Beytülmal
İslâm medeniyetinde konuları, dinî, idarî, iktisadî, adlî,
ilmî ve siyasî gibi birbirlerinden kesin çizgilerle bölümlere
ayırmak pek mümkün değildir. Bundan dolayı müesseseler
de iç içedir fakat iktisadi bakış açısıyla beş gruba
ayrılmaktadır. Bunlardan ilki olan beytülmal, kelime
olarak mal evi anlamına gelmektedir. Devlet hazinesi olan
beytülmal, devlete ait malların muhafaza edildiği fizikî
mekânı ifade edebileceği gibi devlete ait taşınır taşınmaz
malların bütününü ve bunların idaresiyle ilgili hukukî
kurumu da ifade etmektedir. Bir diğer ifadeyle devlete ait
her türlü mal varlığının ve gelirlerin toplandığı,
harcamaların yapıldığı, haklara ve borçlara ehil bağımsız
bir kurumdur.
İktisadi bir kurum olarak beytülmalın ortaya çıkışı,
Medine dönemine rastlamaktadır ve temellerini Hz.
Peygamber tarafından atıldığı görülmektedir. Hz.
Peygamber, Medine döneminde oluşmaya başlayan devlet
gelirleri üzerinde bir mal sahibi olarak değil, bir kamu
görevlisi, bir devlet başkanı olarak tasarrufta bulunmuştur.
Beytülmala ait nakit para Hz. Peygamber’in evinde
muhafaza edilip kısa sürede dağıtılırken ürün türünden
olan devlet gelirleri ise mescidin üst katındaki bir odada
muhafaza edilmekte ve gerekli yerlere bundan sorumlu
olan Hz. Ömer tarafından sarf edilmekteydi. Asr-ı
saâdette, zekât gelirlerini toplamak, muhtaçlara dağıtmak,
ziraî ürünlerin miktarlarını tahmin ve zekâtını belirlemek
üzere çok sayıda kişi görevlendirilmiştir. Zekât âmili olan
bu kimseler, bir anlamda beytülmal görevlisi sayılmalıdır.
İslâm topraklarının genişlemesi ve devlet gelirlerinin
artması, Hz. Ömer döneminde beytülmalın
kurumlaşmasını ve İslâm devletinin mâlî yapısını
oluşturacak şekilde teşkilâtlanmasını gerekli hale
getirmiştir. Onun döneminde Müslümanlar İran ile
Bizans’tan epey yerleri alıp fethetmişlerdi. Bu fetihler
sonucunda bir hayli gelir elde edildi. Söz konusu gelirlerin
bir deftere yazılmak suretiyle kayıt altına alınması
kararlaştırıldı ve böylece gelir ve masrafların miktarı ile
bir anlamda bütçenin tespiti sağlanmış oldu.
Beytülmal, hukukî varlığı itibariyle vergilerle ortaya
çıkmıştır. Beytülmalın gelir kaynaklarını üç kategoride
değerlendirmek mümkündür:
• Müslümanlardan tahsil edilen bütün vergiler
• Fey adı verilen ve gayrimüslim tebaadan
(Müslüman olmayan vatandaşlar) alınan vergiler
• Savaşta düşmandan alınan ganimetler
Vergi, kamu hizmetlerinin düzenli bir şekilde
devamlılığını temin için başvurulan bir çaredir. Bu
yüzden, devletlerin ekonomik ve sosyal hayatında önemli
bir yeri bulunmaktadır. İslâm vergi sistemi, birdenbire ve
topyekûn olarak uygulama alanına konulmamıştır. O,
İslâm’ın yayılışına paralel olarak yirmi senelik bir süreç
sonunda müesseseleşmiştir.
