Meryem Aybike Sinan

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Arif Arslaner

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: A'raf şehri
  • 4502
  • +1462/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Sen, Seni Sevdiğinle Bil Ey Can! "O" Seninledir.
    • Uyanan Gençlik
Meryem Aybike Sinan
« Yanıtla #15 : 10 Mayıs 2009, 21:58:25 »
Hükümsüzdür…
 
 
                   “Bir geldi mi ağır ölüm uykusu
                    Biter bu dünyanın dedikodusu”
                                             (Ömer Hayyam )
 

Zaman bir sırça kadehtir, içilir yudum yudum…
Zaman, kafdağının arkasına gizlenmiş bir dilberdir görünmeyesi. İğne oyası edasıyla en bilge hüzünleri dokur kozasında. Ilık bir ürperti olur her gün batımı. Zamanın bu en karası, en onulmazı ellerinden tuttu insanlığın, bırakmayası. Erdem yosun tuttu taş yüreklerin çatlaklarında. Önemli olmak isteminin dışında, değerli olmak düşüncesi ırgalamaz oldu yüreklerin erdemini. Elma kokulu günler unutuldu ve hatıralar bırakıldı biyesi eskil günlerin sandukasına. Özden ırak bir yürüyüşün buruk tadı yaktı genzimizi. Masumiyet giyer oldu eski hırkasını, yürüdü kendine kendine… Kendine sığındı, kendine gitti gelmeyesi.
Yarım kalmış bir ezginin tınısı gibi gitmese de gönlümüzden, zaman çalakalem unutturdu gideni, üç kuruşa düşürdü kent pazarlarına utanmayası… Gelip geçer bir kesretin ucuna tutundu, bedbaht gönlümüz.
Gönül şimdi bir med -cezir meydanıdır, yürek şimdi er meydanıdır…
Harmanlanır acılar bir uçtan bir uca…
 Hüzün ki en ziyade insana yakışırdı hani…
Kanıksadık bütün tanıdık kederleri, kuşandık tüm acıları…
Artık…
Teselli hükümsüzdür.


Sevgililer uğurlanır rıhtımlarda her fırtına sonrası…
Yeni mevsimlere yelken açılır tez elden… Giden gitmiştir, şevksizdir geriye kalan ne varsa… Aşk hükümsüz, vefa hükümsüz, sevda hükümsüzdür. Şafakları öpen güneşin erguvani dudakları, her taze ve yeni günü getirse de saatler hükümsüzdür. Hızlı akan bir anaforun içinde ruh ve beden ayrılmıştır artık hiç buluşmayası... Kesretin ağır ayakları geçmiştir kalbimizin üzerinden, ezilip yaralanmıştır dil hanesi… Kuşku motifleri sarmalamış hayatın kalbini, tükenişin çığlığını duyuruyor her biten sevda, tükenen zaman… Her kent artık bir Sodom ve Gomore’dir. Üzerinde insanlığını satanların tezgâh kurduğu kaldırımlar ağlıyor, dağlar taşlar ağlıyor uyumayası. Yalanın oynak zemininde düşüyor bütün kâğıttan kaleler. Düşüyor insanlık sırça köşklerden, düşüyor yürekler…
Şehirler baştanbaşa maddedir. Yürekler  riyadan yanadır…
İnsanlar birer boşluk, birer kemmiyet…
Artık insanlık,
Hükümsüzdür…


Tükenir bütün sevgiler, aşklar tükenir.
Can tükenir, canan tükenir…
Dostluklar biter bir bir… Hatırası bile yabancı gelen unutmuşluklarımız, unuttuklarımız yığışır seraser, gönlümüzün sergisine… Gülümsemeler ekşir, donar kalır suretlerde. Bir nar fidesi buzul ülkesine sığınır. Baharlar tükenir, güz biter, kış yiter, karışır iklimler. Dört mevsim yedi iklim kuşanmaz olur gönülleri. Bir yüzümüz karanfil idi hani, bir yüzümüz gül-i reyhandı gül ülkesinde. Ne zaman kanadı yüzümüz, ne zaman alnımıza karaçalındı, ne zaman bin bir yüze dönüştük, anneler ne zaman besmelesiz çocuklar sundu çağa, ne zaman eşiklere besmelesiz girildi eksildik, azaldık, tadımız kaçtı. Kendimizden gittik çok uzaklara. Sürüldük kendimizden. Sıradanlık kanımıza işledi, varsıllığımız yokluğa, yalnızlığımız çaresizliğe yürüdü. Kalemlerimiz hokkadan çıkamadı, yazmadık, yazamadık kaderimizi, çizemedik yolumuzu. Anlatamadık ah anlatamadık o büyük sırrı…
Ve bütün mevsimler bitti. Hatıralar islendi, yollar sislendi…
Ebemkuşakları tükendi, gökyüzü renksizdir…
Yürek telaşsız, yürek aşksızdır…
Ve anlıyoruz ki…
Artık gönül bile,
Hükümsüzdür…


