Zafer dergisi

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11656
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
Zafer dergisi
« : 22 Eylül 2008, 01:15:44 »
Taşlar bize ne söyler?



KALPLERİN katılaşmasından bahsederken çağrışım yapan ilk kelime o oluyor:
“Taş!” Öyle ya, taş gibi kalbi olmalı diyorsunuz başkalarının acısını hissetmeyen duyarsız insanlar için. Hani taş çarptığı yeri zedeler, kırar döker de hiçbir şey olmamış gibi bir yana düşüverir. Kaskatı ve yekpare olarak. Sen insan ol, içinde bir yürek taşı ve hissetme; olacak şey değil! Demek ki taş kalplisin. Bunun başka izahı olamaz.

Peki taşlara sorsak kabul ederler mi acaba kendileri için söylenenleri? Biz insanlıktan uzak düşmüşlüğümüzü ifade sadedinde taşlar üzerinden teşbihlerde bulunurken onlara haksızlık yapıyor olmayalım sakın? Allah’ın yüzlerde bahşettiği bir çift gözle bakmakla yetinmeyip gönül gözüyle görenler bize ufuk açıyorlar bu noktada. Mesela tarih sayfalarını her çevirişimizde yüreğimizi acıyla titreten bir Taif seferi geliyor akla. Alemlere Rahmet Efendimiz’in yaptığı iki dünya saadeti daveti yankı bulmuyor Taif halkında. Neden? Kalpleri taş kesilmiş olduğu için! Allah Rasulü biliyor ki davetin reddi ebedi ateşlerini kendi elleriyle tutuşturmaları anlamına geliyor. Ama onlar bilmiyorlar. “Bilseler yapmazlardı” derken, bu yüzden son derece mustarip Fahr-i Alem Efendimiz. Bu eziyet yetmezmiş gibi Taif’in masum taşları da cürümlerine ortak ediliyor cehalet karanlığında boğulanların. Yerde ve göklerde olan her şey gibi kendileri de Allah’ı tesbih etmekte olan taşlara sorulsa halbuki, kutlu Nebi’ye atılıp ona zarar vermektense, akletmeyen ve zulmeden o zavallıların başlarına çalınmak isteyeceklerdi. Olur da akılları başlarına gelir diye… Bazı taşlar da Efendimiz’in mübarek ayaklarından kan sızmasına sebep olmaktansa, un ufak olup toprağa karışmayı tercih edecekti muhtemelen, sırf O’nun ayak izine karışanlardan olmak için.


TARİHTEN bir sayfa da­ha çevirince İslâm’ın ilk müezzini Habeşli Bilâl çıkıyor karşımıza. Yine, insanlıktan nasibini almayanlar, yine eziyet, yine taşlar… Kızgın kumlar üzerinde yatırılmış ama insanlığıyla, kendiyle buluşmanın sevincini ve heyecanını “Ehad!” haykırışlarıyla ilan eden bir kulun iradesine dayanamayanlar, bir kaya parçasıyla hınçlarını almaya çalışıyorlar. Oysa, kendi kalpleri zulümlerine aracı kıldıkları taştan daha katı. Bunun farkında değiller ki, dışarıdan taşların en büyüğünü, en ağırını seçip işkence etmeyi marifet saymışlar. Dursun Ali Erzincanlı’nın coşkulu ifadesiyle “Bir taş pamuk kadar hafif olmayı hiç bu kadar istememişti!” Evet, onlar sadece Bilâl’e eziyet ettiklerini sanıyorlardı. Ancak zulme alet edilen taş dahi eziyetten payını alıyordu.


