Yapılabilecekler ve Yapılması Gerekenler Yapılmıyor
SON kriz patlak vereli kaç ay oldu? Gerçek demokrasi, insan hakları, sivil iktidar, şeffaf ve temiz Türkiye, (derin devletsiz) tek devletli sistem isteyen kesim ne yaptı? Bol bol şikâyet, feryat, ağlaşma...
Güzel köşe yazıları yazıldı... Doğru laflar edildi... Lakin bunlar yeterli olmadı.
Haftalardan beri havanlarda su dövüyoruz, sadra şifa olacak şeyler yapmıyoruz.
Neler yapılmalıydı:
1. Ülkenin yüzde 80’ini oluşturan kesimdeki çeşitli grup ve kuruluşlardan temsilcilerin bulunacağı bir “Millî Misak Kurultayı” toplanmalı; tarihe geçecek bir metin hazırlayıp ilan etmeliydi.
2. Demokratik, hürriyetçi, millî kimlik ve kültüre uygun bir anayasa taslağı hazırlanmalıydı.
3. Birer milyondan aşağı katılım olmamak şartıyla “Derin Devlet İstemiyoruz!” ve “Vesayet Demokrasisi İstemiyoruz, Gerçek Demokrasi İstiyoruz” mitingleri ve yürüyüşleri yapılmalıydı.
Maalesef bu gibi çalışmalar ve eylemler yapılamamıştır.
Beyoğlu’nda bir yürüyüş yapılmış, 7 bin kişi katılmış. 72 milyonluk Türkiye’de, bu kadar önemli bir mesele için 7 bin kişinin yürümesi gülünçtür. 10 milyonluk Yunanistan’da, kimlik kartlarından din hanesinin kaldırılmasını protesto etmek için Selanik’te 1 milyon kişi yürüyüş yapmıştı. Türkiye’deki nüfusa vurursanız, bizdeki protesto yürüyüşünün 7 milyon kişiyle yapılması gerekir.
Çeşitli gazetelerde birtakım profesörler yazılar yazıyor, beyanlarda bulunuyor. Hepsi teker teker... Binlerce hürriyet sever, gerçek demokrasi taraftarı profesörün müşterek bir bildiriye imza koyarak bir araya gelmeleri gerekmez mi?
Hasan Celal Güzel Bey, nefis yazılar yazdı, zevkle okuduk... Bütün Hasan Celal Güzellerin bir araya gelmesi gerekmez mi?
Halkımız bir konuda ittifak etmiştir, o da, hayatî meselelerde ittifak etmemek konusudur.
İnsanların, toplumların toplanma, yürüyüş yapma hakları evrensel insan haklarındandır. Biz bunu kullanamıyoruz. Irak savaşı başlayınca İtalya’da, İspanya’da, İngiltere’de milyonlarca insan yürüyüş yapmıştı. Biz yapamıyoruz...
Vesayetçiler, egemen azınlık oligarşisi, yasakçı ve tabucu efendilerimiz Türkiye’yi bir felakete doğru götürüyorlar, biz gereken yasal/meşru tepkileri gösteremiyoruz.
Hatırlıyor musunuz, futbol maçları esnasında her şeyi askıya almış ve bütün dikkatlerimizi maçlara yoğunlaştırmıştık. Hırvatistan’ı yendiğimiz vakit sevinçten havalara uçmuştuk, Almanya’ya yenildiğimiz zaman üzüntüden kahrolmuştuk. Keşke ülkenin geleceğiyle ilgili hayatî meselelerde de bu kadar duyarlı olabilsek.
Egemen azınlık efendilerimiz (sayıları iki milyon var mıdır?), Türkiye’nin gelirinin yüzde 60’ını devşiriyor. Onlar bu kadar büyük bir sömürü ve ticareti öyle kolay kolay bırakmazlar.
Türkiye’nin batması, parçalanması, korkunç felaketlere uğraması pahasına bile olsa, bu yüzde 60’lık gelir ellerinde kalmalıdır. Bu yağlar, bu ballar ellerinden gidecekse, batsın bu memleket daha iyi...
Norveç’te, İsveç’te, Finlandiya’da, İngiltere’de, Almanya’da, Avusturya’da, öteki ileri ve medenî ülkelerde bizdeki gibi siyasî, sosyal, kültürel, hukukî rezaletler yaşanmaz.
Avusturya devletinin üstünde bir derin devlet olamaz. Çünkü Avusturya’nın şehirli, medeni, kültürlü, uyanık, şuurlu, eğitimli halkı böyle bir şeye izin vermez, razı olmaz.