Kanıksadık zindanlarımızı…
Tutukluyuz zamana… Zindanımız olmuştur artık zaman… Bütün sözlerin anlamı düşmüştür, kaybolmuştur zamanın karasında… Gönlümüz düşmüştür üç akçanın üzerine, kirlenesi… Vazgeçtik belki yaşamdan, yaşamaktan, umarsız şarkılara sığındık saklanası… Arsızlandık, kördüğümlere dönüşmüş kaderimize ağladık belki, ıslandık yağmurlarda. Üşüdük dostların ihanetinden, sevgi çemberi daraldı, iyiliklerimiz yağmalandı, bilinmedi değeri… Belki kendimize döndük, vazgeçtik her şeyden. Kalbimizi vurduk yalnızlığın duvarlarına, unuttuk, bitirdik içimizde her ne varsa. Ağlayan gözlerimiz denize akıyor, gemilerimiz rıhtımlarda alabora, rüzgârın terkisinde bütün umutlarımız. Kanadı kırık birer kuşuz göçebe, yolunu şaşırası… Uzak iklimlere meyilli kuşlar kafilesi, gibi hayatın etrafında döne döne yorulduk menzile varmayası.
Kahrımız büyüdü, sevgimiz küçüldü, yokuşlarda tıkandık, varamadık menzile…
Kanıksadık zehrimizi, içtik tükenesi…
Artık…
Gayretimiz  bile…
Hükümsüzdür…


Kayıp bir kentin içindeyiz…
Kasırgalara direnen bir barınağın içinde sonsuzu düşlüyor umutlarımız. Gönlümüzde ihanetin ayak izleri, ellerimizde tadı unutulmuş tarçın kokusu duruyor. Işığını yitiren geceler şahittir, şafağını terk eden gün şahittir ki her geçen an yaralıyor, aralıyor bizi… Bir ilkel çığlıktır artık yaşadığımız. Kuzeyin soğuk rüzgârları savuruyor taptığımız karton oyuncaklarımızı, sahte sevgilerimizi. Oysa kırlangıçlarımızı çoktan güney ellerine uçurmuşuz, unutası… İğneli bir fıçıdır yatağımız, ne yana dönsek batan, yaralayan. Modern hayatın içine sıkışmış tek perdeli bir dramın oyuncularıyız konuşmayası. En Sevgiliye giden bütün yolları aşmaya, sevgiliye kavuşmaya ne çok ihtiyacımız var. Rabbimizin rahmet sularında yıkanmak, durulanmak, arılanmak için, göklerden gelen bir mucizeyi diler gönlümüz. Umut maverasından düşmüş olsa da yüreğimiz, unutsak da öteleri, kendimizi kaybetsek de bir el var bizi unutmayan… Her dem merhamet ve şefkatini selsebil üzerimize yağdıran, bir ilahi kudret var…
Bütün varlıkların ihtiyaçlarını kudret ve rahmetiyle gideren Ey Vâfî,
Maddi ve manevi dertlerimizi gideren, afiyet ve sağlık veren Ey Muâfî,
Maddi ve manevi hastalıklarımıza şifâ olan Ey Şâfî,
Artık…
Hayretimiz bile…
Hükümsüzdür.


Meryem Aybike Sinan

Çevrimdışı Arif Arslaner

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: A'raf şehri
  • 4502
  • +1462/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Sen, Seni Sevdiğinle Bil Ey Can! "O" Seninledir.
    • Uyanan Gençlik
Meryem Aybike Sinan
« Yanıtla #16 : 10 Mayıs 2009, 22:00:25 »
Unutursun Mihribanım                                       
 
 
Unutmak kolay mı? Deme/  Unutursun  Mihriban'ım
Oğlun kızın olsun hele/ Unutursun Mihriban'ım
                   Abdurrahim Karakoç
 
