Silsile-i Saadat ( Altun Silsile) Efendilerimiz (K.s)

0 Üye ve 3 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
5-Bayezid Bistâmî (r.a.)
« Yanıtla #10 : 13 Ocak 2009, 10:37:57 »
5-Bayezid Bistâmî (r.a.)


Bayezîd-i Bistamî, sûreti itibarıyla Hz. Ebû Bekir (r.a)'a benzerdi. Uzunca boylu, zayıf bedenli, beyaz tenliydi. Seyrek ve ak sakallı, çukurca gözlü idi. "Sultânu'l-ârifin" diye anılırdı. Selman-ı Fârisî'nin memleketi olan İran 'dan yetişen yiğitlerdendir.

HAYATI

Altın silsile, Ca'fer-i Sâdık ile Hz. Ebû Bekir'in soyu ve yolu ile Hz. Ali'nin soyunu ve meşrebini birleştirdikten sonra halkasına Bâyezid Bistamî'yi de aldı. Bâyezid Bistamî, Hz. Peygamber'in kendisine : "Bunlardan Öyle erler çıkacak ki iman Süreyya yıldızında olsa muhakkak ona yetişecek" buyurduğu Selman Fârisi (r.a)'ın memleketi olan İran'ın Horasan bölgesinin Bistam şehrinden.

Adı Tayfur bin İsa, künyesi, Ebû Yezîd, nisbesi el-Bistâmî. "Bâyezid Bistamî" diye meşhurdur. Dedesinin Serûşan adlı bir mecûsî olduğu rivayet edilir. Babası Nişabur civarındaki Bistam kasabasının ileri gelenlerinden iyi bir müslüman ve dindar bir insan. Annesi de son derece saliha bir hatun. Üç kardeştiler. Adem, Tayfur ve Ali. Üçü de abid ve zahiddi. Fakat Tayfur yani Bâyezid içlerinde hal bakımından en üstün olanıydı.

Bâyezid Bistami, Ebû Hafs Haddâd, Ahmed Hadraveyh, Yahya bin Muâz ile çağdaş. Şakik Belhi, Zünnûn Mısrî ile dost ve arkadaş. Mezhebi Hanefî, tarikatı Sıddıkî. Memleketi Bistam'dan ayrıldıktan sonra otuz yıl kadar Suriye ve Şam civarında dolaştı. İlimle uğraştı, nefsiyiz savaştı. 324/848 veya 262/875yılında vefat eden Bâyezid, Bistam'da medfundur. Bâyezid, Ca'fer-i Sâdık 'ın rûhâniyetinden "üveysî" yolla terbiye gördü.

BAYEZÎD BİSTAMİ

Bayezîd, cezbesi istiğraka, sevgisi aşka varan ve tevhid konusunda konuşan sûfîlerdendi. Kevakib sahibi Münavî'nin verdiği bilgiye göre, çağdaşları O'nun ilm-i tevhid ve ilm-i hakikata dair söylediklerini anlayamadıklarından çeşitli ithamlarda bulundular ve onu yedi defa memleketinden ayrılmaya mecbur bıraktılar. Fakat her defasında işleri bozuldu, başlarına belalar geldi. Bunun üzerine onun büyüklüğünü anlayarak hürmet göstermeye başladılar.

"Tevhid nedir?" diye soranlara şöyle cevap verirdi:

- Tevhid yakindir. Yakin ise mahlukatın her türlü hareketini Allah'ın fiili olarak bilmek ve ef'alinde O'na hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. İnsan Rabbını tanıyıp bu tanıma duygusunda istikrara erince tevhide erer. Bunun anlamı fiillerinde O'nun hiç bir ortağı yoktur, demektir.

Bu anlayış sebebiyle o şöyle münacatta bulunurdu: "Ya Rabb, benliğimi aradan çıkar, ben seninle oldukça en büyük benim. Nefsimle oldukça en küçük benim."


Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
6-EBU’L HASAN HARKANİ (K.S.):
« Yanıtla #11 : 13 Ocak 2009, 13:13:42 »
6-EBU’L HASAN HARKANİ (K.S.):

 İsm-i Şerifleri, Ali Bin Cafer’dir. Zamanın Kutbu idiler. Mevlana Celaleddin’i Rumi Hazrelerinin rivayetlerine göre Beyazıt-i Bestami Hazretleri hayatta iken Ebu-l Hasan-i Harkani Hazretlerinden müridanına haber vererek vasıf ve makamlarının ulviyetini beyan buyurmuşlardır. 

Altın silsilenin altinci halkası yine İran'dan; Bistam'a bağlı Harakan'dan. Bâyezîd Bistâmî'nin hemşehrisi ve türbesinin bekçisi. O'nun rûhâniyetinden feyz alarak "üveysî" tarikla yetişti. Adı Ali bin Ca'fer, künyesi Ebu'l-Hasan, nisbesi Mu'cemu'l-buldan müellifi Yakut el-Hamevî'nin ifadesine göre el-Harakanî, Harakanî değil (bk. II, 360). Aynı müellif onun 425 hicri yılında 10 Muharrem Aşure gününde (1034 Aralık'ta) 73 yaşında iken vefat ettiğini bildirdiğine göre 352/963 yılında doğmuş olmalıdır ki, doğumu Bâyezid'in vefatından 91 yıl sonradır.

Ebu'l-Kasım Kuşeyri, Ebu'l-Abbas Kassâb, Ebu Said el-Miheni gibi mutasavıflarla, Gazneli Sultan Mahmud gibi devlet ricaliyle İbn Sina gibi felsefe ve tıb otoriteleriyle çağdaş. Kuşeyri ile görüştüğünü Keşfu'l-mahcûb müellifi Hücviri'den öğreniyoruz. Hücviri, Kuşeyri'nin onun hakkında; "Harakan'a varınca Şeyh Ebu'l-Hasan'ın heybet ve haşmetinden fesahatım sona erdi, ifade gücüm kayboldu ve sanki dilim tutuldu. Neredeyse velayet makamından azledildiğimi sandım" dediğini nakleder.

Ebu'l-Abbas Kassâb onun hakkında: "Tasavvuf pazarında rihlet ziyaret Harakaniye lâyıktır" demektedir.

HİLYESİ

Uzunca boylu, kumral tenli, genişçe alınlı, gökçek yüzlü, irice gözlü, açık ve tok sözlü idi. Sûreti itibariyle Hz. Ömeru'l-Fâruk (r.a)'a benzerdi. İlim ve irfanı sebebiyle, "zamanın kutbu ve gavsi" ünvanlarıyla anılan bir gönül sultanıydı.

GAZNELÎ MAHMÛD VE HARAKANÎ

İlk müslüman Türk devletini kuran Gazneli Mahmûd onu ziyaret ederek feyz alanlar arasındadır. Zaten "Altın Silsile"nin Bekrî ve Sıddîkî olan kolunun faaliyet sahası genellikle İran ve Turan bölgesidir, özellikle de Türk dünyasıdır. Feridüddin Attar'ın Tezkiretü'l-evliyâ'sında verdiği bilgiye göre, Gazneli Sultan Mahmûd, Şeyh Harakanî ile birkaç defa görüşmüştür.

