SANA MEKTUP
Sana yazıyorum. Sensiz olan benden, bensiz kalmış sana bir mektup; belki bir ağıt...
Yani aşktan, çöle dönmüş rasyonel kalbe bir çağrı...
Ben Mir!...
Kapılarını üzerine kapattığı malikânede geçmiş zaman sesleriyle;
deli ozanın sazından dökülen sevda türküleriyle; saraya kabul edilen hattatın hikayesiyle yaşayan bir azizeyi tekrar şimdiki zamana getiren ve umutlandıran Mir!...
Lir’in kapıya çıkışı ve yola koyuluşuyla; kurutulmuş papatyalardan, bir kurşun bir divit ve
üzerine mürekkep dökülmüş gül yapraklarından oluşan küçücük bir sandıkla aşka uyanan, aşkıyla kalbini titreten Mir!...
Hatırladın değil mi!?...
Hani ‘beş şehir’den birine uzanan yolun sağında ve solunda akıp giden börtü böcekle;
teyzelerin bahçesinden çalınmış kaysı çağlalarıyla; yolcuların kalbinde dillenen sevda sözleriyle görünüveren aşktan korkmuş,
yolcuların boynuna ayrılık fermanını asmıştın. Kovmuştun bizi hayatından. Bizsizlikte ölüme yürüyeceğini bile bile...
Azizenin onca söyleyişini, hıçkırıklarını; dalga dalga kıyını döven boyun kırışlarım... hiçbiri seni yumuşatmamıştı.
Azize bir dağa sürülmüş, ben çok uzak bir başka dağa... Ben Azizesiz Azize bensiz, kalbinse bizsiz kalmıştı.
Yağmurlar yağmadı üzerine o günden bu yana.
Nemlenmedi gözlerin; güllerin kımıldanışı, hattatın hikayesi, laz kızının bağırışları, papatyaların çılgın sarı beyazları sana hiçbir şey kabul ettiremedi.
Kalbe ve aşka karşı konumlanmış reel gerçekliğin, aklını aşkla olan bir savaşın kahramanı yaptı.
Aşkzedeydik artık; sürüldüğümüz yerde durmadan kurşunlanıyorduk.
Ve sesimiz kısılmıştı; çağrımız yankı bulmuyordu dağında...
Titrek kalbin buhurundan uzak bir yerde, vuslatla hitama ermeyen bir ayrılığın zemherisinde buzlandık.
Isınmadık, ve dönüp seni ısıtmadık. Sen de bizsiz üşüdün.
Soğuk rüzgarların kamçılarıyla dövüldün. Koyu bir karanlığın ve ayazın orta yerinden ısıran ateşlere attın kendini çaresiz.
Ama her seferinde canın yandı. Geçen onca mevsim içini boşalttı; eğilip baktığın boşluk gözlerini sana dikti...
kendine doğru çekti.
Ben Mir!...
İçinde olan; sana biraz çocukluk, biraz serserilik ve çokça aşk katan Mir!...
Hani susmak bilmediğim ve sonu olmayan masallar anlattığım her seferinde kızıyordun bana.
Ben ise, ‘ama benim olmayışım sana ölüm getirir’ diyordum. Ben ‘sen’im adamım, hâlâ anlamadın mı?
Sürgüne gönderdiğin ben, yani sen...
Beni susturmakla neler kaybettiğini; aşkla aranda nasıl bir mesafe açıldığını, çoraklaştığını, sonra taşlaştığını işte gördün!
Bombaya dönüşen insanlar gibi ölüme koştuğunu; kahredici bir sessizliğe, yakıcı bir çöle dönüştüğünü farket artık! Kalbini hatırla, onu dinle...
Aşkı duy, ona yönel...
Ben Mir!
İçindeki sen....
Nihat Dağlı