 
Türkü bütün yüreğimden geçenleri ifşa edip, yıktı hüzün duvarlarını. İçimdeki bütün sarp kaleler, yıkılmaz bildiğim duvarlar yıkıldı, ateşi fitillendi gönlümün. Nerede kalmıştık diyen bir dost sesi gibi ruhumun pervazlarına bir kez daha  kondu türkü, bir serçenin ürkekliğiyle… Telaşlandım, ellerimden düştü zamanın sırçası. Seneler, upuzun senler geçmiş gibi, gerçekten unutmuş ve unutulmuş gibi bir keder doldu ruhuma ve yüreğime. İnledi bedenim. Neden bütün şarkılar, bütün türküler unutmak üstüne, unutulmak üstüne söylerlerdi? Mutlu, şen ve âsude biten ne vardı ki dar-ı dünyada? Sanki “O günü hiç yaratmadık”  diyen bir efsunlu hise tercüman oluyor gördüğüm bütün düşler. Sanki yeni baştan bir sefere çıkıyorum kendi coğrafyama… Kendime gidiyorum sanki, kendimi görüyorum satır aralarında…
“Unutursun Mihribanım” diyen türkü müydü bana bütün bunları hatırlatan?
Yoksa başka bir şey mi?
 
 
 
 
Mihribanım diyorum…
Zaman geçeçek, saçlarıma aklar dolacak…Hatıralar üşüşecek yüreğimin çatlaklarına, gelecek geçmişin isiyle örtülecek. Zaman duracak, bitecek günün gecenin telaşı. Her gün yeni bir yorgunluk saracak dizlerimi, yokuşlarda kalacak, tükenecek yüreğim. Dün, her dem türküsünü söyleyecek usanmayası. Yarın hiç gelmeyecek belki de, yarım kalacak hayallerim ve umutlarım. Çoktan unuttuğum sandığım, kalın feracelerin ardına saklanan eski yüzleri göreceğim düşlerimde, ürkeceğim belki de…  Can ocağım bir daha yanacak hiç sönmeyesi. Cayır cayır tutuşacak…Bütün içli duygular düşecek üzerime, yakası…Benim aşklarım su üstünde salınan bir nilüfer çiçeği gibi miydi  utanılası? Hatırlamıyorum, bilmiyorum, unutmuşum diyeceğim belki de…O zaman anlayacağım ki zaman geçmiş, bütün gazellerini dökmüştür ömrün bağları… Cenneti dünyaya indirmeyi hayal ettiğim günlerin koskoca bir yalan olduğunu fısıldayacak yalan dünya kulağıma, bir başıma bırakacak beni, çaresiz koyacak.
“Unutursun Mihribanım”diyen türkü müydü bana bunları hatırlatan?
Yoksa başka bir şey mi?
 
 
Mihribanım diyorum…
Kimbilir, hatalarıma ağlayacak, pişmanlığın derin girdaplarında boğulacağım korku tüneline girip. Ne hatalar yaptım oysa, ne günahlar işledim utanılası. Ne kalpler kırdım, ne yürekler yaktım, ne köşkler yıktım, ne canları silip unuttum hatırlanası…Kaç yanağın üzerinden gümrah ırkmaklar aktı benim dağlarımdan. Yaşamak az şey miydi, insan olmak az şey mi? Ne yaptım, neler ettim şimdi hatırlamıyor, yeni baştan silemiyorum hiçbir şeyi. Yıllardır vefa kulelerinden ıpıssız çöllere düşüp, yayan yapıldak seraba doğru koşmuşum meğer. Arınacak ummanlar aramışım, düşülecek sonsuz yollar. Dönülecek bir yuva düşlemişim, ebedi, ezeli ve kusursuz… Sonsuza kurmuşum saatimi, hiç çalmayası. Zaman geçmiş, bitirmiş, eskitmiş hayallerimi, beni, eşyalarımı… Güz gelmiş ve içine düştüğüm derin uykudan  bir türkünün sözlerine uyanmış yüreğim. Ve bir türkünün peşine düşmüşüm.
“Unutursun Mihribanım” diyen türkü müydü bana bunları hatırlatan?
Yoksa başka bir şey mi?
 
