Araplar'da Dini ve Sosyo Kültürel Hayat

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Ders Hocası

  • Hocanın Biri
  • *******
  • Join Date: Eki 2016
  • Yer: Hatay
  • 63863
  • +526/-0
  • Cinsiyet: Bay
    • Arif Arslaner
Araplar'da Dini ve Sosyo Kültürel Hayat
« : 14 Ocak 2018, 15:05:06 »
Dinî Hayat

Arabistan yarımadasının genelinde putperestlik (şirk) hâkimdi. Yarımadanın
çeşitli bölgelerinde put evleri denilebilecek tapınaklar inşâ edilmişti. Bunlara
genellikle beyt, kübik olanlarına da kâbe denilmekteydi. Putperestlik ve çok
tanrıcılığın yaygın olduğu Câhiliyye döneminde kabilelerin kendilerine
mahsus putları vardı. Bazı kabileler de ortak putlara sahiptiler. Bu dönemin
başlıca ibadeti bu tapınaklarda duâ, secde ve tavaf etmek, adaklar adamak,
kurbanlar kesmek, tanrıların hoşnutluğunu kazanmak için sadaka vermek gibi
faaliyetlerdi. Kureyşliler edindikleri putları Kâbe’nin içine ve çevresine
yerleştirmekte, putların önünde fal okları çekerek yapacakları işler
konusunda karar vermekte idiler. Ayrıca hac için Kâbe’yi ziyarete gelen
kabilelerden azami derecede istifade etmek ve onların ilgilerini çekmek için
başka kabilelerin putlarını da Kâbe’ye ve çevresine dikiyorlardı. Öyle ki,
Kâbe ve çevresindeki putların sayısı 360’a kadar ulaşmıştı. Şüphesiz Câhiliye
döneminde hac en yaygın, köklü ve düzenli bir ibadetti. Araplar güneş ve ay
takvimi farklılığından kaynaklanan sebeplerle nesî yaparak, yani ihtiyaç
halinde yıla bir ay ilave ederek hac mevsimini her sene ilkbahar veya yaz
aylarına denk getirirlerdi., Aynı zamanda hac mavsimi eşhürü’l-hurum
denilen “haram aylar”da (zilkade, zilhicce , muharrem, receb) olduğu için bu
dönemi bir barış ve esenlik dönemi olarak geçirirlerdi. Araplar yalnız
Mekke’yi değil putlarının bulunduğu başka tapınaklarını da haccederlerdi.
Mekke’deki Kâbe’ye ve Lât, Menât, Uzzâ ve Zülhalasa gibi putların
bulunduğu diğer tapınaklara yapılan bu ziyaretler birer bayram
görünümündeydi.

Câhiliye döneminde müşrik Arapların taptığı, Mekke’de ve Arabistan’ın
diğer bölgelerindeki önemli putlardan bazıları şunlardır:

Hübel:
Kâbe’de bulunan Hübel, putların en büyüğü olup Kureyş’in en
önemli putu idi. Kırmızı akik taşından insan suretinde yapılmış olan Hübel’in
Amr b. Luhay tarafından Suriye’den Mekke’ye getirilirken sağ eli kırılmış,
Kureyş müşrikleri ona altın bir el takmışlardı. Hübel bütün putperest Arap
kabileleri tarafından ilah olarak kabul edilmekteydi. Ezlâm adı verilen fal
okları Hübel’in yanında ilgili görevli tarafından çekilir ve Araplar bir işi
yapıp yapmamak hususunda bu fal oklarından çıkan sonuca göre hareket
ederlerdi.

İsâf ve Nâile:
Rivayete göre Cürhümlülere mensup İsâf adlı erkek ile
Nâile adlı kadın bir gece gizlice Kâbe’ye girip burada birleştikleri için
taşlaşmış ve bunlardan biri Safâ tepesine diğeri de Merve tepesine dikilmişti.
İki taş uzun zaman içinde unutulup burada kalmış, Amr b. Luhay Mekke’ye
hâkim olduğunda bunlara daha önceki nesillerin ibadet ettiğini söyleyerek
insanları bunlara tapmaya yönlendirmiştir. Böylece başlangıçta ibret için
dikilen iki taş, zamanla ibadet edilen putlar haline gelmiş oldu. Daha sonra
Kusay b. Kilâb bu iki putu Kâbe’nin önüne Zemzem Kuyusu’nun yanına
koydu. Kureyşliler hac sırasında bunların önünde traş olur, kurban keserlerdi.