Norveç, İsveç, Finlandiya şeffaf ve temiz ülkelerdir. Kristal berraklığındadırlar. Bir ucundan baktınız mı öbür ucu görülür. Oralarda yüzlerce milyar dolar miktarında kara ve kirli servetler yoktur. Oralarda ihalelere fesat karıştırılamaz. Oralarda nepotizm (hısım akrabasını, yakınlarını, çoluk çocuğunu, gayr-i meşru yollarla nemalandırmak, zenginleştirmek, onlara haram rantlar yedirmek) yoktur.
Bir maden kömürü ocağında, bir tabakhanede çalışanlar ne olur? İslenir, paslanır, kirlenir... Türkiye Müslümanlarının bir kısmı da “Türkiye tabakhanesinde” maalesef çok pislenmişler ve kirlenmişlerdir. Bu yüzden haklarını koruyamıyorlar, yararlarına ve zararlarına olan işleri idrak edemiyorlar. Yakın tarihimizde Müslümanları iki zümre afyonlamıştır:
Birinci zümre: Egemen azınlık... Ağabeyler, efendiler, oligarşik rejimin derebeyleri.
İkinci zümre: Müslüman kesimdeki birtakım din ve mukaddesat baronları. Gerçek din âlimlerini, gerçek şeyhleri, gerçek üstadları, gerçek temsilcileri tenzih ederek yazıyorum. Müslümanlar içten ihanete uğramışlardır. Birtakım habisler, saf Müslümanları yıllardan beri kaz gibi yolmakta, inek gibi sağmaktadır. Bunlar kötü düzenle işbirliği yapmaktadır.
Müslüman dünyasında çeşitli fıkıh mezhepleri, tasavvuf tarikatları, gruplar, cemaatler, meşrepler olabilir. Lakin bunların meşru olması için mutlaka bir ümmet birliğinin, bir ümmet hiyerarşisinin, İslâmî üniter bir yapının varlığı şarttır. Ümmet yoksa bu çeşitlilik şirazesi dağılmış, yaprakları yelle savrulmuş bir kitaba, ipi kopup taneleri sağa sola saçılmış bir tespihe döner.
Maalesef düşmanlar içimize kadar sızmışlardır. İslâmî hareketin içine Evangelistler, Siyonistler, Papalık, Dr. Moon dini gibi İslâm düşmanı güçler ajanlar sokmuşlardır. Onlarla işbirliği yapan cemaatler vardır. Bunları yazmak bazılarının işine gelmiyor, bazıları da cesaret edemiyor...
On üçüncü asırda Hülagu orduları Bağdat’a yaklaşırken, Dar’üsselam adıyla da anılan o büyük medeniyet merkezinde dehşetli bir gevşeklik, umursamazlık, gel keyfim gel, oh kekâh havası esiyordu. Müslümanlar onlarca, hatta yüzlerce fırkaya, hizbe, gruba, cemaate, tarikata ayrılmışlardı. Şairler gazeller yazıyor; mollalar talebeye sarf, nahiv, bedi’, beyan okutuyor; dervişler zikrullah yapıyor; ehlikeyf kimseler Dicle kenarında çiçek açmış badem ağaçlarının altında harika sohbetler yapıyorlardı.
Sonra ansızın vahşi ve gaddar Hülagu ordusu şehrin üzerinden silindir gibi geçti. Halkı çocuk, ihtiyar, kadın demeden canavarca boğazladılar. Milyonlarca yazma kitabı Dicle nehrine attılar, nehir günlerce mürekkep boyasından siyah aktı. Kitapların bir kısmını hamam külhanlarında yaktılar. Son Abbasî Halifesine işkence yapıp hazinelerinin yerini söylettikten sonra bir çuvalın içine koydular, vahşi Moğol atlarının ayakları altında ezerek şehit ettiler.
Muazzam ve muhteşem Bağdat şehri bir harabeye dönmüştü. Sarnıçlara, kuyulara, yeraltı dehlizlerine saklanabilen birkaç bin kişi hayatını kurtarabilmişti. Mâmurelerin yıkıntıları üzerinde leş kargaları uçuşuyor, baykuşlar ötüyordu.
Ümmet şuuruna ve birliğine sahip olmayan, cihad ruhunu kaybeden, lüks ve konfora yönelen, altın ve gümüşü çok seven, dünya keyif ve lezzetlerine yenik düşen bir İslâm toplumunun acı sonu...
(Bağdat’ın Hülagu ordusu tarafından nasıl ezildiğini merhum Ahmet Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hülefâ adlı kitabından okuyabilirsiniz.)
selametle...
Mehmet Şevket Eygi