Şeyh Harakanî'nin şöhretini duyan Gazneli Mahmûd, adamlarıyla birlikte, biraz da onu imtihan maksadıyla Harakan'a gelir. Sultan, yanına geldiğinde Şeyh Harakanî, ona özel bir ilgi göstermediği gibi, ayağa da kalkmaz. Sultan pek çok sorular sorar ve şeyhi sınar. Aldığı tatminkâr cevaplar ve şeyhin mehabeti karşısında irkilir, endişesi sevgi ve saygıya dönüşür. Şeyhe bir kese altın ihsanda bulunmak isterse de Harakanî bunu reddeder. Bu sefer, "ondan bir hatıra olsun diye" herhangi bir eşyasını ister. Harakanî de Sultan'a bir gömleğini verir. Görüşme tamamlandıktan sonra Sultan, arz-ı vedâ ederken Şeyh Harakanî onu ayakta uğurlar. Sultan, şeyhin kendisini yolcu ederken ayağa kalktığını görünce sorar:

- Efendim, geldiğimizde ayağa kalkmadınız ama, yolcu ederken ayaktasınız. Sebebini öğrenebilir miyim? Şeyh Harakanî, şu karşılığı verir:

- İlk gelişinizde padişahlık gururu ve bizi imtihan niyyetiyle geldiniz. Ama şimdi dervişlerin haliyle ayrılıyorsunuz. Dervişlik devletine ve tevâzu haline saygı gerekir.

Sultan Gazneli Mahmûd, Harakanî ile bir başka görüşmesinde ondan nasihat istedi. Şeyh dedi ki:

- "Şu dört şeye dikkat et!

1. Günahlardan sakın,

2. Namazını cemaatla kıl,

3. Cömert ol,

4. Mahlûkata şefkatle muamele et!."

İBN SİNA VE HARAKANİ

Tezkiretü'l-evliyâ ve el-Hadaiku'l-verdiyye'nin verdiği bilgilere göre Harakanî, çağdaşı felsefe ve tıp otoritesi, eserleri dört asır Batı üniversitelerinde okutulan İbn Sînâ ile de görüştü.

Tasavvufa ve tasavvuf erbabına karşı ilgi duyan Filozof İbn Sînâ, Harakanî'yi ziyarete gelir. Şeyhin evine varıp karısından nerede olduğunu sorar. Karısı da, onun hakkında hiç de hoş olmayan lafızlar kullanarak evde olmadığını ve ormana odun getirmeye gittiğini söyler. İbn Sînâ, şeyhi görmek için orman tarafına; onu aramaya gider. İbn Sînâ yolda şeyhin gelmekte olduğunu ve yükünü bir aslanın taşıdığını görünce hayretle sorar:

- Efendi, bu ne hal böyle? Şeyh de:

- Evdeki kurdun yükünü çekmemiş olsak, Allah bizim yükümüzü dağdakilere çektirmezdi, der. Evdeki kurt karısıdır. Çünkü son derece geçimsiz ve hırçın bir kadındır, ama Harakanî, Allah için onun sıkıntılarına katlanarak "kesb-i kemâlât" etmiştir.

ABDULLAH ENSÂRÎ VE HARAKANÎ

Menazilü's-sâirin adlı eserinde tasavvufi hal ve makamları anlatarak tasavvuf tarihimizde haklı bir şöhret kazanan Abdullah el-Ensârî el-Herevi de Harakanî'nin müridlerindendir. Nitekim o şöyle der: "Hadis, fıkıh ve diğer islâmî ilimlerde pek çok üstaddan okudum. Tasavvuftaki üstadım ise Ebu'l-Hasan Harakanî'dir. O'nu görmeseydim marifete eremezdim"

HARAKANÎ'NİN MEŞREBİ:

Harakanî, muhtelif kaynakların ittifakla haber verdiklerine göre, Bâyezid Bistâmî meşrebindeydi. O'nun gibi coşkuluydu, cezbesi ve sekri, sahvına galipti. Fena ve baka, sekr ve Sahv ile tevhid ve vahdet konularında pek çok söz söylemiş, Hallâc gibi "Ene'1-Hak" anlayışına uygun terennümlerde bulunmuştur. Attâr Tezkiretü'l-evliyâ'sında onun bu vadideki sözlerine geniş yer vermektedir.

Devrinin muhtelif âlim ve şeyhlerini tanıyan ve onlardan okuyan Harakanî, en sonunda hemşehrisi Bâyezid Bistâmî 'nin dergahında karar kılmış, senelerce önce ölmüş bulunan Bâyezid'in yolunu devam ettiren müridleriyle görüşmüş, kabrine on iki yıl türbedarlık etmiştir. Sevgi ve aşkla bağlandığı bu kapı onun gönül dergâhı olmuştur. Yılları aşıp gelen Bâyezid sevgisi, onu yoğurmuş ve vuslata götürmüştür.

Sekr ve cezbe ehlinden olduğu için olsa gerek, kişinin sahv ve uyanıklığını bile vecde yakın bir üslupla anlatırdı. Derdi ki, "Sahvın ölçüsü, kulun Allah'ı andığı sırada baştan ayağa Allah'ın kendisini andığını duymasıdır" Öyleyse Allah derken başka söz söyleyenlerle sohbet etmemeliydi.

BAŞKASININ DERDİ

Harakanî, diğergâmdı, dertlinin derdiyle ilgilenmeyi severdi. Derdi ki: Türkistan'dan Şam'a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır, birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben de duyarım. Bir kalpte üzüntü varsa, o kalp benim kalbimdir.

Gerçek kulluğun kula hizmetten geçtiğini bilenlerdendi. Bu yüzden:

"Sabahleyin yatağından kalkan âlim, ilminin artmasını, zâhid zühdünün artmasını ister. Ben ise bir kardeşinin gönlünü neşeyle doldurma ve onu sevindirme derdindeyim" derdi.

Rabia Adeviyye ve benzeri sufiler gibi, cennet düşüncesinden, cehennem endişesinden geçenlerdendi. Şöyle konuşurdu bu konuda: "Cennet ve cehennem yok demiyorum. Benim dediğim, cennet ve cehennemin benim nezdimde yeri yoktur; zira her ikisi de mahluktur. Benim rağbetim ise mahlûkata değil, Hâlika'dır."

İlimle ve bilgiyle övünmenin yersizliğini şöyle anlatırdı: "Herkes, hiçbir şey bilmediğini anlayıncaya kadar hep bildiğiyle övünür, durur. Nihayet hiçbir şey bilmediğini anlayınca bilgisinden utanır ve işte o zaman marifet kemale erer. Çünkü gerçek bilgi bilmediğini bilmektir."

Sulh ve cengin nerede ve ne zaman olacağını şöyle bildirirdi: "Sulh bütün halkla, cenk ise nefsledir."

Dünyayı gölge gibi görürdü. Bu yüzden de: "Sen onun peşinde koştukça o senin padişahın; ondan yüz çevirince de sen onun padişahı olursun." derdi.

FÜTÜVVETİN ŞARTI

Ona göre fütüvvet ve civanmerdliğin şartı üçtü:

1. Cömertlik, 2. Şefkat, 3. Halktan müstağni olmak.

İçinde 'tan başkasına yer olan kalp, baştan başa ibadet ve taatla dolu olsa da ölüydü. Çünkü gönüllerin en aydını içinde halk olmayanı, amellerin en güzeli, içinde mahlûk fikri bulunmayanıydı.

Amel ve ibadetlerdeki ölçüsü şuydu: "Hergün akşama kadar halkın beğendiği ve memnun kaldığı işler yapasın. Her gece de sabaha kadar Hakk'ın beğendiği amel ile olasın."

Katilden, yani adam öldürmekten beter olan fitnenin dinde iki grup insan tarafından çıkarılabileceğini söylerdi. Onlar da: Gözünü dünya hırsı bürümüş âlim ile ilimden mahrum ham sofuydu.

El emeği ve göz nurunu üstün tutar, nimetlerin en helal ve temiz olanının kişinin emek ve gayretiyle elde ettiği nimetler olduğunu anlatırdı.

