MÜTEŞÂBİH NE DEMEKTİR VE MÜTEŞÂBİH ÂYETLER HANGİLERİDİR?
Müteşâbih kelimesi dilbilgisi bakımından Arapça “şebih” lafzından türemiştir. Şebih, renk adalet ve zulüm gibi nitelik (keyfiyet-vasıf-mahiyet) yönünden çeşitli benzeşmeler için kullanılır. İki şeyin aynı seviyede benzeşmelerine “teşâbüh”, birbirinden fark edilemeyecek şekilde keyfiyet bakımından birbirine benzeyen şeylere de “müteşâbih” denir.(1)
Kurân-ı Kerim muhkem ayetlere “ümmü’l-kitap” (Kitab’ın anası-temeli), bunların dışında kalan bir kısım ayetlere ise “müteşâbih” ayetler adını vermiştir. Bu hususu açıklayan ayet-i kerime mealen şöyledir:
“Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. İşte kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun te’viline yeltenmek için müteşâbih ayetlere yapışıp, onlarla uğraşır dururlar. Halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler (derinleşenler-râsih âlimler), ‘O’na inandık, hepsi Rabbimiz tarafındandır’ derler. Bu inceliği ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.”(2)
İslâm alimleri müteşâbih ayetlerin tarifi mevzuunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bir kısmı müteşâbihi, “manası gizli ve yoruma muhtaç olan, te’vile gidilmeden anlaşılmayan, işaret ettiği mananın ne olduğu hususunda tercih edebilecek açık bir anlamı olmadığı gibi ayrıca bir izaha muhtaç olan ayetler” olarak tarif etmişlerdir.
Alimlerin ekserisi de, müteşâbih ayetlerin ilk bakışta bir manası olduğunu, fakat onların yorumlarının-te’veillerinin hangisinin en doğru olduğunu ancak HZ.Allah’ın bilebileceğini, insanın bu bilgiye sahip olmadığını söylerler ki, bunlar Selefiye alimlerİdir. Bunlar, müteşâbih ayetleri olduğu gibi kabul edip teşbih ve tecsime düşmemekle birlikte, te’vile de gidilmemesi gerektiğine inanırlar. “Biz müteşâbih ayetlerin zâhirine inanır, bâtınını tasdik ederiz; iç yüzünün anlaşılmasını ise Allah’a havale ederiz. Zira biz onu bilmekle mükellef değiliz. Zaten bu husus imanın şartı ve hükümlerinden biri de değildir” derler.
Selef akîdesini benimsemiş alimlerin çoğunu Sahabe, Tâbiûn ve Ehl-i Sünnet alimleri oluşturmaktadır. Bunların başında Ubey b. Ka’b, İbn Mes’ûd, İbn Abbas ve İmam Mâlik (radıyallâhü anhüm) gelmektedir.
***
Müteşâbih ayetlerle onların yorumları ve onlardaki mananın asıl mahiyetini ortaya çıkarmak için gayret sarf eden alimlere gelince… Bunlar “Halef alimleridir” meydana getirmişlerdir. Bunlara göre Kur’anı kerim, sırlar ve muammalar ihtiva eden kapalı ve muğlak bir kitap değildir. Hem Kur’anı kerim kendisinin apaçık bir dille indirildiğini, ayetlerinin tutarlı bir şekilde açıklandığını, onu dinleyenin düşünmesi, aklını kullanması, hükümler istinbat etmesi (çıkartması) ve ihtilaflarını onunla çözmesi gerektiğini ve bunun için indirildiğini kesin olarak ifade etmektedir.(3)
