"İki şey ruhumuzu karartır" der Sadi;
"Biri konuşacakken susmak, diğeri susacakken konuşmak".
İkinciler sebil etrafta...
Görmüyor musunuz, günler boyu dinmek bilmez bir laf çağlayanı, taşıyor dudaklardan, sokaklardan, ekranlardan, sayfalardan...
Geveze süvarilerden gürültülü bir ordu, aczini dilinin altına saklayarak yalın kılıç üstümüze yürüyor her gün...
Mızrak oluyor, iğne oluyor, yılan oluyor, saldırıyor, batırıyor, sokuyor da bir türlü susmuyor dili...
Asıl düşmanı sessizlikmiş gibi... konuşmasa yenilecekmiş gibi...
* * *
Ya konuşacakken susanlar...?
O geveze ordunun palavradan tozunda boğulanlar...?
Onlar, ki konuşma özürlüdürler, tükürükler saçarak ve kimi zaman hakarete bulaşarak cümle cümle üstlerine yağan bu dilbazlığa sükutun kalkanıyla direnirler.
Biri diliyle kırbaçladıkça lafazanlık atını, diğeri gemler dilinin halatını...
Pervasızdır sözcükler; ve suskunlar, lafın zulmünü işittikçe hepten sesten kesilirler.
İnatçı bir çocuk gibi, kimi zaman başını öne eğerek, kimi zaman karşısındakinin gözünde anlayış bekleyerek, ama her daim sözcükleri boğazında düğümleyerek bakar ve susarlar.
Şişer dilleri ağızlarında; dudakları ısırılmaktan yara olur; yine de çözülmez çenelerindeki mühür...
Çünkü bilirler ki, gürültü ormanında laflar kifayetsizdir ve hiçbir söz, o an sükut kadar manalı değildir.
Bakışlarının yeterince bağırdığını varsayarak ve bunun işitilmemesinden her defasında daha da ağır yaralanarak, anlaşılmayı beklerler tevekkülle...
Küfrederler ketumluklarıyla, yalvarır, haykırır, zulmederler.
Sanırlar ki suskunluklarındaki soyluluk örter, diyememe naçarlığını; konuşma aczi, konuşma azmini bastırır.
Lakin her daim ikrardan sayılır sükut...
Diyebilen, diyemeyenin sessizliğinde, yeni tüyler eker, tüyü bitmiş diline...
Diyemeyen, ağzında düğümlenmiş isyan halatlarıyla sessizliğe gömülür.
Susar, asıl düşmanı sesmiş gibi, dese ölecekmiş gibi...
* * *
Ah ses, baltasıdır acizin; onu allayıp pullayıp kah adam kandırmaya, kah fikir budamaya gider.
Kulağından çok çalışır ağzı; duyduğundan çok söyler.
Dinlemez karşısındakini, dırdırıyla ezer.
Ve suskunun bir türlü dil vermez ağzı; yuttuğu laflar ağırlaşır boğazında zamanla, isyanını ruhunun uçsuz bucaksız dehlizlerine gömer, içine attıkça içi şişer.
İşte o zaman kapanır içine... Yıllar yılı çıt çıkarmadan, gık demeden, suspus olup yuttuğu sözcüklerle hesaplaşır içinde, kimseye diyemediklerini der kendine, dinler kendini; kendinin tek sırdaşı, dert ortağı olur.
* * *
Bir deniz kenarında, bir orman yolunda, bir hastane koridorunda ya da şurda burda, kendi kendine konuşan ya da mütevekkil susup oturan birini görürseniz konuşun onunla...
Muhtemelen ruhu kanamaya yüz tutmuştur çünkü...
Susacakken konuşanların zulmünden, konuşacakken susmuştur.