SÛFÎLİK VE HIRKA

- "Sûfî kimdir?" diye soranlara:

- Hırka ve seccade ile sûfî olunmaz, merasim ve âdetlerle tasavvufa yol bulunmaz. Sûfî, mahv ve fena ile benlikten geçendir. Zira abası ve hırkası olan pek çoktur. Lâzım olan kalp safiyetidir. Elbisenin ne faydası var? Çul giymekle ve arpa yemekle adam olunsaydı eşeklerin de adam olması gerekirdi. Çünkü onlar da çul giyer, arpa yerler.

Birgün bir adam gelip şeyhten hırka talebinde bulundu. Şeyh dedi ki:

"Bir erkek çarşaf giymekle nasıl kadın olmazsa, sen de hırka giymekle bu yolun eri olamazsın. Önce gönlünü arıtmaya bak!"

Ona göre sûfî, gündüz güneşe, gece yıldız ve aya ihtiyacı olmayandı; çünkü sûfîlik varlığa ihtiyacı olmayan yokluktu.

Birgün müridlerine "en güzel şeyin ne olduğunu" sordu ve kendisi bunu şöyle açıkladı: "En güzel şey, devamlı zikreden bir kalbdir. Çünkü bütün varlığını  istila etmiş bir kimse tepeden tırnağa herşeyiyle Allah'ı ikrar eder."

BAZI TANIMLAR

Sıdk'ı gönülde olanı konuşmak, ihlâs'ı herşeyi Hakk için yapmak, riya'yı da amelini halk için yapmak şeklinde tanımlardı.

Vâris-i Nebî denmeye layık olan kimse, O'nun fiil ve kavillerine uyan, O'nun izine basarak yürüyendi. Kâğıtların yüzünü karalayıp kitap yazdığını sanan değildi.

Ölümsüz bir hayata kavuşmanın günde bin kerre ölüp yine dirilmek olduğunu söylerdi.

İncitme ve incinme konusunda şunları söylerdi:

- İnsanlar üç zümredir:

1. Sen kendisini incitmediğin halde o seni incitir.

2. Sen kendisini incitirsen o da seni incitir.

3. Sen kendisini incitsen de o seni incitmez.

Bir mümini incitmeden sabahtan aksama varan, bir kimse o gün aksama kadar Hz. Peygamber (s.a) ile yaşamış gibi olur. Eger mümini incitirse Allah onun o günkü ibadetini kabul buyurmaz.

 
 

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
7-EBÛ ALI FÂRMEDÎ (k.s)
« Yanıtla #12 : 13 Ocak 2009, 13:50:23 »
7-EBÛ ALI FÂRMEDÎ (K.S)

Büyük velîlerden. Insanlarin îtikâd, amel, ibâdet ve ahlâk husûsunda dogruyu ögrenip yapmalari ve ü teâlânin rizâsina kavusmalari için onlara rehberlik edip, buna kavusturan ve kendilerine tasavvuf yolunda silsile-i aliyye denilen meshûr velîlerden olup, bu âlimlerin yedincisidir. Ismi, Fadl bin Muhammed'dir. 1042 (H.433) senesinde dogdu. Horasan'da yasadi. 1085 (H.478)'de vefât etti. Kabri, Tûs yâni Meshed sehrindedir.


Yasadigi devrin âlimleri arasinda bir tâne idi. Zâhirî din ilimlerini, Ebü'l-Kâsim Kuseyrî hazretlerinden ögrendi. Ayrica Ebû Abdullah Muhammed bin Muhammed Sîrâzî, Ebû Mensûr Temîmî, Ebû Abdurrahmân Neylî, Ebû Osman Sâbûnî ve daha baska âlimlerden de ilim tahsîl etti. Sözü, nasihatlari pek tesirli idi. Selçuklu Devletinin meshur veziri Nizâm-ül-mülk ve zamânin devlet erkâni kendisine çok hürmet ederdi.


Tasavvuf, rûh ilimlerinin mütehassisi idi. Evliyânin meshurlarindan olan Ebû Saîd Ebülhayr'dan da istifâde ederek feyz aldi. Hocasi Ebü'l-Kâsim-i Gürgânî, Ebû Osman-i Magribî'nin, bu da Cüneyd-i Bagdâdî hazretlerinin talebesi olup, herbirisi, insanlara dogru yolu göstermek için yetismis ve yetistirebilen âlimler idi.

Tasavvuf ilminde yüksek derecelere kavusmasi iki vâsita ile olmustur. Birisi Ebü'l-Kâsim Gürgânî Tûsî vâsitasiyla Kübreviyye yolundan, digeri de Ebü'l-Hasan Harkânî vâsitasiyla olmustur.


Ebû Ali Fârmedî hazretleri, hem Imâm-i Gazâlî, hem de Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin hocasi idi. Her ikisi de ondan istifâde ederek kemâle gelmis, yüksek derecelere kavusmustur.


 

Ebû Ali Fârmedî hazretleri tasavvuf yoluna girisini söyle anlatmistir:

"Gençligimin ilk yillarinda Nisâbur'da Sirâcân Medresesinde ilim ögreniyordum. Aradan bir müddet geçti. Bir gün Seyh Ebû Saîd Ebülhayr hazretlerinin Mihene'den Nisâbur'a gelmekte oldugu haberini aldik. Halk arasinda kerâmetleri meshur idi. Nisâbur halki, âlimler ve ileri gelenlerin hepsi onun büyüklügünü biliyor ve saygi duyuyordu. Pek çok kimse karsilamaya çikti. Aralarinda ben de bulunuyordum. Mübârek yüzünü görmek istiyordum. Kendisini görür görmez ona ve tasavvuf ehli büyüklere karsi kalbimdeki muhabbet ve sevgi pek fazlalasti. O gün sohbetini dikkatle dinledim. Artik onun huzûrunda bulunup sohbetlerini dinleyenler arasina katildim. Beni tanimaz, bilmez saniyordum. Bir gün medresemdeki odamda iken onu görmek arzum çok artti. Fakat o gün sohbet için belirlenen günlerden degildi. Sabredeyim, dedim. Dayanamayip disari çiktim. Disari çikinca etrâfima bakindim. Ebû Saîd hazretleri yaninda kalabalik bir cemâatle bir yere gitmekte oldugunu gördüm. Yalniz basima onlari tâkib ettim. Bir yere dâvete gidiyorlarmis. Dâvet edilen evin kapisina varip içeri girdiler. Peslerinden ben de girip bir köseye oturdum. Beni görmüyordu.

Bir müddet kendi hallerinde mesgûl oldular. Ebû Saîd hazretleri öyle bir hâle girdi ki, kendinden geçip üzerindeki abayi parçaladi. Sonra üzerlerinden o hal geçti. Abayi çikarip yere birakti.

Meclisde bulunanlar yirtilmis abayi parçalara ayirip dagitmasi için Seyh hazretlerinin önüne biraktilar. Bu parçalardan islemeli bir kisim olan kolun yen kismini ayirip;

"Ey Ebû Ali Tûsî neredesin?" dedi. Ben kendi kendime beni tanimaz, bilmez, herhalde talebelerinden, adi Ebû Ali olan birini çagiriyor diyerek cevap vermedim.

Ikinci defâ çagirinca, yine cevap vermedim.

Oradakiler bana; "Seyh hazretleri seni çagiriyor." dediler.

Kalkip huzûruna yaklastim. Ayirdigi islemeli elbise parçasini bana verdi ve;

"Sen bize bu elbise parçasi gibi yakinsin." dedi.

Verdigi elbise parçasini alip öptüm. Artik devamli huzûrunda bulundum. Nûrlu feyz ve bereketlere kavustum. Sonra Ebû Saîd hazretleri Nisâbur'dan ayrildi. Ben Ebü'l-Kâsim Kuseyrî'nin yaninda kaldim. Bende hâsil olan halleri ona anlattigimda, bana;

"Evlâdim, ilim ögrenmekle mesgul ol." diyordu. Iki-üç sene ilim ögrendim. Ilimle mesgul oldum. Bir gün kalemimi mürekkep hokkasina batirip çikardim. Bembeyaz çikti. Üç defâ böyle batirip çikardim. Her defâsinda mürekkeb beyaz çikiyordu. Bu hâli Ebü'l-Kâsim Kuseyrî'ye anlattim.