 
Mihribanım diyorum…
Ve bile bile kendimi yazıyorum…
Bir kırık gençlik hikayesi mi desem, ziyan olmuş bir ömür mü bilmiyorum. Bile bile kendimi yazıyorum işte…Mektuplarım kendi adresime gayrı. Sözlerim kendi yüreğime… Bildiklerim kendime, bilmediklerim kendime. Öfkem, sitemim kendime…Bilerek kendime yazılıyorum. Ruhumu bedenimden ayırdığım  günden beri ırağım kendime, yabancıyım, bizarım. Şimdi gürül gürül kendime akıyorum. Kendimi kınıyorum artık, kendimi paralıyor, kendimi yaralıyor, kendimi aralıyorum… Bir baharım kendime, bir güz. Bir kışım üstünden kar kalkmayası… Yüreğimin bütün kuşlarını saldım. Kuşlar kafilesi misali döne döne özgürlüklerine uçuyor, uçuyor hiç dönmeyesi yüreğimin kuşları... Ben benimleyim artık, ayrılmayası. Ayaklarımın altında çiğnenen bir ömrün solgun gülleri can çekişiyor, zamanı kalbime gömüyorum bundan böyle, zamanı kalbime gömüyorum. Bir yağmur sonrası kara topraktan tüten buram buram bir koku çekiyor, çağırıyor uzaktan sıkılmayası. Koskoca bir rüyanın bitimindeyim.
“Unutursun Mihribanım” diyen türkü müydü bana bunları hatırlatan?
Yoksa başka bir şey mi?
 
 
Mihribanım diyorum…
Merhametin sıcaklığını duydum kendi yüreğimde, şefkatin sesini… Dinlediğim bütün türküler gamdı, elemdi, yarımdı oysa. Her kalbin bir türküsü, bir masalı, bir sevdası olmalıydı elbette. Benim yüreğimin türküsü, masalı, sevdası var mıydı o demlerde? Bir yüreğim olduğunu yeni öğrendim oysa. Hayat geçip giderken, bizden de götürdü  her ne varsa. Yükte hafif, pahada ağır neyimiz varsa  götürdü hayat utanmayası, sıkılmayası, arlanmayası… Hayat bizi de götürdü giderken. Bohçalandı ömür feracesi. İliklendi vademizin kopçası. Bir sabah ansızın rüyama değdi vefasızlığın eli, uyandım bir daha uyumayası. Nice gümüş duygular sürüklendi gitti rüyanın seline hatırlanmayası. Oysa az çok bilirdik sevda taşıyan testiyi, aşk dokuyan gönül terkisini,  sesinden tanırdık. Yudum yudum içerdik sonra… Şimdi muhacir yüreğim kendi sürgününde telaşsız, Âsude  bir türkünün ritmine bıraktı kendi…Unuttu işte.
Unutursun Mihribanım” diyen türkü müydü bana bunları hatırlatan?
Yoksa başka bir şey mi?
 

Meryem Aybike Sinan

Çevrimdışı Arif Arslaner

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: A'raf şehri
  • 4502
  • +1462/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Sen, Seni Sevdiğinle Bil Ey Can! "O" Seninledir.
    • Uyanan Gençlik
Meryem Aybike Sinan
« Yanıtla #17 : 12 Haziran 2009, 20:57:53 »
Bu şehirler bu insanlar yaralar beni

Bi vefadır dar-ı dünya kimseyi şad eylemez”
         (Fuzuli)

 Bismihi...

 Unutmuşluğun kıyısında ellerimi açıyorum göklere...

 Geldim, gidiyorum diyen bir mahzun şarkı gibiyim kapında ey sevgili... Ellerime yıldızlardan örülmüş dualar yağıyor. Geceyle gün arasında ırgalanan ruhumu yaslıyorum göklerinin en fevkine. Kandil kandil tutuşan yüreğimde bir yangın telaşı var. Fırat’tan Dicle’ye, Nil nehrine... Sakarya’da bir Yunus ilahisi olup uğuldamak bir ney ahengiyle, gelmek sana, sığınmak… Suların en çaresizi gibi denize koşuyorum. Senin denizine yürüyorum. Bir ikindi zamanı yosun bürümüş sulara gömülüyorum.

 Günah sularının arkından tüm akışlarım, riyasız berrak denizlere bundan böyle, bütün ağlamalarım sana, bütün gidişlerim sana sevgili...

 Bir yeni vakit bekliyorum ruhumda. İçimdeki ayak seslerinden biliyorum. Geldim gidiyorum diyen bir mahzun şarkı gibiyim kapında ey sevgili... Ben dursam da yollar durmaz arkamdan, hüküm bitmez... Rehine bıraktığım yüreğimi topluyor tümüyle sana geliyorum.

 Yoksa...

 Bu şehirler bu insanlar yaralar beni.

