Silsile-i Saadat ( Altun Silsile) Efendilerimiz (K.s)

0 Üye ve 3 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı insanlar_alemi

  • ****
  • Join Date: Ara 2008
  • Yer: Avusturalya / Ankara
  • 503
  • +42/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • İnşAllah derse yakaran inşaa eder YARADAN...
14.Seyyid Emir Kilal (hz.)
« Yanıtla #20 : 18 Ocak 2009, 18:27:45 »
14.Seyyid Emir Külal (hz.)

Doğup, vefat ettikleri yer: Suhari Köyü.

 

Sanatlan, çömlekçilik. Külal ismi, çömlekçilik manasına, oradan geliyor.

 

Annesi anlatıyor: "Seyyid karnımdayken, ne zaman şüpheli bir şey yesem, hemen mide sancısına tutulurdum."

 

Seyyid hazretleri delikanlılığında güreşe meraklıymış. Kendisinin güreşini seyretmek için de çok kişi toplanır ve mücadeleyi merakla takip edermiş. Bir gün bir seyirci şöyle bir düşünceye dalmış: "Peygamber neslinden bir seyyid, nasıl olur da güreş tutar ve ciddiyetsiz bir işe kendini kaptırır?" 0 anda bu adamı bir uyku basmış. Rüyada görmüş ki kıyamet kopmakta ve kendisi de çamurun içinde çırpınmakta. Bir de ne görsün;

 

Seyyid Emir karşısında. Adaleli kollarını uzatıyor ve bir çekişte onu çamurdan çıkarıyor. Adam uykudan uyanmış. Güreş esnasında Seyyid'in kendisine baktığını görmüş. Ve Seyyid Emir demiş ki: "îşte biz bu güreşi, senin gibileri çamurdan çekip kurtarmak için tutuyoruz."

 

Yine bir gün güreş meydanında hazreti Seyyid dönüp duruyor, binlerce halk kendisine bakmakta iken, tesadüfen Muhammed Baba Semmasi oradan geçiyordu. Seyretmek için bir müddet ayakta durdu. Müridlerinin ve sevdiklerinin kalplerinden geçer ki, bu bidatle meşgul olanları Hace hazretlerinin seyreylemesine sebep nedir acaba? Hazreti Hace, kalplerinden geçen bu düşüncelere vakıf olup buyurur ki: Bu meydanda bir mert vardır ki, bir çok kimseler, onun sohbetinin bereketiyle, vilayet konaklarının üst mertebelerine ulaşacaktır. Onu kendime bağlamak istiyorum. Bunlar böyle konuşurlarken Seyyid Emir Külal' in gözü hazreti Haceye alıp, Cenab-ı Hacenin yüksek ve kuvvetli cezbeleriyle koşarak Muhammed Baba Semmasi hazretlerinin ayaklarına kapanır.

 

Seyyid Emir Gilal hazretleri, insanları hakka dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velilerin on dördüncüsüdür. Hz. Hüseyin'in soyundandır. Evliyânın meşhurlarından olan Muhammed Bâbâ Semmâsi'nin talebesi ve Behâeddin-i Buhâri  hazretlerinin hocasıdır. Çömlekçilik yaptığı için "Gilâl" veya “Külal” ismiyle meşhur olmuştur. Her ânını İslâmiyet’e uygun olarak geçirmiş, pek çok kimse onun sohbet ve derslerinde kemâle gelmiştir. Annesi şöyle anlatır: "Emir Gilal'e hâmile iken, şüpheli bir lokma yesem, karın ağrısına tutulurdum. O lokmayı midemden geri çıkarmadıkça, karın ağrısından kurtulamazdım. Bu hâl başımdan üç defa geçti. Sonra hayırlı bir çocuğa hâmile olduğumu anladım. Bunun üzerine yediğim lokmaların helâlden olmasına çok dikkat edip, ihtiyatlı davrandım."

 

Sâlih zâtlardan biri vefât edeceği sırada, cenâze namazını Emir Gilal hazretlerinin kıldırmasını vasiyet etmişti. Fakat o, uzak bir yerde bulunuyordu. O zât vefât edince, o beldenin âlimleri toplandı. Onun çağrılması için, bulunduğu yere bir kişi gönderelim dediler. Bunun üzerine orada bulunan Şeyh Sufi; "Haberciye lüzum yok, kendisine mâlum olabilir." dedi. Her ihtimale karşı, iki kişi gidip, haber vermek üzere hazırlanmıştı. Tam gidecekleri sırada, Emir Gilal hazretleri âniden karşıdan gözüktü. Bundan sonra vefât eden zatın cenâze namazını kıldırdı. Oradaki âlimler, bu iş için kendisine nasıl mâlum olduğunu sordular. O da şu hadis-i şerifleri bildirdi: (Kalb, kalbe karşıdır.), (Mümin, müminin aynasıdır.), (Her kaptan içindeki sızar.)

 

Kerâmetten sordular. Buyurdu ki: "Evliyânın kerâmeti haktır. Aklen ve naklen câizdir. Bu hususta çok nakiller vardır. Süleymân aleyhisselâmın veziri Âsaf'ın, Belkis'in tahtını bir ânda Sana'dan Kudüs'e getirmesi gibi. Bir başka misâl; Hz. Ömer, bir defâsında Medine’de, hutbe okurken, İran’daki İslâm ordusunu görüp, ordu kumandanına; "Yâ Sâriye, dağa yanaş dağa!" buyurdu. Uzakta olan kumandan Sâriye ve ordunun erleri, bu sesi duyup dağa çekildi. Düşmanın tehlikeli hücumundan korundu. Evliyâdan meydana gelen kerâmet, Peygamber efendimizin mucizesinden dolayıdır.

 

Ölüm hastalığında, talebelerine şöyle vasiyet etti: " İlim öğrenerek Muhammed aleyhisselâmın yoluna tabi olmaktan aslâ ayrılmayınız. Bu, mümin için bütün saâdetlerin vâsıtasıdır. Her Müslüman erkeğin ve kadının, kendine lâzım olan din bilgilerini öğrenmesi farzdır. Bunlar, sırasıyla şu bilgilerdir: İman, Namaz, Oruç, Zengin ise, zekât ve hac, ana-baba hakkını öğrenmek.