"Mâdemki kalem senin elinden kaçiyor, sen de onu birak." deyince, medreseden ayrilip, dergâha geçtim. Ebü'l-Kâsim Kuseyrî'nin hizmetiyle mesgûl oldum."

Kendisi anlatir: Bir gün bana bir hal olmustu. Kendimden geçtim. Bu hal içinde sanki yok ve fark edilmez oldum. Bu hâlimi hocama anlattim.

"Ey Ebû Ali! Benim gönül kusum, buradan yukarisini bilemez." buyurdu.

Ben de kendi kendime, beni bu makamdan ileri götürecek bir mürside, rehbere ihtiyâcim var, diye düsündüm. Bunun üzerine bir müddet geçti. Gün geçtikçe bu hal artardi. Bu sirada Ebü'l-Kâsim Gürgânî'nin ismini isitmistim. Tûs sehrine hareket ettim. Evini bilmiyordum. Sehre gelince sordum. Yerini târif ettiler, gittim. Talebelerinden bir cemâatle mescidde oturuyorlardi. Ben de iki rekat namaz kilip, önünde diz çöktüm. Seyhin basi önüne egikti. Basini kaldirdi ve;

"Gel ey Ebû Ali!" buyurdu. Vardim, selâm verip oturdum. Mânevî hallerimi anlattim.

"Evet... Baslangicin mübârek olsun! Henüz bir dereceye erismissin, ama terbiye görürsen, yüksek derecelere kavusacaksin." buyurunca, gönlümden; "Artik rehberim budur." dedim.

 

Ebü'l-Kâsim Gürgânî hazretleri beni tasavvufta yetistirmek üzere nefsimin terbiyesi için çesitli riyâzetler yâni nefsimin isteklerini yapmamami emretti. Nihâyet arzu edilen derecelere ulastim. Sonra arkadaslarimdan Ebû Bekir Abdullah ile beni kardes yapti ve bizi berâberce Ebû Saîd hazretlerinin yanina Mihene'ye gönderdi. Ebû Saîd hazretlerinin huzûruna varinca, bana bir parça bez verip duvarlarin tozunu silmemi söyledi. Arkadasim Ebû Bekir Abdullah'a da müsâfirlerin ayakkabilarini düzeltme vazîfesini verdi. Üç gün bu hizmeti yaptim. Dördüncü gün beni Ebü'l-Kâsim hazretlerinin yanina geri gönderdi. Sonra iki hocam da vefât etti. Onlarin yerine sohbetleri ben yapmaya basladim. Talebelerim çogaldi. Ismim her tarafa yayildi. Arkadasim Seyh Ebû Bekir Abdullah büyük bir zât oldugu halde adi duyulmadi. O söyle dedi: Seyh Ebû Saîd onun için; "Ebû Ali bez ile duvarin tozunu sil de, ömür boyunca söz bezi ile Allahü teâlânin kullarinin gönül duvarlarindaki mâsiyet, günah kirlerini silersin!" buyurdu. Bana da dervislerin ayakkabilarini düzeltmemi emretti. Ben de bu vazîfede kaldim. Kimse beni tanimadi, ismimi anmadi."


Ebû Ali Fârmedî hazretleri, bu hocalarindan sonra zamânindaki evliyânin en meshurlarindan ve büyüklerinden olan Ebü'l-Hasan Harkânî hazretlerinin sohbetlerinde daha yüksek derecelere kavusmus, kemâl mertebelerine ulasmistir. Bunu söyle ifâde etmistir:

"Kalbimde hâsil olan ask ve sevk ziyâdesiyle artmisti. Bu arzumun çoklugu sebebiyle, Ebü'l-Hasan-i Harkânî hazretlerinin sohbetine kavustum. Hizmetinde bulundum. Nihâyetsiz feyzlere, mânevî zevklere eristim."

Ebû Ali Fârmedî zamâninda evliyânin önderi ve hidâyet günesiydi. Nizâm-ül-Mülk'ün makâmina gelince, büyük vezir derin bir hürmetle ayaga kalkar, onu kendi makâmina oturturdu. Halbuki, baskalari geldigi zaman, sâdece ayaga kalkar, yerini terketmezdi. "Neden böyle yapiyorsun?" diye sorduklarinda; "Ebû Ali Fârmedî hazretleri benim yüzüme karsi kusurlarimi söylüyor, yaptigim yanlis isleri, haksizliklari açiklayip beni îkâz ediyor. Digerleri ise, beni yüzüme karsi övüyorlar. Bu yüzden nefsim gururlaniyor. Ebû Ali Fârmedî hazretlerinin yermesi, benim için daha hayirli oldugundan, ona daha çok hürmet ediyorum." derdi.


Ebû Ali Fârmedî buyurdu ki:

"Talebenin hocasina karsi dili ile saygili olmasi gerektigi gibi, söyledigini kalbinden de reddetmemelidir." Bununla ilgili su rüyâsini anlatir:

Hocam Ebü'l-Kâsim Gürgânî'ye bir rüyâmi anlattim ve ona;

"Sizin bana rüyâmda söyle söyle dediginizi gördüm ve niçin böyle yaptiginizi sordum." dedim.

Hocam, bunun üzerine bir ay benimle konusmadi ve;

"Eger içinde benim söylediklerimi reddetmek duygusu ve cevâb almak arzusu olmasa, rüyânda bana bu sekilde sormazdin." dedi.


 
BIR KOVA SU ILE

Ebû Ali Fârmedî hazretleri anlatir:

Bir gün hocam Ebü'l-Kâsim Kuseyrî hamamda gusül abdesti aliyordu. Sormadan ve istemedikleri halde, kuyudan bir kova su çikarip hamamin havuzuna bosalttim. O anda hakîkaten bu mikdâr suya olan ihtiyaçlarini bilmiyordum. Sonra ögrendim.

Hamamdan çikinca; "Hamamin havuzuna su bosaltan kimdi?" diye sordu.

Niçin yaptin? diyeceginden korktum. Sasirdim.

Nihâyet; "Ben idim." dedim.

"Ey Ebû Ali! Ebü'l-Kâsim'in yetmis senede elde ettigi dereceleri, sen bir kova su ile kazandin. Allah senden râzi olsun." buyurdu. Bir müddet daha hocamin huzûrunda bulunarak, nefsimin terbiyesi ile mesgûl oldum. Birçok mârifetlere kavustum.



ZAHMET ETMISSIN

Ebû Ali Fârmedî hazretleri söyle anlatmistir:

"Bir defâsinda bir yolculugumuz sirasinda bir daga yaklasmistik. Bu sirada önümüze çok büyük bir yilan çikti. Hepimiz korktuk ve kaçistik. Ebû Saîd hazretleri de orada idi. Atindan inip o koca yilana yaklasti. Ben Seyh hazretlerinin yaninda idim. Yilan onun önünde basini yerlere sürerek saygi gösterir gibi hareketler yapti.

Ebû Saîd hazretleri yilana hitâb ederek; "Zahmet etmissin" dedi. Sonra yilan daga dogru uzaklasip gitti. Bu hâdise üzerine Ebû Saîd hazretlerine bu ne haldir, diye sorduk.