İslam vergi sisteminde, zaman ve devletlere göre
değişebilen, toplumun özel bazı ihtiyaçlarına cevap
verebilecek ve nevâib diye adlandırılan bir vergi sistemi
mevcuttur ve savaş, deprem, kıtlık vs. gibi fevkalade
hallerde devletin değişik isimlerle yeni vergiler koymaya
yetkisi bulunmaktadır. Bazı vergilerin isim ve oranları ise
vergi mükellefinin durumuna göre değişiklik
göstermektedir. Bu anlamda Müslüman olan vatandaşının
vereceği vergi ile Müslüman olmayan vatandaşının
vereceği vergi birbirinden farklıdır. Bu bir adaletsizlik gibi
algılansa da temel dayanağı şudur: İslâm’da bazı vergiler
mâlî bir ibadet olarak kabul etmiştir. Hâlbuki Müslüman
olmayan bir kişinin böyle bir mükellefiyeti yoktur. Bu
nedenle Müslüman veya gayrimüslim olmalarına bağlı
olarak vergi verirler.
Üzerinde yaşanılan ve gelirinden istifade edilen topraklara
göre de değişebilen vergi sisteminde özellikle arazi ile
ilgili vergiler söz konusu olduğunda toprak sahipliği önem
kazanmaktadır. Savaş sonunda elde edilen topraklar, ya
Müslüman gaziler arasında taksim ediliyor veya
Müslüman olmayan eski sakinleri elinde bırakılıyordu.
Böyle bir uygulamanın sonunda da toprak, ya öşrî veya
haracî adını alıp ona göre işlem görüyordu. Ancak bir
arazinin öşrî veya haracî olmasında rol oynayan en büyük
etken yine arazi sahibinin dinidir.
Bundan başka Müslüman devletlerde mülkiyeti devlete ait
olan ve kullanım hakkı vatandaşa verilmiş bulunan emîrî
veya mîrî denilen üçüncü kategori diyebileceğimiz bir
arazi daha bulunmaktadır. Bu arazilerden her birinin
verdiği ürünün vergisi farklılık göstermektedir. İlerleyen
bölümlerde ise yalnızca Müslümanların vermekle
yükümlü oldukları vergiler ve da Müslüman olmayanların
vermekle yükümlü oldukları vergiler anlatılmaktadır.
Müslümanlarla İlgili Vergiler
Zekât: Sadaka anlamında da kullanılan zekât kelimesi,
sözlükte ziyadelik, temizlik ve güzel zikir manalarına
gelmektedir. Medine döneminde farz kılınmıştır. İslâm
hukukuna göre zekât bir ihsan ve lütuf değildir. O, devlet
ve toplumun zengin fertler üzerindeki hakkıdır. Devlet
bunu âmilleri vasıtasıyla toplayıp yerine sarf etmek
zorundadır. Bununla beraber zekâtı verecek olan kimseler,
bunu sadece devlete değil, Kur’ân’da belirtilen kimselere
de verebilir. İslâm kamu mâliyesinin temelini teşkil eden
zekâtın sarf yerleri de Kur’ân’da belirtilmiştir. İbâdet
mânâsı taşıdığından Müslüman olmayanlar bununla
mükellef değildirler. Zekâta konu olan eşya, para ve
ticaret eşyası gibi mallardır. Kişinin elindeki mal belli bir
miktara (nisab) ulaşınca zekât vermekle yükümlü olur.
Öşür: İslâm vergi sisteminde öşür (ziraî ürün) vergisi,
sözcük olarak onda bir veya on cüzde bir cüz anlamını
taşımakla birlikte terim olarak mutlaka onda bir yerinde
kullanılmamaktadır. Öşrün oranı, elde edilen ziraî
üründeki insan emeğinin durumuna göre değişmektedir.
Öşürde de zekâtta olduğu gibi ibadet anlamı olduğundan
Müslüman olmayanlar bununla yükümlü değildirler.
