Hükümsüzdür…
“Bir geldi mi ağır ölüm uykusu
Biter bu dünyanın dedikodusu”
(Ömer Hayyam )
Zaman bir sırça kadehtir, içilir yudum yudum…
Zaman, kafdağının arkasına gizlenmiş bir dilberdir görünmeyesi. İğne oyası edasıyla en bilge hüzünleri dokur kozasında. Ilık bir ürperti olur her gün batımı. Zamanın bu en karası, en onulmazı ellerinden tuttu insanlığın, bırakmayası. Erdem yosun tuttu taş yüreklerin çatlaklarında. Önemli olmak isteminin dışında, değerli olmak düşüncesi ırgalamaz oldu yüreklerin erdemini. Elma kokulu günler unutuldu ve hatıralar bırakıldı biyesi eskil günlerin sandukasına. Özden ırak bir yürüyüşün buruk tadı yaktı genzimizi. Masumiyet giyer oldu eski hırkasını, yürüdü kendine kendine… Kendine sığındı, kendine gitti gelmeyesi.
Yarım kalmış bir ezginin tınısı gibi gitmese de gönlümüzden, zaman çalakalem unutturdu gideni, üç kuruşa düşürdü kent pazarlarına utanmayası… Gelip geçer bir kesretin ucuna tutundu, bedbaht gönlümüz.
Gönül şimdi bir med -cezir meydanıdır, yürek şimdi er meydanıdır…
Harmanlanır acılar bir uçtan bir uca…
Hüzün ki en ziyade insana yakışırdı hani…
Kanıksadık bütün tanıdık kederleri, kuşandık tüm acıları…
Artık…
Teselli hükümsüzdür.
Sevgililer uğurlanır rıhtımlarda her fırtına sonrası…
Yeni mevsimlere yelken açılır tez elden… Giden gitmiştir, şevksizdir geriye kalan ne varsa… Aşk hükümsüz, vefa hükümsüz, sevda hükümsüzdür. Şafakları öpen güneşin erguvani dudakları, her taze ve yeni günü getirse de saatler hükümsüzdür. Hızlı akan bir anaforun içinde ruh ve beden ayrılmıştır artık hiç buluşmayası... Kesretin ağır ayakları geçmiştir kalbimizin üzerinden, ezilip yaralanmıştır dil hanesi… Kuşku motifleri sarmalamış hayatın kalbini, tükenişin çığlığını duyuruyor her biten sevda, tükenen zaman… Her kent artık bir Sodom ve Gomore’dir. Üzerinde insanlığını satanların tezgâh kurduğu kaldırımlar ağlıyor, dağlar taşlar ağlıyor uyumayası. Yalanın oynak zemininde düşüyor bütün kâğıttan kaleler. Düşüyor insanlık sırça köşklerden, düşüyor yürekler…
Şehirler baştanbaşa maddedir. Yürekler riyadan yanadır…
İnsanlar birer boşluk, birer kemmiyet…
Artık insanlık,
Hükümsüzdür…
Tükenir bütün sevgiler, aşklar tükenir.
