Yurttan çıkarken arkadaşlara istiklâl caddesine uğrayacağımı söylemiştim. Orada elbise mağazası olan yakınımdan bir takım elbise almayı düşünüyordum. Nede olsa bayram geliyordu. Eve şık gitmeliydim. Arkadaşım Davut’la beraber yola koyulduk. Henüz dükkânını bilmediğim yakınımla saat 11.15’te Galatasaray lisesinin önünde buluşacaktık.
Galatasaray lisesinin önüne vardığımızda saat 11.00’ti. Beklemeyi hiç sevmediğim için Davut’a; “daha on dakika var. Şöyle bir tur atalım” diyorum. Aheste adımlarla aşağıya doğru yürüyoruz. Bir yandan etrafımızdaki renkliliği temaşaya koyulmuşuz, bir yandan da birbirimize çocukluğumuzu ve memleket anılarımızı anlatıyoruz. Böyle sohbete dalmış yürürken iki genç bayan yaklaşıyor yanımıza. Arkalarında da küçük bir kamera tutan adam var. Bize doğru gelirken kendi aralarındaki konuşmaları duyuyoruz. “işte şu ikisi… Bunlar olur yaa. Yakışıklılar, fizikleri de uygun. Hadi gidip konuşalım” Biz “neler oluyor” diye şaşkın şaşkın birbirimize bakıyoruz. Hanım efendilerden biri yanımıza yaklaşıyor ve peş peşe sorular sormaya başlıyor:
- Affedersiniz. Sizin yaşınız kaç?
- 19 yaşındayım.
- Boyunuz…
- 1.70
- Kilo…
- 65
Birbirlerine bakıp “tamam işte” diyorlar. “bunlar uygun”. Ben daha fazla dayanamayıp soruyorum.
- Neden bunları öğrenmek istiyorsunuz. Daha kim olduğunuzu da bilmiyoruz bu bilgileri niçin öğrenmek istediğinizi de… ilk önce kendinizi tanıtır mısınız? Kimsiniz?
Soruyu sorduğum bayan elindeki kalemle hala bir şeyler not ediyor. Sözlerimi bitiripte cevabını beklediğimi fark edince kafasını kaldırıp sen anlat dercesine yanındakine baktı. Oda anlatmaya başladı:
- Biz …… Reklâm şirketinden geliyoruz. İsmini mutlaka duymuşsunuzdur. Ünlü bir reklâm şirketidir. Filmlerde oynatacak genç yeteneklere ihtiyacımız var. Yeni reklâm filmimiz içinde biz sizleri düşünüyoruz.
Ben ağzımı açmadan arkadaşım Davut benden önce davranıyor:
- Tamam da… daha bize kabul edip etmeyeceğimizi bile sormadınız. Önce bunları söyleyip sonra şahsi bilgilerimizi alsanız daha iyi olmaz mıydı? Ya kabul etmezsek…
- Doğru söylüyorsunuz. Ancak böylesi fırsatlar herkesin eline geçmez. Şöhret olmanın basamakları böyle reklâm filmleriyle başlar. Ayrıca her film için yüksek ücrette ödeniyor. Yani Şimdi sizin yerinizde olmak isteyen bir sürü genç var. Böyle bir fırsatı geri tepeceğinizi düşünmüyoruz.
Az önce bize soru soran hanımefendi diğerinin sözünü kesiyor:
- Pardon! Bir soru daha sorabilir miyim? Siz İstanbul’un yerlisi misiniz? Burada mı oturuyorsunuz?
Ben cevap veriyorum:
- Hayır! Buralı değiliz. Ben Gaziantep’ten geliyorum. Arkadaşımda Aydın’lı. Geçici bir süre için buradayız.
- Aaah! Olmadı işteee… Buralı olmanız gerekiyor. Kusura bakmayın. Sizi de baya oyaladık. Özür dileriz. Hayırlı günler deyip ayrılıyor yanımızdan. Davut’la birbirimize bakıp gülüyoruz. “şivemizi beğenmediler heralde” diyor, “Memleketimizi söyleyince nasılda kaçtılar. Zaten milyar verseler reklam filminde oynayacak vaktim yok.”
Saate bakıyorum. Saat 11.10 beş dakikamız kalmış yakınımın gelmesine. Hemen Galatasaray lisesinin önüne dönüyoruz. Elim cebimde gözlerim yakınımı arıyor ha geldi ha gelecek diye… Tam o anda farklı bir ruh hali kaplıyor bedenimi. O kalabalıklardan yükselen sesler, o gülrültü birdenbire yok oluyor. Herkes susuyor sanki. Bakışlarım birkaç noktaya yoğunlaşıyor; piyangocu çocuk az ileride elinde ki biletleri sallayarak mantık dolu şu cümlesini tekrarlıyor “Almazsan hiçbir zaman çıkmaaaaz!” Onun az ötesinde “iri yarı bir adam boynunda çantası, pazularını göstere göstere havalı bir şekilde yürüyor. Ardından gözleri ışıltılar saçan bir çift, birbirlerine sokulmuş gülüşerek geçiyorlar önümden. Hiç böyle bir duygu yaşamamıştım. “Sonu hayır olur inşAllah” diye geçirdim içimden.