Müslüman Olmayanlarla İlgili Vergiler
Cizye: İslâm hukukuna göre cizye, İslâm devletinin
Müslüman olmayan vatandaşından askerlik hizmeti
karşılığında alınan bir vergidir. Bu bakımdan kadınlar,
çocuklar, yaşlılar ve din adamları bu vergi ile yükümlü
değildir. Zimmî adı verilen ve Müslüman devlet tarafından
bütün hakları koruma altına alınmış bulunan
gayrimüslimler, insanî bütün haklara sahiptirler. Onlar da
devletin bütün imkânlarından istifade ederler. Yılda bir
defa alınan cizye mükellefi, mâlî durumuna göre fakir,
orta halli ve zengin olmak üzere üç sınıfa ayrılır. Cizye de
gayrimüslim vatandaşların mâlî durumlarına göre alınır.
Harac: Arazi vergisi olarak haraç, tarihin eski
dönemlerinden beri bilinmektedir. Haracu’l-arz denilen
arazi haracı da harac-ı mukasem ve harac-ı muvazzaf
olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.
Görüldüğü gibi İslâm devlet sisteminin önemli
müesseselerinden biri olan maliyenin temel dayanağını
teşkil eden vergi iki ana kısma ayrılmaktadır. İslâm’ın ana
kaynaklarına (Kur’an ve Sünnet) dayanan vergiler olarak
şer’i vergiler ve zamanın ihtiyaçları göz önünde
bulundurularak konulmuş örfî vergiler. Gerek Osmanlı,
gerekse kendinden önceki Müslüman devletler örfî bazı
vergileri koymak zorunda idiler. Çünkü harpler,
durmaksızın devam ederken şer’î vergiler bu durumun
yüklediği masrafları tek başına karşılayamıyordu. Örfî
vergilerin sayı ve kalemleri ise baş gösteren ihtiyaçlara
göre çoğaltılmaktaydı.
Divan
Divan kelimesi, devlet idaresindeki değişik idarî, mâlî ve
askerî hizmetlerin yerine getirilmesinde kullanılan
defterlere; mecaz olarak da bu defter ve ilgili memurların
bulundukları yere verilen isimdir. Divanın ortaya çıkışıyla
ilgili çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Bazı araştırıcılar,
Hz. Peygamber’in Kur’ân âyetlerini yazdırıp kaydettirmek
için görevlendirdiği vahiy kâtiplerine bakarak İslâm
tarihindeki ilk divanın bu şekilde ortaya çıktığını
belirtmekteyse de Buhârî’de bulunan bir hadise göre ise
Hz. Peygamber, Medine’de bulunan Müslümanların
isimlerini yazdırdıktan sonra bir tür sayım yaparak 1500
isim olduğunu tespit etmesinin divan olduğu
anlatılmaktadır.
İslâm dünyasında, Halife Hz. Ömer’in fey gelirlerini
dağıtmak için kurduğu divan teşkilâtı ile birlikte yaygın
bir şekilde kullanılmaya başlanan divan tabiri, Emeviler
ve özellikle Abbasiler zamanında başta askerî ve mâlî
sahalar olmak üzere çeşitli devlet hizmetlerine bakan
kurumlara isim olarak verilmiştir. Gerçek manasıyla ilk
defa kullanılması ise Halife Hz. Ömer tarafından mümkün
olmuştur. Bu dönemde İslâm devleti, gerek toprak,
gerekse maaş bakımından çok geniş ve büyük imkânlara
kavuşmuştur. Fethettikleri ülkelerdeki yönetim
sistemlerini ve uygulamalarını gören Müslümanlar, divanı
burada görmüşlerdir. Emeviler döneminde birçok çeşide
ulaşan divan teşkilatı, iktisadi anlamda dörde
ayrılmaktadır:
• Ganimet ve ordu saymanlığı ile ilgili olan divan
• Vergiler divanı
• Cibayet (harac vergileri) divanı
• Devletin gelir ve giderini kontrol eden divan
Abbasiler döneminde divanların sayısında bir hayli artış
olduğu görülmektedir. Bu divanların başında da divanü’lharac
gelmektedir. Bu divan, hem gelir tahsil eden, hem
de gerekli yerlere harcama yapan bir dairedir. Gelir tahsil
ettiği için harac arazilerinin ölçümünü yaptığı gibi
arazilerdeki mahsul çeşitlerini tespit edip buna göre vergi
mükellefi ve vergi oranlarını tayin etmekteydi. Harac
divanı, hem gelir tahsil ettiği, hem de harcama yaptığı için
burada meclis denilen iki ayrı şube bulunmaktaydı.