Dedi ki: "Bu dagda bulundugum sirada birkaç yil bu yilanla ayni yerde bulunduk. Bizim buradan geçmekte oldugumuzu anlayinca gelip dostlugunu tâzeledi. Ahdin güzelligi îmândandir. Güzel huylu olana karsi her sey güzel huylu olur. Nitekim Ibrâhim aleyhisselâm güzel huylu idi. Ates de ona güzel huylu oldu. Onu yakmadi."


1) Nefehât-ül-Üns, s.402
2) Tam Ilmihâl Seâdet-i Ebediyye; (48. Baski) s.1051
3) Rehber Ansiklopedisi; c.4, s.304
4) Tabakât-üs-Sâfiiyye; c.5, s.304
5) Sezerât-üz-Zeheb; c.3, s.355
6) El-Iber; c.3, s.288
7) El-Lübâb; c.2, s.191
8) Resehât (Arabî); s.16
9) El-Ensâb; s.316
10) Hadâik-ül-Verdiyye; s.106
11) Behcet-üs-Seniyye; s.13
12) Irgâm-ül-Merîd; s.48
13) Umdet-ül-Makâmât; s.52
14) Makamât-i Ebû Saîd Ebü'l-Hayr; s.128, 196, 199
15) Islâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.3

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
8-YÛSUF-I HEMEDÂNÎ (K.S)
« Yanıtla #13 : 13 Ocak 2009, 13:58:52 »
8-YÛSUF-I HEMEDÂNÎ

Evliyânin büyüklerinden. Ismi, Yûsuf bin Yâkûb Hemedânî olup, künyesi Ebû Yâkûb’dur. Imâm-i A’zam hazretlerinin neslindendir. Insanlari Hakk'a dâvet eden, onlara dogru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavusturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin sekizincisidir. 1048 (H.440) senesinde Hemedan’da dogdu. 1140 (H.535) de Herat’tan Merv’e giderken yolda vefât etti.


On sekiz yasinda Bagdat’a gelip, fikih ilmini Ebû Ishâk-i Sîrâzî’den ögrendi. Yasi küçük olmasina ragmen, Ebû Ishâk kendisine husûsî ihtimâm gösterirdi. Bunun ve diger fikih âlimlerinin derslerine devâm etmekle, Hanefî mezhebinde fikih ve münâzara âlimi oldu. Isfehan ve Semerkand’da, zamanin meshûr hadîs âlimlerinden hadîs ilmini ögrendi. Tasavvufu Ebû Ali Fârmedî hazretlerinden ögrenip, onun sohbetinde yetiserek kemâle ulasti. Abdullah-i Cüveynî, Hasan Simnânî ve birçok büyük zât ile görüsüp, sohbet etti. Kendilerinden ilim ögrendi. Yaya olarak otuz yedi hac yapti. Kur’ân-i kerîmi sayisiz hatmetti. Gece namazlarinda her rekatte bir cüz okurdu. Tefsir, hadîs, kelâm ve fikih ilminden yedi yüz cüz ezberindeydi. Iki yüz on üç mürsîd-i kâmilden istifâde etti. Yedi bin kâfirin îmâna gelmesine sebeb oldu. Hizir aleyhisselâm ile çok sohbet etti.


Altmis yildan fazla, insanlara dogru yolu göstermekle mesgûl oldu. Yüzlerce talebe ondan ders aldi. Abdullah-i Berkî, Hasan-i Endâkî, Ahmed Yesevî ve Abdülhâlik-i Goncdüvânî gibi büyük velîler yetistirdi. Bunlardan Ahmed Yesevî, Türkistan tarafina göç edip, insanlari irsâd ederek büyük hizmetler yapti. Yûsuf-i Hemedânî, bütün dostlarina, talebesi Abdülhâlik-i Goncdüvânî’ye tâbi olmalarini söyledi. Kendisinden sonra, bu talebesi insanlara dogru yolu gösterdi.

Yûsuf-i Hemedânî, önce Merv sehrinde bir müddet kalip Herat’a gitti ve uzun zaman kaldi. Sonra, tekrar Merv’e gelip bir müddet daha kaldiktan sonra Herat’a döndü. Herat’tan Merv’e yolculugu sirasinda vefât etti. Kabri Merv sehrinde olup, ziyâret edilmektedir.

Yûsuf-i Hemedânî, Imâm-i A'zama pekçok bagliydi. Irak, Horasan, Mâverâünnehr bölgelerinin muhtelif sehirlerinde bulunarak, halka saâdet yolunu anlatmak ile mesgûl olmustur. Ilmi, fazîleti ve kerâmetleriyle Islâm dünyâsinda taninip, çok sevilmistir.



Hakîkî Islâm âlimlerinden ve evliyânin büyüklerinden olan Yûsuf-i Hemedânî orta boylu, bugday benizli, kumral sakalli, zayif bir zât idi. Eline ne geçerse muhtaçlara verir, kimseden bir sey istemezdi. Herkese karsi çok iltifât eder, yumusak ve merhametli davranirdi. Yolda yürürken bile Kur’ân-i kerîm okumakla mesgûldü. Hos-dû denilen yerden, câmiye gelinceye kadar bir hatim okur, mescid kapisindan, Hasan Endâkî ve Ahmed-i Yesevî hânesine varincaya kadar Bekara sûresini okurdu. Geri dönerken Âl-i Imrân sûresini bitirirdi. Arada bir yüzünü Hemedân’a çevirir ve çok aglardi. Selmân-i Fârisî hazretlerinin âsâsi ile sarigi kendisindeydi. Her ay basinda, Semerkand âlimlerini çagirarak onlarla sohbet ederdi. Bir taraftan köylülere ve yanina gelen herkese dogru din bilgilerini ögretmeye çalisir, insanlarla ugrasmaktan, onlari yetistirmek için çalismaktan hiç sikilmazdi. Diger taraftan, agrilara ve yaralara ilâç yaparak herkesin derdine devâ bulmaya çalisirdi. Böylece, maddî ve mânevî hastaliklarin tabîbi, mütehassisi oldugunu isbât ederdi.

Talebelerine ve kendisini sevenlere dâimâ Peygamber (s.a.v) Efendimizin ve Eshâb-i kirâmin yolunda gitmelerini tavsiye ederdi. Kalbi, bütün mahlûkât için derin bir sevgi ile doluydu. Gayr-i müslimlerin evlerine giderek, onlara Islâmiyeti anlatirdi. Her seye sabir ve tahammül eder, herkese karsi muhabbet gösterirdi. Altin ve gümüs esyâ kullanilmasina müsâde etmez, fakirlere zenginlerden daha fazla îtibâr ederdi. Zühd sâhibi idi. Dünyâya ehemmiyet ve kiymet vermezdi. Odasinda hasir, keçe, ibrik, iki yastik ve bir tencereden baska bir sey bulunmazdi. Talebelerine, dört büyük halîfenin menkibe ve fazîletlerinden bahseder, onlar gibi ahlâklanmalarini nasîhat ederdi.

Bir gün, Hemedân’dan bir kadin, aglayarak Yûsuf-i Hemedânî’nin huzûruna geldi ve dedi ki: “Oglumu Bizanslilar esir etmisler.” Kadina; “Sabredin” buyurdu. Kadin; “Sabredecek hâlim kalmadi.” dedi. Bunun üzerine Yûsuf-i Hemedânî hazretleri; “Yâ Rabbî, bu kadinin oglunu esirlikten kurtar. Üzüntüsünü neseye çevir!” diye duâ etti. Kadin dönünce oglunu evde buldu. Hayret etti. Ogluna; “Anlat evlâdim! Buraya nasil geldin?” dedi. Oglu; “Biraz evvel Istanbul’daydim. Ayaklarim bagli olup, basimda muhâfiz vardi. Âniden bir kimse geldi. Beni kaptigi gibi, bir anda buraya getirdi.” dedi.