İnceden inceye yağan yağmur, minareleri yıkıyor usulca. Dualarım yağmurla serinliyor. Arnavut kaldırımı taşlara yürüyorum tek başıma. Şehrin simsiyah saçları yıkanıyor yağmurun ellerinde. Evler yalnız, insanlar yalnız, ben yalnızım. İzbe sokaklar bilmiyor yalnızlığımı. Kimselerin aklında değilim, unutulmuşum.

 Sultan Süleyman’a kalmamış dünya. Bana da kalmaz diyorum.

 Ve...

 Yürüyüp gidiyorum yalnızlığın üstüne. Ne serüvenler yazılı hatıra defterimin kahırlı yapraklarında. Ne şarkılar söylenmiş hüzünden örülü... Gündelik telaşlar yalancı, hercai saatler çalıyor benliğimizi. Dünya, Şeyh Küşteri’nin beyaz perdesi. Azgın arzuların peşi sıra koşuyorum bu perdenin üzerinden. Düşüyor elimizden gerçeğin sırçası. Hayat gerçeğe yürüyordu oysa biz bunu biliyorduk… Unutmuşuz, çok uzun yıllar geçmiş gibi ruhumuzun kanatlarından düşmüş, bildiğimiz gerçekler. Gerçeklerimiz yüz çevirmiş bizden, öteleri hatırlatan ne varsa kaymış zamanın ellerinden. Sultan Süleyman’a kalmamış dünya. Bana da kalmaz diyorum.

 Rehine bıraktığım yüreğimi toplayıp sana geliyorum.

 Yoksa...

 Bu şehirler, bu insanlar yaralar beni.

Çöllerde kaybolmuş bir yitik Mecnunum Leylasını arayan. Bulutların mahzenine saklanmış bir katre gözyaşıyım, dinmeyen. Merhametin kalbinde ağlayan bir çocuk gibiyim, annesini yitirmiş. Sessiz ve unutulmuş mezarlığın içinde mor bir zambak gibi titriyor ruhum şimdi, yalnızım, kimsesizim, çaresiz kalmışım. Kamıştan bir neyin iniltili sesiyim, hüzzam yenilgilere beste olan... Kışa yenik düşmüş baharların yetimiyim, bütün mevsimlerin bitimiyim uzun yola gidesi... Aklım kelimelerin işgali altında. Senin İrem bahçenin hayali kuşatıyor ruhumu. Senin cennet kıyılarından haber getiren bütün dualarımla sana sığınıyorum en sevgili... Adınla başlamasam güne geceye, ateşten bir kasvet kuşatır beni...

Rehine bıraktığım yüreğimi toplayıp sana geliyorum.

 Yoksa...

 Bu şehirler, bu insanlar yaralar beni... 

Merhametine susamış bir bedeviyim çöllerde inleyen. Bir Yusufçuk kuşuyum dalında asılı kalan, yaralı. Yusuf’a kucak açan bir derin kuyuyum çöl ortasında, dertlere duçar olan. Yakup’um, hasretinden gözleri karalar bağlayan. Gül ve reyhan kokusunu arıyorum Nebiler yurdunda. Sadakatim, İbrahim yüreğinde unuttuğumuz. Ruhu kelepçeli bir esaretim, zindanların görmediği. Bir tenha gülüşüm, yetimin dudağında. Asırlık çınarların gölgesinde uykuya yatmış, gizli bir sevdanın gözyaşlarıyım. Lambaların yakmadığı bir ateşim çerağ çerağ... Yanıyorum. Sana geliyorum bir ikindi zamanı, sana yürüyorum. Gelmesem tel tel çözülüp erimekteyim. Bu dünya gurbetinde çürümekteyim. Adınla başlamasam güne geceye, ateşten bir kasvet kuşatır beni... Şu dünya gurbetinde rehine bıraktığım yüreğimi, toplayıp sana geliyorum.

 Yoksa…

 Bu şehirler, bu insanlar yaralar beni...

 “Ölümden önce davran, daha zaman varken gel” diyen şair gönlü Kehkeşanlar diyarında gezinirken ben sahte saadetlerin tuzağındayım. Gözlerimin göğüne misafir, bütün bulutlar, ağlamaktayım. Unuttuklarıma ağlamaktayım. Nefsin avuçlarında kendimden uzaktayım ah çok uzaktayım. Bir mevsimlik menekşeye kapılan ruhumun taraçalarında hatırladığım nisyan, bir hançer gibi deliyor bağrımı.
 
 Bu defteri kapatmak ve gitmek düşüncesi yağmalıyor aklımı.
 
