Meryem Aybike Sinan

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Arif Arslaner

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: A'raf şehri
  • 4502
  • +1462/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Sen, Seni Sevdiğinle Bil Ey Can! "O" Seninledir.
    • Uyanan Gençlik
Meryem Aybike Sinan
« Yanıtla #5 : 18 Şubat 2009, 00:11:27 »
Filistin’e Ağıt…
 
 
Ey çok uzaklarda ağlayıp ağlayıp yüreğimi dağlayan ülke…
Ey gülüşleri, sevinçleri, huzuru unutan gam ülkesi. Ey unuttuğumuz, ey uyuttuğumuz ve ey günah defterimize dürülü mahzun diyar… Öncenin öncesi sen vardın orada, sonranın sonrasında yine sen olacaktın sonsuza galebe çalan. Hani bütün baharlar senin baharında filizlenecekti, gülşene dönecekti şehitlerinin kanıyla yıkanan kavrulmuş toprakların. Yıllar oldu uzak düştün yârin yaranın bağından. Üstüne düşen ateş ne zaman söner, ne zaman susar göklerinde uğuldayan nemrut haykırışları… Ne zaman diner bu Firavun  tufanı?  Kalbinin tamiri mahşeri bekler bundan böyle. Şimdi yaslısın, yaralısın, kendine ağırsın, yaraların kanıyor dinmeyesi…
Ey mahzun diyar,
Ey terkedilmiş yâr,
Ey sönmeyen har…
Şimdi oturmuş sana ağlıyorum bir daha…
 
 
Hani sen ki güllerin bezediği, baharların gitmek bilmediği mevsimlerin ülkesiydin. Sen ki gökkuşağı idin çöl kıyısında. Sen ki Akdeniz gibi serin, Akdeniz gibi derin ve büyülü idin. Şimdi yaralarını saramadığım için, gözyaşlarını silemediğim için, ahvalini bilemediğim için kederlerdeyim. Bir hüzün kaplamış ruhumu, senin gözyaşların gözlerime akıyor ve sanki o caninin elleri boğazımı sıkıyor. Sodom ve Gomore’yi utandıran, sana sağanak sağanak bomba yağdıranları güldüren bir hafızasız şehirlerin ortasında bir başınayım. Gözlerim senin ağlayışlarına ayarlı. Kulaklarım senin kulaklarına. Kalbim senin yüreğinden geçenlere… Seninleyim. Birileri ceza kesse de, sihirli koltuklarda uyuklayan tiranlar unutsa da bizleri, seninleyiz…
Ey mahzun diyar,
Ey terkedilmiş yâr,
Ey sönmeyen har…
Şimdi oturmuş sana ağlıyorum bir daha…
 
 
“Yusuf’u Kaybettim Kenan ilinde” diyor ezginin biri…
Oysa biz ne Yusuflar terk ettik kör kuyularda, merdivensiz bıraktık unutası… Ne Yusuflar can verdi zalimin ellerinde. Ne Züleyha’lar kan ağladı sevdiklerinin peşinde. Yaralarımız kabuk bağlamadan, unutmadan acı gören yürek, acısını… Bir daha bir daha kanadı yaralarımız, iyileşmeyesi.  Ey limon çiçeği, ey Akdeniz mavisi ne zaman şafağa duracak bedenin. Ne zaman başak verecek toprağın, elin… Sen ki çöle açılan Leyla’sın, sen ey sevdiğini kaybeden Mecnun, sayıklıyorsun, iniliyorsun dertnâk… Vahşetin adresi yine belli, vahşetin eli yine kara ve yine aynı namahrem el uzanmış sana… Müslüman bir el bekliyorsun alnındaki ateşi alası… Nerde diyorsun dindaşlarım nerde? Nerde ey Müslüman senin cevşenin? Merhameti, şefkati olmaz gözü dönmüş erzelin… Kalk ey mahzun ülke, kalk yerinden ey Yusuf, Hüseyin… Rahman, Rahim, Kadim hakkına direnin, direnin…
Ey mahzun diyar,
Ey terkedilmiş yâr,
Ey sönmeyen har…
Şimdi oturmuş sana ağlıyorum bir daha…
 