Pekçok ayet, Resûlüllah Efendimizin (s.a.v.) birinci derecede vazifesinin Kur’ân’ı kerimi bütün insanlara okumak ve onunla insanları haz.Allah’a davet etmek olduğunu açıklamaktadır. Halef alimlerine göre, insanlara açıklanmamış bir şey kalsaydı din tamamlanmamış olurdu. Bu durum ise, “Bugün size dininizi tamamladım”(4) mealindeki ayete aykırı düşerdi. Kaldı ki haz.Allah’ın bildirdiği bir şeyi Peygamber Efendimizin (s.a.v.) açıklamamış olması, onun tebliğ vazifesine de aykırı düşer. Sonra Kur’anı kerimi düşünüp anlaşılmak için gönderildiğine göre düşünmek, manasını anlamak demektir. O bakımdan Allah Teala’nın Kur’an’ı kerimde manası anlaşılmayan bir şeyle hitapta bulunması uzak bir ihtimaldir. Nitekim İbn Ebî Necih’in Mücahid’den onun da İbn Abbas’tan (r.anhüm) rivayetine göre o şöyle demiştir: “Ben müteşabih ayetlerin te’vilini bilen ilimde derinleşmiş kimselerdenim”. Muhammed b. İshak, Muhammed b. Câfer b. Zübeyr’den(r.anhüm) naklen şöyle dedi: “İstenilen, arzu edilen te’vili ancak Allah ve ilimde derinleşmiş olanlar bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ona inandık derler”. Bu alimlerin mensuplarının delillerinden biri de Resûlüllah Efendimizin (s.a.v.) İbn Abbas için,(r.a) “Allah’ım, onu dinde bilgili kıl ve ona Kitab’ın te’vilini öğret” diye dua etmesidir. Eğer Kitab’ın bütün esrarı herkese kapalı olsaydı, Resûlüllah’ın İbn Abbas(r.a) için böyle dua etmesi boş olurdu. Ayrıca Abdullah b. Abbas’ı (r.a)Resûlüllah Efendimiz, “Ne iyi Kur’an tercümanıdır” diye övmüştür. İbn Ebî Hâtim’in(r.a) Dehhak yoluyla naklettiğine göre, İbn Abbas(r.a)bu konuda şunları söylemektedir: “Kur’an’ın çeşitli yolları, zâhirleri ve bâtınları vardır. Acâibi tükenmez, sonuna erilmez. Ona yavaş yavaş dalan kurtulur. Şiddetle ondan haber veren mahvolur. Onda haberler, meseller, haram-helal, nâsih-mensuh, muhkem-müteşâbih, zâhir ve bâtın vardır. Kur’an’ın zâhiri tilâvet, bâtını te’vildir. Onu anlamak için alimlerin yanına oturunuz, cahillerden kaçınınız.”(5)
HURÛFU MUKATTA (MUKATTAA HARFLERİ)
Mukattaa harflerine gelince…
“Mukattaa” kelimesi Arapça bir isimdir. Kat’edilmiş, kesilmiş; kesik, ayrı manalarına gelir. “Hurûfu Mukatta” mürekkep/birleşik bir isimdir; ayrı ayrı yazılmış, bitişik olmayan harfler demektir.
İslâmi ilimlerde ise Kur’ân-ı Kerim’de bazı sûrelerin ilk ayeti olarak gelen Elif Lâm Mîm, Elif Lâm Râ, Hâ Mîm, Hâ Mîm Ayn Sîn Kaaf gibi birkaç harften oluşan, bazen de Sâd, Kaaf, Nûn gibi bir harften meydana gelen bağımsız harflere “Hurûfu Mukattaa” denir. Bu harflerin manalarının ne olduğu hususunda başlıca iki görüş vardır:
Birinci görüşe göre bu harflerin manasını haz.Allah’tan başka kimse bilemez. Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) “Allah’ın her kitabında bir sırrı vardır. Kur’an’ı kereimdeki sırrı da sûrelerin başlarında bulunan harflerdir. Her kitabın bir özü vardır. Kur’ân’ını kerimin özü de bu hece harfleridir” dediği rivayet edilir. Bu görüşü benimseyenler, bu harflerin tefsirinden şiddetle kaçınmışlardır. Bunlara göre Hurûfu Mukattaa’dan muradın ne olduğunu kesin olarak haz.Allah’ın bileceğini bu harflerin de müteşâbihattan olduğunu, alimlerin bunları anlamada aciz olduklarını söylerler.