 Bırakıyorum kendimi nehrin derin sularına. Her ırmak sonsuz bir deryaya akar. Tüm yolların sonunda sen varsın ey sevgili. Meçhul iklimlerden dönüşümüz hep sanadır. Sultan Süleyman’a kalmamış dünya. Bana kalmaz diyorum.

 Rehine bıraktığım yüreğimi toplayıp sana geliyorum.

 Yoksa...

 Bu şehirler, bu insanlar yaralar beni.


Meryem Aybike SİNAN / Haber 7

Çevrimdışı Arif Arslaner

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: A'raf şehri
  • 4502
  • +1462/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Sen, Seni Sevdiğinle Bil Ey Can! "O" Seninledir.
    • Uyanan Gençlik
Ynt: Meryem Aybike Sinan
« Yanıtla #18 : 27 Temmuz 2009, 16:22:55 »
Ah medya vah medya!

 
Ey her şeyi bilen medya!

Ey her alanda pervasızca kalem sallayan silahşörler!

Ey kendini allame-i cihan zanneden çok saygıdeğer muharrirler, muharrireler,

Bu sözlerim sizedir…

Bu yazıyı uzun zamandır yazmayı düşünüyordum ama sürekli sabır çekmeyi tercih ediyordum her nedense. Belki toparlanırlar, belki birileri kalkar benim adıma da gerekeni söyler, böylece bendeniz de bir polemiğe girmekten kurtulurum dedim. Ama nerde… Çıkmadı böyle bir babayiğit.

Amacım sizinle söz dalaşına girmek değil. Ama unuttuğunuz, kendinizden başka bir şey düşünmediğiniz şu günlerde nacizane ben de edebiyatın alanı dâhilinde bulunan bir yazar olarak size avazım çıktığı kadar  “yeteeeeerrr!” demek, dikkatinizi çekmek istiyorum…

 

Ey kalemini kılıç gibi sallayan silahşör,

Benim çocukluğumda gazete sütunlarında herkes alanıyla ilgili yazardı. Herkes en iyi bildiği sahada kalem oynatırdı. Sonra öyle kitabı olmayan, daha önçeleri değişik platformlarda yazıları yayınlanmayan adamlara hayatta köşe- möşe vermezlerdi.  Mustafa Necati Özfatura “Dış politika yazarıydı”, Nazlı Ilıcak “iç siyaset “yazardı… Ahmet Kabaklı bir gün makale, bir gün fıkra, bir gün magazin yazısı yazmazdı mesela. Her gün en iyi yaptığı fıkra muharrirliğini yapardı. Rauf Tamer, Gürbüz Azak ne güzel yazarlardı öyle kısa kısa ama her konuyu tam on ikiden vuran yazılarını…

Aykut Işıklar bile magazin yazılarını daha bir güzel yazardı.

Henüz şirazesi bozulmamıştı medyanın.

Ve ben de küçük bir okuyucusu idim, o güzel insanları bu gün bile hayırla yâd eden.

 

Ey benim her şeyi en iyi bilen ve tahmin eden müneccim muharrirlerim,

Siz medyayı dağıttınız, siz medyayı bilgi kirliliği olan, her kafadan bir ses çıkan ama asla ahengi olmayan “Bremenin mızıkacıları” orkestrasına çevirdiniz… Bir gün siyaset, bir gün askeri, bir gün dış siyaset, bir gün edebiyat, bir gün magazin, bir gün aşk, bir gün ekonomi, bir gün kuaförlük, bir gün tavukçuluk hatta bir gün tıp üzerine yazı yazabiliyorsa bir yazar, o böyük çok böyük! bir muharrirdir sandınız mesela!

 

Ey kendini her şey sanan kalemşörlerim,

Bu gazeteciliğin asla böyle gitmeyeceğini artık öğrenmenin vakti gelmiş de geçiyor. Siz şirazeden çıktıkça tirajınız geriye ket vuruyor, hala okunmuyor, hala ciddiye alınmıyorsunuz. Kendinizden başka sizi ciddiye alan kalmadı bu ülkede. Düşünsenize kendi kendine âşık olmuş bir yazarın halini?

Halkın durmadan kendini ön plana çıkarmaya çalışan bir yazara saygısı kalır mı?

Kendinizi anlatıp, kendinizi öve öve bitiremiyorsunuz!

 

Dedikodu yapıyorsunuz?

