İslâm’da Sosyal Dayanışma Anlayışı
İslâm dini, bütün insanlığa hitap etmektedir ve onunla
birlikte tüm sosyal hayat değişmiştir. Çünkü çok sayıda
insan, cami ve medrese çevrelerinde, şehirlerde
toplanmıştır ve onların medreseleri ve kütüphaneleri ile
meşhur kültür ve medeniyet merkezleri kurmalarına vesile
olmuştur. Hatta uzun ömürlü, yüzyıllar boyu kalan ve
nesillerden nesillere geçen müesseselerin kurulması,
yaşatılması ve yükselmeleri de böylece mümkün
olabilmiştir. Bu müesseseler, fakirlere, dullara, öksüzlere,
borçlulara para yardımı yapmak, öğrencilere elbise ve
yemek vermek, evlenecek genç kızlara çeyiz hazırlamak
gibi gündelik ihtiyaçlara hitap etmiştir. Bunun yanında
efendileri azarlamasın diye kâse, bardak gibi kapkacak
kıran hizmetçilere verilmek üzere para vakfı yapılması ya
da leylekler için, yılda yüz kuruş yem parası vakıf
edilmesi gibi özel amaçla da hizmet vermiştir.
İslâmiyet, aile kurumuna çok önem vermiştir. İnsanları kul
olmaları bakımından hür ve eşit olarak yaratan Allah’tan
başkasına kulluk yapmamaya çağırmıştır. Böylece, diğer
insanların zulmünden ve fenalıklarından korumak
suretiyle de insanın şahsiyetini korumaya çalışmıştır.
Kaldı ki insanların karşılıklı olarak haklara riayet esasına
göre davranmaları, hak ve hukuka uymaları sosyal adaleti
de beraberinde getirmektedir. Toplumun bütün
müesseselerinde insanların haklarına riayet
gerçekleştirildiğinde de, insanlar arasındaki sosyal
dayanışma sağlanmakta ve sınıflar arasındaki sosyal
dengenin kurulması da mümkün olmaktadır.
İslâm dini, insanlar arasında her türlü kötülük ve çirkinliği
kaldırıp iyilik ve güzelliği yaygın hale getirmek suretiyle
Müslüman olmasalar bile, bu toplumun üyesi olarak
sosyal barış ve huzur ortamı içinde yaşayarak, insanca
yaşayışı onlarla birlikte paylaşmak isteyenlerin sayısını
artırmayı hedef almaktadır. Allah, adaleti, iyiliğin her
türlüsünü ve yakınlarından başlamak üzere bütün topluma,
hatta insanlığa yardım etmeyi emreder. Zinayı, kötülüğün
her türlüsünü ve zulmü yasaklar. Bu emir ve yasaklar
genelleştirildiğindeyse sosyal dayanışmayı gerçekleştiren
bütün unsurlar olarak karşımıza çıkarlar.
İnsanlar, dünyada sahip oldukları her şeyden
sorumludurlar. Bu sorumluluklar, insanların sorumsuzca
davranmamalarını temin etmek için konmuştur. İçinde
yaşadığı topluma ve toplumu oluşturan fertlere yapması
gereken görevlerini yapmazsa, o toplumun çözülüp
yıkılarak felâkete sürüklenmesine yol açan akıbetine sebep
olmaktadır. Müslüman-Türk toplumlarında insanca
yaşamanın ortamı hazırlanarak, sağlıklı bir toplumun
oluşması için gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Böylece
insanın, kadın-erkek, Müslim-gayrimüslim ayrımı
yapılmaksızın mutlu olmasına mani olan engellerin, önce
devlet eliyle, sonra da devlete destek olarak fertlerin
yardımlarıyla ortadan kaldırılmasına çalışılmış ve sosyal
adalete dayalı olarak sosyal dayanışmayı kuran gelişmiş
bir toplumun doğmasına imkân hazırlanmıştır.
Bu imkânı hazırlayan müesseselerin en kalıcı olanları
şüphesiz dinî emir ve kuralların uygulanması sonucu tesis
olunmuştur.
Sosyal Dayanışmada Aile ve Toplum
Aile kurumunun nikâh, mehir, miras ve nafaka gibi hukukî
bağları bulundurması, bu müessesenin sağlam temellere
oturduğunu göstermektedir. İslâm toplumunun en sağlam
müessesesi olan aile ocağını, yalnızca anababa veya karı-
kocadan ibaret saymamak gerekir. Bunlara, ailenin diğer
fertleri de eklendiğinde onların da sosyal hakları teminat
altına alınmalıdır. Anne ve babaya iyi davranılmasını
emreden Kur’an, küçükken çocukların güzelce eğitilip
büyütülmesi gerektiğini ve her türlü kötülükten korunarak
onların maddî ve manevî bilgilerle yetiştirilerek toplumun
yararlı bir üyesi olmalarının sağlanması hususuna dikkat
çekmektedir.