ESKİDEN, çocukluğun daha sade ve oyuncakların fiyat biçilmeden yaşandığı günlerde taşlar oyun aracıydı kapı önünde oynayan çocukların. Beş küçük taş yeterdi mesela grup oyunu kurmanıza. Avucunuzdaki beş taştan birini havaya fırlatıp diğerlerini yere bıraktığınız ve ikinci bir hamlede yerdeki tüm taşları eksiksiz toparlayabildiğiniz takdirde küçük bir başarı öyküsüne imza atmış olurdunuz. Kariyer ve başarı planlaması yapmadan mutlu olabildiğimiz günlerdi onlar. Beş taşla oyun oynayıp mutlu olabilen dünün çocukları, şimdilerde “tek taş tek aşk” ve “beş taş alana bir taş bedava” sloganlarıyla farklı bir değerlilik ve mutluluk anlayışına davet ediliyorlar. Sevgilerin ifadesi için tahsis edilen günlerde tüketimin körüklenmesine hizmet eden bu anlayışa kapılanların olmazsa olmazı haline gelebiliyor bu taşlar. Yükte hafif pahada ağır halleriyle gözleri kamaştıran taşlar geleceğe borçlanarak hayat kavgasını sürdürmeyi göze almaya sevk ediyor insanları. Yeter ki “şu anda” mutlu olsunlar!

ANNELER GÜNÜ bahanesiyle kredi kartlarıyla çok yüksek meblağlarda alışveriş yapıldığına dair rakamların açıklandığı günlerde, yakın coğrafyamızdan “60. yıl etkinlikleri” haberleri geliyordu. Bir tarafın “kuruluş” dediği, ancak Filistin halkı tarafından “en-Nekbe: Büyük Felaket” olarak adlandırılan bir yıldönümü. İşgal, evinden yurdundan sürülme, horlanma, katliamlara maruz kalma, nesiller boyu mülteci olarak hayata tutunmanın sebep olduğu zorluklar… Daha da acısı vurdumduymaz bir dünya… İnsanlıktan uzak düşmüşlüğün had safhada yaşandığı bu çağda, taşlar yine sahnede. Yaşanmamış çocukluk ve gençlik yıllarını işgal şartlarında geride bırakanların topraklarını vatan yapma yolunda çabalarının bir sembolü intifada. Kelimenin Arapça “silkinme” kökünden türemiş olması da manidar. Son teknolojiyle donatılmış profesyonel bir orduya karşı sapan taşlarıyla mücadele edenler aslında zulüm ve haksızlık karşısında susan dünyanın silkinip kendine gelmesi gerektiği dersini veriyorlar. Reklam bombardımanları altında pahalı taşlar üzerinden suni bir hayat kavgasının içine çekilenler şöyle bir silkinip kendilerine gelmeliler ki, bildiğimiz türden basit taşlarla kendi vatanında özgürce var olma mücadelesi veren insanların derdi yüreklerde yankı bulabilsin. İşte o zaman hak, adalet ve barış üzere bir hayatın inşa edileceği yarınlar için ümitvar olmak mümkün hale gelecektir.

Taş deyip geçmemeli vesselam.


Ayten Yadigar

Çevrimdışı Arif Arslaner

  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: A'raf şehri
  • 4502
  • +1462/-0
  • Cinsiyet: Bay
  • Sen, Seni Sevdiğinle Bil Ey Can! "O" Seninledir.
    • Uyanan Gençlik
Ynt: Zafer dergisi
« Yanıtla #1 : 22 Eylül 2008, 22:31:37 »
Beni Bağışla

Zayıflığım için bağışla beni.

Bilgisizliğim için...

Gururum için...

Penceremin önündeki tek saksı çiçek için bağışla beni...

Ellerimi yumuşatan kediler için...

Göz göze geldiğimiz kuşlar için...

Duvarlarındaki yazısıyla sade odam için...

Okuduklarım için...

Uzaklara, çok uzaklara, içimde Senden daha yakın bırakmayan uzaklara bakarak mırıldandığım dualar için beni bağışla...

Cömertliğin için beni bağışla...

Fakirliğim için beni bağışla...

Verdiğin hayata bağışla beni, hayata katamadığım hayat için beni bağışla...

Ölecek olmam için bağışla beni...

Ölmeyecek olmam için bağışla beni...

