Bütün insanların her daim arzuladıkları temel ihtiyaç bu olsa gerek. Küçük-büyük herkes iradesiyle seçtiği ve davranışlarında gerçekleştirdiği şeyin diğer insanlar tarafından onaylanmasını ve kabul görmesini istiyor.
Takdir edilme ihtiyacımız, koşulsuz şartız sevilme ihtiyacımız, ilgi görme isteğimiz… İlk başta akla gelenler. Bu duygularımız; bebek, çocuk, genç, ihtiyar fark etmeden hepimizde var. Üstelik şiddetli bir şekilde var. Hatta birçok psikolojik sorun da bu ihtiyaçların tam olarak karşılanmamasından doğuyor çoğunlukla.
Tedavisi de genellikle bu ihtiyaçların giderilmesiyle sağlanıyor. İşte tam da bu noktada eğer bu ihtiyaçların giderilme adresi olarak yanlış yerler işaretleniyorsa ve duygular buralarda tatmin edilmeye çalışılıyorsa, ne yazık ki acı katlanarak artıyor.
Şöyle bir bakalım etrafımıza… İnsanlar her halleriyle ve tutumlarıyla, bütün kusur ve hatalarıyla kabul görmek istiyorlar. Nereden mi biliyorum, kendime baktığımda gördüğüm bu. Eğer inanmıyorsanız şöyle bir kendinize bakın bakalım, ne göreceksiniz?
Kimse bir başka insan tarafından hatası görülsün, yüzüne karşı söylensin istemiyor. Hatta böyle yapanlardan genelde kaçıyor insanlar. İnsan kendi cinsinden bir insana hesap vermek istemiyor. Aslına bakarsak herkesin hesabı yaratıcısıyla. Kimsenin kimseye hesap sorma hakkı yok. İnsan kendi vereceği hesabın kaygısıyla davransa belki de bu kadar çok hesap sorma derdi de olmayacak.
Eğer sokakta bir dilencinin diğer bir dilenciden, el açıp yalvar yakar para istediğini görsek şaşar kalırız. Ne kadar trajikomik bir durumdur değil mi?
Zaten hiçbir şeyi olmayan bu nedenle dilenen birinden, diğerinden istemesi, belli beklentiler içine girmesi ne kadar acı. Sonra da istediğini veremediği halde ona kızması. “Hani olsa, dükkân senin!” diyecek ama yok! Çünkü kendisi de bir dilenci aslında…
Aslında hayatımız işte tam da böyle geçiyor. Kendisine bile faydası olamayacak olanlardan, kendinde de zaten olmayanlardan öylesine büyük şeyler istiyoruz ki… Onlar da bu gerilime fazla dayanamayıp yanımızdan kaçabilmenin hesaplarını yapmaya başlıyorlar.
Örneğin, yaşını almış bir anne, evladından öyle bir ilgi, sevgi ve her
hatasıyla kabul edilme bekliyor ki, evladı ne kadarını yaparsa yapsın, yine de onun sonsuz isteme kapasitesine karşılık gelemiyor. Gelemez de zaten. İlişkiler geriliyor ve belki de şefkate daha fazla ihtiyacı olan bir zamanda yapayalnız bırakılabiliyor.
Ya da bir eşin diğerinden kendisini her haliyle kabul etmesini istediğini düşünelim. Kendi eksikleri görülsün ve söylensin istemiyor. İyi ama kendisi karşısındaki eşinin kusursuz davranmasını; tam da onun istediği gibi, istediği kadar, istediği şekilde sevmesini bekleyerek; bunları bulamadığında da reddederek, eleştirerek, onaylamayarak; kişiye verebileceğinden fazla beklenti yükleyerek, nasıl bir “çifte çıkmaz” yaratıyor kendisi için?
“Yaratılanı severim, yaratandan ötürü.” diyen Yunus Emre, kabul edebilmenin ne anlama geldiğini ne de güzel anlatıvermiş bize. Her haliyle yaratılmış olanı kabul edebilmek; değiştirmeye çalışmadan, bozmadan, bulandırmadan akabilmek ilahı mesajın içine…
Ben ve benim gibi olan bütün faniler yaratılmıştır. Dolayısıyla yaratılmış olan her ne ise, yaratıcıdan dolayı anlamlıdır. Kendisine bakan yönüyle aciz, zayıf ve kusurlu olabilir ama benim bakacağım yer, yaratıcısını gösterme nazarıdır.
Böyle düşünebilirsek ancak insanları ve dahi kendimizi olduğumuz gibi kabul edebiliriz. Kusur ve eksiklerimizle…
Böyle görebilirsem eğer, diğerlerini değiştirmeye çalışmam. Bilirim ki yaratılmış olanda bir anlam mutlaka vardır ve Rabbimin benden istediği şey, yarattığını olduğu gibi kabul edebilmemdir.
O’nun takdir ve tercihini görerek, teslim olabilmemdir. Böyle yazarken kolay görünüyor ama hayatın içinde en çok takıldığımız yerler tam da buraları.
O zaman eşimi de anne ve babamı da evladımı da eğip bükmeye çalışmadan bütün kusurlarıyla kabul edebilirim. Çünkü benim Rabbim, beni hiçbir koşula bağlı olmadan kabul ediyor. Rızkımı veriyor, beni seviyor, koruyor, hikmeti ve hidayeti hediye ediyor. Bendeki kusurlara değil, bendeki potansiyele bakıyor. Benden asla umudunu kesmiyor.
İşte o zaman insanlardan özgürleşiyorum. “Beni kabul etsinler!” diye binlerce takla atmam gerekmiyor. İnsanların bana veremeyeceklerine gözümü dikmiyorum. Rabbimin bana verdiklerine bakıyorum.
İnsanların benimle kurdukları ilişkide kusurlarına odaklanmak yerine, onları suçlamak yerine, onlarda görünen güzellikle bakarak memnun oluyorum. “Neden bu da yok, neden böyle de yapmıyor!” demek yerine kabul ederek baktığımda, aydınlıkla karşılaşıyorum, aydınlanıyorum ve aydınlatıyorum. O zaman ışığıma diğerleri de katılmak istiyorlar.
İlişkilerimdeki kabul edemeyişten kaynaklanan elem gidiyor ve yerine lezzet geliyor. Şimdi ve burada, bu insanda, bu haller tecelli ediyor diye bakıp, memnun olmak nerede?
“Neden şöyle değil? Neden şu esma tecelli etmiyor” diye uğraşmak nerede? Birinde dünyam daralıyor ve ben boğuluyorum. Diğerinde dünyam, esma kadar genişliyor ve ben kabul noktasından ve kabul edilebilmenin himmetiyle dünyalar kadar genişliyorum… Asıl kabul edeni bulduktan gayrı beni kabul etsin diye insanların egolarını memnun etmeye çalışmıyorum. Yunus’un dediği gibi diyerek bitirelim ve duasına yönelelim: “Ballar balını bulduktan sonra, kovanım yağmalanmış ne çıkar?”
Nazlı ÖZBURUN-Evlilik ve Aile Danışmanı/Sosyolog