri öldürmeleri" "Mef'ûl-i maah" yerindedir ki, sözlerini bu fiilleriyle beraber, yani bu cinâyetin başına yazacağız mânâsını ifade ve çok büyük bir vaid ve tehdidi içine alır. Bu katl (öldürmey)i, bunların ecdad (dedeler)ı yapmış olduğu halde bunlara isnad edilmesi, bunların da bugün ona razı olarak cezasına iştirak etmekte bulunduklarından dolayıdır. Yani Hz. Yahya, Zekeriya ve diğerleri gibi peygamberlerin böyle haksız olarak öldürülmesinin suçu şahıslara değil, Yahudiliğin mahiyetine yüklenmiştir. Ve işte bu rıza ve bu izafet (yükleme) dolayısıyladır ki, bu âyet bunlar hakkında yalnız bir va'id ve tehditten ibaret olmayıp, Muhammed aleyhisselamın peygamberliğine karşı gösterdikleri küfrün ve öne sürdükleri şüphelerin ciddi olmadığını isbat ile kökünden kaldıran bir cevabı da içerir ki, bu cihet devamında ayrıca açıklanacaktır da. Çünkü yahudiler yalnız Hz. İsa gibi inkar ettikleri peygamberi öldürmeye kalkışmakla kalmamış, Hz. Zekeriya gibi vaktiyle peygamberliğini itiraf ve tasdik etmiş bulundukları peygamberleri de öldürmüşlerdir. Ve bir peygamberin öldürülmesi ise her halde haksız yeredir ve bir küfürdür. Demek olur ki, onlarca peygamberlik sabit olduktan sonra bile öldürme ve küfür gibi cinâyetleri onaylayanların ve Allah Teâlâya karşı, isterse şaka ve alay şeklinde olsun, "Allah fakirdir, biz zenginiz" demek cüretinde bulunanların, bir peygambere karşı ortaya atmaya uğraştıkları şüphelerin ve itirazların gerçekten kalblerini meşgul eden ilmî bir şüphe değil; sırf değişmez hakikatlara karşı inad ve kibirlenme yoluyla, zorbalık ve düşmanlık hissiyle ortaya atılmış bir ahlâksızlıktan ibarettir. Ve bunların gerçek cevabı, nasihat dinlemeyip kendilerini ateşe atmakta ısrar edenleri bırakıvermek gibi, söz ve fiillerinin korkunç sonuçlarına fiilî olarak atıvermek ve deyivermektir. Bunun için buyuruluyor ki, yazacağız ve yakıcı azabı tadınız diyeceğiz. Harîk "mü'lim" mânâsında "elîm" gibi, "müf'il" mânâsında "feîl" olarak "muhrik" mânâsına gelir ki, yakıcı cehennem azabı demek olur. "el-Harîk", cehennem tabakalarından bir tabaka diye de açıklanmıştır. Bununla birlikte harîk, dilimizde olduğu gibi ihtirak, yanış ve yangın mânâsına da geldiği için haydi yakmak istediğiniz fitne ve ihtilal yangınının azabını kendiniz tadınız bakalım demek de olabilir. Bu emrin hesap zamanında mı, yoksa ölüm zamanında mı verileceği hakkında iki rivâyet vardır.

182-Bu emir verilirken ilâhî adalet anlatılmak için şu da eklenecektir: Bu azab, önce kendi elinizle, yani kazanma gücünüzle yaptığınız sözlü, fiilî, i'tikâdî günahlar; bir de Allah Teâlâ'nın kullarına zulmedici olmaması sebebiyle ilâhî bir adalettir.

