Evliya Çelebi Seyahatnâmesi'nden Seçmeler

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı busegül

  • *******
  • Join Date: Mar 2008
  • Yer: Adana
  • 20005
  • +360/-0
  • Cinsiyet: Bayan
  • Allah birdir ve Muhammed (s.a.v.) onun elçisidir.
    • Uyanan Gençlik
Evliya Çelebi Seyahatnâmesi'nden Seçmeler
« : 30 Ağustos 2012, 13:28:55 »


Ünlü seyyah Evliya Çelebi, gezdiği yerleri ve gördüklerini samimi ve nükteli bir üslupla kayda geçirmiştir. Seyahatnâme, Evliya'nın gezdiği memleketlerdeki yaşantıyı, o coğrafyada yaşayan dilleri, dinleri, kültürleri ayrıntılı bir biçimde aktarır. Evliya Çelebi, maceracı bir ruha sahiptir. Osmanlı ordusunun gerçekleştirdiği birçok sefere katılmış, sık sık saray erkânında bulunmuş, hem Osmanlı tebaasında, hem de yönetim katında yaşananlara şahit olma imkânını yakalamıştır. Bu nedenle Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi bizim için çok önemli bir tarih, kültür, coğrafya ve folklor kaynağıdır.

Evliya Çelebi’nin Hayatı ve Kişiliği Hakkında:

17. yüzyılda yaşamış, medrese eğitimi görmüş, çeşitli devlet görevle­rinde bulunmuştur. Devlet görevleri sırasında gezip gördüklerini kaleme almıştır. Bu gezintiler, zaman zaman kesintiye uğrasa da kırk yılı aşmıştır. Gezdiği yerlerden derlediği bilgileri ve gözlemle­rini on ciltlik Seyahatnamesinde toplamıştır. Bu eserinde sade bir dil kullanmıştır.  Bu eser, tarih, toplumbilim, coğrafya ve folklar acısından oldukça önemlidir.

Seyahatnameden Seçmeler:

Viyana’da Bîr Hastanın Ameliyatı

Viyana’da bir hastanın şakağına mermi girmişti. Doktor ve yardımcısı bu mermiyi çıkarmak için ameliyata başladılar. Ben de izin istedim ve sessizce onları izledim. Doktor öncelik­le hastanın alnının ortasından başlamak üzere baştaki deriyi iki tarafa doğru soydu. Ardından başının yan tarafından bir delik açtı. Sonra bir demir parçasıyla kafatasını kaktırarak a-yırdı. Kafatasının tam ortası keserin dişleri gibi birbirine geç­miş olduğu için tam ortadan ikiye bölündü. Ben hastaya da­ha yakından bakmak için yaklaştım, bu arada mendille ağzı­mı kapattım. Doktor bana niçin ağzını bu şekilde kapattın de­yince: “Belki hapşırırım ve hastaya zarar verebilirim.” deyin­ce doktor: “Sen doktor olmalıymışsın.” dedi. Ardından dok­tor kurşunu çıkardı, kurşunun yerini de bir süngerle temizle­di. Sonra da kemikleri eskisi gibi birleştirdi. Deriyi de kapattı. Ardından yüzlerce iri at karıncası getirdiler. Doktor karıncaları tek tek derinin bitiştiği yerlere yaklaştırıyordu. Karınca bu bi­tişen deriyi ısırır ısırmaz, doktor karıncayı belinden kesiyordu. Böylece deriyi baştan başa kapattılar. Birkaç hafta sonra adam iyileşti, karınca parçaları da kendiliğinden döküldü.

Erzurum’un Soğuğu

Halkın ağzında şöyle bir fıkra vardır: Bir dervişe “Nere­den geliyorsun?” demişler. O da “Kar rahmetinden geliyo­rum.” demiş. Bunun üzerine “O ne diyardır?” demişler. Der­viş “Soğuktan insana zulüm olan Erzurum’dur.” demiş. “Ora­da yaz olduğuna rast geldin mi?” demişler. Derviş “VAllahi 11 ay, 29 gün sakin oldum. Halk hep yaz gelecek dedi. Ben göremedim.” demiş. Bir diğer fıkra da şudur: Kedinin biri kara kışta bir dam­dan diğer dama sıçrarken havada donup kalmış. Sekiz ay sonra don çözülünce miyavlayarak yere düşmüş. Gerçekten de bir adamın eli yaş iken bir demir parçasına yapışsa derhâl donar. Elini demirden koparmak ihtimali ol­maz. Ancak bir miktar derisi yüzülerek demirden kurtulabilir.