Lât:
Tâif’te yaşayan Sakîf kabilesinin putu olup aslında dört köşe bir
kaya parçasından ibaretti. Sakîfliler onun etrafında Kâbe gibi üzerinde örtü
bulunan ve “beytü’r-rabbe” denilen bir bina inşâ etmişlerdi. Mâbedin özel
görevlileri ve bekçileri de vardı. Mekke’den ve Arabistan’ın her tarafından
onun ziyaretine gelinirdi. Araplar yolculuktan önce ve sonra da buraya gelip
tapınırlar, kurban takdim eder, hatta tavaf yaparlardı. Lât, az sonra
zikredilecek olan Menât ve Uzzâ ile birlikte en çok saygı gören putların
başında yer almakta ve Allah’ın kızları olarak kabul edilmekteydi. Kur’ân-ı
Kerîm’de müşriklere hitâben “Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ’yı? Ve üçüncüleri
olan ötekini, Menât’ı...” (Necm 53/19-20) buyurularak bunlara tapmaktan
vazgeçmeleri istenmiştir.

Menât:
Mekke ile Medîne arasında Kudeyd’e yakın, Müşellel denilen
yerde Hüzeyl kabilesine ait siyah bir kaya idi. Menât Arapların taptığı
putların en eskisiydi ve bütün Araplar tarafından saygı gösteriliyordu.
Menât’a ait bir ev, hediyelerin konulduğu bir oda ve bekçisi vardı. Evs ve
Hazrec kabileleri başta olmak üzere Araplar buraya o kadar çok önem
veriyorlardı ki Menât’ı ziyaret edip başlarını traş etmedikçe Mekke’de
yaptıkları haccın tamam sayılmadığına inanıyorlardı.
Uzzâ: Nahle’de bulunan bu put üç küme dikenli ağaçtan oluşmakta olup
etrafına “Beytü’l-Uzzâ” denilen bir ev yapılmıştı. Uzzâ’nın beyaz bir taş
olduğu da zikredilir. Uzzâ’ya büyük saygı duyan Araplar, çocuklarına
Abdüluzzâ adını koydukları gibi hac ve Kâbe’yi tavaftan sonra buraya gelir
ve buraya gelmeden ibadetlerini tamamlanmış saymazlardı. Aynı zamanda
Uzzâ’yı anne, Lât ve Menât’ı da onun kızları olarak görürlerdi. Kureyşliler
de Uzzâ’ya büyük saygı duyarak ziyaret eder ve kurban takdim ederlerdi.
Bunlardan başka çok sayıda put vardı.

Arapların putlara ibadetteki başlıca hedefleri dünya hayatına yönelik
hususlardı. Sağlık ve afiyet içinde olmak, servet elde etmek, yolculuğun iyi
geçmesi, savaşlarda zafer kazanmak, erkek çocuk sahibi olmak gibi amaçlarla
putların ilgi, yardım veya şefaatini dilerlerdi. Kısacası, ibadet ve diğer
iyilikleri dünyevî gayeler için yaparlardı. Bu da onların âhiret hayatına
inanmamalarının bir sonucu idi. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de müşriklerin
öldükten sonra dirilme, dünyada yaptıklarından hesaba çekilme, cennet ve
cehennem hayatı gibi âhiret hayatına yönelik hususlara inanmadıkları birçok
âyette belirtilmektedir:
“Onlar hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir, biz bir daha
diriltilecek değiliz, demişlerdi”. (En‘âm 6/29).