Yûsuf-i Hemedânî’ye, Islâm âlimlerinin ve kiymetli rehberlerin azalip yok oldugu zaman ne yapmak lâzim? denildiginde; “O zaman, her gün o büyüklerin yazdigi kitaplardan bir miktar okuyunuz.” buyurdu.


Sayisiz kerâmetlerin ve fazîletlerin kendisinde toplandigi veliyyi kâmil bir zât idi. Kerâmetlerinin en büyüklerinden birisi; Allahü teâlâyi tanimak yolunda çok yüksek derece ve makamlar sâhibi olan, Abdülhâlik-i Goncdüvânî gibi büyük bir velîyi yetistirmesidir.

Yûsuf-i Hemedânî hakkinda uygunsuz seyler söyleyip, onu kötüleyen bir kimse vardi. Bu durum Yûsuf-i Hemedânî hazretlerine intikâl edince, üzüldü ve yakinda cezâsini görür buyurdu. Birkaç gün içinde o kimse, eskiyâlar tarafindan öldürüldü.


Bir defâ Yûsuf-i Hemedânî insanlara vâz ederken iki kimse gelip, “Sus! Yanlis seyler söylüyorsun” dediler. “Asil siz susunuz. Size diri denmez!” buyurdu. O anda, o iki kisi orada ölüverdiler.


Necîbüddîn Sîrâzî isimli bir zât söyle anlatiyor:

Bir zamanlar velîlerin sözlerinden birkaç parça elime geçmisti. Mütâlaa ettim. Bana gâyet hos geldi. Bu sözü arastirdim. Kimin sözüdür, bundan baska eserleri var midir, bu zâti bulayim da, önüne diz çökeyim dedim. Bir gece rüyâda, heybetli, vekarli, ak sakalli, pek nûrânî bir zâtin evimize girdigini gördüm. Hemen abdesthâneye gitti. Abdest alacakti. Beyaz bir kaftan giymisti. Kaftanin üzerinde iri hatla, altin suyu ile, Âyet-el-kürsî bastan ayaga kadar yazilmisti. Ben onun arkasindan gittim. Kaftani çikarip bana verdi. Bu kaftanin altinda ondan daha göz kamastirici bir yesil kaftan daha vardi. Bunda da, önceki gibi ayni hatla, altin yaziyla Âyet-el-kürsî yazilmisti. Onu da bana verdi. “Ben abdest alincaya kadar bunlari tut!” buyurdu. Abdest aldi ve; “Bu iki kaftandan hangisini istersen sana vereyim.” buyurdu. Hangisini verirseniz, bence sevgilidir dedim. Yesil kaftani bana giydirdi. Beyazi da kendisi giydi. Sonra: “Beni bilir misin? Ben, o okudugun parçalarin müsannifiyim. Sen onu arzuluyordun... Ben Ebû Yâkûb Yûsuf-i Hemedânî'yim. Ona, yâni o okudugun yazilara Zînet-ül-Hayât adini verdim. Ayrica Menâzil-üs-Sâlikîn ve Menâzil-üs-Sâyirîn gibi sevilen eserlerim de vardir.” buyurdu. Uyaninca çok sevindim. Ona olan muhabbetim çok artti.



Ibn-i Hacer-i Mekkî hazretlerinin Fetâvâ-i Hadîsiyye isimli eserinde anlatildigina göre, Ebû Saîd Abdullah, Ibn-üs-Sakkâ ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî ilim ögrenmek için Bagdat’a geldiler. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri o zaman çok gençti. Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin, Nizâmiyye Medresesinde vâz ettigini duymuslardi. Bunlar, onu ziyâret etmeye karar verdiler. Ibn-üs-Sakkâ;

“Ona bir soru soracagim ki cevâbini veremeyecek.” dedi.

Ebû Saîd Abdullah; “Ben de bir soru soracagim. Bakalim cevap verebilecek mi?” dedi.

Küçük yasina ragmen büyük bir edeb timsâli olan Abdülkâdir-i Geylânî de “ Allah korusun. Ben nasil soru sorarim. Sâdece huzûrunda beklerim, onu görmekle sereflenir, bereketlenirim” dedi.

Nihâyet Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin bulundugu yere vardilar. O anda orada yoktu. Bir saat kadar sonra geldi. Ibn-üs-Sakkâ’ya dönerek;

“Yaziklar olsun sana, ey Ibn-üs-Sakkâ! Demek bana, cevâbini bilemeyecegim suâl soracaksin ha! Senin sormak istedigin suâl sudur. Cevâbi da söyledir. Ben görüyorum ki, senden küfür kokusu geliyor.” buyurdu.

Sonra Ebû Saîd Abdullah’a dönerek; “Sen de bana bir suâl soracaksin ve bakacaksin ki, ben o suâlin cevâbini nasil verecegim. Senin sormaya niyet ettigin suâl sudur ve cevâbi da söyledir. Fakat sen de edebe riâyet etmedigin için, ömrün hüzün ile geçecek.” buyurdu.

Sonra Abdülkâdir-i Geylânî’ye döndü. Ona yaklasti ve;

“Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelligi ile, Allahü teâlâyi ve Resûlü (s.a.v)´nü râzi ettin. Ben senin Bagdat’ta bir kürsîde oturdugunu, çok yüksek bilgiler anlattigini ve;

“Benim ayagim, bütün evliyânin boyunlari üzerindedir.” dedigini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün evliyâyi, senin onlara olan yüksekligin karsisinda boyunlarini egmis hâlde olduklarini görüyor gibiyim.” buyurdu ve sonra gözden kayboldu. Kendisini bir daha göremediler.

Aradan uzun seneler geçti. Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî yetisti. Zamâninda bulunan evliyânin en üstünü, bas tâci oldu. Öyle yüksek derece ve makamlara kavustu ki, insanlardan ve yüksek zâtlardan herkes gelerek, mübârek sohbetlerinden istifâde ederlerdi. Bir gün yüksek bir kürsîde oturuyor vâz ediyordu. Buyurdu ki:

“Benim ayagim, bütün evliyânin boyunlari üzerindedir.” Zamâninda bulunan bütün evliyâ, onun kendilerinden çok yüksek oldugunu bilirler ve üstünlügü karsisinda boyunlari egri olurdu. Bunlar meydana çiktikça, Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin senelerce önce kerâmet olarak haber verdigi hâller anlasiliyordu.

Ibn-üs-Sakkâ’ya gelince, o Yûsuf-i Hemedânî ile aralarinda geçen o hâdiseden sonra, ser'î ilimlerle mesgûl oldu. Çok güzel konusurdu. Söhreti zamânin sultânina ulasti. O da bunu elçi olarak Bizans’a gönderdi. Hiristiyanlar buna çok alâka gösterdiler. Nihâyet, onlarin yalanlarina aldanarak hiristiyan oldu.

Bu hâdiseyi anlatan zât diyor ki:

“Bir gün onu gördüm. Hastaydi. Ölmek üzereydi. Ben yüzünü kibleye döndürdüm. O baska tarafa çevirdi. Tekrar kibleye döndürdüm. O tekrar baska tarafa çevirdi ve böylece öldü.”


Ebû Saîd Abdullah da diyor ki: “Ben Sam’a geldim. Bâzi vazifelerde bulundum. Çesitli sikintilar ile hayâtim geçti. Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin, her üçümüz hakkinda da söyledigi aynen meydana geldi.”



El-Mesrevü’r-Revî kitâbinin sâhibi olan Cemâleddîn Muhammed bin Ebî Bekr el-Hadramî es-Safiî buyuruyor ki:

“Bu menkibe, rivâyet edenlerin çoklugu sebebiyle lafizlari degisik olsa bile, mânâ yönünden tevâtür hâlini almis bir menkibedir. Allahü teâlânin evliyâsini inkâr etmeye cüret edenler, neûzü billâh, Ibn-üs-Sakkâ’nin durumuna düsmekten çok korkmalidir. Ilminin ve amelinin çok olmasina ragmen, Ibn-üs-Sakkâ’nin, sonunda böyle sonsuz bir felâkete düsmesinin sebebinin, evliyâ hakkinda edebsizlik yapmasi oldugu Behcet-ül-Musannife’de Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin menkibeleri anlatilirken zikredilmektedir.