Ben böyle dalıp gitmişken arkamdan tuhaf bir ses geliyor. Oraya dönüyorum. Açık mavi eski betford tipi bir kamyon Galatasaray lisesinin alt tarafından çıkıp İngiliz Konsolosluğunun olduğu sokağa giriyor. Hızla geçmesi ve geçerken yola sürtüyormuş gibi ‘tııssss’ diye ses çıkarması dikkatimi çekti. Acaba fireni mi boşaldı yoksa tekerleğimi patladı diye meraktan arkasından bakmak istedim.
Tam sokağın başına varmıştım ki...
Korkunç bir patlama ve kulakları sağır edecek derecede müthiş bir gürültü.
İngiliz Konsolosluğu’nun olduğu sokaktan diğer tarafa doğru püsküren sıcak hava dalgasını fark edebiliyordum. Herkes gibi bende gayr-i ihtiyarî bağırıyorum. Çığlık atıyorum; ama nafile… Ben bile kendi sesimi duyamıyorum. Patlamalar hala devam ediyor. “Allah’ım! Artık bitsin!” diyorum. Kafamı ceketimin arasına almış yağmur gibi yağan cam ve moloz parçalarından korunmaya çalışıyorum. Koşmak istiyorum, fakat adım atamıyorum. Atılan bir taştan dolayı su nasıl etrafa dalgalar halinde yayılıyorsa yer de aynen o şekilde dalgalanıyor. Annem, babam, kardeşlerim hele de en küçük kardeşim, arkadaşlarım geçiyor gözlerimin önünden. “Yoksa bir daha onları göremeyecek miyim?”
Ve patlama nihayet bitiyor. Kafamı kaldırıp gözlerimi açıyorum. Aman Allah’ım! Bu bir vahşet! Keşke görmez olaydım. Herkes bağırıyor, kimi yaşadığı şoktan dolayı kendini kaybetmiş hıçkıra hıçkıra ağlıyor, kimisi de vücudundaki yaranın acısıyla inim inim inliyor. Gözüme piyangocu çocuk takılıyor; Kafasının üst tarafından bir parça kopmuş. Yanındaki yaşlı teyze (kendisi patlamadan hiç etkilenmemiş gibi) eşarbını çıkarmış onun kafasına tutuyor. Yara o kadar derin ki eşarp sanki kafasının içine giriyor. Ardından o iri yarı adamı görüyorum; önümden geçerken şişire şişire gösterdiği sağ pazusunu şimdi bir deri ceketle kapatmış. Yaşlı bir amcada onun yardımına koşuyor. Ceketi kolunun üstünden kaldırıyor. Dirseğinin üst kısmında çok derin bir yara var, kolu kopmak üzere. Az ilerde de o neşeli çiften sadece kızı görüyorum. Sokağın başına bitkin bir vaziyette oturmuş, başını ellerinin arasına almış, patlamanın olduğu tarafa bakarak sevdiğinin ismini sayıklıyor. Gözlerim arkadaşım Davut’u arıyor. İstiklâl Caddesinin yukarı tarafına bakınca onu görüyorum. Arkasına bakmadan koşuyor, ama koşarken önüne bakmadığı için sokak başlarında bulunan engellerden birine takılıp düşüyor. Sağ kaval kemiğinde derin bir yara oluşuyor. Hemen yanına gidiyorum. Kaldırıyorum yerden. Gözleri faltaşı gibi açılmış, korkudan titreyen elleriyle beni çekiştiriyor: “hadi! Çabuk ol! Kaçalım buradan. Hadi! Daha ne duruyorsun. Sana gidelim diyorum.” Bunları söylediği sırada tam önümüze bir moloz parçası düşüyor. Düştüğü zaman yere tam oturup hiç sekmeyişinden çok ağır olduğunu anlayabiliyoruz. Ben arkadaşımdan kolumu kurtarıp “sen git” diyorum “ben şimdi gelirim”. Arkamdan sinirlenip bağırmasına aldırmıyorum. Patlamanın olduğu sokağa giriyorum. Ve o gördüğüm dehşet sahnesini hala unutamıyorum.
20 Kasım 2003 Perşembe günü Ramazan ayının sonlarına doğru HSBC bank ve İngiliz Konsolosluğuna bombalı araçlarla saldırı düzenlendi. Haberlerde dinlediğime göre her iki saldırıda da ölenlerin sayısı toplam 27 kişiydi. Ama benim gördüklerim sadece İngiliz konsolosluğunda bile 27 kişiden fazla olduğuydu.
Yurda döndükten sonra elbiselerimi çıkarıp vücudumu didik didik kontrol ediyorum. Hala inanamıyorum. Bedenimde tek bir çizik dahi yok. Allah’ıma sonsuz şükürler olsun. Beni böylesine korkunç bir olaydan sağsalim çıkardığı için.
Şimdi daha iyi anlıyorum Iraklıların yaşadıklarını… Her gün çektikleri ızdırabı… Her an ölüme çok yakın olduklarını… Ve bu korkuyla yaşamanın her gün bin defa ölmekten farksız olmadığını…
Ahmet Ölçer