Araplar bazan çıkarları uğruna putları istismar ediyor, hoşlanmadıkları
durumlarda ise, tanrı diye taptıkları bu putları alaya alıyorlar hatta onlara
hakaret ve küfür edebiliyorlardı. Meselâ, öldürülen babasının intikamını
almak isteyen bir adam fal okları çekmek için Zülhalasa putunun yanına vardı. Bu put Mekke ile Yemen arasındaki Tebâle’de yer alan, üzerine bir
çeşit taç oyulmuş beyaz bir taştı. Adam fal oklarını çekti; fakat yasaklayıcı ok
çıktı. Fal okları istediği gibi çıkmayan adam, oku kırıp puta fırlattı ve şöyle
dedi: “Senin baban öldürülseydi böyle demezdin!”. Artık bundan sonra
Zülhalasa putu önünde fal okları çekilmedi.
Mekke’de sayıları az olmakla birlikte Hz. İbrahim’den gelen tevhid
inancına sahip Hanîfler de bulunuyordu. Bunlar putperestliği reddettikleri
gibi dönemin iki önemli dini olan Yahudilik ve Hıristiyanlığı da
benimsemeyen tevhîd inancına bağlı kimselerdi. Meşhur hanîfler arasında şu
isimler zikredilmektedir: Kus b. Sâide el-İyâdî, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl,
Ümeyye b. Ebü’s-Salt, Adî b. Zeyd el-İbâdî, Varaka b. Nevfel el-Kureşî,
Mütelemmis b. Ümeyye el-Ken‘ânî, Züheyr b. Ebû Sülmâ, Ubeydullah b.
Cahş el-Esedî, Osman b. Huveyris vs. Varaka b. Nevfel ve Osman b.
Huveyris örneklerinde olduğu gibi Hanîflerden bir kısmı Hıristiyanlığı kabul
etmişlerdir.
Araplar arasında Allah ile akraba olduklarına inandıkları cinlere,
yıldızlara ve Allah’ın kızları olarak kabul ettikleri meleklere tapanlar da
bulunuyordu. Câhiliyye döneminde Ay, Güneş ile Zühre yıldızının yanısıra
Süreyyâ, Merih, Utârid (Merkür), ve Zühal gibi yıldızlar da takdis edilmiştir.
Lahm, Huzâa, Himyer ve Kureyş kabilelerince takdis edilen ve “Doğrusu
Şi'râ yıldızının Rabbi de O'dur” ayetiyle Kur’ân’da da zikredilen Şi‘râ
(Sirius) yıldızı da önemli bir yer tutmaktaydı.

Arap yarımadasının çeşitli bölgelerinde başka dinlere mensup olanlar da
vardı. Hayber, Fedek, Teymâ, Vâdilkurâ ve Yemen’de yahudiler mevcuttu.
Hicretten sonra Medîne olarak isimlendirilen Yesrib’de üç önemli yahudi
kabilesi kendilerine mahsus mahallelerde yaşamaktaydı: Benî Kaynukâ, Benî
Nadîr ve Benî Kurayza. Yemen’de ve Arabistan’ın kuzey bölgelerinde
yaşayan Kudâa, Gassân ve Tağlib kabileleri örneğinde olduğu gibi bazı Arap
kabileleri arasında Hıristiyanlık yayılmıştı. İran’a komşu Bahreyn
dolaylarında ateşe tapan Mecûsîler bulunuyordu.

Sosyo-Kültürel Hayat

Ekonomik Hayat
Coğrafî şartlar yüzünden tarıma elverişli olmayan Mekke’de ekonomik
hayatın temelini ticaret oluşturmaktaydı. Mekke’de “sûk” (çoğulu esvâk) adı
verilen çarşı ve pazar yerleri mevcuttu. Bunların en eskisi ve en büyüğü
Hazvere çarşısı olup şehrin başlıca ticaret merkeziydi. Öte yandan
Arabistan’ın değişik bölgelerinde ve bu arada Mekke çevresinde genellikle
hac mevsimi ve haram aylar dikkate alınarak peşpeşe kurulan panayırların
(esvâku’l-‘Arab), yarımada için olduğu gibi Mekke ticareti açısından da
büyük önemi vardı. Mekkeliler bu panayırlara iştirak etmekte ve önemli
miktarda gelir sağlamakta idiler. Siyasî ve sosyo-kültürel açıdan da oldukça
önem taşıyan, bir kısmı uluslararası mahiyetteki bu panayırlarda çeşitli
milletlere mensup tâcirler ve Arap kabileleri bir araya gelir, alış veriş yapılır,
ilişkiler geliştirilir, dostluklar kurulur, ihtilaflar çözüme bağlanıp antlaşmalar
imzalanır, edebî konuşmalar yapılır ve şiirler okunurdu. Beğenilen şiirler
Kâbe duvarına asılırdı. Câhiliye döneminin meşhur yedi (veya on) şairine ait
bu şiirler “el- Muallakât” (veya el-Mu‘allâkâtü’s-seb‘=Yedi Askı) adıyla bilinmektedir. İmruülkays b. Hucr, Tarafe b. Abd, Amr b. Külsûm, Züheyr b.
Ebû Sülmâ, Antere, Lebîd b. Rebîa, Nâbiga ez-Zübyânî, Meymûn b. Kays elA‘şâ
muallakât şairlerinden olup bunlardan Lebîd b. Rebîa müslüman olmuş
ve İslâm devrinde de uzun süre yaşamıştır. Söz konusu panayırlardan önemli
bazıları şunlardır:

Ukâz:
Kureyş’in devamlı katıldığı ve Mekkelilerce desteklenen Ukâz
panayırı Tâif-Nahle arasında Mekke’ye üç günlük mesafede Zilkâde ayının
başında kurulur ve yirmi gün devam ederdi. Milletlerarası bir nitelik taşıyan
ve katılımın oldukça yüksek olduğu bu fuara Arabistan’ın dört bir yanından
tâcirler iştirak eder, Arap eşrafı ticaret yapmak üzere ürünlerini buraya
gönderirdi. Çiftlik hayvanları, atlar, sığırlar, davarlar ve develer burada el
değiştirir; Yemen elbiseleri, kılıçları, ıtrıyat (parfümeri) ve derileri yanında
muhtelif Mısır, Suriye, Irak ve Habeş malları alınır satılırdı. Hızla gelişerek
Câhiliye döneminin en meşhur pazarı haline gelen Ukâz fuarı aynı zamanda
edebî bir kongre mahiyetindeydi. Şairler en güzel şiirlerini burada okur,
beğenilen şiirler Kâbe duvarına asılırdı. İleride bahsedileceği gibi Resûlullah
Efendimiz (s. a. v.) peygamberliğinden önce Kus b. Sâide’nin meşhur
konuşmasını burada dinlemiş, peygamberliğinden sonra da buraya gelip bazı
kişilerle görüşmüş ve İslâm’a davet etmiştir.

Mecenne:
Mekke yakınlarındaki Merruzzahrân denilen yerde Ukâz
panayırının ardından zilkâde ayının son on gününde kurulurdu.

Zülmecâz:
Arafat’a bir fersah (yaklaşık 6 km.) mesafedeki Zülmecâz adlı
yerde kurulan bu panayır, Zilhicce ayının ilk sekiz günü devam ederdi.
Hacılar Mecenne panayırının ardından buraya gelip sekiz gece kaldıktan
sonra tevriye günü (8 Zilhicce), Arafat’a gitmek üzere buradan ayrılırlardı.

Hubâşe:
Hicaz-Yemen kervan yolu üzerinde receb ayının başında kurulan ve
üç veya sekiz gün devam eden Hubâşe panayırı, bölgedeki Arap kabilelerinin
katılımyıla sınırlı kaldığı için mahallî bir özellik taşıyan ikinci derecede bir
fuardı. Özellikle Mekke halkının istifade ettiği bu fuara Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) peygamberlikten önce Hz. Hatice’nin kervanıyla gelmişti.
Ticari faaliyetler yanında diğer panayırlardan farklı olarak esirler, burada
yakınları tarafından fidye ödenerek kurtarılır, haklarında kısas uygulanmasına
karar verilen katiller burada cezalandırılırdı.

