Yavuz Bahadıroğlu - Vakit
16 Mayıs, Sultan Vahideddin’in ölüm yıldönümüdür (1926).
Bu münasebetle padişahlığından ve ölümünden kısaca bahsetmek istiyorum.
Sultan Vahideddin, hiç kuşkusuz en çok tartışılan padişahlardan biridir.
Ona “hain” diyen vardır, “büyük vatansever” diyen vardır, “âlim” ve de “zalim” diyen vardır…
Kimilerine göre o, İstiklal Savaşı’mızın gerçek organizatörü, kimilerine göre de Kurtuluş Savaşı’mızı hezimete uğratmak üzere kurulan
“Yeşil Ordu” fikrinin mimarıdır. Yani tam anlamıyla “iki arada bir derede” kalmış bir padişahtır.
Bu da normal: Zira yakın tarihimiz, tarihsel zemininde değil, “siyasal zemin”lerde tartışılıyor.
Ve öyle bir hava veriliyor ki, Sultan Vahideddin haklı çıkarsa Mustafa Kemal haksız çıkacak, Sultan Vahideddin haksız çıkarsa,
Mustafa Kemal haklı çıkacak! Bu anlayış içindeki kitleler “Atatürkçüler” ve “Vahdettinciler” diye bölünüyor!
Sonra da taraflar başlıyorlar yeni bölünme odakları icat etmeye:
Laikler-şeriatçılar… Cumhuriyetçiler-hilafetçiler… çağdaşlar-mürteciler, vesaireler…
Tabii bu son derece yapay bir bölünmedir: Yıllardır yapay bölünmelerde gücümüzü tüketen kavgalar üretiyoruz.
Bu kavgalar yüzünden çağı ıskaladık ve maalesef Kıbrıs Rum Kesimi’nin bile gerisinde kaldık.
Yani yapay bölünmelerde ürettiğimiz kavgaların faturası çok ağır oldu. Tarihi yapan insanları tokuşturarak, güç,
ideoloji, ya da şahsi gelecek inşa etmeye çalışanlar, hepimize büyük zararlar verdiler.
Halbuki tarih bir bütündür ve içindeki tüm isimler tarihimizi inşa eden isimlerdir.
Tarihçinin, takım tutar gibi, bunlardan bazılarını tutup bazılarını tutmaması,
bazılarına dost bazılarına düşman olması ve onları kullanarak tarihle kavgaya tutuşması diye bir şey olamaz.
Bu tarihçinin görevi değil, yalnızca ideoloji simsarlarının işidir! Tarihe, belgelerin ışığında bakmakla mükellefiz.
Sultan Mehmed Vahideddin, 4 Temmuz 1918 tarihinde atalarının tahtına oturdu. Daha tahta oturduğu gün,
Birinci Dünya Savaşı’nın korkunç sonuçlarıyla karşı karşıya kaldı.
Aradan dört ay bile geçmeden uğursuz Mondros Mütârekesi imzalandı (30 Ekim 1918).
Ardından Osmanlı toprakları İtilâf Devletleri tarafından işgal edilmeye başlandı.
Kasım 1918’de İngiliz ordusu Musul’a girdi. 1920 yılının 16 Mart’ında da, Müttefik Donanması İstanbul’u işgal etti.
Yunanlılar İzmir'i, İtalyanlar Güneybatıyı, Fransızlar da Güney Anadolu'yu aldılar.
Osmanlı Ordusu ortadan kaldırıldı. Silahları depolara kilitlendi, kapılara İngiliz nöbetçiler dikildi…
Yalnızca, Padişah’ın şahsını korumak için, yedi yüz kişilik “Maiyyet-i Seniyye Kıtası” silahlıydı.
Onu da, Padişah, Ayasofya çevresine mevzilendirip, Ayasofya’ya çan takmaya kalkışacak İngiliz askerlerine (böyle bir söylenti çıkmıştı) karşı camii savunmalarını emretti. Belli ki, Padişah, Ayasofya’nın “cami” kimliğinin korunmasını, kendi varlığının korunmasından daha fazla önemsiyordu.
Başta İstanbul olmak üzere tüm ülke, “işgal”ın yakıcılığını ve yıkıcılığını yaşamaya başlamıştı.
(Şunu vicdan borcu olarak hemen belirtmeliyim ki, Başkent İstanbul işgal edildikten sonraki gelişmelerden Padişah’ı sorumlu tutmak haksızlık olur.
çünkü her hareketi kontrol ve müthiş bir baskı altındadır.
İngiliz Donanması’nın tüm toplarını saraya yöneltmiş olarak Dolmabahçe’de demirli olduğunu unutmayalım.
Buna rağmen Sultan Vahideddin, Anadolu'nun galip devletler arasında bölüşülmesini öngören Sevr Andlaşması’nı imzalamamıştır)
Padişah, işgal altındaki İstanbul'dan vatanın kurtarılmayacağını biliyordu.
Bu yüzden Anadolu’ya gitmeyi düşündü, ancak İngilizler,
Anadolu'ya geçip bir hareket başlatması halinde İstanbul'u Rumlara teslim edeceklerini söylediler.
Bu katliam demekti. Böylece Anadolu’ya geçme fikrinin önü tıkandı. O da güvendiği komutanları Anadolu'ya göndermeye karar verdi.
Almanya ve Avusturya seyahatinde kendisine eşlik ederken yakından tanıdığı yaverlerinden
Mustafa Kemal'i bu karar çerçevesinde saraya çağırdı ve dedi ki: “Paşa Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettiniz.
Bunları tarih yazacak. Ama asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim olabilir:
Siz devleti kurtarabilirsiniz! Cenab-ı Allah muvaffak etsin.” (Osmanlı arşivlerinden başka, kendisi de bir “Atatürkçü” olan araştırmacı Murad Bardakçı’nın yayınladığı “Şah Baba” isimli eser de konuyu bu şekilde aktarıyor)
Masrafları için bir miktar para verdi, İşgal Kuvvetleri’nden izin aldı ve
“çürük müydü, sağlam mıydı?” tartışmalarında kavgalar ürettiğimiz meşhur
“Bandırma Vapuru”yla Anadolu’ya gönderdi. Böylece İstiklal Savaşı’mız başlamış oluyordu.
İstiklal Savaşı zaferle sonuçlandıktan sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti,
1 Kasım 1922'de hilafet ile saltanatın ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını bir kanun ile kabul ve ilan etti.
Vahideddin Han’ın adı hutbelerden kaldırıldı. İstanbul ve Anadolu basınında aleyhinde yazılar çıkmaya başladı…
Bu arada saray nazırlarından (bakan) ve meşhur Osmanlı gazetecilerinden Ali Kemal Bey, bazı kimseler tarafından İzmit’e kaçırılarak linç edildi.
Bu olay, Sultan Vahideddin’in Ankara’daki havayı sezmesine yardımcı oldu… Ankara, Saltanatın devamını istemiyordu.
Bu durumda Sultan Vahideddin, hem yeni kurulacak olan cumhuriyete zorluk çıkartmamak,
hem de öç alma sendromuna düşenlerden “halife” sıfatını korumak için, 17 Kasım 1922’de,
“Malaya” isimli bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’u terk etti.