Hira (Nur) Dağı
Burası sesiz ve sâkindi. Tefekkürüyle başbaşa kalması için en müsâit yerdi. Cemiyetin bozuk havasından sıkılan mübârek ruhları burada âdeta teneffüs ediyor ve huzur buluyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hirâ mağarasında rastgele değil, ceddi Hazret-i İbrâhim’in Hanîf dini üzere ibâdet ve tâatta bulunuyordu.1
Ömr-ü Saadetlerinin bu kırkıncı senesinin Ramazan ayını da aynı şekilde Hirâ’da ibadet ve tâatla geçirecekti. Hanımı Hatice-i Kübrâ’nın hazırladığı azığıyla Hirâ Dağına doğru ilerliyordu.
Kâinat, o anda âdeta Efendisinin attığı her adımı hürmetle takib ediyor ve derin bir sükûnete gömülü duruyordu. Fakat, bu sükût ve sükûnet mânâsız değildi. İbret ve hikmetle doluydu.
Kâinatın bu mânâlı sükûtuna, Paygamberimiz de derin düşüncesiyle katılıyordu ve âdeta bir ahenk meydana getiriyorlardı. Sanki kâinat onun muazzam ruhuna derinden derine fısıldıyordu: “Sebeb-i vücûdum sensin. Mânâmı da en güzel izah edecek sensin. Hikmetle, ibretle dolu olduğumu bildirecek sensin. Onun için sana minnettarım. Sana hürmetkârım...”
Kâinatın Efendisi, artık sesiz, sâkin ve İlâhi tecelli mazhariyetine erecek Hirâ Dağının tepesindeki mağaradaydı. Burada ibadetiyle, tâatıyla, duâ ve tefekkürüyle meşguldü.
* * *
İlk Vahiy Tebliğ Ediliyor
Ramazan ayının on altı gecesi geride kalmıştı. Ve Ramazanın on yedisi Pazartesi gecesi idi.
Nur Dağı derin ve mânâlı bir sesizliğe bürünmüştü. O civarda her şey de onunla birlikte sessiz ve sâkindi. Konuşulacakları kimbilir dinlemek, söylenenleri âdeta duyabilmek eşsiz mazhariyetine ermek için… Konuşacak olan ile dinleyene belki de hürmet için…
Hira (Nur) Dağındaki mağaranın ağzından bir görünüş. Resûl-i Kibriya Efendimiz bu mağarada ilâhî vahye mazhar olmuştur.
Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak basmıştı. Bülbüllerin ötmeye başladığı, güllerin bütün güzellikleriyle etrafa koku tebessümleri dağıttıkları ve Allah’ı zikredenlerin coşup sonsuz hazza eriştikleri müstesnâ vakit!
Vahiy meleği Cebrâil (a.s.) en güzel bir insan suretine bürünmüştü. Mis gibi kokularla çevre buram buram kokmakta idi. Havf ve recâ, heyecan ve sükûnet tecellileri içiçe idi.
Cebrâil (a.s.), son derece sevinçlidir. Çünkü, son resûl ile, Peygemberler Peygemberi ile muhatap olacak, “habibullah” ünvânını îmânı, ibadeti, tefekkürü ve mücâhedesiyle hak edecek olan Sultan-ı Levlâk’la konuşacak, Onunla yüzyüze gelecekti.
Beklenen an gelmişti. Vahiy meleği Cebrâil (a.s.) bu ıssız ve karanlık gecede, güzel bir insan suretinde, etrafa ışıl ışıl nûrlar saçarak göz kamaştırıcı bir aydınlıkla Kâinatın Efendisine göründü. Tatlı fakat gür bir sadâ ile hitap etti:
“Oku!”
Kâinatın Efendisini hayret ve korku sardı.Yüreği ürperiyordu!
“Ben okuma bilmem” diye cevap verdi.
Hazret-i Cebrâil, kendilerini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra, tekrar, “Oku!” diye seslendi.