Bir çekirdekten ancak Sen bir ağaç yapabilirsin!

İçimde orman orman çoğalan bir çekirdek için...

Özüm için beni bağışla.

Temiz bir sözüm için bağışla beni!


Cihat Zafer


Çevrimdışı Halime

  • ***Sen kaldırım taşlarını dize dur önüme, ben toprağa basa basa senden uzaklaşıyorum ***
  • *****
  • Join Date: Nis 2008
  • Yer: İsk€nd€run
  • 2695
  • +198/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Ve Birgün Bu Dünya Gül Bahçesine Dönecek..
Ynt: Zafer dergisi
« Yanıtla #2 : 23 Eylül 2008, 03:17:47 »
 leftt    aarroo    okk

Çevrimdışı Leb-i Damla

  • La taknetû..!
  • *****
  • Join Date: Eyl 2008
  • Yer: Sadabad
  • 2529
  • +270/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • UMUT Dünyası mı, UNUT Dünyası mı?
    • Uyanan Gençlik
Zafer dergisi
« Yanıtla #3 : 05 Ekim 2008, 22:09:34 »
Hayat Tarife Gelmiyor



ACILI BİR ANNE, “Acıları anlatmak (okumak) kolay, yaşamak zor” diyordu; başka birinin trenin altında ezilmesine mani olurken vücudunun bazı parçalarını trene kaptıran kızından sonra... Evet, yaşamak zor. Kutsal metinler, dünyada bulunuşumuza ‘imtihan’ diyorlar. Biliyoruz ki, imtihanlar zor geçer; arzuların tatmininden çok, ‘başarı’yı getiren bir çalışma temposunu salık verir imtihan duygusu.
Yaşamak daha zor; çünkü, hayat düz bir yol değil. Bulutlara değen dağların sürprizlerle dolu evreninden geçmek gibidir hayat. Sizi nereye götürdüğünü çok da fazla bilmediğiniz bir patikanın sonunda boşluğa düşebilirsiniz. Zaman zaman yolunuza çıkan kır çiçeklerinin büyüleyici görüntüsü yolculuğunuza heyecan katar gerçi, ama yolculuğunuzu güvenli kılmaz yine de. Kaygı devam eder, yüreğinizi yoklayıp durur.

Kaygı, yüzü ölüme dönük bir hayatın içine doğuşumuza ve kendimizi onlarla birlikte bulduğumuz herşeye ‘anlam’ bulma duygusundan doğar. Daha doğrusu, ‘insan’ kaygı duyar. Kendine eğilen, kendi üzerine düşünen insan... Ve ancak ‘kaygı’lı olan, ‘insan oluş’u gerçekleştirebilir.

Küçük sevinçlere karışmak isteği ise, ‘zor’u olan bir hayattan kaçış anlamına geliyor. Burada güdüler baskındır; düşünen akıl ve hisseden kalb değil. Kır çiçeklerinin verdiği o büyülü heyecan durumunu sürekli kılan unsurlar, yol ve yolun sizi nereye götürdüğü meselesinin verdiği tedirginliği unutturur, sorun olmaktan çıkarır.

Yol ve yolculuğu zihninden kovalayan o serâzad gönülde kaygı uçup gider; ‘anlam’ diye bir sorunu kalmaz.

Hayata bir ‘değer’ bulmayı bırakmış (unutmuş), dolayısıyla ‘kaygı’sız bir zihnin varlığından bahsedilebilir mi?

Varsa böyle birşey, bu, ‘insan oluş’u nasıl gerçekleştirecek?

•••

Hayatı ‘yaşama’nın konuşmaktan daha zor olduğunu ifade etmeye çalışırken, konuşmanın da yaşamak kadar zor olduğunu—itiraf ediyorum—anlamış bulunuyorum. Hayat tarife gelmiyor, ‘konuşma’nın içine sığmıyor.

Sonuçta konuştuğumuz şey ‘hayat’ değil, ‘bizim hayatımız’dır.