 

Allahü teâlânın kendisinden râzı olmasını isteyen, anne ve babasının rızâsını kazanır. Resulullah efendimiz; "Allahü teâlânın rızâsı, ana babanın rızâsını kazanmakla elde edilir." buyurdu. Bu bakımdan, ana babanın hakkını gözetmek mühimdir. Sıla-i rahim (akrabâyı ziyâret), komşu hakkını gözetmek, lâzım olan alış-veriş bilgilerini öğrenmek, helâli ve haramları öğrenmek lâzımdır.

 

Bir dergâh inşâ ettiriyordu. İşçilerden biri, "Hiç kimse bir şey getirmiyor." diye söylendi. Az sonra, bir adam geldi. Çok miktarda ekmek ve üzüm getirdi. Emir Gilal hazretlerinin huzuruna varıp, gece gündüz diş ağrısı çekmekteyim. Sizin duânızı almak için geldim, bana yardımcı olunuz, takatım kalmadı dedi. Gelen adama; "Yanıma yaklaş, hangi dişin ağrıyor?" buyurdu. Adam yaklaştı. Parmağını ağzına sokup, ağrıyan dişinin üzerine koydu. Sonra İhlâs suresini okudu. Gelen kişinin diş ağrısı kesilip, hiç hastalanmamış gibi oldu. Bundan sonra buyurdu ki: "Ey dostlar! İhlâslı olunuz. Her işinizi Allah rızâsı için yaparsanız, kurtulursunuz. İhlâssız yapılan amel, üzerinde pâdişâhın mührü bulunmayan geçmez para gibidir. Üzerinde padişahın sikkesi bulunmayan parayı kimse almaz. Üzerine mühür vurulanı ise herkes alır. İhlâs ile yapılan az amel, Allahü teâlâ indinde çok amel gibidir. İhlâssız yapılan çok amelin ise, Hak katında kıymeti yoktur. Yaptığınız her ibâdeti ve işi, ihlâs ile yapınız. Böylece Allahü teâlânın rızâsını kazananlardan olursunuz.

 

Sonra Seyyid Emir Külal yanında olduğu halde Hazreti Hace yola koyuldu. Hanekaha geldiler. Seyyid Emir Külal pehlivanlıktan tövbe etti. Bir daha güreş tutmadı.

 

Hace hazretleri kendisini oğulluğa kabul edip, irşat edip icazet verdi. Her şeyi ona verip kendi makamına onu oturttu. Şah-ı Nakşibend Bahaeddin-i Buhariden (k.s) kendisine haber verip, terbiyesi ile iyi meşgul ol buyurmuştur.

 

H. 772 yılında Suhar köyünde vefat ediyor.

 

Mübarek, uzun boylu, kolları genîş ve uzunca idi. Kaşları çatık, rengi esmer, sakalında beyaz pek azdı.

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
15. Muhammed Şahı Nakşibend (K.S) Hazretleri
« Yanıtla #21 : 19 Ocak 2009, 14:33:08 »
15.MUHAMMED ŞAHI NAKŞİBEND (K.S) HAZRETLERİ


İsmi, Muhammed bin Muhammed'dir. Bahaüddin ve Şâh-ı Nakşbend gibi lakabları vardır. Allah'ın sevgisini kalplere nakşettiği için, "Nakşbend" denilmiştir. 1318 (H.718) senesinde Buhârâ'ya beş kilometre kadar uzakta bulunan Kasr-ı Ârifân'da doğdu. 1389 (H.791)'da Kasr-ı Ârifân'da Rebî'ul-evvel ayının üçünde Pazartesi günü vefât etti. Kabri oradadır. Seyyid olup insanları Hakka dâvet eden,  "Altın Silsile" nin on beşinci halkasıdır. Muhammed Bâbâ Semmâsî ile Emîr Külâl'in talebesidir. İslâm âlimlerinin en ünlülerinden  olup, tasavvufta en yüksek derecelere ulaşmıştır. Zamânında ve kendinden sonraki asırlarda onun sebebi ile pekçok insan, hidâyete, doğru yola kavuşmuştur.

Zamânının büyük velîlerinden Muhammed Bâbâ Semmâsî, henüz o doğmadan Kasr-ı Ârifân'a gelmişti. Bu gelişinde, burada bir büyük zâtın kokusu geliyor. Bu beldede büyük bir velî yetişecek diyerek işâret etmiş, tarîkatın imâmı olacak emsâlsiz bir zâtın buradan zuhûr edip ortaya çıkacağını talebelerine ve sevenlerine müjdelemişti. Daha sonra babası Seyyid Muhammed Buhârî şöyle anlattı: "Oğlum Bahaüddin'in doğmasından üç gün sonra, Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî , bütün talebeleri ile Kasr-ı Ârifân'a gelmişti. Ben kendisini çok sever ve muhabbet beslerdim. Kasr-ı Ârifân'ı teşrif edince, yeni doğan oğlum Bahaüddin'i alıp huzûruna götüreyim ve himmet, mânevî yardım isteyeyim, böylece feyze kavuşur dedim. Bu niyetle Bahaüddin'i kucağıma alıp, Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî'nin huzûruna götürdüm. Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî, Bahaüddin'i elimden alıp, bağrına bastı ve; "Bu yavru, benim oğlumdur. Ben bunu, mânevî evlâtlığa kabûl ettim." buyurdu. Sonra yüzünü talebelerine çevirip, aralarında en meşhûru olan Seyyid Emîr Külâl'e şöyle dedi: "Size, bu yerde bir büyük zâtın kokusu geliyor derdim. Şimdi bu tarafa gelirken de, buraya yaklaştığımızda size önce duyduğum koku iyice arttı demiştim. Hakîkat şudur ki, size bahsettiğim mübârek zât doğmuştur. İşte o mübârek koku, bu melek yavrunun kokusudur. Bu yavru, büyük bir zât olsa gerektir." buyurdu. Böylece henüz daha üç günlük çocuk iken, zamânının en büyük evliyâ ve mürşid-i kâmili olan Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî'nin müjdesine, himmetine ve feyzine kavuştu. Henüz daha küçük yaşta iken, evliyâlığa âit yüksek nûrlar ve eserler temiz alnında açıkça görünür, hidâyet ve irşâd, hakkı bulma ve yol gösterme nişanları yüksek simâsından belli olurdu.