Arap Kabileleri ve Kabile Yapısı
Arabistan’ın asıl sakinleri Araplar’dır. Araplar tarihî açıdan iki büyük kısma
ayrılır: 1) Arab-ı bâide. Bunlar tarihin eski devirlerinde yaşamış olup çeşitli
sebeplerle yok olmuşlardır.. Âd, Semûd, Medyen, Amâlika vs. 2) Arab-ı
bâkiye. Soyları devam eden Araplar olup iki ana kola ayrılırlar: a) Arab-ı
Âribe. Kahtânîler adı verilen bu kabileler grubunun anavatanı Yemen'dir. Bu
sebeple Güney Arapları olarak da bilinirler. Bunlar Cürhüm ve Ya`rub olmak
üzere önce iki büyük kola ayrılırlar. Ya`rub'dan da Kehlân ve Himyer adında
iki ayrı koldan birçok alt kollar meydana gelmiştir. Bu kabileler değişik
zamanlarda değişik sebeplerle anavatanlarını terkederek Arabistan'ın çeşitli
bölgelerine yerleştiler. Dört kola ayrılan Kehlânîler'den Ezd kuzeye göç etti.
Bunlardan Sa`lebe b. Amr Hicaz tarafına gitti, bir müddet sonra da Medine'ye
göç ederek oraya yerleşti. Evs ve Hazrec bunun soyundandır. Hârise b. Amr
(Huzâa) ise Merrüzzahrân'a, sonra Mekke'ye yerleşerek Cürhümlüler'i oradan
kovdu. İmrân b. Amr Umân'da, Cefne b. Amr ise Suriye'de yerleşti. Lahm ve
Cüzâm kabileleri Hîre'ye, Tay kabilesi Ecâ ve Selmâ dağlarına, Kinde
kabilesi önce Bahreyn'e daha sonra da Hadramut ve nihayet Necid'e yerleşti.
b) Arab-ı Müsta`ribe (Mütearribe). Aslen Arap olmayıp sonradan
Araplaşan kabilelerden meydana gelmektedir. Bunların soyu Hz. İbrahim’in
oğlu Hz. İsmail’e dayandığı için İsmailîler veya onun soyundan gelen uzak
torunlarına nispetle Adnânîler, Meaddîler, Nizârîler de denilmektedir. Kuzey
Arapları adıyla da bilinirler. Hz. İsmâil’in ana dili babası gibi Ârâmîce,
Keldânîce veya İbrânîce idi. Onun soyu Arapça'yı Mekke’de öğrenip
Cürhümlüler'e karışarak Araplaştığı için Arab-ı müsta`ribe adıyla anılmıştır.
Hz. Peygamber'in yirmi birinci göbekten atası olan Adnân'a mensup başlıca
kabileler ve kolları şöyle sıralanabilir: Mead, Nizâr, Rebîa, Mudar KaysAylân,
Gatafân, Kinâne, Kureyş, Kusay, Hâşim vs.
Genel olarak bakıldığında düzenli bir siyasî birliğin ve devletin söz
konusu olmadığı Arap yarımadasında Araplar kabileler halinde yaşıyorlardı
ve kabile hayatı sosyal yapının temelini oluşturmaktaydı. Kabile üyeleri
birbirleriyle kan ve neseb bağlarıyla bağlı olup bu birliği kabile asabiyeti
denilen dayanışma duygusu ayakta tutardı. Bundan dolayı ensâb adı verilen
soy bilgisi önemliydi. Düzenli bir siyasî yapı ve hukuki bir düzen sözkonusu
olmadığından sosyal hayatın devamı, mal, can ve ırzın korunması
“asabiyyet” duygusu, uyulması gereken gelenekler ve ecdattan kalma
“örfler”le sağlanmaktaydı. Hangi sebeple olursa olsun saldırıya maruz kalan
bir kişinin kendi kabilesini yardıma çağırması (istigâse) halinde bütün
kabilenin galeyana gelerek (hamiyye) bu çağrı uyarınca hareket etmesi
asabiyetin gereği olarak kaçınılmazdı. “İster zalim ister mazlum olsun
kardeşine yardım et” ve “Senin gerçek kardeşin seninle birlikte hareket eder;
sen zalim olursan o da seninle birlikte zalim olur” şeklindeki sözler Câhiliyye
dönemindeki asabiyet anlayışının tipik ifadeleridir.

Sosyal hayattaki anarşiyi bir dereceye kadar kan gütme âdeti
sınırlandırabiliyor, fakat buna karşılık da intikam alma sebebiyle kabileler
arasında kanlı çarpışmalar çıkıyordu. Herhangi bir öldürme olayında “kan
ancak kanla temizlenir” anlayışı ile öç alma duygusu devreye giriyor ve kısas
olarak kâtilin öldürülmesi gerekiyordu. Yakını öldürülen taraf intikam
alıncaya kadar yas tutar, bu süre içerisinde meselâ zırhını çıkarmayacağına,
şarap içmeyeceğine, koku sürünmeyeceğine, kadınlara yaklaşmayacağına vs.
yemin ederdi. Bazan öç almak için yıllar geçmekte ve bu durum öç
alınıncaya kadar o kabile için bir leke olarak görülmekteydi. Öldürülen
kişinin yakınlarının kısas yerine kâtilin yakınları tarafından verilecek diyete
razı olmaları zillet olarak değerlendiriliyordu. İslâmiyet’ten önce “eyyâmü’lArab”
denilen kabilelerarası savaşlar Orta Arabistan tarihinde önemli bir yer
tutar. Bu savaşlar kan davaları, sürüler, otlaklar, su kaynakları vb. sebepler
yüzünden çıkar ve bazan yıllarca devam ederdi. Bekir b. Vâil ve Tağlib b.
Bekir kabileleri arasındaki Besûs, Abs ve Zübyân kabileleri arasındaki
Yevmü Dâhis ve Gabrâ ve Evs ile Hazrec kabileleri arasındaki Buâs Harbi ve
Ficâr savaşları eyyâmü’l-Arab’ın en meşhurlarıdır. Savaşlar kabile hayatı
açısından özel bir önem taşıdığından bu savaşlara dair hikâyelere kabileler ve
mensupları müşterek bir kültür olarak sahip çıkmışlardır. Kabilenin
savaşlarıyla ilgili rivâyetler geceleri veya muhtelif zamanlardaki sohbet
toplantılarında genellikle kabile lehine abartılarak nesilden nesile
aktarılmıştır.