Çevrimdışı Aşık-ı sadık

  • ****
  • Join Date: Kas 2008
  • Yer: İzmir
  • 840
  • +230/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Âşîk-ı sâdık
Kuran_ı KERİM Tefsiri |ı|ı| Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır|ı|ı|
« Yanıtla #206 : 08 Şubat 2009, 22:51:54 »
183- Bu, yukardaki ya sıfat olarak merbut (bağlı)tur. Zemm (kınama) üzere nasb veya ref veya bedel olması da caiz görülmüştür. Bu âyetin iniş sebebinde rivâyet edilir ki, yahudi reislerinden Ka'b b. Eşref, Malik b. Sayf, Vehb b. Yahuza, Zeyd b. Manuh, Fenhas b. Azura ve Hüyey b. Ahtab gelmişler, Resulullah'a: "Sen, Allah Teâlâ'nın seni bize bir peygamber olarak gönderdiğini ve sana bir kitap indirdiğini iddia ediyorsun. Halbuki Allah Teâlâ bize, Allah tarafından gönderildiğini iddia eden bir peygamber ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe kendisine iman etmememize dair ahid vermiş, yani böyle emir ve tavsiye etmiştir. Şu halde sen bu mucizeyi gösterirsen seni tasdik ederiz." demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet indi. Bu ateşten maksad, gökten bir fışıltı ile inen bir nâr-ı beyza (beyaz bir ateş), kurbanı yemesi de yakıp ateş haline çevirmesi demek olduğu ve kurbanın kabulüne işaret olmak üzere böyle bir ateş ile yakması geçmiş peygamberler zamanında yaygın bulunduğu da naklediliyor. Fakat bu mucize olmadıkça bir peygamberin tasdik olunmaması, diğer deliller ve mucizelerin dikkat nazarına alınmaması hakkında yahudilere ilâhî bir ahdin bulunduğu iddiası, Hz. Peygamber'e iman etmemek için uydurulmuş bir yalan ve iftiradan başka bir şey olmadığı da muhakkaktır. Çünkü bunun gayesi, bir mucizesi olmasıdır. Ve Allah Teâlâ'nın sonsuz mucizeler yaratmaya kudreti de malumdur. Şu halde buna diğer mucizelerden fazla bir kıymet verilmesi ve bunun iman için ilk şart sayılması tam iftira olur. Bununla beraber bu kurban meselesinin bir müddet cereyan edip İsa'nın dili ile nesholunduğu (kaldırıldığı)da söylenmiştir. İşte Allah Teâlâ onların yalan, iftira ve fikirlerinin iman etmek maksadıyla bir mucize isteği olmayıp, sırf kibirlenme olduğunu çok belagatlı ve ince bir şekilde açıklamakla onları ilzam (susturmak) için buyuruyor ki: Ey Muhammed, sen onlara şöyle söyle: "Benden önce size bir çok peygamber açık açık deliller, mucizelerle ve o söylediğiniz kurban ve ateş mucizesiyle geldilerdi." Zekeriya, Yahya ve diğer İsrailoğulları peygamberleri gelmişler ve İsrailoğulları peygamberleri olmaları bakımından mucizeler arasında bu söylenen mucizeyi de elbet göstermişlerdi. Siz sözünüzün delaleti üzere, bu kurban mucizesi gösterilirse iman edeceğiz demekte doğru ve ciddi iseniz o peygamberleri niçin öldürdünüz ya? Yani sizin dedeleriniz onları öldürdükleri gibi, siz de bugün onların fikir ve yolunda bulunuyor ve onların öldürülmesine razı oluyor, doğru buluyor ve kıymet veriyorsunuz. Hâlâ inat ediyor, o peygamberlere iman etmiyor ve o öldürmelerden dolayı tevbekâr olmuyorsunuz. Halbuki Muhammed Resulullah'a iman etmek için bütün bu peygamberlere iman etmek şarttır. Siz onları tasdik etmeden ve o günahlara tevbe etmeden Muhammed'i tasdik etmiş olamazsınız. Ve mademki onlar kurban mucizesini de gösterdikleri halde hâlâ iman etmiyorsunuz, o halde çok açıktır ki, bugün istediğiniz bu mucizeye yine iman etmiyeceksiniz. Buna göre ahid (anlaşma) davanız iftira olduğu gibi, bu isteğiniz de yalandır. Bu iftirayı tasdik mânâsını içine alacak bir mucize olamaz. Bugün böyle bir şey gösterilmiş olsa, iddia edilen anlaşmanın varlığını tasdik demek olur. Allah Teâlâ bu iftirayı tasdik etmez ve siz gerçekte o peygamberlerin peygamber olduğunu bildiğiniz halde, yakinen (kesin bir şekilde) iman etmediğiniz gibi, bugün de öylesiniz. İşte Ey Muhammed, sen onları Kur'ân'ın bu i'cazkâr cevabıyla sükuta zorla ve sustur, sakın üzülme, çünkü:

184- "Eğer seni yalanlamışlarsa, senden önce de peygamberler yalanlanmışlardı ki, onlar da açık deliller, sahifeler ve aydınlatıcı kitaplarla gelmişlerdi." Beyyinat, açık mucizeler. Zübür, sahifeleri de içine almak üzere genelde kitab demek olan nin veya un çoğuludur. Kitab-ı münir (aydınlatıcı kitap)in buna atfı, atfü'l-hâss ale'l-âmm (hassın, âmma atfı) kabilindendir. Bundan da maksad, Tevrat ve İncil denilmiştir. Fakat Kur'ân âdetinde kitab, şeriatleri ve hükümleri içermiş olandır. Bunun için çoğunlukla hikmet ile birlikte anılır. Yalanlanmaya maruz kalmak, doğruların pek çok gücüne gideceği için Resulullah da bundan dolayı kederli olurdu. Burada öteden beri bu denemenin bütün peygamberler hakkında ilâhî bir kanun olduğu açıklanarak Resulullah'ın kalbi tatmin buyurulmuş ve bundan sonra doğrulara va'd (müjde) ve yalancılara vaîd (tehdit) olmak üzere de şu hatırlatılmıştır:

185- Her nefis (canlı) ölümü tadacaktır. (Yani herkes ölecektir) Nefs, zat ve ruh mânâlarına geldiği için, bundan bazı kimseler ruhun ebedî olduğu mânâsını anlamışlardır. Çünkü tatmak, bir hayat eseridir. Ve zevk anında tadıcının bakî (ebedî) olduğunu anlatır, yoksa zevk tasavvur olunamaz. O halde mânâ: "Her nefis bedeninin ölümünü tadacaktır" demek olur. Bu da nefsin, bedenden başka olduğunu ve bedenin ölümüyle onun ölmeyeceğini anlatır. Şu halde ölüm zorunluluğu cismânî hayata mahsus olup, mücerred (soyut) ruhların yok olmadığını söylerler. Ve ahiret meselesini bu şekilde ruhun ebedî oluşuna dayanan ruhanî (ruhlara ait) bir hayat tasavvur etmişlerdir. Fakat diğer taraftan bir çok tefsirciler ve bilginler demişlerdir ki, bu şekil yorum, bir zorlamadır. Zaikatü'l-mevt demek ölecektir demek olduğu açıktır. Belli ki tadan kim ise, ölen o olacaktır. Evet bedenin ölmesiyle nefis ve ruhun büsbütün yok oluvermeyip bir müddet kalabileceği diğer delillerden açıkça anlaşılıyor ise de, genelde ruhların ölmedikleri davası ne aklen, ne de naklen zorunlu olarak sabit değildir. Önce "zaikatü'l-mevt", herhalde, tadan nefsin ölümünü ifade etmektedir. Rivâyetler de bu mânâyı göstermektedir. Rivâyet olunuyor ki, ne zaman "Yeryüzündeki her canlı yok olacak." (Rahman, 55/26) âyeti indi melekler, yeryüzündekiler öldü dediler. Sonra indiği zaman biz de öldük dediler. Ruhların ölümünü de ifade etmeseydi, meleklerin ölümünü de anlatmazdı ve melekler için ölüm ve yok olma düşünülünce, beşer ruhları için de düşünülmesi gerekir. Ancak genel hükmünün de umumi üzere cereyan edemeyeceği de hatırlatmaya değer görülmüştür. Çünkü "Allah'ın diledikleri hariç olmak üzere, göklerde ve yerde kim varsa hepsi düşüp ölmüş olacak." (Zümer, 39/68) âyetinde Allah Teâlâ'nın diledikleri, bu genelden hariç tutulmuşlardır. Buna göre göklere ait olsun, yere ait olsun, gerek melekler ve gerek bütün nefisler yanında ebediyete kadar ölmeyecek olanlar da bulunabilecektir. İşte İslâm âlimlerinin çoğunluğunun görüşleri budur. Özetle ruhun ebedî oluşu inkar edilemez. Ve fakat umum için zorunlu değildir. Dinin ve ahiretin imkanının, mutlak olarak, ruhların ebedîliği nazariye (teori)sine dayanması da zorunlu değildir. "Kıyamet" kelimesi de tamamen yok oluşu ve ondan sonra kıyam (öldükten sonra dirilme), neşr ve haşr (dağılıp, toplanmay)ı ifade eder ki, ölüm ve öldükten sonra dirilme, özetle ahiret inancı, bir ebedî olma inancıdır. Fakat bu ebedîlik, ilk oluşum değil, ikinci oluşumdur.