Annesi şöyle anlatmıştır: "Oğlum Bahaüddin dört yaşında iken, evimizde yavruluyacak bir inek vardı. Bahaüddin, doğumuna bir müddet daha olan bu ineği göstererek, öyle anlıyorum ki, bu inek beyaz başlı bir buzağı doğuracaktır dedi. Birkaç ay sonra inek, dediği gibi bir buzağı doğurdu."

Bahaüddin Buhârî'nin ilk hocası, daha doğar doğmaz kendisini mânevî evlâtlığa kabûl eden ve hakkında çok müjdeler veren Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî'dir. Önce ondan istifâde etti. Sonra bu hocası, onun yetiştirilmesini en meşhûr talebesi Seyyid Emîr Külâl'e havâle etti. Yedi sene Seyyid Emîr Külâl'in sohbetine devâm etti. Sonra da onun izni ile Mevlânâ Ârif Dikgerânî'nin sohbetine devâm etti. Yedi sene de onun yanında kaldı. Bundan sonra Kusam Şeyh ve Halîl Atâ'nın sohbetlerinde bulundu. Bir müddet de Halîl Atâ'nın yanında kaldı. Ayrıca Mevlânâ Bahaüddin Kışlâkî'den hadîs ilmini öğrendi. Sonra, Abdülhâlık Goncdüvânî'nin rûhâniyetinden feyz aldı. Üveysî olarak yetiştirildi. Böylece tasavvufda ve diğer ilimlerde çok iyi yetişti. Bu tahsil devresini ve tasavvufta yetişmesini bizzât kendisi şöyle nakletmiştir:

"Çocukluktan bülûğ çağına kadar, büyük hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî'nin sohbetinde bulundum. On sekiz yaşına girdiğim sırada, dedem beni evlendirmek istedi. Hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî'yi düğünüme dâvet etmek için beni Semmâs'a gönderdi. Semmâs'a varıp hocamı görmekle şereflendim ve elini öptüm. Sohbetinin bereketinden bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki, devamlı hocamın sohbetine can atıyordum. O gece kalbimdeki bu arzu ve istek ile gece yarısından sonra kalkıp abdest aldım ve hocamın mescidine gidip, iki rekat namaz kıldım. Başımı secdeye koyup çok duâ ettim. Dilimden şu duâ çıktı: "Allah'ım, bana belâ yükünü çekmeye kuvvet ver. Mihnet ve muhabbetini çekmeye tâkat, güç ver." Sabah olunca hocamın huzûruna vardım. Bana bakıp, gece olup bitenleri söyledikten sonra; "Evlâdım, duâda; "Yâ Rabbî, râzı olduğun şeyi bu zayıf ve güçsüz kuluna, fazlın ve kereminle ihsân et." demelidir. Çünkü Allah'ın rızâsını kazanan kimseye belâ gelmez. Eğer  Allah, hikmet-i ezelîsiyle sevdiği bir kuluna belâ gönderirse, kendi inâyetiyle o kuluna kuvvet ve tahammül ihsân eder ve o belâya tutulmasının hikmetini bildirir. Belâ istemekte güçlük vardır." buyurdu.

Daha sonra sofra kurulup, yemek yendi. Hocam, sofrada bir somun ekmeği alıp verdi. Ekmeği çekinerek aldım. Bu çekingenliğimi görüp; "Ekmeği almakta çekiniyorsun. Fakat bu ekmek, yolda lâzım olacaktır." buyurdu. Nihâyet dâvetimiz üzerine talebeleriyle birlikte köyümüz Kasr-ı Ârifân'a gitmek üzere yola çıktık. Ben, hocamın bindiği hayvanın üzengileri yanında yürüyordum. Rûhum zevkle dolmuş olduğundan kalbimde hiçbir dünyâ düşüncesi yoktu. Aşk ve şevkle dolu olan kalbim heyecanla çarpıyordu. Allah sevgisinden başka her şey kalbimden çıkmıştı. Bu sırada kalbim dünyâya meyledecek olsa, hocam hemen; "Kalbini ayrılıktan koru." buyururdu. Hocamın bu kerâmetini ve keşfini gördükçe, muhabbetim kat kat artıyordu. Yolumuz bir köye uğradı. O köyde hocamın dostlarından biri bizi karşılayıp evine dâvet etti. Hocam da bu dâveti kabûl edip, o zâtın evine indi. Ev sâhibinin, mahcûbiyetinden ızdırap içinde yüzü kızardı. Bu hâlini gören hocam, o kişiye; "Senin ızdırabının sebebi nedir?" dedi. O da; "Efendim, size yemek ikrâm etmek istiyorum, fakat sütten başka bir şeyim yoktur." dedi. Bunun üzerine hocam bana; "Bahaüddin, sana verdiğim ekmeğe ihtiyaç hâsıl oldu. O ekmeği ver." dedi. Ekmeği çıkarıp verdim. Ev sâhibi de sütü getirip sofraya koydu. Ekmeği süte batırarak yedik ve hepimiz doyduk. Bu kerâmeti karşısında hocamıza hayranlığımız arttı. Sonra kalkıp yolumuza devâm ettik."

"Hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî vefât edince, dedem beni Semerkand'a götürdü. Orada bulunan büyük âlim ve velîleri ziyâret edip, benim için duâ ve himmet istedi. Sonra Kasr-ı Ârifân'a döndük. O günlerde Ali Râmîtenî hazretlerinden gelip, emâneten saklanmakta olan taç bana verildi. O anda kalbim Allah'ın muhabbeti ile dolup, taştı. Sonra hocam Seyyid Emîr Külâl, Kasr-ı Ârifân'a geldi. Bana çok iltifâtta bulunup; "Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî, bana; "Oğlum Bahaüddin'in yetişmesi ile ilgilen. Ondan şefâatini esirgeme! Eğer onun yetişmesinde kusûr edersen, sana hakkımı helâl etmem." buyurdu. Ben de bu vasiyeti üzerine senin yetişmen ile ilgileneceğime söz verdim." dedi. Seyyid Emîr Külâl  Bahaüddin Buhârî'nin yetişmesi için titizlikle meşgûl olup, onu tasavvufta yüksek derecelere ulaştırdı. Hattâ bir gün ona şöyle buyurdu: "Yüce mürşidim Hâce Muhammed Bâbâ Semmâsî'nin sizin terbiyeniz ile ilgili vasiyetini yerine getirdim. Sizi istenilen şekilde yetiştirdim. Hem hâl bakımından, hem de ilim bakımından yüksek bir himmete sâhip bulunuyorsun. Şimdi nereye gitmeyi arzu edersen gidebilirsin. Her kimden olursa olsun, sohbetinde bulunmak ve istifâde etmek husûsunda serbestsin. Tarafımızdan size izin ve ruhsat verilmiştir. Bizde olan hâl ve makamları size fazlasıyla verdim. Bostânı senin için kuru ettim. Yâni göğsümde, kalbimde olanların hepsini sana verdim. Rûhâniyet kuşunu, insanlık yumurtasından (dar nefis çerçevesinden) çıkardım. Ama senin himmet kuşun, yükseklerde uçuyor. Şimdiden sonra icâzetlisin, müsâdelisin, izinlisin."

Bahaüddin Buhârî , hocası Emir Külâl'in bu sözleri üzerine Mevlânâ Ârif'in sohbetine gidip, yedi sene de onun yanında kaldı. Sonra Halîl Atâ'nın yanına gidip, on iki sene sohbetinde bulundu. İki defâ hacca gitti. İkinci haccında Herat'a gidip, Mevlânâ Zeynüddîn ile üç gün sohbet etti. İkinci hacca gidişinde Hicâz'dan dönüp, bir müddet Merv şehrinde ikâmet etti. Daha sonra Buhârâ'ya dönüp orada yerleşti. Emîr Külâl'nin vefâtından sonra, insanlara doğru yolu gösterip, rehberlik vazîfesini yaptı.

Şâh-ı Nakşbend  şöyle anlatmıştır: "Bir gece rüyâmda, Türk âlimlerinden Hakîm Atâ, beni yetiştirmesi için talebelerinden birine havâle etti. Sâliha bir ninem var idi, rüyâmı ona anlattım. "Oğlum, senin Türk âlimlerinden nasîbin vardır." dedi. Bunun üzerine rüyâda gördüğüm o dervişin sîmâsını hatırımda tuttum ve karşılaşacağım günü bekledim. Bir gün Buhârâ pazarında, Hakîm Atâ'nın rüyâmda beni yetiştirmesi için kendisine havâle ettiği zât ile karşılaştım. İsmi Halîl Atâ idi. Ben onu derhâl hatırlayıp, tanıdım. Fakat bir türlü yanına yaklaşıp sohbet edemedim. Bundan dolayı üzgün bir hâlde eve döndüm. Akşam bir kimse evime gelip, Halîl Atâ seni çağırıyor dedi. Bu habere çok sevindim ve bir mikdâr hediye bulup, hemen huzûruna gittim. Sohbetiyle şereflendim. Bana çok iltifât etti. Rüyâyı anlatmak isteyince; "Senin hâtırında olanı biz biliyoruz, anlatmana gerek yok." buyurdu. Bundan sonra uzun zaman sohbetine devâm ettim. Çok feyz alıp, istifâde ettim. Bir müddet sonra Mâverâünnehr sultânının vefât etmesi üzerine, oranın halkı, Halîl Atâ'yı sultanlık yapması için Buhârâ'dan Mâverâünnehr'e dâvet ettiler. Dâveti kabûl edince ben de birlikte gittim. O tahta oturdu. Ben de hizmetine devâm ettim. Kendisinde çok kerâmetler görülüyordu. Bana şefkat ve muhabbet gösterip yetiştirdi. Böylece orada altı sene süren sultanlığı sırasında da hizmetinde bulundum. Kendisine o kadar yakın oldum ki, her sırrına vâkıf, işlerinde idâreci oldum. Görünüşte diğer hizmetçiler gibi çalışırdım. Hâlimi bildirmezdim. Altı sene sonra bu büyük âlim tahttan indi. Sultanlığı sona erdi. Bundan sonra Zeyvertûn köyüne yerleştim.

Yine şöyle nakletti: "Bende tasavvuf hallerinin görüldüğü ilk günlerde mübârek bir zât ile yakınlığım oldu. Bu zât bana; "Seni Hakk'ın âşinâlarından görüyorum." deyince, "Umarım ki, sizin teveccühünüz ve yardımınızla âşinâlardan olurum." dedim. Dedi ki: "Arzular karşısında nefsin ile ne hâldesin?" "Bulursam şükrederim, bulamazsam sabrederim." dedim. "Bu kolay bir iştir. Asıl iş, nefsini bir yerde hapsedip, ekmek ve su vermeyeceksin ve nefsin o hâle gelmiş olacak ki, sana serkeşlik etmeyip, boyun eğsin." buyurdu. Bunun üzerine o zâta yalvardım. Bu hâle kavuşmam için teveccüh etmesini istedim. Buyurdu ki: "Nefsinin, başkalarından ümitsiz ve yalnız kalacağı bir sahrâya gideceksin, Allah'a ibâdet ile meşgûl olacaksın ve orada üç gün kalacaksın, dördüncü gün târif edeceğim bir dağa gideceksin, karşına çıplak ata binmiş bir kimse çıkacak. Ona selâm verip geç. Üç adım geçtiğin zaman sana o; "Ey genç! Dur sana ekmek vereyim." diyecek. Sen hiç aldırmayıp, ekmeği almadan geçip gideceksin. Bu zâtın emri üzerine, söylediği gibi üç gün sahrâda yalnız kalıp ibâdet ile meşgûl oldum. Dördüncü gün târif ettiği dağın eteğine gittim. Giderken buyurduğu gibi ata binmiş bir zât karşıma çıktı. Selâm verip, geçtim. Bana; "Delikanlı sana ekmek vereyim." dedi. Ben aslâ aldırmadım ve ekmeği almadan geçip gittim. Sonra, bana bunları yapmamı tavsiye eden zâtın huzûruna gittim. Bana;