 
Akdeniz kıyıları mahzun bir daha…
Mahzun Kenan illeri, mahzun yanık çöllerin bağrı… Kınalı kuzular gibi çocuklar, dallarından kopuyor, düşüyor limon çiçekleri açmadan. Yeni baştan yanıyor anaların yüreği. Hilal içini çekiyor, yarım yarım ağlıyor, yıldızını arıyor ağlayası… Kerbela misali canhıraş feryatlar yükseliyor Filistin’de… Soğuklar üşütmüyor, ayaz üşütmüyor. Dualara düşmemek, Müslümanların avucunda kanamamak üşütüyor masum Filistinliyi… Umarsızlık ok gibi düşüyor yüreğine. Özde yer etmeyen, sözde kalan yarım yamalak sözcükler, ayıplamalar yetmiyor. Yetmiyor sözler, ağıtlar… Yetmiyor kuru laflar, yalan acımalar, ağız ucundan söylenmiş söylemler… Akdeniz tutuşmuş, Akdeniz yanıyor, Ortadoğu kan çanağı… Filistin bezirgânlar oynağı, üzerinde hesaplar yapılıyor. Bir kılçık saplanmış İslam’ın boğazına, boğulası. Boğulmadan çıkarmak gerek… Çöl ortasında kalakalmış ey  uzak ülke, ey bahtsız halk yüreğimdesiniz. Hissediyor, biliyorum ne haldesiniz…
Ey mahzun diyar,
Ey terkedilmiş yâr,
Ey sönmeyen har…
Şimdi oturmuş sana ağlıyorum bir daha…
 
 
Ey uzaklarda ağlayıp ağlayıp yüreğimi dağlayan ülke…
Ey gülüşleri, sevinçleri, huzuru unutan gam ülkesi… Bedeli ölüm olan bir ağır imtihandır başınızda esen. Sert bir rüzgârda savruluyorsunuz, tükeniyorsunuz an be an. Portakal bahçelerinde oynayası çocukların, korku dolu gözleri bir yıldırım düşürüyor göğsüme. Parçalanıyor yüreğim, daralıyorum, ağlıyorum…”Kırılan çanak bir daha olmaz” derler biliyorum. Cennet ülkesine yürüyen çocukların ardından ben de ağlıyorum. Dalından koparılan goncaların kokusunu ta buradan duyuyorum. Ruhum çekildi bedenimden, kalakaldım… Şimdi anneler ne söylerler, hangi taşı basarlar bağırlarına. Hangi teselli hükmeder yüreklerine ey İnsanlık? Gözleri yolda kalan bu anaların ellerinden ne zaman tutacağız? Ne zaman “yeter”diyeceğiz…
Ben kederlerdeyim.
Ben tutsağım hüznüme. Ben aldım ruhumu gidiyorum… Keşke Karani yürüyüşlü bir serüven olsaydım Yemen Ellerinde. Keşke gidebilseydim hiç dönmeyesi…
Ey mahzun diyar,
Ey terkedilmiş yâr,
Ey sönmeyen har…
Şimdi oturmuş sana ağlıyorum bir daha…
 
Meryem Aybike Sinan

Çevrimdışı Arif Arslaner

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: A'raf şehri
  • 4502
  • +1462/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Sen, Seni Sevdiğinle Bil Ey Can! "O" Seninledir.
    • Uyanan Gençlik
Meryem Aybike Sinan
« Yanıtla #6 : 18 Şubat 2009, 00:28:02 »
Beşir Ayvazoğlu ve İstanbul
 
Şu sönen gölgelenen dünyada
Bir zevk-i tahattur kaldı"
               (Ahmet Haşim)
 
 
Dün İstanbul’da idim…
İstanbul… Şehirlerin sultanı, gözbebeğimiz, başkentler başkenti… Ne zaman Kocaeli’nden kalkıp İstanbul’a gitsem derin bir heyecan kasırgası sarıyor beni. Aslında aramızda en fazla yarım saat yol var. Elimi uzatsam yetişecek kadar yakın bana İstanbul… Yüreğime yakın olanın mesafesi menzil menzil uzaklar olsa da her zaman yakınımda hissetmişimdir. Yanı başımda nefesini duymuşumdur. Katıldığım bir çalışma münasebetiyle her Cumartesi yolumu İstanbul’a düşürüyorum. Kalbimi İstanbul’a katıyor,  ezgilerimi Marmara’nın mavisine söylüyorum. Yavuz Bülent Bakiler Ağabeyimin deyişiyle ne zaman bu efsunkâr şehri düşlesem “Yüreğim İstanbul oluyor birden”.
İşte yine bu duygularla dün İstanbul’da idim…
 