Can tükenir, canan tükenir…
Dostluklar biter bir bir… Hatırası bile yabancı gelen unutmuşluklarımız, unuttuklarımız yığışır seraser, gönlümüzün sergisine… Gülümsemeler ekşir, donar kalır suretlerde. Bir nar fidesi buzul ülkesine sığınır. Baharlar tükenir, güz biter, kış yiter, karışır iklimler. Dört mevsim yedi iklim kuşanmaz olur gönülleri. Bir yüzümüz karanfil idi hani, bir yüzümüz gül-i reyhandı gül ülkesinde. Ne zaman kanadı yüzümüz, ne zaman alnımıza karaçalındı, ne zaman bin bir yüze dönüştük, anneler ne zaman besmelesiz çocuklar sundu çağa, ne zaman eşiklere besmelesiz girildi eksildik, azaldık, tadımız kaçtı. Kendimizden gittik çok uzaklara. Sürüldük kendimizden. Sıradanlık kanımıza işledi, varsıllığımız yokluğa, yalnızlığımız çaresizliğe yürüdü. Kalemlerimiz hokkadan çıkamadı, yazmadık, yazamadık kaderimizi, çizemedik yolumuzu. Anlatamadık ah anlatamadık o büyük sırrı…
Ve bütün mevsimler bitti. Hatıralar islendi, yollar sislendi…
Ebemkuşakları tükendi, gökyüzü renksizdir…
Yürek telaşsız, yürek aşksızdır…
Ve anlıyoruz ki…
Artık gönül bile,
Hükümsüzdür…
Kanıksadık zindanlarımızı…
Tutukluyuz zamana… Zindanımız olmuştur artık zaman… Bütün sözlerin anlamı düşmüştür, kaybolmuştur zamanın karasında… Gönlümüz düşmüştür üç akçanın üzerine, kirlenesi… Vazgeçtik belki yaşamdan, yaşamaktan, umarsız şarkılara sığındık saklanası… Arsızlandık, kördüğümlere dönüşmüş kaderimize ağladık belki, ıslandık yağmurlarda. Üşüdük dostların ihanetinden, sevgi çemberi daraldı, iyiliklerimiz yağmalandı, bilinmedi değeri… Belki kendimize döndük, vazgeçtik her şeyden. Kalbimizi vurduk yalnızlığın duvarlarına, unuttuk, bitirdik içimizde her ne varsa. Ağlayan gözlerimiz denize akıyor, gemilerimiz rıhtımlarda alabora, rüzgârın terkisinde bütün umutlarımız. Kanadı kırık birer kuşuz göçebe, yolunu şaşırası… Uzak iklimlere meyilli kuşlar kafilesi, gibi hayatın etrafında döne döne yorulduk menzile varmayası.
Kahrımız büyüdü, sevgimiz küçüldü, yokuşlarda tıkandık, varamadık menzile…
Kanıksadık zehrimizi, içtik tükenesi…
Artık…
Gayretimiz bile…
Hükümsüzdür…
Kayıp bir kentin içindeyiz…
Kasırgalara direnen bir barınağın içinde sonsuzu düşlüyor umutlarımız. Gönlümüzde ihanetin ayak izleri, ellerimizde tadı unutulmuş tarçın kokusu duruyor. Işığını yitiren geceler şahittir, şafağını terk eden gün şahittir ki her geçen an yaralıyor, aralıyor bizi… Bir ilkel çığlıktır artık yaşadığımız. Kuzeyin soğuk rüzgârları savuruyor taptığımız karton oyuncaklarımızı, sahte sevgilerimizi. Oysa kırlangıçlarımızı çoktan güney ellerine uçurmuşuz, unutası… İğneli bir fıçıdır yatağımız, ne yana dönsek batan, yaralayan. Modern hayatın içine sıkışmış tek perdeli bir dramın oyuncularıyız konuşmayası. En Sevgiliye giden bütün yolları aşmaya, sevgiliye kavuşmaya ne çok ihtiyacımız var. Rabbimizin rahmet sularında yıkanmak, durulanmak, arılanmak için, göklerden gelen bir mucizeyi diler gönlümüz. Umut maverasından düşmüş olsa da yüreğimiz, unutsak da öteleri, kendimizi kaybetsek de bir el var bizi unutmayan… Her dem merhamet ve şefkatini selsebil üzerimize yağdıran, bir ilahi kudret var…
Bütün varlıkların ihtiyaçlarını kudret ve rahmetiyle gideren Ey Vâfî,
Maddi ve manevi dertlerimizi gideren, afiyet ve sağlık veren Ey Muâfî,
Maddi ve manevi hastalıklarımıza şifâ olan Ey Şâfî,
Artık…
Hayretimiz bile…
Hükümsüzdür.
Meryem Aybike Sinan