Fahr-i Kâinat aynı cevabı verdi:
“Ben okuma bilmem!”
Hazret-i Cebrâil, ikinci kere Kâinatın Efendisini kucakladı ve sıkıp bıraktıktan sonra yine seslendi:
“Oku!”
Bu sefer Fahr-i Kâinat:
“Ben okuma bilmem,” dedi. “Söyle ne okuyayım?”
Bunun üzerine melek, Allah’tan aldığı ve Resûlüne teslim etmeye geldiği Alâk Sûresinin ilk ayetlerini başından sonuna kadar okudu:
“Yaratan Rabbinin ismiyle oku. O Rabbin ki, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku. Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, insana kalemle yazmayı öğretendir.”1
Heyecan ve haşyetin son haddinde Kâinatın Efendisi bizzat konuştuğu lisanla nâzil olan âyetleri kelimesi kelimesine tekrar etti. Artık, inen âyetler Allah Rasûlünün hem diline, hem kalbine yerleşmişti.
O andaki vazifesi sona eren Hazret-i Cebrâil de birden bire kayboluverdi.
“Beni örtünüz!”
İlâhi vahye muhatap olmanın verdiği heyecan ve haşyetle titreyen Allah Resûlü mağaradan çıktı ve Mekke’ye doğru hareket etti.
Yolda bir çok garipliklerle karşılaştı. Dağ, taş ve ağaçlar:
“Esselamü Aleyke Yâ Resûlullah!” diyerek onu selâmlıyor ve yüksek vazifesinden dolayı tebrik ediyorlardı.
Evine varan Peygamber Efendimiz, karşılaştığı hâdisenin azameti ve haşyeti karşısında âdeta konuşamaz hale gelmişti.
Kendisini merak içinde karşılayan vefakâr zevcesi Hatice-i Kübrâ’ya sadece, “Beni ötürünüz! Beni örtünüz!” diyebildi.1
Sadık zevce, bu emri alınca, yüzündeki başkalığı sezmesine rağmen, hiçbir şey sorma cesaretini gösteremeden Kâinatın Efendisini şefkat ve hürmetle yatağına yatırdı ve üstünü örttü.
Hirâ’da yalnızlık arayan Fahr-i Âlem şimdi de evinde düşünceleriyle başbaşa idi.
Bir müddet sonra uyandılar. Bir nebze olsun rahat ve sükûnete kavuştukları belli idi. Hatice-i Kübrâ’yâ başından geçenleri olduğu gibi anlattı ve ekledi:
“Korkuyorum ey Hatice! Bana bir zararın gelmesinden korkuyorum!”
Resûl-i Zîşan Efendimizin bu sözleri, kesin olarak ebedî devlet ve şerefli memuriyete nâiliyet hususundaki itminan bulma arzusundan geliyordu. Ancak, bir peygambere, hem de en şerefli peygambere ilk zevce olacak kadar yüksek bir kabiliyet, anlayış ve basirete sahip Hz. Hatice, her halinden son derece emniyet duyduğu beyi Kâinatın Efendisinin itminan arzusunu şu sözlerle teyit etti:
“Hiçbir korku ve endişe duymana sebep yok. Hiç üzülme, Allah senin gibi bir kulunu hiçbir zaman utandırmaz.
“Ben biliyorum ki, sen sözün doğrusunu söylersin. Emânete riâyet edersin. Akrabalarına yakın alâka gösterirsin. Komşularına nazik ve müşfik davranırsın. Fakirlere yardım elini uzatırsın. Gariplere evinin kapısını açıp onları misafir edersin. Uğradıkları felâket ve musibetlerde halka yardım edersin!
“Ey Amcamoğlu, sebât et; vAllahi, ben senin bu ümmetin peygamberi olacağını ümit ederim.”1
Varaka ne dedi?bu olup bitenler elbette mânasız değildi ve bir şeyler ifâde ediyorlardı. Sorup soruşturup, öğrenmek ise, Hz. Hatice’ye düşüyordu.