Eskiden Anadolu mahallelerinde dedikoducu kadınlar vardı yedi mahalleyi birbirine katan, emin olunuz ki onlar şimdi sizin yanınızda ne kadar masum kalıyorlar bir bilseniz!

Reytinginizi artırmanın tek çaresi olarak “bizim mahalle” veya “karşıki mahalle” adında iki meçhul mahalle kurmuş, o noktadan kör atışlarla birbirinizi yiyip duruyorsunuz. Bu ülkede mahalle mi kaldı ki yeni yeni mahalleler kuruyorsunuz?

Sanki çok umurunuzdaydı mahallerimiz, sanki üzüntünüzden geceleri uyuyamıyorsunuz. Halkın dertleriyle perişan olmuşsunuz. Sanki başörtülü ve mini eteklinin derdi sizi sardı da ağzınıza sakız etmiş konuştukça konuşuyorsunuz…

Gelin bir gün de her gün onlarca kadının dayak yediği, öldürüldüğü, en insani haklarının dahi ellerinden alındığı güney ve doğu illerimize uzanalım. Ya da yaşı otuzlara vurmuş ama hala işi, aşı olmayan gençlerin duygularını yazalım. Seksen yaşlarında ayakkabı boyayan dedelerimizden söz edelim mesela…

Toplumdaki insan kirlenmesinden söz edelim, nasıl çürüdüğümüzü yazalım gün be gün...

Ama yazmazsınız, yazamazsınız!

Çünkü siz ciddi değilsiniz, samimi hiç değilsiniz, kusura bakmayınız…

 

Ey uzaktan meslektaşlarım olan çok saygıdeğer kalemşörler,

Aranızda hala eli öpülesi birkaç gerçek yazar dışında hiç biriniz bu mesleği hak etmiyorsunuz! Çünkü kalem mesuliyetini kavramaktan öyle uzaksınız ki! Hiç biriniz gerçekçi değilsiniz! Ve hiç biriniz samimi değilsiniz! Halkı galeyana getirip güzelce gerdikten sonra, şöyle gerinip akşam o fasıl senin, bu fasıl benim dolaşıp birbirinize yağ çekiyorsunuz. Yalan mı?

Yalan mı zengin fasıl sofralarınız? Göklere çıkan şarkılarınız…

Ertesi günü o akşam nasıl eğlendiğinizi halka marifetmiş gibi anlatan yine siz değil misiniz?

 

Artık yeter diyorum Ey Medya!

Artık titreyip kendimize dönmenin zamanı değil mi? Bu ülke için, bu insanlar için, yarınlarımız için, geleciğimiz için neden doğruları da değil de politik düşlerinize göre yazılar kaleme alıyorsunuz? Bu toplumu neden geriyorsunuz?

Neden bunca dalkavukluk!

Kime?

Dalkavuk yazar, yağı bitene kadar yazar.

 Sonra mı?

Medya mezarlığı öyle isimlerle doludur.

Vesselam…


Meryem Aybike SİNAN

Çevrimdışı Arif Arslaner

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: A'raf şehri
  • 4502
  • +1462/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Sen, Seni Sevdiğinle Bil Ey Can! "O" Seninledir.
    • Uyanan Gençlik
Ynt: Meryem Aybike Sinan
« Yanıtla #19 : 27 Temmuz 2009, 16:33:24 »
Ömür Dediğin

 

“Bir insan ömrünü neye vermeli”, diye soruyordu türkü.

Ömür bir anlık. Dünya bir ümit sarayı. Asude gönüllerin hiç gitmeyeceği, ömrün hiç bitmeyeceği bir sarp kale sanılır. Hep yüzün düşünülür yaşamın.... Tasavvurları bir hayale düşene kadar, rüya bitene kadar, gül solana kadar bu geçici bahar. ... Ömür, bir denizaltı olan biçare gönüllere bir anlık, geçici bir heves. Bir kutsal emanet ömür dediğin. Huzur limanına yürüyen bir nazlı peri. Öylesine muhayyel, öylesine sır.  Çağlardan çağlara yürüyen bir yolculuk, bir serüven...

Ömür, rüzgar yeleli bir at, ışık hızında bir kanat, göklerin en fevkine iltica eden bir umut merdiveni... Bir ilkbahar meltemi tomurcuk devşiren,  kökleri yere çekilen çınarları deviren bir kasırga. Ömür, rahvan bir at hayatın kadranında ırgalanan.

Ömür, bahardan kışa doğru yürüyen bir seyyah mevsim mevsim…  Ömür, hiç durmadan devinen menzile doğru…

Ötelere varmak için sora sora yürüdüğün...