İkinci görüşe göre, haz.Allah’ın kitabında insanların anlayamayacakları şeylerin bulunması doğru olmaz. Çünkü Allah Teala Kur’ân-ı Kerim’i okunup anlaşılması ve amel edilmesi/uygulanması için göndermiştir. Bu sebeple de onda, anlaşılmaz hiçbir ayet bulunamaz. Bu görüşte olanlar, Hurûfu Mukatta’yı tefsir etmeye çalışmışlardır.
Bunları şöyle özetleyebiliriz:
1. Bu harfler, Allah Teala’nın isimlerinde yer alan harflerdendir. Nitekim Resûlüllah’ın (s.a.v.), “Kâf Hâ Yâ Ayn, Sâd, Hâ Mîm Ayn Sîn Kâf” diye dua ettiği rivayet edilir.
2. Bu harfler, başlarında bulundukları sûrelerin isimleridir. Zira bazı şeyleri harflerle adlandırmak, Arapların âdetlerindendir. Mesela Hârise b. Lâm et-Tâî’nin babasına “Lâm” derlerdi. Aynı şekilde bakır’a “sad”, para’ya “ayn”, bulut’a “ğayn”, balığa “nûn”, dağa da “kaf” denmiştir.
3. Çeşitli sûrelerin başlarında yer alan bu harfler, ondört değişik şekle sahiptir ve bütün harflerin aslını teşkil eder. Kur’ân-ı Kerim bu harflerle te’lif olunmuştur. Kur’anı kerim bu harfleri zikretmekle, mucize olduğuna işaret etmektedir. Yani Kur’an’ı kerimin cümleleri, ibareleri herkesin bildiği bu basit harflerden meydana gelmektedir. Öyleyse uğraşın bakalım, sizler de elinizden gelen bu imkanı kullanarak benzerini getirmeye çalışın. Siz meydana getiremediğinize göre Kur’an mucizedir demek istemektedir.
4. Bazılarına göre bu harflerin her biri haz.Allah’ın fiilî sıfatlarına delalet eder. Elif haz.Allah’ın nimetlerine (a’lâsına-en yücesine), Lâm lûtfuna, Mîm mecdine (yüceliğine) işaret etmektedir.
5. Kimilerine göre Elif Allah’tan, Lâm Cebrail’den, Mîm Muhammed’den kinayedir.
6. Bir kısmına göre de bu harfler, bir sözün bitip bir sözün başlangıcını gösterir. Araplarda bir söz bitip yeni bir söz başladığında dikkati çekmek için yeni sözün başına böyle harfler getirme geleneği vardır.(6)
Mukatta harflerinin manalarının ne olduğu hususunda Resûlüllah’tan (s.a.v.) açık bir haber yoktur. Ancak Kur’anı kerimi okumayı teşvik için her harfinden meydana gelecek sevabı anlatırken, Hurûfu Mukatta’nın her birinin ayrı ayrı harfler olduğunu ifade buyurmuşlardır.