 
Dün İstanbul seyahatimin en güzel tarafını Kubbealtı Akademi vakfında yaşadım. Bir anı yakaladı yüreğimin en mutena yeri...
Her zaman ki gibi işimiz bittikten sonra Sevgili Ağabeyim, Hocamız Mehmet Nuri Yardım’ı ziyarete gitmiştim. Dursun Gürlek Hocam ve Mehmet Nuri Yardım Hocam’la kısa bir sohbetten sonra Türk Edebiyatı Dergisinin ve Vakfının Kubbealtı Akademi’de bir tanıtım toplantısı olduğunu söylediler. Üstelik Beşir Ayvazoğlu Hocamız konuşacaktı. Beşir Ayvazoğlu benim için çok önemli ve özel bir isimdir. Çocukluğumdan beri tanıyıp hayran olduğum ve kitaplarını büyük beğeniyle okuduğum bir İstanbul beyefendisidir. Gerçekten zevk ve estetik, nezaket denince ilk aklıma gelen  isimlerden biridir Beşir Ayvazoğlu. Bir parça Yahya Kemal, bir parça Tanpınar’ın selis üslubu ve inceliği gelir aklıma sonra…
Türk edebiyatı Dergisi de kendimi bildim bileli tanıdığım, benim için bir mektep olmuş, bir edebiyat üniversitesi olmuş bir derginin adıdır… Türk Edebiyatı Dergisi’nin bir kardeşi doğduğunu öğrendim ki buna gerçekten çok mutlu oldum.
Çünkü Türk Edebiyatı Dergisi, merhum Ahmet KABAKLI Hocamızın çok önemli bir misyonunu omuzlamıştır yıllar yılı…
Okulumuz evimiz olmuş. Dil bağımız olmuş,bin bir çiçek sunmuştur gönül bahçemize...
 
 
Az sonra içeriye bir hanımefendi giriyor. Belkıs İbrahimhakkıoğlu diye benimle tanıştırıyorlar. Oysa ben Belkıs Ablacığımı yıllardır gıyabında tanıyorum. Çocukluğumun önemli isimlerinden birisi olan Belkıs İbrahimhakkıoğlu’nun yazılarını az mı okudum. “Sanat Fidanlığı'nda”  az mı yol gösterdi bize yazının efsunlu ve çetrefilli yollarını… Belkıs Abla ile bu kez sahiden sarıldık ve tanıştık. Çok sıcak ve çok nazik bir İstanbul Hanımefendisi. Mehmet Nuri Hocam, Beşir Ayvazoğlu’nun geldiğini söylüyor.  Çok heyecanlanıyorum. İşte Beşir Ayvazoğlu içeri giriyor ve bizi görünce Hocamız da şaşırıyor gibi. Bizi hep İzmit ile anımsayıp tanıdığı, gördüğü için olsa gerek…
Beşir Ayvazoğlu ile sıcak bir sohbet başlıyor…
Kendileri hiç susmasalar ve ben dinlesem gözlerim kapalı…
 
 
Kubbealtı Akademi hareketleniyor. Gazeteciler, akademisyenler, yazarlar, şairler ve öğrenciler dolduruyorlar salonu. Ve “Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları” adlı derginin tanıtım toplantısı başlıyor. Beşir Ayvazoğlu, yerini aldıktan sonra toplantının açılışını yapıyor genel yayın yönetmeni olarak. Bu derginin edebiyat alanında “ilk hakemli” dergi olmasının müjdesini veriyor. Türkiye’de gerçekten edebiyat alanında böyle uluslararası literatüre girebilecek hakemli dergi maalesef yok gibi.
Gazeteci-Yazar-Şair Beşir Ayvazoğlu,  yaptığı konuşmada kısaca şunları söyledi:
“ Bin dokuz yetmişli yıllardan beri Türk Edebiyatı Dergisi içindeyim. Türkiye’de Varlık dergisinden sonra en uzun ömürlü dergidir Türk Edebiyatı. Benim bu dergi ile bir gönül borcum vardır. Başından beri hep bu derginin yanında ve içinde yer aldım. Yaklaşık üç buçuk yıldır bu derginin genel yayın yönetmenliğini yapıyorum. Türk edebiyatı Vakfı olarak böyle hakemli bir derginin neşri fikri bizim aklımıza gelmedi doğrusu. İlyas Dirin ve Bahtiyar Aslan böyle bir dergi için bizlere görüş sundular ve bizler de destekledik. Bu derginin çıkması için uzun zaman yazı topladık. Bu yazıların uluslararası platformda yankı bulması için, ince eleyip sık dokudu hakemlerimiz. Hakemli dergi çıkarmak oldukça zor bir çalışmadır. İnşAllah(c.c.) bu sayının devamı gelir “ diyerek sözlerine son verdi Beşir Ayvazoğlu.
 