"Bahaüddin! Bundan sonra insanların hatır ve gönüllerini alıp, düşkünlerin hizmetinde bulunup, zayıflara ve gönlü kırık olanlara ikram ve hürmette bulunacaksın! İlim öğrenme husûsunda gayret ederek, kimsesizlere yoldaş olup, onlara karşı tevâzu göstereceksin!" buyurdu. Bu zâtın emirlerini de yerine getirdim. Uzun zaman bu yolda devâm ettim. Sonra tekrar huzûruna çıktım. Buyurdu ki: "Bahaüddin! Bundan sonra da hayvanlara bakacaksın. Onlar, seni yaratan Rabbinin mahlûklarıdırlar. Eğer yük çeken hayvanların vücutlarında yara görürsen tedâvi edeceksin." Bu emre de uyarak çok gayret gösterdim. Yolda eğer önüme bir hayvan gelse, o geçinceye kadar dururdum. Hayvanın önüne geçmezdim ve geceleri izlerine yüzümü sürüp, Allah'a yalvarırdım. Bütün bunlar, içimdeki nefs düşmanının kırılması, ıslâh olması için idi. Yedi sene böyle devâm ettim. Sonra tekrar o zâtın huzûruna gittim. Buyurdu ki:

"Bahaüddin! Bundan sonra yolların hizmetiyle meşgûl ol, yolları süpürüp temizle, gelip geçenlere eziyet veren şeyleri kaldır. İğrenç şeyleri yollardan alıp, görünmez bir yere at. Yollardan gelip geçenler zahmet çekmesinler ve rahatsız olmasınlar." Bu emrine de uyarak, bir müddet de bu işle meşgûl oldum. Bu zât ne emretmişse, büyük bir bağlılık ile hepsini yerine getirdim. Bu hizmetleri yaparken, Allah'ın nice nîmetleri ve ihsânları bana göründü. Nefsim iyice ezildi. Nefsâniyetten ve mâsivâdan, Allah'dan başka herşeyden kurtulup, rûhâniyet derecesine eriştim. Bu sırada bana Allah'dan pekçok sırlar tecellî etti."




Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
Bahaüddin Buhârî Şâh-ı Nakşbend k.s
« Yanıtla #22 : 19 Ocak 2009, 14:34:36 »
Bahaüddin Buhârî Şâh-ı Nakşbend  yine tasavvuftaki ilk hâllerini şöyle anlatmıştır: "Tasavvuf hâllerinden cezbe hâli çoğalıp kararsız düştüğüm günlerde, geceleri ay ışığında kabristanda dolaşırdım. Bir gece, devamlı ziyâret edilmekte olan üç büyük zâtın mezarını gördüm. Her birinin kabrinde yanmakta olan birer kandil vardı. Kandillerin yağı ve fitilleri olduğu hâlde çok sönük yanıyorlardı. Fitillerini hareket ettirmek lâzımdı ki, parlak yanıp, çok ışık versinler. O kandilleri öylece bırakıp, Hâce Muhammed Vasî'nin kabrinin başına gittim. Bana orada Hâce Ahmed Eçkarnevî'nin kabrine gitmem işâret olundu, oraya gittim. Onun kabrinin başına, bellerinde kılıç takılı olan iki kişi geldi. Beni tutup, bir hayvana bindirdiler. Hayvanın yönünü Mezdâhin tarafına çevirip, gittiler. O gece sabaha doğru Mezdâhin mezarlığına ulaştım. Orada da diğer kabirlerdeki gibi bir kandil yanıyordu. Fakat o da sönük yanmaktaydı. Kıbleye karşı dönüp oturdum. Bu sırada bana kendimden geçme hâli geldi. Kıble tarafında bir duvar gördüm. Duvar yarılıp, yeşil örtüler ile süslenmiş bir taht ve bu taht üzerinde bir zât oturmuş idi. Etrâfında ise kalabalık bir cemâat vardı. İçlerinde Muhammed Bâbâ Semmâsî  de vardı. Sâdece onu tanıyordum. Bunların vefât eden ve bu yolun büyükleri olduğunu anladım. Fakat kürsünün üzerinde oturan kimdir diye merak ediyordum. Ben böyle düşünürken, kürsü etrâfında bulunan cemâatten biri bana şöyle dedi:

"Kürsü üzerinde oturan mübârek zât, Hâce Abdülhâlık Goncdüvânî'dir. Etrâfındaki cemâat ise, onun halîfeleri; Hâce Ahmed Sıddîk, Hâce Evliyâ Gülân, Hâce Ârif Rîvegerî, Hâce Muhammed İncirfagnevî, Hâce Ali Râmitenî'dir." Sonunda hocam Muhammed Bâbâ Semmâsî'yi göstererek; "Bunu, sen hayatta iken gördün, o senin şeyhindir. Sana tâc verdi. Kendisini tanıdın mı?" dedi. "Evet hocamı tanıdım fakat bıraktığı tâcın nerede olduğunu bilmiyorum." dedim. "O senin evindedir. Onu sana kerâmet olarak verdiler ki, bir belâ gelecek olsa, onun bereketiyle belâ def edilir." buyurarak müjdeledi. Cemâatten bana dediler ki: "Dikkat et, kulak ver, şimdi sana Abdülhâlık Goncdüvânî  nasîhat edecek! O nasîhatten başka bir şeyle Hak yolunda ilerlenemez. Hâce'nin elini öpmek için izin istedim. Bana izin verildi. Kalkıp yaklaştım. Selâm verip, edeble elini öptüm. Sonra huzûrunda edeble ayakta durdum. Tasavvufda ilerlemek husûsunda buyurdu ki:

"Kabirlerin başında kandillerin sana öyle gösterilmesi, senin bu yolda kâbiliyet sâhibi olduğuna alâmettir. Fakat, fitil gibi olan kâbiliyeti hareketlendirmek lâzımdır ki, bu kâbiliyet ortaya çıksın. Hakkın gizli sırları sana açık olsun. Her durumda dînimizin caddesinde yürümek, azîmet ve sünnet-i seniyye üzere olmak lâzımdır. Emirlere ve yasaklara uymak husûsunda istikâmet üzere olacaksın. Bid'atlerden, Peygamber efendimiz ve arkadaşları zamânında olmayıp sonradan çıkan, ibâdet olarak yapılan şeylerden ve ruhsatla amel etmekten uzak duracaksın. Hadîs-i şerîfleri öğrenip, amel edersin." Sonra cemâattan bana dediler ki:

"Yarın acele Nesef tarafına gideceksin. Seyyid Emîr Külâl'in hizmetinde bulunacaksın. Oraya giderken yolda ihtiyar bir zât ile karşılaşacaksın. O sana sıcak bir çörek verecektir. Ekmeği al, fakat onunla hiç konuşma. O ihtiyârı geçtikten sonra bir kervana, sonra da ata binmiş bir kimseye rastlayacaksın, o kimse senin önünde tövbe edecek. Sen, o evindeki mübârek tâcını al, Emîr Külâl'e götür."