***
Bazı ârifler ise bu mevzuda şunları söylemişlerdir:
Nasıl sulama yapılırken bir vadiye veya bir tarlaya nehrin ya da sulama kanalından gelen suyun hepsi birden salınmayıp azar azar verilirse, haz.Allah katında bulunan ilim ve irfan denizinden de peygamberlerden her birine gereği kadar verilmiştir. Onlar da kendilerine hakiki manada vâris olan âlimlere, alimler de halka kabul hazmedebilecekleri nisbette verirler. Peygamberler, hakikat alimleri ve melekler için sırlar vardır. Herkesin sırrı kendi rütbesine, manevi derecesinin yüksekliğine göredir; ondan ötesini öğrenmeye tahammül edemez. Gözün güneş ışığına tahammül edemediği gibi…
Hulâsa edecek olursak; Müteşâbih âyetler ve Mukatta harfleri; Kurân-ı Kerim’de, zâhirî mânâları kastedilmeyip misâl gibi getirilen âyetleridir. Diğer bir târifle; ümmet fertleri için, kendisi ile ne murâd edildiğini anlamak ümidi kesilmiş olan lafızlardır: “Yedullah, Vechullah”… “Elif Lâm Mîm, Hâ Mîm”… vb. kelime ve terkipler gibi…
Bununla beraber –yukarıda da ifade ettiğimiz gibi- tefsir ve tasavvuf âlimlerinden bir kısmı, yanlış anlaşılmalara sebep olmaması için bunlara bazı mânâlar vermişlerdir. Meselâ, Allâh’ın eli: Allâh’ın kudreti; Allâh’ın yüzü: Allâh’ın zatı; Arş’ın üzerine oturma: Arş’a hâkim olma, hükmünü geçirme mânâlarınadır, demişlerdir. Ve yine “Mîzanlar (her nevi tartı ve takdir) Allah’ın elindedir. Bir kavmi yükseltir, bir kavmi alçaltır. Âdemoğlunun kalbi de, rahmeti umumuna şâmil olan Allah’ın parmaklarından iki parmağının arasındadır. Dilediği zaman döndürür, dilediği zaman doğrultur” hadisinde “Allah’a parmak isnadı” müteşâbihattandır. Alimler bunu iki şekilde te’vil etmişlerdir:
1. İki parmaktan murad, iki davetçi sebeptir. Kalb, haz.Allah’ın ihdas ettiği davetçi bir sebep ve bir irade olmadıkça imana da yönelebilir küfre de… İşte Allah Teala bu kalbi bu iki davetçiden dilediği herhangi birine çevirir.
2. O bir temsildir. Manası: “Allahü zû’l-Celâl kalbleri tam bir kudretle evirip çevirebilir” demektir. Nitekim biz de, “Şu iş benim elimdedir, bu iş benim iki parmağımın ucundadır” deriz ki, bundan maksadımız, o işdeki tam bir tasarruf ve kudreti ifade etmekten ibarettir.(7)
***
İmâm-ı Rabbânî Ahmed el-Farûkî (k.s.) hazretleri ise bu mevzuda şu dikkat çekici açıklamalarda bulunmaktadır:
“Yed: el’ olarak ifade olunan kelimenin te’vili kudretten; ‘vecih: yüz’ olarak tâbir olunan kelimenin te’vili de zattan ibârettir, diye hayâl etmeyesin. Müteşâbih âyetler ve (Elif lâm mîm, Hâ mîm… gibi) mukattaa harfleri, hakikat ve esrâr ilminin mahzenidir.
“O bakımdan bunların te’vili, gizli sırlardandır, sadece ehassu’l-havâsa (seçkin kullar arasından seçilmişlere, yani çok az insana) açılıp gösterilmiştir, herkese değil. Bunlardan her biri, âşık ve mâşûk arasında gizli sırlardan dalgalı bir deniz, muhib ile mahbûb (sevenle sevgili) arasında ince işaretlerden gizli bir işarettir.
“Bu fakîr (İmâm-ı Rabbânî hazretleri zat-ı âlilerini kastediyor), uzun zamandan beri müteşâbihâtın te’vilinde tevakkuf ediyor (duruyor-susuyor) ve Hak Sübhânehû’nun ilmine havâle ediyordum. Râsih âlimler için de, buna inanmaktan başka bir nasip düşünmüyordum. Sûfiyye âlimlerinin açıkladıkları te’villeri de, bu müteşâbihâtın şânına lâyık ve münâsip bulmuyor ve yine o te’villeri, gizlenmesi kabil olan esrârdan da görmüyordum.
“Ama ne zaman ki Allah Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri bana, sırf fazlı ile lûtuf ve ihsânı ile müteşâbihâtın te’vilinden bir koku ızhâr eyledi, bu büyük denizden bir ark açtı ve onu şu miskînin istidat arzına uzattı da bildim ki; diğer hususlarda olduğu gibi, müteşâbihâtın te’vilinde de şüphesiz râsih âlimler için bolca nasip vardır. Çünkü ulemâ-i râsihîn, peygamberler’in (aleyhimüsselâm) vârislerinin kâmilleridir. Velâyet kemâlâtının derecelerini geçmişler ve asâleten peygamberlere mahsus olan ‘dâvet makâmı’na ulaşmışlardır.