Selçuklularda, divan-ı istifâ veya divanü’z-zimam ve’listifâ
adını alan bu divandan sorumlu olan devlet adamına
sahib-i divan-ı istifâ veya sadece müstevfî denirdi. Bu
divanın vilayetlerde müstevfi, amid, âmil vs. gibi isimler
altında temsilcileri bulunurdu. Osmanlı döneminde Orhan
Gazi döneminde geliştiği görülen divan teşkilatının
üyelerinden biri defterdardır ve başında bulunduğu
kuruma da defterdarlık denilmektedir. Bu görevli,
Osmanlı maliye teşkilâtının aynı zamanda başı idi.
Osmanlılarda diğer pek çok müessesede olduğu gibi
defterdarlık da daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk
devletlerinin teşkilâtlarına dayanmaktadır.
Başlangıçta sadece bir defterdar varken devletin büyüyüp
gelişmesine bağlı olarak mâlî işlerin çoğalması, defterdar
sayısının artmasını gerekli hale getirmiştir. Fatih
Kanunnamesi’nde baş defterdar ve defterdarlar tabirlerinin
geçmesi, ikinci ve yeni bir defterdarlığın bu dönemde
kurulduğunu göstermektedir. Defterdar sayısı ikiye
çıkarılınca biri Rumeli, diğeri Anadolu’nun mâlî işlerine
bakmaya başlamıştır. Ancak yetki ve protokol itibariyle
Rumeli defterdarı, daima Anadolu defterdarından önce
gelmiş ve baş defterdar olarak kabul edilmiştir. Yavuz
Sultan Selim’in Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Suriye
ve diğer bölgeleri alması üzerine devlet topraklarının mâlî
işleri ile uğraşmak için merkezi Halep’te olmak üzere
Arap ve Acem Defterdarlığı adıyla yeni bir defterdarlık
kuruldu. Görev, isim ve yetkilerindeki birtakım
değişikliklerden sonra defterdarlık müessesesi 1841’de
Maliye Nezâreti adını aldı.
İhtisab
Hisbe veya ihtisab da denilen kurum, Hz. Ömer’in
halifeliği döneminde tam teşkilâtlı bir müessese haline
gelmiştir. İyiliklerin yapılmasını sağlamak ve kötülüklerin
yapılmasına mani olmak gayesiyle kurulan bu teşkilâtın
başında bulunan ve muhtesib, ihtisab emini, ihtisab ağası
gibi isimlerle anılan görevli, dinin hoş karşılamayıp çirkin
gördüğü her türlü kötülüğü ortadan kaldırmaya çalışırdı.
Başlangıçta, İslâm toplumunda iyiliklerin yapılmasını
emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek suretiyle sosyal
huzuru sağlayan dinî bir müessese olarak ortaya çıkmıştır.
Ancak kuruluşundan itibaren farklı ve çok yönlü görevler
yürütmüştür. İslâm ülkelerindeki şehir merkezlerinde
günlük hayatın düzenlenmesinde önemli derecede rol
oynayan ihtisab teşkilâtı, bilhassa esnaf teşekküllerine
karşı sahip olduğu geniş yetki ve yaptırıma sahip olma
bakımından önem taşımaktadır.
Bu teşkilâtın başına bir görevlinin resmen ne zaman
getirildiği kesin olarak bilinmemekle birlikte bazı tarih
kaynaklarına göre Germiyan Beyliği vatandaşı olan
birisinin Osman Gazi’ye gelerek Bâc-ı Bazar denilen semt
pazarı esnafının, yaptığı ticaretten dolayı kendisine vergi
vermesini talep etmesiyle birlikte gündeme gelmiştir.