Bu konuşmalardan sonra bendeki o hâl gidip, eski hâlime döndüm. Derhal başında bulunduğum kabrin yanından ayrılıp, Zeyvertûn tarafına gittim. Evime varıp, bana bırakılmış olan tâcı istedim. Getirip verdiler. Onu giyince hâlim değişti. Bambaşka bir hâle girdim. Tâcı alıp yola çıktım. Sabah namazı vaktinde Mevlânâ Şemseddîn'in mescidine ulaştım. Sabah namazını orada kılıp, o gün Eyne adındaki köyde kaldım. Ertesi gün güneş doğarken Nesef tarafına hareket ettim. Yolda, önceden büyüklerin işâret ettiği gibi, bir ihtiyâra rastladım. Bana bir ekmek verdi. Ekmeği alıp, hiçbir şey söylemeden geçip gittim. Sonra bir kervana rastladım. Kervanın başı bana; "Ey yiğit, nereden geliyorsun?" deyince; "Eyne köyünden." dedim. Ne zaman yola çıktığımı sordular. "Güneş doğarken." dedim. Kervana rastladığım vakit kuşluk vakti idi. Kervandakiler bu sözümü işitince hayret edip; "Eyne köyü buraya dört fersah, yaklaşık 24 km mesâfededir. Sabah vakti çıkılsa, ancak buraya ikindiden sonra gelinebilir." dediler. Kervanı da geçip gittim. Kervanı geçtikten sonra bir atlıya rastladım. Bana; "Sen kimsin? Seni görünce içime bir korku düştü." dedi. "Ben öyle bir kimseyim ki, sen benim önümde tövbe edeceksin." dedim. O atlı yanıma gelip tövbe etti. Şarap yüklü bir beygiri vardı. Beygirin üzerindeki şarabı yere döktü. Onu da geçip yoluma devam ettim. Nesef taraflarında bir köye uğradım. Seyyid Emîr Külâl'in orada olduğunu öğrendim. Hâcegân büyüklerinin mübârek tâcını çıkarıp arz ettim. Bir müddet sükût ettikten sonra; "Bu tâc, Hâcegân büyüklerinin mübârek tâclarıdır." buyurdu. "Evet efendim." dedim. Devâm ederek; "Bu tâc-ı şerîfi almakta iki şart vardır. Birinci şart; bunu korumak, ikincisi; îcâbını yerine getirmek. Bu iki şart, büyüklerin (Hâcegân'ın) yolunda bulunmak ve bize hizmettir. Bundan sonra ben de bu şartlara uymak üzere tâcı alıp kabûl ettim." buyurdular.

Yine şöyle anlatmıştır: "Tasavvufda ilerlemek için çalıştığım ilk günlerde, bir yerde iki kişinin konuşup sohbet ettiğini görsem, gider onlara katılırdım. Onları dinlerdim. Eğer Allah'dan, Resûlullah'tan, Kur'ân-ı kerîmden konuşup, hayır olan işlerden bahsederlerse, memnun olur ferahlık duyardım. Boş şeyler konuşanlardan ise, keder ve üzüntü duyarak uzaklaşırdım."

"Hak yolda ilerleyip, günahlardan arınmağa ve olgunlaşmağa çalıştığım günlerde, bir gün yolum bir kumarhâneye uğradı. İnsanların kumar oynadıklarını gördüm. Bunlardan iki kişi kumara öylesine dalmışlardı ki, hiçbir şeyin farkında değildiler. Böylece bir müddet devâm ettiler. Nihâyet birisi kaybettikçe kaybetti. Neyi varsa ortaya koydu, onları da kaybetti. Dünyâlık neyi varsa hepsi bitti. Buna rağmen, kumar oynadığı kimseye şöyle diyordu: "Bu kadar kaybıma rağmen, bu oyunda başımı dahî versem oyundan vazgeçmem." Kumarbazın, kumar oynayıp bu kadar zarar ve ziyân görmesine rağmen, o oyuna olan hırsı bana ibret oldu. Hak yolunda yürüyüp daha da olgunlaşabilmek için, bende öyle bir gayret hâsıl oldu ki, o günden îtibâren Hak yolunda talebim her gün biraz daha arttı."

"Tövbe edip, tasavvufa yönelişim şöyle oldu. "Âileme ve çocuklarıma karşı kalbimde sevgi ve muhabbetim çok fazla idi. Bir gün evimde otururken, âileme ve çocuklarıma pek fazla iltifât ve muhabbet gösterdim. Bu sırada âniden kulağıma gizli bir ses geldi. "Her şeyi bırakıp Allah'a dönme zamânı daha gelmedi mi?" denildi. Bu sesi duyunca hâlim değişiverdi. Oturduğum yerde duramaz oldum. Hemen yakındaki nehre gidip, elbisemi yıkadım ve gusl ettim. Sonra iki rekat namaz kıldım. Bir daha günah işlememek üzere tam bir tövbe yaptım. Her şeyden el çekip, Allah'a döndüm. Nice seneler kıldığım o iki rekât namazın arzusundayım. Bu yola girdikten sonra Zeyvertûn köyünde oturdum. Beş vakit namazımı bu köyün câmisinde kılıyordum. Bir gün nasıl olduysa, bir vakit namazı cemâatle kılmayı kaçırmışım. Câminin, âlim ve takvâ sâhibi bir imâmı vardı. Bana; "Ben seni, ibâdet meydanının safını dolduran erlerinden zannederdim. Meğer sen, saf dolduran er değil, saf kıran imişsin." dedi. Buna karşılık imâma; "Zât-ı âliniz, hakkımda böyle düşünüyorsunuz, fakat ben yaldızlı ve parlak bir tuncum." dedim. Böyle deyince, imâm efendi şu beyti okuyarak cevap verdi:

"Kalbinin yönünü aşk pazarına çevir,

Demirin hâlis olması ateş iledir."