“Müteşâbihât’ın te’vil ilmi, asıl itibariyle Resûller’e (aleyhimü’s-salavâtü ve’t-teslîmât) mahsustur. Bununla birlikte bu ilimden, peygambere tâbi olma ve verâset yoluyla, ümmetlerden az’ın azı’na da çok az bir şey ihsân olunur, verilir. Bu dünya hayatında, onun yüzündeki peçe-örtü-perde kalkmaz, tam mânâsiyle anlaşılması mümkün değildir. Lâkin âhiret hayatında, ümmetlerden büyük bir cemaatin, bu devletle şereflenmeleri (müteşâbihat ve mukattâtı anlamaları) ümit edilir. Bu da yine tebaiyyet yolu ile olacaktır (yani Resûlüllh’a tâbi olma, onun sünnetine uyma derecesine mütenasip-uygun olarak gerçekleşecektir)
“Müteşâbihat’la alâkalı yazılması mümkün olan kadarı şudur: Dünya hayatında, bu anlatılan pek az kişinin dışında, diğer bazılarının da bu devletle yani müteşâbihâtın te’vil ilmi ile şereflenmelerinin câiz olduğudur. Ancak onlara, bu işin hakikatinin ilmi verilmez, te’vili de inkişâf etmez… Ben bu mânâyı, müntesiplerimden/bağlılarımdan sadece bir fertte müşâhede edebildim, görebildim; başkalarında ne hâsıl olabilir?.. ‘Hamdolsun o Allâh’a ki, hidâyetiyle bizi buna muvaffak kıldı. O bize hidâyet etmeseydi, bizim kendiliğimizden bunun yolunu bulmamıza imkân yoktu.” (8)
SONUÇ
Müteşâbih ayetler üzerinde geniş müzakereler-mütâlalar-münakaşalar olmuştur. Hatta doğrudan müteşâbih ayetleri konu alıp inceleyen pekçok eserler de yazılmıştır. Bütün bunlardan şu neticeye ulaşmamız mümkündür: Kur’anı kerim ayetleri birbirlerini tasdik edecek ve bütün zamanları içine alacak şekilde, muğlaklıktan uzak, gayet açık, yanlış yorumlamaya meydan verilmeyecek bir üslupla nazil olmuş ve iki farklı kısma ayrılmıştır:
Birici kısım, varsayım ve çeşitli yorumlamalara asla imkan vermeyen temel, muhkem, açık ve seçik ayetlerdir. Bunlar Kur’ân’ı kerimin anası olarak tarif edilmişlerdir.
İkinci kısım, farklı ve pek çok yorumu kaldıran, konuyu daha iyi anlatmak, belgelemek ve hasmı susturmak için gelen ayetlerdir. Müteaddit manalara ihtimali olan ayetlerin hedefi; benzetme ve örnekler verme yoluyla, teşvik, korkutma, öğüt, hatırlatma, ayıpları yüzlere vurma, müjdeleme, açıklama ve uyarma yaparak muhkem ayetlerin ihtiva ettiği/içerdiği telkinleri kökleştirmek ve sağlamlaştırmaktır.
Kur’ân-ı Kerim; muhkem aslını bir kenara bırakıp insanların gerçeği daha iyi kavramalarını kolaylaştırmak için benzetmede bulunan bazı müteşâbih ayetleri, heva ve heveslerine uygun bir biçimde yorumlayanları, kalblerinde eğrilik, yamukluk olan, doğruluktan hoşlanmayıp eğrilikten, sapıklıktan zevk alan, dumanlı havalar meydana getirerek fitne çıkarıp hakkı bâtıla karıştıran ve insanları doğru yoldan ayırıp onları yanlış yollara sokan kişiler olarak nitelemektedir.
