Yaşama Tutunurken İnadına
Sevdalar adına yüreğimize tercüman olan dostlara;
Umutsuz bir lahzada, o günü muştulayanlara;
Sevgi katillerini alnının çatından, yürek namlularıyla vuran şairlere;
Tevbeleri kadar beyaz örtüleriyle her daim onlara...
Selam olsun!...
Hoyratça savrulduğum zamandan, dervişlerin altın halkasına, gönlün kutsalına girdiğim günden beridir mesken eyledim güllerin ülkesini... Yıldızları kandil yapıp koydum masama, aldık yüreğimizi elimize...
“Bismillah...”
Sevgisizlikten suçlu bulunduğum gün, gönül mahkemesinde pervasız duygularla yalnızlığın hükmü veriliyordu. Meczuplar aşka şahitti. Kehribar delilimdi. Gafletten müebbet hüküm giydim. Dağları sürdüm ovalara, göz yaşlarıma bend olsun diye.
Hayalleriyse sürgün ettim, gerçeğin aynasına bakmaya yüzüm olsun diye...
Adını dilime tesbih ettiğim sevgili... Çıkar beni gaflet zindanının küf kokan köşelerinden. Gülşeninde bir yaprak olmayı çok görme bana...
Oy yüreğim! Bütün hainliğine rağmen, inadına, sımsıkı tutun hayata!...
Sevgi bedbaht oldu yürek ülkeme düşeli. Bu nasıl bir ülkedir ki, padişahı yalnızlık. Korkularla örülmüş evler, kuşkulara bürünmüş caddeler, kararsız beyinler, gafletle uyanan sabahı, karalar bağlayan ağıtları var. Martılar kafeslerde hapsolmuş. Gökyüzü siyah. Kalbim kadar...
Hayata dair umutlarımı gömdüm, ıssız bir mezar taşının yanıbaşına. Hiç çıkarılmamak üzere. Şair “mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır” diyor. Ben dünyamda sonbaharı, kışı, acıyı, yalnızlığı, karanlığı yaşıyorken, bir ceset kadar baharı hissedemezken, gönül gözümü hırsın hançeriyle kör etmişken, kilosunu yüz kuruşa satıyorlarken pazarda sevdanın, izbe odalarda yargılanıyorken haksızca, sevda adına... Hangi bahardan söz ediyorsun dostum!... “Yüreğini açmalısın” diyorlar. Bu karabasanlı, hayaletli, içinde akılla yüreğin bitmez savaşı, umutsuz barışı olan bu ülkeyi, hangi aklı başındaya açmalıyım?..
Yürek salıncağına koydum geleceğimi, hayallerimi, eline sevda oyuncağını verdim... Avunsun diye...
Köpüklerini asice vuruyorken deryalar kayalara, bir izdüşüm yaşanıyorken hayallerin kuytusunda, bir yetim hıçkırarak isyan ediyorken hayata, bir kuşun hızı kadar kısa ve yalan olan ömre, yarım kalan aşklara ve sevmekten yorulmayan, usanılmayan, uslanmayan ama kendi içinde o paslı zincirini kıramayan gönlüme, yazıyorum işte yazmak isteyip de yazamadıklarımı...
Oy yüreğim! Bütün hainliğine rağmen inadına, sımsıkı tutun hayata... Ayaz tutmuş gönüllere nispet olsun diye, içimin volkanlarını taşıyorum satırlarıma. Bir menekşe hüznü gibi acı olan nefretimi gömüyorum çile denizinin girdaplaşan bakışlarına...
Bilinmeyen ülkenin kapılarını açtığım gün dünyaya, zafer rüzgarları esecek içimin sabahında, bir yaprak daha fışkıracak dalından baharı kanıtlarcasına, bir aşk çiçeği daha peyda olacak ülkemde barışa dair...
Bir Firavun daha şakağına dayarken tabancasını, Musa Tur Dağında edecek bayramını...
Gün Ebrehe’nin değil, Ebabil’in günüdür.
Bir deniz kabuğuna binip, ümidi duman duman içime çekerek, lacivert denizde, özlemler diyarı vuslat ülkesine doğru yelken açtığım gün, yanık türküler yakacağım gönlün ozanıyla...
Bir meçhul yolcu gibi bu şehri terkederken; Güller Sultanı’nın Diyarı’na...
Yavaş yavaş sabah olmakta, gün ile birlikte düşüncelerim de ağarmakta...
AYŞENUR REFİK
SEMERKAND DERGİSİ