Bu söz kalbime ziyâdesiyle tesir etti ve içime öyle bir dert saldı, beni öyle bir aşka düşürdü ki bu aşk ile kararsız kaldım. Bundan sonra Allah bana lütuf ve kereminden kapılar açtı. Önceki dostlarımdan birkaçı, bir gece yoluma çıktılar. Bana her biri bir şeyler söyledi. Böylece benim kendilerine uymam için çok uğraştılar. Onlara tâbi olmak isterken, Allah'ın inâyeti ile bir âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, Allah'ın açtığı kapıyı kapatmaya ve kapamış olduğu kapıyı açmaya kimsenin gücü yetmez dedim. Bu söz, eski dostlarıma çok tesir etti. Onlar da benim bulduğum yola girdiler. Benim bütün gayretim, Allah'dan başka her şeyi bırakıp, Allah'ın rızâsına kavuşmaktı. Allah'a sonsuz hamdü senâlar olsun ki, bana inâyet-i Rabbânî, Allah'ın yardımı erişti ve maksadıma kavuşturdu."

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
16-Hace Alaüddini Attar (K.S.)
« Yanıtla #23 : 19 Ocak 2009, 16:05:52 »
16-HACE ALAADİN-İ ATTAR (K.S.):

Şah-ı Nakşibend’in (K.S.) en büyük halifelerindendir. Aynı zamanda kendilerinin damadı olmak şerefine kavuşmuştur. Hastalıkları esnasında şöyle nasihat ettiler. *Merasim ve adetleri bir tarafa bırakınız! Halkın adeti ne ise aksini yapınız. Birbirinize uyuma  ResuluLLAH (S.A.V.)’ nün gelişi, insanların merasim ve adetlerini bıraktırmak içindir.*

Alâüddin-i Attar
Alâüddin-i Attar hazretleri, Buhara'da yetişen en büyük evliyadandır. Silsile-i aliyyenin on altıncısıdır. Asıl ismi Muhammed bin Muhammed Buhari’dir.

Zengin babası vefat edince, oğullarına miras olarak çok fazla mal kaldı. Fakat Alâüddin hiç miras kabul etmeyip, Şah-ı Nakşibend Muhammed Behaeddin-i Buhari’ye talebe olmayı tercih etti. Gidip halini arz etti ve talebeliğe kabul buyurulmasını istirham eyledi. Behaeddin Buhari hazretleri ona nazar edip, (Evladım bizim yolumuzda mihnet ve sıkıntı çoktur. Dünyayı ve nefsini terk edebilecek misin?) buyurunca, hiç düşünmeden, (Yapmaya hazırım efendim) dedi. (Öyleyse bugün bir küfe elma al, kardeşlerinin mahallesinde sat!) buyurdu.

Elma sattı
Alâüddin, soylu ve tanınmış bir aileye mensup olmasına rağmen, kibirlenmeden, kardeşlerinin mahallesinde, bağıra bağıra elma sattı. Ertesi gün hocasının huzuruna gelerek, (Emirlerinizi yerine getirmeye çalıştım efendim) dedi. Hocası, (Bugün de kardeşlerinin dükkanı önünde satacaksın) buyurdu. "Peki efendim!" diyerek, ağabeylerinin dükkanı önünde bağıra çağıra elma satmaya başladı. Ağabeyleri, (Bizi elâleme rezil etme, para lazım ise, istediğin kadar verelim, mirasından da fazlasını al, fakat bu işi bırak) dediler. Onları hiç dinlemeyip elma satmaya devam etti. Ağabeyleri, (Madem satacaksın, bizim dükkanın önünde satma!) dediler. O yine dinlemedi. Hakaretler ederek, onu dövdüler. Fakat o, hiçbir şeye aldırış etmedi. Hocasının emrine uymaya devam etti. Ertesi gün hocası, (Artık bu iş tamam) diyerek elma satışı işini bıraktırdı ve onu talebeliğe kabul buyurdu.

Alâüddin-i Attar hazretleri anlatır:
(Hocam beni kabul edince, onu çok sevdim ve sohbetlerinden ayrılamayacak hâle geldim. Bir gün bana, (Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?" buyurdu. (Bu aciz hizmetçiye iltifat ederseniz, o da sizi sever) dedim. (Az bekle!) buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde ona karşı sevgiden eser kalmadı. O zaman, (Sevginin kimden olduğunu anladın mı) buyurdu.

Eğer maşuktan sevgi olmaz ise aşığa,
Aşığın muhabbeti kavuşturmaz maşuğa.

Talebeliğe kabul edilince, canla başla hizmet etti. Talebelerin arasında parmakla gösterilenlerden oldu. Hocası onun derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, bir gün hanımına, (Kızımız büluğa erince haber ver) buyurdu. Kız büluğa girince, hocası, talebesi Alâüddinin odasına gitti. Eski bir hasır üzerinde kitap okurken gördü. Başının altına koyduğu bir tuğlasından başka bir şeyi yoktu. Hocası, (Eğer kabul edersen, büluğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim) buyurdu. Alâüddin, (Büyük lütuf buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz, hiçbir şeyim yok) dedi. Hocası, (Kızım sana takdir edilmiştir. Rızkınızı da, Allahın göndereceği bildirilmektedir) buyurdu. Bir müddet sonra evlendiler.

Nehre atladı
Behaeddin-i Buhari hazretleri, talebeleri ile kıra çıkmıştı. Yolda bir nehirden geçiyorlardı. Nehir yeni yağan yağmurlarla taşıp kabarmış, ağaçları kökünden söküp götürüyordu. Hocaları (Alâüddin atla!) buyurdu. O da, hemen nehrin içine atladı. Sularda kayboldu. Talebeler şaşkınlık içinde idi. Ancak hocalarına bir şey soramadılar. Hocaları, kır gezisinden akşam üzeri geri dönerken, köprünün yanına gelince, (Bir eksiğimiz var mı?) diye sordu. Talebeler de, (Evet) dediler. Hocaları elini uzatarak; (Alâüddin gel!) buyurdu. Alâüddin nehirden çıktı. Elbiseleri bile ıslanmamıştı. Hocaları, (Bakın, nehir, kökleri sağlam olmayan bütün ağaçları söküp götürüyor. Fakat Alâüddin'in kökü sağlam olduğundan onu götüremedi) buyurdu.