İçine doğulan hayatı bütünüyle kapsamayan ‘bizim hayat’ konuşmaları, başkalarının hayat üzerine sorduğu soruların cevabını içerebilir mi?

Hiç kimse, içimizden doğan soruların cevabını tam olarak veremez; başkalarının cevapları sorularımızın karşılığı olmaz, acılarımızı dindirmez. Hayatın varsa bir büyüsü veya şarkısı, kişi kendi serüvenini yaşayarak ona ulaşabilir. Zira başkasının cevapları, kendi serüvenlerinin sonuçlarıdır. Kendi hayatımızı başkalarının serüveninden okuyamayız.

Bu, ‘başkasının hayatı,’ bize, hayata dair hiçbir şey söylemez anlamına gelmiyor. Hayat üzerine yapılan konuşma ve tariflerin bütününün sonuçta bir sınırlama olduğunu; bizi veya başkasını ilgilendirmeyen, ama hayata ait olan çok şeyi içermediğini söylemek istiyorum.

•••

Şairin, ‘ruhun fiyakası’ dediği acı, hayattan sökülüp atılabilir mi?

‘Mutluluk,’ trajik durumun koynunda büyüyen ‘acı’dan uzak bir diyarda mı yaşanır?

Şimdilerde kitabevlerinin raflarını, ‘mutlu olmanın yolları’nı anlatan kitaplar süslüyor. İnsanlara reçete sunuyorlar madde madde. Formülleştiriyorlar herşeyi.

Mümkün mü, o çok şeyin yedeğinde yaşamak? Hayat buna müsaade eder mi? Hayat sığar mı onlara?

Hayat haylaz bir çocuk, delişmen bir delikanlı, pır pır uçuşan bir yürek gibidir; talimatnamelerden oldum olası sıkılıyor. Ona sınır çizmeye kalktığınız her seferinde canlılığını yitirdiğini, yüzündeki tebessümün kaçtığını, somurtmaya başladığını, heyecanını kaybettiğini görürsünüz. Onu kendi hâline bıraktığınızda da başınıza belalar açar; sevinçlerin, coşkuların ardından bir sürü ‘kötü’nün geldiğine şahit olursunuz.

Bir çıkmaz bu... Trajedi...

Modern psikolojiye eleştiri getirenler diyorlar ki; modern psikoloji, hayatı yaşanacak birşey olmaktan çıkarıp tedavi edilecek birşeye dönüştürmüş. Zıtlık ve karşıtlıkla (‘iyi’ ve ‘kötü’nün biraradalığı) mümkün olabilen hayat, büyülü yaşantıları geliştirirken, aynı zamanda büyük acılara da sebep oluyor. Modern psikoloji bu durumu, en azından acılara sebep olan ‘kötü’yü sonuçlandırmaya çalışıyor. Oysa hayatta bizi bu kadar heyecanlandıran, bu derece şaşırtan, elemin ardında sevinçle tanıştıran şey, hayatın çeşitlilik ve karşıtlık durumudur.

Devamla diyorlar ki; hayatı ‘kötü’den kurtarmaya çalıştıkça, hayatı ortadan kaldırıyoruz. Hayat olması gereken kıvamdadır, çünkü hayatın Sahibi onu böyle öngörmüş. Bize düşen şey, hayatı tedavi etmek değil, onu yaşamaktır. Acılarına ve sevinçlerine olduğu gibi açılmak... Hayatın bütününe açıldığımızda, herşeyiyle yüreğimize ve zihnimize dokunur; acılarının içinde büyük sırlar sakladığını hisseder ve anlarız.


Nihat Dağlı

Çevrimdışı D®agon

  • Ezberletmez Öğretir
  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Ankara
  • 11656
  • +524/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Hocam
Zafer dergisi
« Yanıtla #4 : 05 Ekim 2008, 22:14:24 »
Nihat hocamın güzel bir yazısı tşkk  Hüzzam  ggll