1) Tam Ilmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baski); s.1164
2) El-A’lâm; c.8, s.220
3) Sezerât üz-Zeheb; c.4, s.110
4) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.289
5) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.135
6) Hadâik-ul-Verdiyye; s.106
7) Resahât (Arabî); s.14
8) Karizmatik Resahât (Osmanlica); s.17
9) Kalâid-ül-Cevâhir; s.110
10) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.14
11) Irgâm-ül-Merîd; s.48
12) Behcet-üs-Seniyye; s.11
13) Rehber Ansiklopedisi; c.18, s.232
14) Islâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.7, s.367
15) Makâmât-i Yûsuf Hemedânî; Süleymâniye Kütüphânesi, Ibrâhim Efendi Kismi, No: 430

Çevrimdışı Asilzade

  • Asilzade
  • *****
  • Join Date: Tem 2008
  • Yer: Kahramanmaraş
  • 1247
  • +108/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Asalet Ahlakın Temelidir
9- ABDÜ’L HALIK GUCDÜVANİ (K.S.)
« Yanıtla #14 : 13 Ocak 2009, 14:14:29 »
9- ABDÜ’L HALIKİ GUCDÜVANİ (K.S.) :

Hoca Yusuf’ül Hemedani Hazretlerinin en büyük halifesi olan Abd-ül Halik-il Gucdüvani(K.S.) Hacegan-ı Nakşiyye defterinin en başına gelenlerindendir.

ABDÜLHÂLIK GONCDÜVÂNÎ

Evliyânın önderlerinden, İslâm âlimlerinin büyüklerindendir. Babası Abdülcemîl Malatyalı idi. İmâm-ı Mâlik hazretlerinin neslinden olup âlim ve ârif idi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yüksekti. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederlerdi. Bir gün Hızır aleyhisselâm kendisine:

"Ey Abdülcemîl! Senin sâlih bir erkek evlâdın olacak. İsmini Abdülhâlık koyarsın." buyurdular.

Abdülcemîl bu konuşmadan kısa bir zaman sonra Buhârâ'ya göçtü ve Goncdüvân kasabasına yerleşti. Çok geçmeden Hızır aleyhisselâmın buyurduğu gibi bir erkek evlâda sâhib oldu. İsmini Abdülhâlık koydu. Abdülhâlık çocukluğunu burada geçirdi.

Beş yaşına geldiğinde ilim öğrenmesi için Buhârâ'ya gönderildi. Büyük âlim Hâce Sadreddîn hazretlerinden Kur'ân-ı kerîm ve tefsîrini öğrenmeye başladı. Bir gün okuma esnâsında; "Rabbinize tazarrû' ederek (boyun büküp yalvararak) ve gizli duâ ediniz!" (A'râf sûresi: 55) meâlindeki âyet-i kerîmeye gelince Abdülhâlık hocasına:

"Efendim! Bu "gizli"den murâd edilen nedir? Kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve duâ, âşikâr, sesli bir şekilde dil ile olursa riyâdan korkulur. Araya riyâ girerse, lâyık olduğu şekilde zikredilmemiş olur. Şâyet kalb ile zikretsem; "Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır." hâdis-i şerîfi gereğince, şeytan bu zikri duyar. Ne yapacağımı bilemiyorum, bu müşkülümü halletmenizi istirhâm ederim, efendim!"diye arz etti.

Hocası, büyük âlim Sadreddîn hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun kendisinin bile anlayamadığı böyle bir suâl sormasına hayran kaldı ve cevap olarak:

"Evlâdım! Bu mesele, kalb ilimlerinin bir konusudur. Allahü teâlâ nasîb ederse, sana bu ilimleri öğretebilecek bir üstâda kavuşturur. Kalb ile zikri ondan öğrenirsin, böylece bu müşkülün halledilmiş olur." buyurdu. Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) bu işâret üzerine, meselelerini halledecek o büyük zâtı beklemeye başladı.

Bir gün Hızır aleyhisselâm yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık zikretme, anma yollarını öğretti ve mânevî evlâtlığa kabûl edip; "Kalbinden Lâ ilâhe illAllah, Muhammedün Resûlullah kelime-i tayyibesini şöyle şöyle zikredersin!" diye târif etti. Abdülhâlık hazretleri de, târif üzere, bu mübârek kelime-i tevhîdi sessiz sessiz kalben söylemeğe başladı. Bunu, kendisi için ders kabûl etti. Bu hâl mânevî makamlarda yükselmesine sebeb oldu.

Bu sıralarda Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri Buhârâ'ya geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî onun hizmetine girdi ve bu hizmette bir süre kaldı. Bu hususta kendileri şöyle anlatırlar:

On iki yaşında idim. Hızır aleyhisselâm bana Yûsuf-ı Hemedânî hazretlerinden ilim öğrenmemi tavsiye buyurdular. Bu sırada onun Buhârâ'ya geldiğini işiterek derhâl yanına gittim. Ondan pekçok istifâdelere kavuştum.

Böylece Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin sohbette üstâdı Yûsuf-i Hemedânî, zikir tâlim hocası da Hızır aleyhisselâm oldu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri hâlini insanlardan gizli tutardı. Nefsinin isteklerine uymayıp, istemediği şeyleri yapmakta kendisini pek ağır imtihanlara tâbi tutar fakat hiç kimseye bir şey sezdirmezdi. Hele onun Hızır aleyhisselâm ile ulaştığı mânâda ilim tahsîline hiç kimse vâkıf olmazdı.

Abdülhâlık Goncdüvânî gerek Hızır aleyhisselâm ve gerekse büyük İslâm âlimlerinin tahsil ve terbiyesi altında zamânının bir tânesi oldu. İnsanlar dünyânın dört bir yanından kâfileler hâlinde ondan istifâde etmek için gelmeye başladılar.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri beş vakit namazını Kâbe-i muazzamada kılar, tekrar Buhârâ'ya dönerdi. Bir Aşûre günü talebelerine derste velîlik hâllerini anlatıyordu. Müslüman kıyâfetinde olan bir genç içeri girip, talebelerin arasına oturdu. Bir müddet sohbetini dinledikten sonra söz isteyerek:

Efendim! Resûlullah sallAllahü aleyhi ve sellem; "Mü'minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allah'ın nûru ile bakar." buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir? diye sordu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri gence heybetle nazar ettikten sonra; "Öyleyse belindeki zünnârı, hıristiyanların ibâdette bellerine bağladıkları ve ucunda haç asılı olan parmak kalınlığındaki yuvarlak ipi kes de îmâna gel." dedi.

Hocanın bu sözleri oradakiler üzerinde şok etkisi yaptı. Genç, telaşla; "Hâşâ! Yemîn ederim bende böyle bir şey yok." diye söylendi.

O zaman Abdülhâlık hazretleri talebelerinden birine gencin hırkasını çıkarmasını işâret etti. Talebe o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belinde düğüm düğüm zünnâr bağlı olduğu görüldü. Bu hâdise karşısında genç, çok mahcûb oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Kalbinde İslâmiyete karşı bir sevgi meydana geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine muhabbet, sevgi duymaya başladı. Böylece evliyânın, ü teâlânın nûruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sâdık talebelerinden oldu.