Derginin Yazı İşleri Müdürü İlyas Dirin de söz alarak şunları söyledi:
“Bu derginin Türk kültürü ve edebiyatının bütün şubelerinde yankı bulacağını düşünüyorum. Büyük bir iddiayı taşımakla birlikte bu derginin de uzun soluklu bir dergi olacağına inanıyorum.” Bilim ve sanat çevrelerinin bu dergi ile uluslar arası sahaya ineceğinin altını çizen İlyas Dirin,  bu ilk sayının beklenenin üzerinde ilgi gördüğünü açıkladı.
Daha sonra toplantıya katılan akademisyenler ve diğer yazarlar kısa cümlelerle bazı kişisel değerlendirmelerini sundular.
Derginin “Hakem Kurulu”  şu isimlerden oluşuyor: Prof. Dr. Orhan Okay, Prof. Dr. Abdullah Uçman, Prof. Dr. Hasan Akay, Prof. Dr. Ömer Faruk Huyugüzel, Prof. Dr. Hülya Argunşah, Prof. Dr. Emel Kefeli, Prof. Dr. Nazan Bekiroğlu, Prof. Dr.Ali Birinci, Prof. Dr. Nurullah Çetin, Prof. Dr.İsmail Çetişli, Prof. Dr.Mehmet Törenek, Prof. Dr.Recep Duymaz, Prof. Dr. Önder Göçgün, Prof. Dr. Şerif Aktaş, Prof. Dr.Ramazan Korkmaz, Prof. Dr. Nazım Hikmet Polat, Prof. Dr. İsmail Parlatır, Prof. Dr.İbrahim Şahin, Prof. Dr. Mehmet Tekin, Prof. Dr.Kazım Yetiş…
 
Bendeniz ilk defa Beşir Ayvazoğlu’nu böylesine neşeli gördüm. Toplantı sırasında Beşir Ayvazoğlu’nun mutluluğu sözlerinde, gözlerinde ve esprilerinde görülüyordu. Bu dergi kuşkusuz bir genel yayın yönetmeni için  onur duyulması gereken çok önemli bir çıkıştı Türk Edebiyatı için.
Toplantı çok güzel, demli bir çay gibiydi.
İçtikçe içilesi bir çay…
Ancak İstanbul, Kocaeli'ne kadar yakın olsa da aramızda boğazlar, köprüler vardı gidilesi.
Üstelik Körfez çağırıyor gibiydi… Akşam sarkmıştı tepelerin üzerinden. Sulu sepken bir yağmur, ruhumun pervazlarını tıkırdatıyordu. Artık yola düşmek zamanıydı.
Beşir Ayvazoğlu’dan, Sevgili Ağabeyim Mehmet Nuri Yardım Hocamdan izin istedik ve düştük yola…
“Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları ” adlı hakemli dergi bütün edebiyat ve bilim çevrelerine hayırlı uğurlu ola inşAllah(c.c.).
Muhabbetle efendim...
 

Meryem Aybike Sinan
 

Çevrimdışı gezegen09

  • *
  • Join Date: Şub 2009
  • 6
  • +1/-0
Meryem Aybike Sinan
« Yanıtla #7 : 18 Şubat 2009, 09:54:46 »
eline saglık  aarroo

Çevrimdışı Arif Arslaner

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: A'raf şehri
  • 4502
  • +1462/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Sen, Seni Sevdiğinle Bil Ey Can! "O" Seninledir.
    • Uyanan Gençlik
Meryem Aybike Sinan
« Yanıtla #8 : 08 Mart 2009, 22:40:59 »
   İNANÇ'lı Bir Cumartesi

 
            Cumartesi günleri benim en sevdiğim günlerin başında geliyor… Çünkü artık her Cumartesi İstanbul’a gidiyorum. Bu Cumartesi Kocaeli’nden Eminönü’ne bir saatte ulaştık. Yollar açık olunca İstanbul seyahatini bir başka seviyorum.
Her hafta iki saat süren programımı bitirdikten sonra Babıâli yokuşunu şöyle bir dolaştık. Zira yeni çıkan o kadar çok kitap var ki okunası. Yine bohçayı kitaplarla dolduruverdik. Beyefendi felsefe kitaplarını, bendeniz tasavvufi kitapları yükleniyoruz… Arabayı, artık bir kolayını bulduk çok yakınlara getirip bir otoparka bırakıyoruz.  İstanbul’u öğrenmeye başladık galiba.