Osman Gazi ile başlayan bu uygulama sayesinde bir
anlamda pazar yerlerinin kontrolü de sağlanmış oluyordu.
Ticarî alanda örf, âdet ve geleneklerin oluşmasında da
önemli rol oynayan bâcın, sağlam kanun ve kurallara
bağlanması Fatih Sultan Mehmed zamanında
gerçekleşmiştir.
Osmanlılarda kadının yardımcısı olarak vazife gören
muhtesibin vazifeleri arasında hem ekonomik ve sosyal
hayatla ilgili olanlar hem dini hayatla ilgili olanlar hem de
adli hayatla ilgili olanlar bulunmaktadır. Bu anlam da
muhtesib, Osmanlı toplumunda günlük hayatın akışı
içinde, halk ile esnaf arasındaki münasebetleri düzenleme
ve esnafla ilgili kanunların uygulanıp uygulanmadığını
kontrol etmekle de görevlidir. Devlet, onun aracılığıyla
hem işçi kesimini kontrol etmekte, hem de onların
haklarını koruyup loncaların gaye ve standartlarını devam
ettirmek amacıyla esnaf loncalarını yakından
denetlemektedir. Yerli mallarla rekabet edebilecek ithal
eşyadan ihtisabiye adında bir vergi almak suretiyle
işsizliği önlemeye çalışması ve gıda güvenliğiyle ilgili
sorunları ortadan kaldırmaya çalışması da esnaf teşkilâtları
üzerindeki etki ve nüfuzunun sebeplerinden biridir.
Özetle Osmanlı toplumunda muhtesibin görevleri şu
şekildedir:
• Esnafın kontrolü,
• İş yerleri açma ruhsatlarının verilmesi
• Devlet adına vergi toplanması
• Vergi gelirlerini gereken yerlere sarf edilmesi
• Mürûr tezkirelerinin kontrol edilmesi
• Kıyafetlerle ilgilenilmesi
• Diğer görevler
Görüldüğü gibi ihtisâb nezâreti kadı veya divan tarafından
tesbit edilmiş bulunan fiyatların uygulanıp
uygulanmadığını kontrol eden, satış yerlerini teftiş eden,
lonca üyelerinin tabi olduğu ve ihtisab rüsûmu denilen
vergilerin satıcılar ile sanatkârlardan toplanıp
toplanmadığını kontrol etmek suretiyle esnafa nezaret
eden bir kurumdur. Ancak II. Mahmud zamanında, (16
Ağustos 1855 tarihinde yayınlanan resmî bir tebliğ ile)
ortadan kalkmış ve yerine Şehremaneti kurulmuştur.
Vakıf
Vakıflar, ilerleyen bölümlerde hizmet alanlarına ve
idarelerine göre iki yönde ele alınmaktadır.
Hizmet Alanları: Vakıflar, yoksulların elem ve
ıstıraplarını hafifletmek, misafirleri ağırlamak, öğrencilere
barınma ve geçinme imkânlarını sağlamak gibi hizmetleri
yerine getiriyordu. Ayrıca köle ve câriyelerin azad edilip
hürriyetlerine kavuşmalarını sağlamaya yönelik faaliyetler
de vakıflar etkin rol oynuyorlardı. İnsanların İslâm’a
girmelerini sağlamak ve bunun için gerekli ortamı
hazırlamak da vakıfların görevleri arasında yer almakta
idi.
İslâm dinini kabul etmelerinden sonra Türklerin,
ekonomik, sosyal ve dinî hayatlarında asırlar boyu etkin
rol oynamış bulunan vakıf kurumu, sadece fakirlere
yardım etmek gibi dar bir çerçevede kalmamış, aynı
zamanda fikir, kültür, irfan ve imar gibi müesseseler
üzerinde de derin izler bırakmıştır.
Vakıflar, farklı hizmet alanlarına göre yapılmaktaydı ve
her vâkıf, vakfı üzerinde arzu ve iradesinin devam
etmesini istemekteydi. Bu durum normal karşılanmalıdır.