Kabile başkanlarına reis, şeyh veya seyyid denilmekte olup cesur, cömert
ve birleştirici olmaları istenirdi. Kabile reisinin kabile için taşıdığı merkezî
önemden dolayı savaşlarda kabile reisleri hedef alınır, kabile reisinin
öldürülmesi büyük bir felâket olacağından taraftarlarınca özel olarak
korunurdu. Savaşlarda kabile sancağının yere düşmemesi de önem
taşıdığından sancak, kahramanlığıyla bilinen güçlü ve cesur kişilerce taşınır,
sancaktarın öldürülmesi halinde yerini aynı vasıflara sahip bir başkası alırdı.
Arap toplumunda göçebe veya yerleşik hayat hâkimdi. Çöl ve vahalarda
(bâdiye) develeriyle birlikte konar göçer olarak çadırlarda yaşayanlara bedevî
(ehlü’l-bâdiye, ehlü’l-veber), köy, kasaba ve şehirlerde kerpiçten yapılmış
evlerde yerleşik hayat yaşayanlara hadarî (ehlü’l-meder) denilmekteydi. Her
kabilenin yaşadığı, konakladığı veya mülk olarak kabul ettiği bir toprağı
vardı; Kabilelerin savaş, kuraklık, daha iyi otlak arama gibi sebeplerle sık sık
yer değiştirdikleri olurdu. Kabile özel toprak mülkiyeti tanımazdı. Otlaklar ve
su kaynakları kabile için hayatî öneme sahip olup kabile mensupları arasında
müşterek mülkiyete dahildi. Kabilelerin önemli gelir kaynaklarından biri
diğer kabilelere karşı düzenlenen yağma ve baskınlardan elde edilen
ganimetlerdi. Kabile fertleri sebebini sormadan kabilesiyle birlikte yola çıkar,
baskın ve yağmaya katılırlardı.

Kabileler içerisinde güçlü olanlar bulunduğu gibi zayıf olanlar da vardı.
Bu sebeple kabileler arasında yardımlaşma, dayanışma ve himaye amacıyla
antlaşmalar yapılmakta, ittifaklar kurulmaktaydı. Temelde savunma amacına
yönelik olan ve hilf (çoğulu ahlâf) adı verilen bu antlaşmalar için ilgili kabile
mensupları bir araya gelir ve törenle yemin ederlerdi. Yeminleşen kabileler
artık bir tek kabile gibi olur ve birine yapılacak saldırı diğerine de yapılmış
sayılır, sevinç ve yaslar paylaşılır, herhangi birinin üçüncü bir tarafa verdiği
emân kabul edilirdi. Kabileler diğer kabile veya şahıslara tanıdıkları himaye
haklarına önem verirler ve savaş pahasına dahi olsa sahip çıkarlardı. Öte
yandan kabilelerin antlaşmalara uymaları istenir, aksi bir davranış, bilhassa
ihtiyaç duyulduğu bir sırada antlaşmanın tek taraflı olarak feshedilmesi
ayıplanır, hıyanet olarak değerlendirilirdi.

Kabile kurallarının ve geleneklerinin dışına çıkan, kabilenin şerefine leke
süren ve kabile önderleri tarafından yapılan tavsiye ve uyarılara kulak
asmayanlar cezalandırılır, aile ve kabilesiyle bağları kopmuş olurdu. En
büyük ceza kişinin ailesi ve kabilesinden kovulmasıydı (el-hal‘). Bu duruma
düşenler hac ve panayır mevsimlerinde açıkça ilân edilirdi.