Evet her nefis ölümü tadacak; dünyanın ne üzüntüsü, ne sevinci hiç biri kalmayacak, ve sevaplarınızın size tam olarak ödenmesi de ancak kıyamette olacaktır. Dünyada iyi veya kötü bütün çalışmaların sevap veya cezasını yine dünyada elde etmek mümkün değildir. Mesela şehidlerin kanlarıyla kazanılan savaşların başarı meyvelerinden o şehidlerin dünyada istifade etmelerini düşünmek tenakuz (çelişki) olur ki, bütün faziletler de böyledir. Gerçi dünyada hiçbir ücret verilmez de değildir. Burada da bazı çalışmaların karşılığının alındığı da vardır. Fakat bu dünyada sonuç, ölüm ve yok olmak muhakkak bulunduğu için; gelen herhangi bir menfaat ve tad, kesilme ve sona erme korkusuyla karışık ve muhakkak gam ve kederle sarılıdır. Gamsız sevinç, korkusuz eminlik, ıztırapsız lezzet, kesintisiz ebedi saadet kıyamet gününde hasıl olur. Mizan (tartı) ve hesabın temizlenmesi oradadır. Bunun için cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete sokulan her kim ise, işte o kendini kurtarmış ve her muradına ermiştir. Yoksa dünya denilen o fani hayat, müşterisini aldatan gurur sermayesinden başka hiç bir şey değildir. Serap gibi parıldar, bulut gibi geçer gider. "Meta' " satılık kumaş ve kullanacak aletler ve avadanlıklar veya gerek aletler ve avadanlıklar, gerek mallar ve diğer genel faydalanmaya yarayan az-çok lüzumlu şey mânâlarına gelir ki, dilimizde "matah" dediğimiz zaman bu üçüncü mânâyı kastederiz. "Gurûr " aldanmak demek olduğu gibi, ın çoğulu olarak aldatıcılar demek de olabilir. Meta-ı gurur (gurur metaı), müşteriyi kandırmak için allanıp pullanarak hoş gösterilen ve alındıktan sonra aşağılık olduğu anlaşılan meta (sermaye, mal) demektir. İşte dünya hayatı budur. Bunun alıcısı olanlar, bütün nazar (bakış) ve ümidini buna dikenler, ne saadet görülecekse bunda görülecek sananlar aldanmış olurlar.

Burada, bu gurur metaına aldanıp da küfür, yalanlama, aldatma ve bozmanın arkasında koşan düşmanların rahatsız etmelerine karşı Resulullah'a ve ona tabi olan müminlere bir teselli ve nasihat vardır. Şimdi bu düşmanların saldırılarının daha kesilmeyeceğini ve bundan böyle bu kâfirlerin daha bir çok eziyetlerde bulunacaklarını anlatmak ve bu şekilde müminleri gaflet ve aldanmadan korumak, ilim ve bilgi üzere tam bir güçle hareket etmelerini, olaylar karşısında zayıflık ve telaşa düşmemelerini hatırlatarak geleceğe hazırlayıp Bakara sûresinin sonundaki "Kâfir kavimlere karşı bize yardım et" (Bakara, 2/286) duasının kabul olma yolunu tam olarak göstermek üzere buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

186- Muhakkak siz, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a ortak koşanlardan size eziyet verici bir çok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah'dan gereği gibi korkarsanız, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir.

187- Bir zaman Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemiyeceksiniz." diye söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler ve onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları bu alışveriş ne kadar kötüdür.

188- O yaptıklarına sevinen ve yapmadıkları şeylerle de övülmek isteyenlerin (onacaklarını) sanma! Onların azaptan kurtulacaklarını da sanma! Onlar için can yakıcı bir azap vardır.

189- Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah her şeye kâdirdir.

190- Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için gerçekten açık, ibretli deliller vardır.