Kime gidebilirdi? Bu işlerden kim anlayabilirdi ve kime itimad edebilirdi? Hazret-i Hatice, uzun uzadıya düşündü ve sonunda danışacağı adamı tesbit etti: Amcası oğlu Varaka bin Nevfel.
Varaka bin Nevfel, oldukça yaşlanmış saf bir Hıristiyandı. Gözleri görmez olmuştu, ama gönlü aydınlıktı. Tevrat ve İncil’i okumuş, onlardan pekçok şeyler öğrenmişti.
Hazret-i Hatice vakit kaybetmeden Peygamber Efendimizle amcası oğluna gitti.
Varaka, önce Resûl-i Ekrem Efendimizi dinledi. O, başından geçenleri anlattıkça Varaka, renkten renge giriyordu. Efendimiz sözlerine son verince, Varaka haykırdı:
“Kuddûs! Kuddûs! Bu gördüğün melek, yüce Allah’ın Mûsa Peygambere gönderdiği Rûhu’l-Kudüs’tür, Nâmûs-u Ekber’dir. Sen ise bu ümmetin peygamberisin.
“Ah! Ne olurdu, yeni dine halkı çağırdığın günlerde ben de genç olaydım. Kavmin seni yurdundan çıkaracakları zaman, sağ olsaydım.”2
Bu ifadeler hem Allah Resûlünü, hem de Hazret-i Hatice’yi bir derece rahatlattı. Ancak, Efendimizin anlamadığı birşey vardı: Kavmi onu niçin yurdundan çıkaracaktı? Bu suâline Varaka cevap verdi:
“Evet, seni buradan çıkaracaklardır. Çünkü, senin gibi vahiy tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramamış olsun. Eğer, senin davet gününe yetişsem, bütün gücümle sana yardım ederim.”1
Varaka bin Nevfel gerçeği konuşuyordu—gizlenmesi kàbil olmayan, bütün açıklığıyla ortaya konması gereken gerçeği.
Bundan sonra Resûl-i Ekrem, Hazret-i Hatice ile birlikte, Varaka bin Nevfel’in yanından ayrıldı.
Vahyin bir ara kesilmesi
Resûlullah Efendimiz, aradan çok zaman geçmeden, bir hâdise ile karşı karşıya geldi: İnkıta-ı Vahy hadisesi. Yâni vahyin kesilmesi... Sebebi (şöyle veya böyle) izah edilmiş olmakla beraber, beşerî aklımızla hikmetini tam kavrayamadığımız bu hâdise karşısında Peygamber Efendimizin tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğu fark ediliyordu. Öyle ki, âdeta dünya kendisine dar gelmekteydi ve bu dar dünyadan kurtulmak istemekteydi. Bu esnâda Cebrâil veya İsrafil (a.s.) teselli için birkaç sefer kendilerine görünmüşlerdir.2
Allah Resûlü tam kırk gün bu üzüntü ile karşı karşıya kaldı.
Dünya, “Dârü’l-Hikmet” olması sebebiyle onda her şey şüphesiz hikmetle cereyan etmektedir. Aklımızın küçücük terazisiyle biz, bazen bu gibi hâdiselerin sebep ve hikmetlerini yakalarız, bazen de yakalamamız mümkün olmaz. Ama, sebep ve hikmetini bilmeyişimiz, elbette hâdiselerin hikmetsiz cereyan ettiklerine hiç bir zaman delil olmaz. Hele, paygamberlik gibi her şeyi hikmet kalemiyle programlanmış bir vazifenin içine elbette hikmetsizliğin girmesine imkân ve ihtimal yoktur. Bu yüzden, vahyin bir ara kesilmesi hâdisesi şüphesiz birçok sebep ve hikmetlere binaen cereyan etmiştir. Fakat, biz hikmetlerin künhüne vâkıf değiliz. Bununla birlikte meseleye çeşitli izah tarzı getirenler de vardır. Bu görüşleri şöylece hülâsa etmek mümkündür:
a) Allah Resûlü ilk vahiy karşısında fazla telâş duymuş ve ruhu âdeta vahyin ağırlığıyla sarsılmıştır. Bu durumda ruhunun ve sair latifelerinin biraz sükûn bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hâdise vuku bulmuştur.