Zamanla yarışıyoruz, çünkü birazdan Beyazıt Devlet Kütüphanesinde ünlü romancı, gazeteci, senarist, yönetmen Üstün İnanç için Eskader’in düzenlediği bir program var. “Üstün İnanç’a Saygı Programı” adında vefanın, saygının, ihtişamın dile geleceği bir toplantı yapılacak. Girdiğimiz restorandan bir an önce kendimi dışarı atmak istiyorum çünkü şef garsonlar ve bizim dışımızda hiç Türk yok… Bütün masalarda kebap yiyen yabancı turistler var. Oturduğum yerden Beyazıt camiine bakıyorum ve içim ürperiyor. Bu nasıl bir güzelliktir, bu nasıl bir büyüdür ki asırları kucağına alıp dimdik ayakta kalabilen bunca abide eser, insanları oluk oluk yanıbaşına çekmektedir. Bir anda İstanbul büyüsü sarıyor bütün ruhumu. Bu her şehre nasip olmayan, Allah tarafından bahşedilen bir lütuf, bir ihsandır ki kıymetini gerçekten bilmek gerektir diye düşünüyorum.
İstanbul Üniversitesinin o efsunlu kapısı çıkıyor önümüze.
Tekrar tekrar bakıyorum.

Beyazıt Devlet kütüphanesinin kapısından tam içeri giriyoruz ki Sevgili Ağabeyim, Değerli Hocam Eskader Başkanı Mehmet Nuri Yardım’la karşılaşıyoruz. Herkes yerini almış. Etrafımıza bakmaya dahi fırsat bulamıyoruz, çünkü program başlıyor. Salon dolmuş insanlar ayaktalar. Bize yer gösteriyorlar. Tam oturacakken “Hocam” diyen nazenin bir sese dönüyorum. Benim sevgili kardeşim Kübra Günaltun o tatlı gülümsemesiyle tatlı tatlı bakıyor. Selamlaşıyoruz.
Hemen arka tarafımda oturan bir sima dikkatimi çekiyor. Gazeteci-Yazar-Sinema eleştirmeni- Yönetmen  gibi bir çok ünvanı olan çok sevip değer verdiğim sevgili ağabeyim Abdurrahman Şen’i görüyorum. Çok mutlu oluyorum.
Eskader Başkanı Mehmet Nuri Yardım toplantıyı açış konuşmasında  bu tür toplantıların geleneksel bir yapıya kavuştuğunu, Türk kültür ve sanatına emek vermiş değerlerin, ustaların sağlıklarında bu tür toplantılarla onure edilmelerinin lüzumuna değindi..
Toplantıda kimler var kimler…
Udî Yüce Gümüş’ün mini bir ud takdiminden sonra Mehmet Nuri Hocam, sözü Yücel Çakmaklı’ya verdi.
Öncelikle Türk sinemasının iki dev ismi Yücel Çakmaklı, Mesut Uçakan’dan söz etmeliyim. Bizim sinemamızda milli motifleri perdeye aktaran, her anlamda duruşu olan bu sinema pirlerini aramızda görmek bizleri gerçekten de çok mutlu etti.