Kabile şairlerinin toplumda önemli yeri bulunmaktaydı. Kabile veya
kabileler birliğinin sözcüsü olarak siyasi müzakerelere katılan heyetlerde
şairin yeri ve vazifesi vardı. Kabile, hayatının, hissiyatının, geçmişteki
övünülecek şeylerinin, zaferlerinin, düşmanlarına karşı beslediği kin ve
intikamının, onları küçültücü hicivlerin, etrafını çeviren tabiatın en güzel
ifadesini şairin sihirli sözlerinde bulur ve bütün bunları ondan beklerdi. Bu
sebeple de onun şiirinin korunmasına ve yayılmasına çalışırdı. Bir kabileden
şair çıktığı zaman bayramlarda, düğünlerde olduğu gibi şenlik düzenlenir,
ziyafet verilirdi.

Tevhîd inancını esas alan İslâm dini Câhiliyye dönemindeki putperestlik
ve şirk anlayışına cephe aldığı gibi kabîleciliği, kişinin haksız bir konuda da
olsa kendi kavmine yardımcı olmasını öngören asabiyeti ve kabîle
asabiyetine dayalı üstünlük iddialarını da yasaklamış, Allah katında üstünlüğün
ancak takvâ ile elde edilebileceğini bildirmiş ve. kabîlecilik yerine
“İslâm kardeşliği” bilincini yerleştirmiştir:

“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve
Allah'tan korkun ki esirgenesiniz. Ey müminler! Bir topluluk diğer bir
topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler.
Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha
iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.
İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar
zalimlerdir. Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir
kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi
arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır
mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah,
tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir. Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir
erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve
kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en
çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.”
(Hucurât 49/11-13).

Arap toplumu hürler, mevâlî ve kölelerden oluşmaktaydı. Hürler de eşrâf
ve avam olmak üzere ikiye ayrılırdı. Arabistan’ın diğer bölgelerinde olduğu
gibi Mekke’de de kölelik yaygındı. Köle ve cariyeler toplumun en alt sınıfı
olup efendilerine itaatle yükümlü idiler. Mal gibi miras kalır, alınıp satılır,
tarım ve ticarette çalıştırılırdı. Efendiler köleler üzerinde kesin bir tasarruf
yetkisine sahipti. Azad edilen kölelere mevâlî denilirdi ve bunlar hür
insanlarla evlenemezdi.

Aile bağımsız bir birim olmaktan daha ziyade kabilenin bir alt birimi
olmak bakımından önemliydi. Diğer bir ifadeyle toplumda kabilecilik esas
olduğundan aile üyesi olmaktan çok kabilenin üyesi olmak değer
taşımaktaydı. Bu manada kabile adeta büyük bir aile gibiydi. Aile koca, eş
veya eşler, çocuklar ve kölelerden oluşmaktaydı. Ataerkil bir aile yapısına
sahip olan Araplarda neseb ve akrabalık bağı erkek yoluyla kurulur ve devam
ederdi. Bir erkek istediği kadar kadınla evlenebilirdi. Sosyal itibarı
bulunmayan kadınlar miras hakkına da sahip değillerdi. Boşama yetkisi
erkekteydi. Araplar çok sayıda erkek çocuğa sahip olmakla övünürlerdi.
Çünkü erkek çocuk sırası geldiğinde bir savaşçı olarak ailenin ve kabilenin
güç kaynağıydı. Öte yandan kız çocukları doğduğunda bundan utanç
duyarlardı; hatta kız çocuklarını diri diri gömenlere de rastlanmaktaydı.
Bazıları da fakirlik korkusuyla çocuklarını öldürürlerdi. Kur’ân-ı Kerîm’de
Yüce Allah bu tür anlayış ve davranışları şiddetle kınamaktadır:

“Onlardan birine kız müjdelendiği zaman öfkelenmiş olarak yüzü kapkara
kesilir, kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden
gizlenirdi. Onu aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun yoksa toprağa mı
gömsün! Verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!” (Nahl 16/58-59).

“Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz onların da sizin
de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur” (İsrâ 17/31).

Genel olarak bakıldığında, Câhiliye denilen İslâm öncesi dönemde Arap
toplumunda şirk, sosyal adaletsizlik ve ahlakî çöküntü hakimdi. İyilik, adalet,
doğruluk, hukuk vb. kavramlar bilinmekte ve bu hususlara riayet eden insanlar
da bulunmakla birlikte bu değerler toplumda etkin bir mahiyet taşımamaktaydı.