Büyük mürşid bundan sonra etrafındakilere dönerek:

"Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalım, zünnârımızı keselim. Îmân edelim. Şöyle ki, bu genç maddî zünnârı kesti, biz de kalbe âid zünnârı keselim. O da, kibr ve gururdur. Bu genç, af dileyenlerden oldu; biz de affa kavuşalım." buyurdu.

Talebeleri bir anda hazret-i Hâce'nin gönül yaralarına sunulan şifâ şerbetini içtiler, tövbelerini yenilediler. Böylece kalblerinin Allahü teâlâdan başka bir şeye bağlılıkları kalmadı.

Bir gün huzûruna gelen bir kimse; "Eğer Allahü teâlâ beni Cennet ile Cehennem arasında muhayyer kılsa, ben Cehennemi seçerim. Zîrâ bütün ömrümde nefsimin arzusu üzerine amel etmedim. O halde Cennet nefsin murâdıdır. Cehennem ise, ü teâlânın murâdıdır." dedi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri bu sözü red ederek:

Kulun seçme hakkı yoktur. Her nereye git derlerse oraya gideriz. Nerede kalın derlerse orada kalırız. Kulluk budur. Senin dediğin kulluk değildir. buyurdu. O kimse bu sefer; "Efendim! Tasavvuf yolunda bulunan kimseye şeytan yaklaşabilir mi?" diye sordu.

"Tasavvuf yoluna yeni gelmiş bir talebe, nefsini emmâre olmaktan kurtaramamış ise, bir şeye öfkelendiği zaman şeytan ona yaklaşabilir. Şâyet nefsi mutmainne derecesine çıkmış ise, o kimsede öfkelenmek yerine, gayret hâsıl olur. Her ne zaman gayret etse, şeytan ondan kaçar. Bu kadar sıfat o kimseye kâfidir. Yeter ki, Hakk'a yönelsin. Allahü teâlânın Kitâbına ve Resûlünün sünnetine sarılsın. Bu iki nûr arasında tasavvuf yolunda yürüsün." buyurdu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, Allahü teâlânın indinde duâsı makbûl kimselerden idi. İnsanlar ve cinler duâsına kavuşmak için, uzak yerlerden gelirlerdi.

Bir gün Abdülhâlık Goncdüvânî'nin huzûruna uzak yerden bir misâfir, biraz sonra da yanlarına, güzel sûretli, temiz giyimli bir genç geldi. Abdülhâlık hazretlerinden duâ isteyip hemen ayrıldı. Misâfir; "Efendim! Bu gelen genç kimdi acaba? Gelmesi ile gitmesi bir oldu." dedi. O da; "Bizi ziyârete gelip duâ isteyen bir melek idi." buyurdu. Misâfir hayret etti ve; "Efendim! Son nefeste îmân selâmeti ile gidebilmemiz için bize de duâ buyurur musunuz?" diye niyâzda bulundu. Bunun üzerine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri:

"Her kim farzları eda ettikten sonra duâ ederse, duâsı kabûl olur. Sen, farz olan ibâdeti yaptıktan sonra duâ ederken bizi hatırlarsan, biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin, hem de bizim için duânın kabûl olmasına vesîle olur." buyurdu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin âhiret âlemine göç etmesi yaklaşmıştı. Kendisine bağlı talebelerinin terbiyesini Ahmed Sıddık, Evliyâ Kebir, Şeyh Süleymân Germinî ve Ârif-i Rivegerî adlarındaki dört büyük halîfesine bıraktı. Onlara nasîhatlerde bulundu.

1180 (H.575) yılında Goncdüvân'da vefât etti.

Goncdüvânî hazretleri bugün Nakşibendiliğin prensipleri diye bilinen on bir temel düstûru da ortaya koydu. Bu prensiplerin esası "kalbe gelip onu meşgul eden her şeyi oradan çıkarıp atmak ve onu dâimâ Allahü teâlâ ile meşgûl hâle getirmek"tir. Vefâtından sonra da kerâmetleri görülmüştür.

Şöyle ki: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin vefât etmesinin üzerinden 332 sene geçmişti. 1512 (H.918) yılında Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevîler yüz bin kişilik tâlimli asker ile Ceyhun Nehrini geçerek Mâverâünnehr vilâyetlerine hücûm ettiler. Çok kan döküp büyük tahrîbât yaptılar. Oradan Buhârâ'ya yöneldiler. Pekçok kaleyi zaptettiler. Girdikleri yerlerde Ehl-i sünnet âlimlerinin kabirlerini ve türbelerini yıkıp hakâret yapıyorlardı. Nihâyet Goncdüvân kalesini de abluka altına aldılar. Niyetleri burada bulunan ve Ehl-i sünnet müslümanlarının ziyâretgâhı olan Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin kabirlerini yakmak idi. Ancak şehre karşı hücuma geçtikleri sırada kaleden çıkan beş bin Özbek askerinin etrafında bulunup kendilerine saldıran beyaz atlı beyaz elbiseli ve yeşil sarıklı askerleri gördüler. Başlarında heybetli ve nûrânî, mübârek bir zât elinde iki ağızlı kılıç ile Safevîleri işâret edip hücûma geçtiklerinde ekin tarlasına giren orakçılar gibi düşmanları biçmeye başladılar. Ehl-i sünnet düşmanları kısa sürede bozguna uğrayıp geri dönmemek üzere kaçtılar.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin daha vefâtından evvel söylediği:

Dosta mübârekim ve düşmana musîbetim
Cenkte demir gibi ve sulhta mum gibiyim

Nûr çeşmesinin başı Goncdüvân, menzilimizdir
Rum kapısına kadar iki ağızlı kılıç vururum

şeklindeki sözleri de onun 332 yıl sonra ortaya çıkan kerâmetiydi.

EVİN MESCİT OLSUN

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin mânevî oğulları Şeyh Evliyâ Kebir'e yaptığı nasîhatlerinden her biri bütün müslümanlar için birer kıymetli inci değerinde düsturlardır. Bir tânesi şöyledir:

Yavrucuğum, sana ilim tahsili ile edeb öğrenmeyi tavsiye ederim. Hemen her zaman Allahü teâlânın huzurunda olduğunu bil ve dikkat et. Geçtiğimiz asırlardaki büyük âlimlerin izini bırakma. Resûlullah efendimizin sünnetine uygun davran. O sünnetin hakîkî uygulayıcısı olan eshâbın davranışını da gözünden ırak etme. Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil tarîkatçilerden sakın. Şöhret peşinde koşma, şöhret âfettir, tehlikelidir. Hemen her hâlinle insanlardan biri gibi yaşa. Namazını her zaman cemâatle kılmaya gayret et. Bid'at sâhibi sapıklar ile ve dünyâya düşkün kimselerle arkadaşlık etme. Kâdılık ve müftülük gibi övülen bir makam da olsa herhangi bir makâma meyletme. Devlet idarecileri ve onların adamları ile dostluk kurma. Din dışı hareketleri ile meşhur, sözünü bilmeyen bayağı kimselerle de arkadaşlık etme. Az konuş, az ye, az uyu. Oturmak için daha çok ıssız yerleri tercih et. Helâl yemeye çok gayret eyle. Şüpheli şeyleri terket. Çok kere dünyâlık isteği sana ağır basar. Ağır basan bu taleb için yola düşersen, dînin elden gider. Çok gülme. Kahkaha ile gülmek kalbi öldürür. Kimseyi hakîr görme. Kimse ile münâkaşa etme. Kimseden bir şey isteme. Hiç kimseye sana hizmet etmesi için emir verme. Tasavvuf büyüklerine dil uzatma. Onları inkâr eden felâkete düşer. Gözlerin yaşlı, amelin temiz olsun. Yenisinin gereği olmadığı zamanlarda eski elbise giy. Sermâyen fıkıh, din bilgisi, evin mescid olsun.