“Hamile anne, duman ve alevler arasında yanma tehlikesine rağmen kızının yatağına hamle yapıyor. Nereye elini atsa, yavrusu değil, kızgın cisimler geliyor ellerine...”
Hollanda’da yaşıyordu üç çocuklu mutlu aile. En büyük çocuğu Nevin henüz altı yaşındaydı. Ama ailenin mutlu bebek beklentisi anneannenin ölümüyle gölgelenmişti. Fakat ölenle ölünmüyordu ki...
Kader işte...
Üç ay sonra bebekleri daha olacaktı. Kendilerini bekleyen inanılmaz acıdan ise habersizlerdi.
Bir gün sabaha doğru ne olduklarını anlamadan dehşet içinde uyandılar. Baktılar ki özellikle çocuklarının odası başta olmak üzere ev alevler arasında, cayır cayır yanıyor.
Her anne baba gibi, kendilerinden önce çocuklarını kurtarmak üzere çocukların odasına seğirttiler. Aman Allah’ım, çocukların odası alev alevdir. Kendi imkânlarıyla söndürülmesi mümkün gözükmeyen yangının çıkış sebebi ise hava gazı kaçağıdır.
Çığlıklar çığlıkları bastırırken gözünü kırpmadan alevler içindeki odaya dalan baba iki çocuğunu alevler arasından kurtarmayı başarmıştır. Ama o cehennemî hengâmede büyük kızı Nevin’i bulamamıştır. Dumandan göz gözü görmüyor, alevler yaklaşanı dalıyordur.
-Neviiin, kızım! Neviiin!
Ama içeriden hiç cevap gelmiyordu. Allah’ım bu kız ne haldeydi? İçeri dalıp dalıp çıkan babanın yürek yakan feryadı kesilmiyordu da anne yerinde mi duruyordu? Allah kimsenin başına vermesin, annenin derdi de aynıydı. O da çığlık çığlığa Nevin’i için odaya dalıp çıkıyordu.
Çaresiz anne her bağırışında kızının yarı baygın halde “Anne imdat!” dediğini duyar gibi oluyordu. Ama ne bilecek o baştan gitmiş akılla, yanıldığını. Gerçekte ise Nevin’den ses seda gelmiyordu.
Hamile anne, duman ve alevler arasında, hatta kendisi de yanma tehlikesine rağmen kızının yatağına doğru hamle yapıyor. Ama yavrusunun tenine değil nereye elini atsa, yanmakta olan ısınmış, kızgın cisimler geliyor eline...
Kızının kolunu tuttuğunu sanarak sarıldığı bir ranzanın kızgın demiri avucunu kavuruyor.
Biçare anne yavrusu için meliyor koyun gibi...
Boğulacak derecede nefessiz kalmasına rağmen evladını bulmadan odadan çıkamıyor. Çıkmak aklına gelmiyor. Ancak kendi annelik duygusu ağır bassa da bedeni dayanmıyor ve “kızım!” diyerek oracığa yığılıyor.
Birkaç dakika sonra, alevler içindeki kızının odasında şoka girmiş bayılmış anneyi, çığlıklar sebebiyle yardıma koşan komşuları apar topar hastaneye kaldırıyorlar.
“Kadıncağız üstelik hamile, Allah’ım inşallah bebeğine bir şey olmaz!” diye de hepsi telaşta.
Talihsiz anne bir daha kızını göremiyor. Çünkü minik Nevin, uykuda yakalandığı yangında önce gazdan boğulup ardından da alevler arasında yanarak kül oluyor.
Rabbim kimselerin başına vermesin, çocukcağızın kül olmuş bedenini resmi işlemlerden sonra Türkiye’ye getiriyorlar.
Bu mutlu aileye ilk mutluluğu katan biricik kızları Nevin, yine aileden ilk ayrılıp kara toprağa girerek, ilk acıyı da tattırıyor.
Günlerce ağlıyorlar ardından. Öyle de tatlı, öyle de sevimli bir yavruymuş ki anlatmakla bitmez. Lüle lüle saçları, masmavi gözleriyle bir taş bebek gibiymiş.
Günlerce deli gibi gezmiş anne. Ağzına lokma koymamış. Gözlerinde ağlamaktan yaş kalmamış. Kurumuş göz pınarları. Boş bakar olmuş etrafına... Allahtan, gerek anne gerek baba yine de metanetli davranmışlar. Ta ki, karnındaki minik yavru dünyaya gelene kadar... İmtihan dünyası... O yıllarda doğacak çocuğun “cinsiyeti nedir?” gibi bir merak olsa da ültrasonda öğrenmek gibi bir durum yokmuş. Belki doğana kadar bilinmemesi daha değişik bir sürprizdi.
Ailenin onca badirelerden sonra nur topu gibi bir kızı doğuyor. Aile arasında, vefat eden ablanın ismini bu yeni doğan bebeğe verelim mi vermeyelim mi diye çok tartışılıyor. Nihayetinde, vefat eden ablasının ismini yaşatmak üzere ona ablasının ismini veriyorlar.
İşte o kız benim...
Ve ben yüzünü göremediğim, elini öpemediğim ablacığımın ismiyle yaşıyorum. Ve ismimi ablamın anısına iki kez seviyorum.
* Nevin Kolay-Trabzon