Alâüddin-i Attar hazretleri buyururdu ki:
(Maksada ancak hocanın, rızası ile erebilir. Talebeye, bütün işlerini hocasına bırakmak düşer. Hocasının yanında bir tercihi olmamalı. Allah adamları
   ile sohbet aklı artırır, onları görmek için iki günü geçirmemelidir.)

Vefat edince, rüyada gördüler. (Allahü teâlanın bize verdiği nimetler çoktur. En küçüğü şu ki: Kabrimin 40 fersah (240 km) uzaklığına defnedilmiş olan müslümanların, şefaatim ile affolunacağı bildirildi) buyurdu.
 

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
17- YAKUP ÇERHİ (K.S.):
« Yanıtla #24 : 31 Ocak 2009, 19:24:54 »
17- YAKUP ÇERHİ (K.S.):

Şah-ı  Nakşıbend Hazretleri’nin eshabının ileri gelenlerindendir. Hazreti şahı Nakşibend Yakup Çerhi’yi Hace Alaaddin-i Attar Hazretlerine havale ettiler. Onun vefatından sonra altın silsilenin eli Yakup Çerhi Hazretlerine geçti.

Yakub-i Çerhi hazretleri, evliyanın büyüklerindendir. İnsanların iman, ibadet ve ahlak hususunda doğruyu öğrenip, yapmalarını sağlayan ve Allahü teâlânın rızasına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen İslam âlimlerinin on yedincisidir. Derin âlim ve kâmil bir veli idi.

Kendisi anlatır:
“Buhara’nın âlimlerinden ilim tahsil edip icazet aldıktan sonra memleketime dönmek üzere idim. İçimde Behaeddin-i Buhari hazretlerinin yanına gitmek arzusu hasıl oldu. Huzuruna varıp; “Beni hatırdan çıkarmayınız” diye yalvardım. “Tam gideceğin sırada mı bana geliyorsun?” buyurdu. “Gönlüm iştiyakınızla dolu" dedim. “Bu arzu ne sebepten geliyor?” dedi. “Büyük bir zatsınız ve herkesin makbulüsünüz” dedim. Bunun üzerine; “Bu sebep kâfi değil, daha makbul bir şey bulman lazımdır. Halkın beni kabulü şeytani olabilir” buyurdu. Bunun üzerine; “Sahih bir hadis-i şerifte; “Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalblerine düşürür. İnsanlar onu severler” buyurulmuştur” deyince, tebessüm ederek “Biz azizanız” dedi. Bu sözü duyunca kendimden geçer gibi oldum. Çünkü bu görüşmeden bir ay kadar önce, bir rüya görmüştüm. Rüyamda bana; “Azizan’ın talebesi ol!” demişlerdi. Behaeddin-i Buhari hazretleri; “Biz azizanız” buyurunca rüyayı hatırladım. Tekrar; “Bana teveccüh ediniz, hatırınızdan çıkarmayınız” diye yalvardım. “Bir gün Azizan’dan (Ali Ramiteni'den) böyle bir istekte bulunmuşlar. O da, bir şeyin hatırda kalması için bir vasıtaya ihtiyaç olduğunu söylemiş ve hatırlamaya vesile olacak bir şey istemişler” buyurdu. Bunu söyledikten sonra, bana mübarek takkesini hediye ederek, “Şu takkeyi al, onu her gördüğünde bizi hatırla ve yanında bul” buyurdu.

Yine kendisi anlatır:
“Allahü teâlânın inâyetiyle bu fakirde erenler yoluna girmek arzusu doğunca, Behaeddin-i Buhari hazretlerine kavuşmak nasip oldu. Onun kerem ve iltifatları beni saadete gark etti. Gördüm ki, mürşidim kâmildir. Çeşitli vakalar ve gaybi işaretlerden sonra, Kur’an-ı kerimi açıp bir âyeti işaret tutmak istedim; “O Peygamberler Allah’ın hidayetine eriştirdiği kimselerdir, sen de onların gittiği yoldan yürü...” mealindeki âyet-i kerime çıktı, bağlılığım kat kat arttı.

Tereddüt içinde bulunduğum günlerden idi. İçimde öyle bir fırtına koptu ki, hemen Behaeddin-i Buhari hazretlerinin huzuruna kavuşmak için Kasr-ı Arifan’a gittim. Behaeddin-i Buhari hazretlerinin evlerine yaklaştığım zaman; yola çıkmış, beni beklemekte olduğunu gördüm. Beni yanına oturttu. Namaz kıldıktan sonra sohbete başladı.

Buyurdu ki:
“İlim iki kısımdır. Biri kalb ilmi; bu ilim, en faydalı olan ilimdir. Bu ilmi nebiler ve resuller öğretir. Diğeri lisan ilmidir. Bu ilim de Allahü teâlânın insanoğluna hüccetidir. Batın ilminden sana bir pay erişmesini ümit ederim.”

“Sadakat ehliyle oturduğunuz zaman, dikkatli olun. Çünkü onlar, kalblere girip himmetinize bakarlar. Biz, kendi kararımızla kimseyi kabul edemeyiz. Böyle memuruz. Bakalım bu gece bize ne işaret buyurulur. Eğer seni kabul ederlerse, biz de kabul ederiz.”

Ömrümde o gece kadar çetin ve zor bir gece geçirmedim. Saadet kapısının yüzüme kapanmasından korktum. Sabah namazını hocamla beraber kıldım. Namazdan sonra; “Sana müjdeler olsun, kabul işareti geldi. Biz insanları az kabul ederiz. Kabul ettiğimiz zaman da geç kabul ederiz. Tâ ki gelenlerin nasıl geldiği ve zamanının gelmiş olduğu belli olsun” buyurdu. Halifesi Alâüddin-i Attar ile sohbet etmemizi emretti. Ben de onun yanına gittim ve vefatına kadar sohbetlerinde kaldım. Onun halifesi olarak insanlara doğru yolu gösterdim.