b) Ruh-u Ahmed’in (a.s.m.) ıztırap ve elemlere dayanmaya şimdiden alıştırılması.
c) Vahye, daha fazla iştiyak duymasını temin.1
Vahyin tekrar gelmeye başlaması
Kırk günlük bir aradan sonra Peygamber Efendimize vahiy tekrar gelmeye başladı. Vahyin tekrar gelmeye başlaması hâdisesini bizzat kendileri şöyle anlatmışlardır:
“Birgün giderken, âniden, gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırıp baktığımda Hîra’da bana gelen Meleği (Cebrâil) yerle gök arasında bir kürsü üzerinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm.
“Evime dönüp, ‘Beni örtünüz, beni örtünüz’ dedim. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi:
“‘Ey elbisesine bürünen! Kalk ve insanları Allah’ın azâbından sakındır. Rabbini büyük tanı. Elbiseni temiz tut. Azâba sebep olacak günahlardan uzak dur.’2
“Artık, vahiy gelmeye başladı ve ardı arası kesilmedi.”3
Vahy tekrar gelmeye başlayınca, Resûl-i Kibriya Efendimizin ruhundaki sıkıntılar dindi; iç âlemi huzur ve sükûna kavuştu.
Cenâb-ı Hak, serapâ ahlakî güzellikler ve kemallerle süslemiş olduğu Hazret-i Mumammed’i (a.s.m.) peygamberlik vazifesiyle vazifelendirmekle, onu insan nev’i içinde en mümtaz ve en seçkin mevkiye çıkarmış oluyordu. Bu suretle aynı zamanda yüce Allah’ın umum kâinatta cari olan “Her nev’de bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve cami’ halkedip, o nev’in medar-ı fahri ve kemâli yapar” kanunu, insanlık camiâsında da tecellisini buluyordu.
“Cenâb-ı Hakkın esmâsında [isimlerinde] bir İsm-i A’zâm olduğu gibi, manûatında [san’atlarında] da bir Ferd-i Ekmel bulunacak ve kâinatta münteşir [dağıtılmış] kemâlâtı o ferdde cem edip [toplayıp] kendine medar-ı nazar edecek. O ferd, herhalde zîhayattan olacaktır.
“Çünkü, envâ-ı kâinatın [kâînattaki türlerin] en mükemmeli zîhayattır. Ve herhalde zîhayat içinde o ferd, zîşuurdan olacaktır. Çünkü; zîhayatın enva’ı içinde en mükemmel zîşuurdur. Ve herhalde o ferd-i ferîd, insandan olacaktır. Çünkü; zîşuur içinde hadsiz terakkiyata müstâid insandır.
“Ve insanlar içinde herhalde o ferdi; Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm olacaktır. Çünkü; zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zirâ o zât, küre-i arzın [yeryüzünün] yarısını ve nev-i beşerin [insanların] beşten birisini saltanat-ı mâneviyesi altına alarak bin üç yüz elli sene [şimdi bin dört yüz sene] kemâl-i haşmetle saltanât-ı mâneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün envâ-ı hakâikte [hakikatların her türlüsünde] bir üstad-ı küll [umumî üstad]hükmüne geçmiş.
“Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş, bidâyet-i emrinde [peygamberliğinin başlangıcında] bütün dünyaya meydan okumuş. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebânı olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyânı göstermiş bir zât, elbette o ferd-i mümtâzdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur...”1