İstanbul Hastaneleri’nden Fatih Hastanesi

70 oda, 80 kubbe ve 200 memuru vardır. İpek altın işle­meli, bürümcük gecelikleri vardır. Birisi hasta olsa hastaneye götürüp ona bakarlar ve ilaç verirler. Günde iki defa türlü türlü güzel yemekler verilir. Vakıf kuralları öylesine sağlamdır ki şöyle denilmiştir: “Eğer mutfakta keklik, turaç ve sülün kuş­larının eti bulunmazsa bülbül, serçe ve güvercin pişirilip has­talara bol bol verilsin.” diye yazılıdır. Hastanelerde, akıl has­talarının hastalıklarının geçmesi için müzikçiler ve okuyucular tayin edilmiştir.

İstanbuldaki Marifet Sahibi Üstadlar:

Hezarfen Ahmed Çelebi
Önce Ok Meydanı’nın minberi üzerinde, rüzgârın sert ol­duğu sırada kartal kanatlarıyla sekiz dokuz kere havada uça­rak talim etmiştir. Sonra Murad Han, Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa Köşkü’nde boğazı seyrederken Galata Kulesi’nin ta tepe­sinden lodos rüzgârıyla uçarak Üsküdar’a kadar uçabilmiştir.
Lagarı Hasan Çelebi ve Bir Nükte
Murad Han’ın kızı dünyaya geldiği gece kurban keserek bayram ettiler. Bu Lagarı, elli okka barut macunundan yedi kollu bir fişek yaptı. Sarayburnu’nda hünkârın huzurunda fi­şeğe bindi. Çırakları fişeği ateşlediler.
Lagarı: Padişahım Allah’a ısmarladık! İsa Peygamberle konuşmaya gidiyorum, diyerek göğe yükseldi. Yanında olan fişekleri ateşleyip deniz yüzünü aydınlattı. En yukarı çıkıp da barutu bitince kartal kanatlarını açıp denize indi. Oradan yüzerek padişahın huzuruna geldi ve: “Padişahım İsa Pey­gamber size selam söyledi.” diye şakaya başladı.

İstanbul Beyanındadır

Bu şehri Hazret-i Süleyman’ın kurduğu söylenir. Ayrıca Türklerin bu şehri almaları yüce Kur’an’daki “Kutlu Belde” tamlamasıyla anlatılır. Sözün kısası Türk gümbürtüsü, Türk görkemi, Türk vel­velesi, Türk debdebesi ve Türk’ün zaferi olan bu beldenin yeryüzünde bir benzeri yoktur. Yunan ve öteki tarihçelerin İstanbul’un kuruluşunda söz birliği ettikleri hikâye şöyledir. Hazret-i Peygamber’in doğumundan 1600 yıl önce Haz­ret-i Süleyman, insanlara, cirilere, kuşlara, vahşi hayvanlara ve rüzgâra hükmederken, bir padişah ona isyan etti. Hazret-i Süleyman bu padişahın ülkesine varıp, onu tutsak etti. Ancak bu padişahın periler kadar güzel bir kızı vardı. Dul olan Süleyman Nebi padişahın kızıyla evlenince onu Rum il­lerine getirdi. Kız, şeytanın aldatmasıyla durmadan ağlamak­ta idi. Süleyman Peygamber eşinin ağlamasının ve kederinin nedenini sorunca: “Ya EmİnAllah! Dilerim ki benim için bura­da büyük bir saray yaptırırsın, ben de geri kalan ömrümü orada daima ibadetle geçiririm.” diyerek ricada bulundu. Hazret-i Süleyman uzun araştırmalardan sonra İstanbul top­rağına geldi. Şimdi Hünkâr Bahçesi denilen Sarayburnu’na gelip orada otağını kurdu, bir gecede su ve havasının güzel­liğine vuruldu. Orada da büyük bir saray ve rengarenk bah­çeler içinde köşkler yaptırdı. Daha sonra da İstanbul için şöyle bir duada bulundu: “Bu şehir cihan yıkılıncaya değin bakımlı ve onarımh kalsın.”

İstanbul’un Adlarım Söyler:

İstanbul’un ilk yapısı Makdonye adını taşır. Andan Yan-ko bina ettiği için Yankovice dediler. Sonra İskender tekrar kurduğundan bu kez adı Aleksandri oldu. Ondan sonra da bir zaman Pozant dediler, bir zaman da Zondovina, Yağfuriye dediler. Dokuzuncu kez Kostantin yaptırdığı için Yunan di­linde Pozantiyum ya da Kostantiniye dediler. Nemçeliler Kos-tantinopol derler. Rus dilinde ise Terkuriye derler. Buna göre Grekler Grandoza, Macarlar Zendovar, Lehliler Kanatorya, Çekler Albanar, İskoçlar Herakliyan, Felemenkliler Astagania, İspanyollar Agrandoza, Portekizler Kostia, Araplar Kostantini­ye, İranlılar Kayser-i Rum-i Zemin, Hintliler Taht-i Rum, Mo­ğollar Çarğrad, Tatarlar ve Sakalibe ile Âl-i Osman’da yani Türkler de ise adı İslambol’dur. Türk’ün görkemi diye âleme ün salmıştır. Allah onu koruya!