Hiç şüphesiz zikri geçen ayetler üzerinde tahmin ve yorum yoluyla, zorlayarak Kur’ân’ı kerimi asıl hedefinden saptırıp, neredeyse bir tarih, astronomi, hendese-geometri, astroloji, bilmeceler ve her türlü görüş ve arzulara destek dolu bir kitap haline getirmeye çalışanlar da bu kategoriye girerler.
***
Dilerseniz bu mevzuda sonsözü son devir dersiâmlarından Nakşi yolu Müceddidîn kolunun son halkası olan Süleyman Efendi (k.s.) hazretlerine bırakalım. Talebelerinden merhum Ziya Sunguroğlu naklediyor:
“Esteîzübillah Bismillâhirrahmânirrahîm: Eli Lâm Mîm… Mütekaddimîn âlimleri bu âyet-i celileye ‘Allâhü a’lemü bi-murâdih’ (Bununla muradın ne olduğunu en iyi bilen Allah’tır) deyip geçmişlerdir. Müteahhirîn âlimlerinin zamanında fitne ve fesadın zuhuru çoğalınca, fâsit mânâ verme ihtimaline karşı, ‘Elif’ten murad Allah, Lâm’dan murad Cebrâil, Mîm’dan murad Muhammed’dir dediler. Burada hak olan, bu ve benzeri diğer hurufu mukattaâttan Cenab-ı Hak ile Resûllülah arasında bir şifre olmasıdır. Nasıl ki devletler arasında her ferdin bilemeyeceği, sadece belli kişilerce bilinen şifreler varsa, bu da Hz. Mevlâ ile Habîbi arasında bir şifredir. Nitekim Hz. Cebrâil, ‘Elif Lâm Mîm’ deyince Resûlüllah Efendimiz, ‘Fehimtü’ (anladım) buyurmuşlardır. Cebrâil (a.s.), ‘Yâ Resûlellah, bunu getiren ben olduğum halde bir şey anlamadım. Sen, daha ben okur okumaz hemen nasıl anladın?’ demiştir. Hz. Mevlâ, bunların (mukattaa harflerinin ve müteşâbih âyetlerin) mânâlarını Cibrîl-i Emîn’e bile haber vermemiştir. Keza, bütün âlim ve ârifleri âciz bırakmak için, insanlara ve cinlere de bunların mânâlarını bildirmemiştir.”
Ancak, “Hiçbir umumi (ifade-söz) yoktur ki içlerinden kimileri hariç tutulmasın” kaidesi gereğince tabii ki Resûlüllah Efendimiz ve vârisleri ile seçlimiş-süzülmüş bazı kullar müstesnâ… Onlardan dilediğine dilediği kadarını bildirmiştir. Müstesnâlar ise, bilindiği üzere kâideyi bozmaz. Bunun böyle olduğunu yukarıda İmâm-ı Rabbani hazretlerinin açık ifadelerinde de görmüş idik.
Rabbim bizleri rahmet-mağfiret ve bereketinden, Habîbi’nin şefaatinden, râsih âlimlerin himmet ve teveccühünden mahrum bırakmasın. Âminç
Şerife Şevval Kardelen
DİPNOTLAR
(1) Râğıb el-İsfehân3i, Müfredât, Mısır, 1980, Şibh maddesi… ve diğer bazı lûgat, mu’cem ve tefsirler.
(2) Âl-i İmrân sûresi, 3/7.
(3) Hûd, 1 sûresi; Yûsuf sûresi, 2; Hicr sûresi, 1; Sâd sûresi, 29; Duhân sûresi, 58; Muhammed sûresi, 24; Nahl sûresi, 44.
(4) Mâide sûresi, 3.
(5) Mâtüridi, Te’vilâtü’l-Kur’ân, Vrk. 60 a-b; Raşit Efendi Kütüphanesi, No: 47; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, 2, 1040; Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, Ankara, 1976, s. 128-133.
(6) Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Ç. Tefsiri, 1, 88.
(7) Çantay, Hasan Basri, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, 3, 988, 7 no.’lu dipnot.
(8) A‘raf sûresi, 43; Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, 1, 276, 2, 35, 2, 50