Sevgili Hocamız Yücel Çakmaklı, kürsüye çıkarak Üstün İnanç’la olan kırk yıllık mazilerini anlattı o güzel üslubuyla. “Kanayan Yara Bosna” filminin ortaya çıkış hikâyesini anlattı.
Yücel Çakmaklı Hocamızdan sonra Mesut Uçakan hatıralarını paylaştı. Bu esnada ağlamamak için kendimi nasıl tuttuğumu burada anlatamam. Mesut Uçakan, Üstün İnanç’ın senaryosunu kaleme alıp başörtüsü dramını anlattığı “Yalnız Değilsiniz” filminden sonra sinema arenasında karşıki mahalle tarafından nasıl yalnız bırakıldığını, görmezden gelindiğini anlatınca derin bir acı duydum içten içe. Böylesine büyük sinema adamlarımızı kendi başlarına bıraktığımız için, vefasızlığımız için utandım. Oysa şimdilerde Kültür Bakanlığının bu yarayı iyileştirmesi gerektiğini, bir takım telafilere gidilmesi lazım geldiğini beklemek hakkımızdır diye düşündüm…
Bu arada orada birisi vardı ki görünce hakikaten çok sevindim. Çocukluğumdan beri tanıdığım, diksiyonuna hayran olduğum TRT spikeri Harun Yöndem Beyefendi de oradaydılar. Yine her zaman ki beyefendiliği ile düzgün diksiyonlarıyla Üstün İnanç’ı anlatırken kullandığı o mizah yüklü o güzel hitabetleriyle büyük beğeni topladılar.
Sonra kürsüye Sevgili Ağabeyim Abdurrahman Şen çıktı. Zaman Gazetesinde çalıştığı günlerde tanıştığı ve birçok anlamda çalışmalar yaptığı Üstün İnanç’a olan sevgi ve saygısını dile getirdi.
Üstün İnanç’ın yakın arkadaşlarının konuşmalarından sonra en son Üstün İnanç kürsüye geldi. Gelmesiyle salonu kahkaha tufanına boğması bir oldu. Açıkçası bendeniz kendilerini uzun yıllardan beri tanıyordum ama ilk defa böyle yakından görüyordum. Bu kadar mı sempatik, şakacı, mütevazı olur bir insan… Konuşmasında uzun zamandan beri ilk kez böylesine mutlu olduğunu anlattı. Yaşarken bu tür programlarla anılmanın güzelliğine parmak basıp teşekkür etti.
 İki müzisyen oğlu tarafından bizlere minik bir musiki ziyafeti de verildi. Ardından Yücel Çakmaklı tarafından elli senelik arkadaşı Üstün İnanç’a çiçek takdim edildi.  Ardından salondaki kokteyl’e geçildi.
Bendeniz bu arada İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş Genel Müdürü Nevzat Bayhan Beyefendi’den söz etmeliyim. Nevzat Bayhan Sanatalemi. Net’in de yazarı aynı zamanda. Kendileriyle daha önce bir telefon konuşmamız olmuştu ama ilk kez karşılaştık. Kendilerine ciddi anlamda saygı, sevgi ve hayranlık duyduğum Nevzat Ağabey gerçekten de İstanbul için büyük bir şans. Geldiği günden beri her türlü kültür sanat programına koşan, gerekli yerlerde desteğini esirgemeyip katkıda bulunan gerçek anlamda bir kültür adamıdır. Yine belki de birçok toplantısını bırakıp bu programa yetişmişti. Bu vefa ve nezaketi için kendilerine buradan tekrar teşekkür ediyor saygılarımı sunuyorum.

Nevzat Ağabeyden ayrılıp Abdurrahman Ağabeyin yanına gidiyorum. Yakın zamanlarda çekeceği sinema filmini soruyorum. Konumuz sinema. Sohbet ediyoruz ki televizyonların gülen yüzü gazeteci Hüseyin Goncagül’ü görüyorum. Sanırım bu toplantıda katıla katıla güldüğüm tek nokta burası oldu. Aslında yaşadığım gripten dolayı hiç neşem yok, havamda değilim ama Hüseyin Beyin şakası yüzümü güldürüyor.  Cebinden birden ters çevrilmiş kartvizite benzer kartları çıkarıp bana uzattı ve çek, dedi. Abdurrahman ağabey gülüyor. Ben de her halde bir program çekilişi filan var zannıyla kart beğeniyorum ve heyecanla en ortadaki kartı çekiyorum. Abdurrahman Ağabey  “En önemlisini çektin bravo”diyor ve gülüşüyorlar. Ben nereden bileyim ki hepsinin üzerinde Hüseyin Goncagül yazıyor ve çeke çeke bir kartvizit çekmişim... İlahi Hüseyin Ağabey!