 

 

“Harcanıp gidiyor ömür dediğin” diye en büyük gerçeği biliyor türkü.

 Ömür hüzzam bir şarkı gibi dudaklarda acı bir tad bırakan bir mevsimlik gülümseme. Ab-ı hayat çeşmesi gibi ötelere akan  bir hayal, mahmur gönüllere. Acı bir buğu gibi tamamlanacak bir kutlu serüven ömür dediğin. Bütün akşamlar erguvani günbatımlarına uzanacak ömür, mühlet bittiğinde itiraz zamanının bile olmadığı kör ve sağır bir an, anların ötesinde. Bir yolculuk, göklere uzanan merdivenlerde. Ömür, bir kâdim hikayedir söz aralarında. Zamanın terkisinde eriyen bir mum, sofyan şarkıların esrarlı nakaratı hüzzam çalan...

Ömür, terk-i dünya zamanı bırakılan aldatıcı bir sürur...

Hayat merdivenini sıra sıra yürüdüğün.

 

 

“Yolda kalan da bir , yürüyen de bir” diyor türkü.

Yolda kalanın da yürüyenin de ser a ser tattığı, zaman zaman unuttuğu bir emanet ömür dediğin. Hüznün yaslandığı, umutların yol açtığı, sevincin fısıltıyla yanından geçtiği bir derûn-u dildir ömür. Bir kelebek ömrü kadar sandığımız, bengisu pınarlarından medet umduğumuz, cilveli bir gül gibi baharlarda sunduğumuz, akıp giden bir Nildir. Ömür, bahar gibi geçip giden, muhayyel ufuklarda bir daha görülmeyen sincabi  bir tüldür efkarımıza. Ömür, saniyeyi bile şaşırmayan, vakti geldiğinde saliseyi aşırmayan, som devlet kuşudur dallarımızdan çekilen.

Ömür, hazan vakti uzaklara göçen, mekan tutmaz bir göçmendir, ufuklarda kanat çırpan... Ebedi bahçelere varmak için hürriyetine kavuşmuş bir azat köle...

Aşılmazı aşmaya  yora yora yürüdüğün.

 

 

“Savrulup gidiyor ömür dediğin” diye  söylüyor türkü.

Dünya bir rüya ülkesi. Bütün oyunların beyaz perdesi. Takvim yaprağıyla tüllenen gözleri buğulu dilber sandığımız. Hayta gülüşlü saatleri, çapkın hayatı aklımızın hesaplarından, lügatlerden çekerek kalbimizin en ince yerinden O’na yürüdüğümüz, bir mahrem-i esrarımızdır ömür. Söylenmemiş bir şarkıdır bestekarın mızrabında hiç çalınmayası. Kalu Bela şarabıyla mest olduğumuzdan, kendimizden geçtiğimizdendir bu savrukluğumuz... Bütün arzular, elemler, sevinçler yalan. Zamanın sarkacına düşmüş ömür, yalan... Bir zan bütün yaşadıklarımız. “Geldik gidiyoruz” diyen türkünün sözlerinde bütün gerçek. Gerisi yalan.

Belalı suların kıyısında unuttuğumuz bir gemi ömür...

Yüreğimiz ser a ser bir harabı-ı diyar, yara yara kördüğüm.

 

“Bir insan ömrünü neye vermeli? Diye soruyor türkü.

Bir insan ömrünü ötelerin rüzgarına vermeli. Tatlı bir nesim, alıp götürmeli ömrün şafaklarını. Gurup vaktine sevinmeli hüzünlü yürekler, bir gün daha  bitti, demeli. Sevgiliye varmak zamanı geldiğinde düşülmeli yollara nalınsız, namsız. Ömür testisi şefkat, merhamet, sevgi yağmurlarıyla dolmalı, vakti geldiğinde çamçak çamçak içtiğin…Ömür hesaplı harcanıp, hesaplı yaşanmalı. Ömür bir  sermaye ötelere gitmek için, kaybetmemeli, yitmemeli, bitmemeli hesapsızca... En sevgiliye varmak için, ömür sürmeli. Hayat, akıp giden bir pınar testilere dolmayan

Ömür, ötelere varmak için tüm aşılmaz dağları kara kara yürüdüğün...

Hayat merdivenini sıra sıra yürüdüğün.

Bir emanet, bir emanet, BİR’e doğru yürüdüğün.

  
"You are not allowed to view links. Register or Login"


Meryem Aybike Sinan