Çünkü senelerin çaba ve emeği ile kazanılmış bir mülk
veya mal üzerinde o kadar zahmet çekmiş olan bir
kimsenin, tescil ettirdiği şartlarla vakıf üzerinde tasarruf
sahibi olması son derece normaldir. Aksi halde vakıfların
devam etmeme tehlikesi de göze alınmalıydı. Ayrıca bu
durumda, vakıfların yüklendiği nice önemli hizmetlerden
hiç birisinin yapılmaması söz konusu olurdu. Eğitim-
öğretim, ekonomi, sosyal, kültürel, ulaşım ve sağlık gibi
alanlarda hiçbir eserin yapılmaması ülkenin gelişmesine
indirilen en büyük darbelerden biri olurdu.
Vakıfların İdaresi: Her vakfın bir vakfiyesinin (vakfın
hukukî senedi) bulunması, vakfiyedeki şartların nass gibi
telakki edilmesi, vakfiyelerin kadı mahkemelerinde tescil
ettirilmesi ve ayrıca bunların idaresi için birer nazırın
tayin edilmesi söz konusudur. Mütevelli-i vakf da denilen
nazırların ilki, Hz. Peygamber tarafından vakfedilen Fedek
arazisi için tayin edilen Hz. Ebubekir’dir.
Emeviler döneminde vakıflar, vâkıf tarafından tayin edilen
mütevellilerce yönetilirdi. Nazır, mütevellinin kontrolcüsü
olarak, kendilerine bağlı vakıf işlerinin doğru bir şekilde
devam edip tamamlanmasını denetlerdi. Bunların genel
kontrolü ise emiru’l-mü’minîn olan halifeye aitti. Devlet,
kadılık ve nakiblik gibi teşkilâtları aracılığıyla vakıfların
yönetimini denetim ve kontrol etmekte idi. Vakıf işleri,
mütevellilerin keyfî yönetimlerine bırakılmıyordu. Onlar,
kadılık dairelerinde ve merkezî idare teşkilâtında düzenli
ve sıkı bir şekilde takip ediliyorlardı.
Abbasiler döneminde kâdi’l-kudât, emri altındaki teşkilât
yardımıyla bütün vakıfları yönetip denetleyebiliyordu.
Bunun için de nakib, âmil, mütevelli, müşrif ve muhasib
gibi yardımcılar kullanıyordu. Bu durum, Karahanlılar,
Gazneliler ve Selçuklularda da aynı şekilde devam etmişti.
Harzemşahlar dönemi Maveraünnehr’inde vakıflar sıkı bir
kontrol tutuluyordu. Kötü yönetimi görülen mütevelli,
derhal vazifeden atıldığı gibi çeşitli cezalara da
çarptırılıyordu.
Osmanlı döneminde Orhan Gâzi Bursa’da yaptırdığı cami
ve zâviyenin idaresini Sinan Paşa’ya vermişti. Böylece
Sinan Paşa’nın Osmanlı döneminin ilk evkaf nâzırı olduğu
söylenebilmektedir. Daha sonra hükümdar vakıfları, vezir,
kadıasker, sadrazam, şeyhülislâm, bâbüssaâde ve
dârüssaâde ağaları gibi devlet adamları tarafından idare
edilir olmuştur. Mısır, Suriye, Arabistan ve Kuzey
Afrika’nın Osmanlı yönetimine geçmesinden sonra
buralarda bulunan vakıflar, 1587 senesinde kurulan
Haremeyn Evkaf Nezâreti’ne bağlanmıştır. Daha sonraki
gelişmelerin sonucu olarak Anadolu ve Rumeli’deki
vakıfların idaresi de 1826’da kurulan Evkaf-ı Hümâyûn
Nezâreti’ne; Haremeyn Evkaf Nezâreti de 1838’de adı
geçen nezarete bağlanmıştır. Evkaf Nezareti’nden önce
vakıflar, vâkıflarının şartlarına göre ayrı nezaretlerce
yönetilmektedirler ve bu nezaretler şu isimlerle
anılmaktadır:
• Haremeyn Nezareti,
• Vezir Nezareti,
• Şeyhülislâm Nezareti,
• Tophane Ümerası Nezareti,
• İstanbul Kadıları Nezareti.
Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam eden Evkaf-ı
Hümâyûn Nezâreti, 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan 429
sayılı kanunla ortadan kaldırıldı.
Ahilik
Ahilik, esnaf ve sanatkârın kaliteli mal üretmesine,
tüketiciye daha rahat ve ucuz ulaştırılmasına hizmet eden
bir teşkilât olduğu için iktisadî kurumlarımızdan biri
olarak değerlendirilmektedir. Teşkilât, elinde bulunduğu
yetkiyle doğru çalışmayan, kalitesiz mal üreten, hile yapan
ve tüketiciyi aldatan sanatkâr ile esnafı mesleğini icra
etmekten men edebilmektedir. Fütüvvet geleneğinden
esinlenerek ortaya çıktığı bilinen ahilik, Arapça kardeşim
anlamındaki ahî kelimesinden gelmektedir.
Abbasi halifesi en-Nâsır Lidinillah rehberliğinde kurulan
ahilik, Arap dünyasından Müslüman Türk dünyasına
geçmesinden sonra burada da büyük hizmetler ifa etmiştir.
Anadolu’daki kurucusu Şeyh Nasiruddin Mahmud’dur.
Daha sonraları Ahi Evran ismiyle şöhret olan bu kişi,
esnaf ve sanatkârı bir birlik etrafında toplayarak sanat ve
ticaret ahlâkını, üretici ve tüketici menfaatlerini güven
altına almaya ve böylece kötü politik ve ekonomik
atmosfer içinde onlara yaşama ve direnme gücü vermeye
çalışmaktadır.
Özellikle I. Alaeddin Keykûbad’ın büyük destek ve
yardımlarını gören Ahi Evran, İslâmî düşünceye ve
fütüvvet ilkelerine bağlı kalarak iş yerlerine usta, kalfa ve
çırak münasebetlerini ve buna bağlı olarak iktisadî hayatı
düzenleyen ahiliğin gelişmesinde büyük bir rol oynamıştır.
İlk defa Kırşehir’de kurulan ahilik teşkilâtı, kısa bir zaman
içinde Anadolu’nun hemen her tarafına yayılmıştır. Büyük
şehirlerde çeşitli gruplar halinde teşkilatlanan ahilerden
her birinin, müstakil bir zâviyesi bulunmaktadır. Küçük
şehirlerde ise muhtelif meslek grupları, tek bir birlik teşkil
edebilmektedirler. Bu birlikler, Anadolu Selçuklu Devleti
zamanında kendi mesleklerine ait problemleri bizzat
kendileri hallettikleri gibi devlet ile olan münasebetleri de
düzenlemektedirler. Bu birliklerin asli görevleri, mal ve
kalite kontrolü ile fiyat tespitidir.
Bütün prensiplerini dinin asıl kaynağından alan ahiliğin,
nizamnamelerine fütüvvetname adı verilmektedir.
Fütüvvetnâmelere göre teşkilât mensuplarında bulunması
gereken özellikler, vefa, doğruluk, emniyet, cömertlik,
tevazu, nasihat, doğru yola sevk etme, affedici olma ve
tevbe idi. İçki kullanma, zina, yalan, gıybet ve hile gibi
davranışlar ise meslekten atılmayı gerektiren sebeplerdi.
Meslekten ihraç ise günümüze kadar gelen pabucu dama
atıldı uygulaması ile gerçekleşiyordu. Dolayısıyla ahi baba
veya onun vekâlet verdiği kimse tarafından ayağındaki
pabuçlardan biri dükkânın damına atılan esnaf veya
sanatkâr artık o mesleği icra edemiyordu.