Hani esprili insanın hali bir başka oluyormuş gerçekten de…
Derviş şairlerimizden Olcay Yazıcı ile karşılaşıyoruz. Olcay Ağabeyimizi biz ailece çok severiz. Uzun zamandır kendilerinden haber alamıyorduk. Bize çalışmalarından söz ediyor. Sonra Yusuf Bilge bizlere katılıyor.
Az sonra Kubbealtı Vakfındaki diğer programa yetişmek için hep birlikte yola çıkıyoruz. Kubbealtı’nda de Udî Yüce Gümüş ve hocası Tanburî Murat Aydemir’in konserini dinliyoruz. O büyüleyici tarihi mekânda ud sesi beni alıp çok uzaklara götürüyor. Kendimden geçiyorum. Salonu sanatsever insanlar doldurmuş. Çıt yok, herkes belli ki benim gibi çok uzaklara sürüklenmiş. 
İçimden bu tarihi mekânı, sanatın nabzının attığı efsunlu bir mekâna çeviren büyük insan Samiha Ayverdi’ye dua ediyorum. Üstün İnanç’la başlayan günü böyle bir etkinlikle taçlandırdıktan sonra yine hep birlikte bu kez Eskader’in merkezine gidiyoruz. Çok kalabalığız. Eskader Başkanı Mehmet Nuri Yardım, Şairlerimiz Olcay Yazıcı, Yusuf Bilge, Mürsel Gündoğdu, Editörlerimiz Umut Bulut, Emin Damdam, Harun Nihat Avcı, Serap Öztuncer ve Zeynep Demir… Serap Hanımın demlediği o güzel çayı içtikten sonra vedalaşıp yola düşüyoruz. Hani Kocaeli’nden gelmek çok güzel de İstanbul’dan gitmek sanırım bana zor geliyor.

Bu haftalık böyle geçti İstanbul serüvenim.
Haftaya bakalım neler olacak?
Şimdilik…
Muhabbetle Efendim…
 
Meryem Aybike Sinan
 

Çevrimdışı Arif Arslaner

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: A'raf şehri
  • 4502
  • +1462/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Sen, Seni Sevdiğinle Bil Ey Can! "O" Seninledir.
    • Uyanan Gençlik
Meryem Aybike Sinan
« Yanıtla #9 : 08 Mart 2009, 22:42:12 »
Cemre Düşünce

 
                “Çatallı yol ağzında şaşırıp kaldım Derviş!
                Söyle hangi patika gül dağına gidermiş”
                               ( O.Olcay Yazıcı)
 
 
Cemre sözcüğünü ne zaman kelime hazineme kattım bilmiyorum ama duyduğum günden beri yüreğime sarıp, bohçalayıvermişim hafızamın terkisine… Ne zaman bu kelimeyi işitsem yüreğimi garip bir hüzün elliyor. Geçen gün bir arkadaşım “ Ohh! Ne güzel cemre düştü havalar ısınır artık” dedi sevinçle. Ne kadar güzel! Cemre düşmüş ve bizim arkadaş sevinmiş!
Ama ben ilk defa sevinemedim cemrenin düştüğüne. İlk defa umarsız kaldım, ilk defa aldırmadım. Hissetmedim. Umarsız kaldım, çünkü yüreğimin dağlarında kar kalkmazken, sokaklardan her türlü güzellik bir masal gibi Kaf dağına çekilmişken, bizi biz yapan her ne varsa unutulmuşken, gönüller arasına uçurumlar girmişken, herkesin burnu göklere kalkmışken ve yüreklerimiz sevgi yoksunu, his yoksunu, merhamet ve şefkat yoksunu mahbeslere dönmüşken, toprağa cemre düşmüş, bahar gelmiş bana ne, ya da kime ne? Kimlere ne?
Kime ne yüreklere sıcaklık vermeyen sahte baharlardan…
Kime ne toprağa düşmüş cemrelerden…
 
 
Sanırım yıllar önceydi.
Bir şiir olmalıydı… Ya da şarkı sözü…” Diyordu ki: “Irak gönüllerin uçurumuna, sevgiden köprüler kurmaya geldim”… O zamanlar nasıl da bilenmiştim şarkının bu bilgece ve bir o kadar anlamlı sözlerine… Ne çok etkilemişti beni, ne çok dokunmuştu… Şimdi geriden geriye dönüp baktığımda ne kadar az gönülden söz ettiğimizi, ne kadar çok dünyayı konuştuğumuzu görüyor ve içleniyorum sızlanası… Oysa gönül üstüne, aşk üstüne, iyilik üstüne, ahlak üstüne daha çok sözlerimiz olmalıydı. Sözü söze katmalıydık, gönüllerimizi gönüllere sarmalıydık bıkmayası… İyiliğin ve güzelliğin süruru ve neşesi hayatın kalbi olmalıydı her dem çarpan, tazelenen…
Cemreler önce yüreğe, sonra akla ve en son bedene düşmeliydi.
O zaman baharımız başka, yazımız başka, niyazımız başka olmaz mıydı?
 
