Özel olmak…
Her birimiz özel olarak yaratılmış varlıklarız.
Her ne kadar çok beğendiğimiz bir şey karşısında “Rabbim özenerek yaratmış” tabirini kullansak ta, hata ederiz.
Çünkü yaratıcı yarattığı her şeye aynı özeni göstermiştir.
Yoksa bu kadar mükemmel olur, hiçbir iş bir işe mani olmadan çalışır mıydı?
Ve en önemlisi hiç birimizin bir diğerimize benzememesi…
Bu halimiz dahi ne kadar hassas ölçülerle yaratıldığımızı gösterir.
Her uzvumuz şekil ve yer olarak benzese de, mutlaka birbirimizden ayırt edilebiliyoruz.
Bu durumda, bizim yaratıcı katında ne kadar önemli olduğumuzu anlatır.
Bu sırdan mıdır bilinmez, biz insanlar da her halimizle özel olmak, farklı olmak için uğraşırız.
İyi bir iş başarmışsak, o işi sadece biz başarmış olalım.
İyi bir yemek yaptıysak, sadece bize ait olsun o yemeğin içindeki sır.
Güzel bir kıyafet giymişsek, başkası aynı kıyafetten almamış olsun.
Sırf bu farklı olma aşkının dürtüsüyle; ne yollar kat eder, ne mesafelerde yitip gideriz hiç bilmeden.
Öyle ki; birçok kişinin yaptığı bir işi yapıyorsak, tek korkumuz farklı olamama olur. Damgamızı vuramamak,
kendimize has kılamamak.
Oysa yapılan her ne ise o işte özel olmak, bazen çok iyi iş çıkarmaktır. Yapılmışa yenilerini eklemektir.
Yoksa yapılanı anlaşılmaz kılıp, değiştirmek, saçma sapan bir hale getirmek; özel olmak değildir.
Farklı olma hırsı, bir anda kişiyi alt eder, hiç fark ettirmeden hem de.
Dışarıdan çirkin görünmüşüz, uçuk-kaçık değerlendirilmişiz. Yâda kendimizi anlatırken dinleyen hiçbir şey anlamamış,
bu önemli değildir. Kişi sadece kendi tatmini için uğraşır.
“Ben farklı olayım da kim ne anlarsa anlasın.” Fikri yerleşmiştir her şeye. Öyle bir an gelir ki; artık anlaşılmasak da, beğenilmesek de olur.
Oysa hiçbir şey değilizdir henüz. Zaten hiç bir şey olamadığımızdandır bu Kaf dağında oluşumuz, yerlere basmayan ayaklarımızın olması.
“Bildiğin, karşındakinin anladığı kadardır.” sözü sadece Mevlana’nın kendi için yazdığı bir prensiptir. Bizim başka prensiplerimiz vardır.
İşte tam bu nokta da başka bir durum ortaya girer ki, en tehlikeli yanı da budur farklı olmanın, sınırıdır belki de:
“Kendini mükemmel görme yanılgısı.”
Oysa büyüklerden biri olan İmam-ı Azam’ın “Bilmediklerim başımı göğe erdirdi.”
diyerek gösterdiği tevazu uçup gitmiştir bizden.
Olurda biri eleştirmeye kalkarsa, “Bu benim tarzım. Kimse karışamaz” olur cevap.
Olurda iki kelime demek ister bilenlerden biri, ”Ben ne yaptığımı biliyorumdur” gelen cevap.
Ne hikmetse hep bilen, anlayan, anlatan kişi olup çıkmışızdır. Diğerleri ise hep bilmeyen taraftır.
Ve insanın yanılgıları alır başını gider. Durup soluklanmaz, bekleyip görmeye çalışmaz.
Ta ki, yolun bir yerinde bir taşa çarpana kadar, sürer bu koşturma.
Bu hal, kendini en çok gençlerde gösterir.
Kendini tanımaya başladığı anda, bilmeye de başladığını sanır genç.
Bir an önce sivrilmek, fark edilmek olduğu için amacı, bu yolda her şeyi mubah görür.
Bundan değil midir? Kulaklara takılan birden fazla küpeler, ne kadar acırsa acısın dayanılan dövmeler ve
vücudun hiç ummadığınız bir yerinden çıkan plesingler.
Başka nasıl bir açıklaması olabilir ki?
Yırtık pırtık kıyafetlerin, hayretle baktığımız renklerin, “bunu nasıl giymiş” diye şaşırılan üst üste tişörtlerin ya da eteklerin. Saç renginin, kesiminin, dinlenilen müziklerin.
Anlamadığımız bir dil, tanımadığımız bir yaşamdır onların ki…
Azıcık dudak kıpırdatsak, “Sen ne anlarsın ki” olur.
Bir şeyler için uyarmak istesek, kapı yüzümüze çarpılır.
Bizim de bir zamanlar genç olduğumuz, onlar için bir anlam ifade etmez. “sizin zamanınız farklı imiş.”
Sözüyle susturuluruz.
Sanki biz hiç genç olmamışızdır, gençlik bizim yanımızdan geçip gitmiştir, uğramayı unutmuştur.
Ya da bize uğrayınca akıllı, uslu durmuştur.
Aramızda uçurum kadar derin bir yaş farkı vardır. Bu fark hiç azalmayacak ve bir daha anlaşamayacağızdır.
Genç olmak mı zor? Yoksa genç bir bireyi tanımak mı? Takılıp kalırız.
Biliriz bir gün bizi anlayacaktır, o anlayacağı güne kadar az tahribatla geçmesi olmalı çabamız.
Birçok ebeveynin karalar bağladığı bu durum karşısında yapılacak; sabırla mücadeleye devam etmektir.
Ve sabır bizimde çok zor öğrendiğimiz bir yaşanmışlıktır, uygulamaya kalkmak ise en zor olanıdır.
Unutulmamalıdır ki: “Yuva insanı düşerken tutan yerdir. Ve her insan düşer bir gün.”
Saadet Bayri Fidan