 
Cemre önce toprağa düşmüş!
Keşke önce yüreklere düşseydi diyorum.
Hayatın kalbi nasıl da yorulmuş… Nasıl da tekliyor hayat… Mutsuzlar ordusunda bütün adımlar bir ileri bir geri vaziyetindeyken, dimağımız unutmuşsa bütün bildiklerini yeni şeyler söylemek lazım…
Her nereye baksam, ne okusam, kimi dinlesem, nereye göz atsam üçüncü sınıf bir plak şirketinde hazırlanmış bozuk bir plağın cızırtısını ve yüreğimi bedbin eden hayatın o arabesk tınısını görüyorum. Biz bu tekrara nasıl kapıldık, nasıl da aynı şeyleri dönüp dönüp yeni baştan dinliyor, söylüyor ve anlatıyoruz, uslanmayası, sıkılmayası, arlanmayası. Sanırım Mevlanın sözüydü: Oysa “ Dün dünde kaldı cancağızım / Bugün yeni şeyler söylemek lazım” diyerek nasıl da asırlar öncesinde bizi bu dünya hengâmesinden korumak için derdimizin reçetesini yazıp göndermişti gönlümüzün kıyılarına...
Ve sanırım biz asıl gönüllerimizin kıyılarını kaybettik, utanmayası!
 
 
 
Unuttuk işte…
Biz unuttuk. Gönül sızılarımızı, içten niyazlarımızı, kanaviçe nakışlı sözlerimizi unuttuk. Yorgunum, üzgünüm ve bıkkınım. Ben de usandım, benim de söyleyecek sözüm kalmadı. Benim de yoruldu dizlerim dümdüz yokuşlarda, ben de vazgeçtim, ben de gittim kendime, gelmeyesi...
Gül desenli hatıralarımız ne kadar da azaldı. Her biri kemale ermiş onca güzelliğimiz dururken, onca hakikat el değilmeyi beklerken, şafaklar nöbet tutarken tülümsü ufuklarda biz birer dönme dolap gibi dönüp duruyoruz tekrarlarımızın etrafında. Spor, siyaset, ekonomi, magazin, para-pul, dedikodu, fitne- fücur, öfke, kin, maraz her ne varsa fevç fevç akıyor yüreklerimize her dem. Oysa iyilik, güzellik, şefkat, merhamet, sevgi, güzel ahlak, adalet, huzur gibi bizi göklerin fevkine çıkaran ilahi şifreler vardı içimizi ışıtan ve ısıtan… Gönlümüzün şifrelerini unuttuk, hatırlamayası…
Göze geldik ve bozuldu büyü…
İlahi cemreler yabana düştü, biz bir yana düştük…
 
 
İşte cemreler düştü.
Bahar geliyor… Bir bahar daha gelecek ve belki de kimilerine hiç görünmeden sessizce geçip gidecek. Zaman yeni baştan eskiyecek, büyüsünü yitirecek mevsim. Belki gelecek bahar biz olmayacağız, bir daha cemreler düşmeyecek üstümüze. Hayatın kalbi belki de bizim için ansızın duracak.  İşte ben burada diyorum ki geliniz bu gün en azından bir insanı mutlu edelim. Çatallı yol ağızlarında şaşırıp kaldığımız yerde kendimize, özümüze dönelim. Doğrular ta gönlümüzde.  Amirsek memurumuza, öğretmensek öğrencimize, esnafsak müşterimize, doktorsak hastamıza, gençsek yaşlımıza, yazarsak okuyucumuza en azından bugün sevgi, şefkat, merhamet ve adaletten bir demet yapıp sunalım. Bugün cemreler gönüllerden gönüllere düşüversin. Zira karakışın mesken tuttuğu nice gönüllerin asıl bu cemreye ihtiyacı var. Geliniz, “Irak gönüllerin uçurumuna sevgiden köprüler kuralım bugün”… Gönlümüzün kıyıları bizi bekliyor.
Cemre olup düşelim bizi bekleyen gönüllere…
Sizce düşmeye değmez mi?
                       

 Meryem Aybike Sinan