İslâm, insanın en yakınından başlayarak bütün insanların
birbirleri ile yardımlaşması yolunda hükümler getirmiştir.
Böylece bütün toplumun dayanışması yolunda müminler
uyarılmaktadır. İslâm ilk andan itibaren ırk, renk,
memleket ve dil farklarını, mü’minleri kardeş sayarak,
bunlar arasında dostluk kurarak, barış halinde bulunmaları
düstûrunu getirmiş olmakla insana verdiği değeri ortaya
koymaktadır. İslâm ferdî hak ve hürriyetleri güven altına
alan bir birlik ve hareket dinidir ve aynı zamanda kollektif
refahı sağlar.
Sosyal Dayanışmada Zekât ve Sadaka
Zekât, İslâm yapısının beş temelinden biridir ve akıllı,
buluğa varmış ve hür olup nisab miktarından fazla mala
sahip olan her Müslümana farzdır. Yerine getirilmediğinde
büyük günah, inkâr edildiğinde ise, İslâm’dan çıkmış
saydıracak kadar önem taşıyan bir tür ruhî vergidir.
Zekât almaya hakkı olan kimseler şu şekilde
sıralanmaktadır:
• Fakir ve yoksullar
• Düşkünler
• Amiller
• Müellefe-i kulûb
• Kölelikten kurtulacaklar
• Borçtan kurtulacaklar
• Allah yolunda çalışmakta olanlar
• Yolda kalanlar
Burada açıklanması gereken birkaç husus bulunmaktadır.
Fakirler (fukara), ihtiyaç sahibi olup istemekten çekinen,
hasta olan, bir ülkeden başka bir ülkeye hicret eden veya
hiçbir şeyi bulunmayan yahut da nisaba malik olmayan
yoksul kimseler olarak kabul edilmektedirler. Yoksullar
ise (miskinler/mesakin) zillet içinde dilenen ve sağlıklı
olsa da ihtiyaç içinde kıvranan, çalışmaya gücü yettiği
halde nisab miktarından az, fakat kendine yetmeyecek
kadar varlığı bulunanlar veya fakirin aksine hiç bir şeyi
bulunmayanlar yahut da gayrimüslim olan fakirlerdir.
Amilleri, zekât toplamak üzere görevlendirilen tahsildarlar
yanında, toplanan zekâtın muhasebesini yapan, teftiş
işlerini yürüten ve bunların harcamasını, kontrolünü ve
veznedarlığını yapan memurlar olarak da anlamak
mümkündür. Müslüman olmadığı halde, Müslümanlığa
meyilleri ve İslâmiyet’i kabulleri umulan ya da
Müslümanlara eza ve cefa etmelerinden korkulup
yapacakları eziyet ve kötülüklerin önlenmesi düşünülen
kişiler müellefetü’l-kulûb denen grubu oluşturmaktadır.
Zekâtın müellefetü’l-kulûb fonundan yararlandırılması
gerekenler dört grupta incelenmektedir:
• Kalplerindeki imân tam anlamıyla yerleşmemiş
imanı zayıf kişiler.
• Herhangi bir kabilenin ileri gelenlerinden
Müslüman olup da Müslüman olmayan dostları ile
kendi kabileleri içindeki nüfuz sahibi kişilerin
İslâmiyet’e rağbetlerini artıracağı umularak, bu
kabilenin Müslüman olan büyükleri.
• Yahudi ve Hıristiyanlardan Müslümanlığı kabul
edenlerin hem İslâm’a bağlılıklarını artırmak, hem
de diğer Yahudi ve Hıristiyanların ilgilerini
çekmek üzere Müslüman olanlar.
• Hudut boylarında ve stratejik ehemmiyeti olan
tehlikeli bölgelerde düşman hücumlarına karşı
kendilerini savunmak durumunda bulunan
Müslümanlar.
Zekâttan pay alacak bir diğer sınıf olarak el-Gârimîn ise
ağır borçlara batmış kimseleri tanımlamaktadır. Sel,
yangın ve zelzele gibi tabii âfetlerden zarar görerek veya
hiç bir kastı olmaksızın kaza sonucunda bir kimsenin
ölümüne sebep olarak tazminat ödemeye ya da kendi
ihtiyaçları için borçlananlar şahsen borçlu olanlardır.
Ancak bir de toplum yararına borçlu olanlar vardır ki
onlar, Müslümanlar veya gayrimüslimler arasında
umumun menfaatini sağlamak, fitneleri yatıştırıp sulh ve
sükûnu temin etmek için kefil olan veya tazminatla
borçlanarak, borcunu ödedikten sonra da geride nisab
miktarı parası artmayan fakir veya zengin kimselerdir.
Allah yolunda olanlar (fî sebîlillâh) birçok anlama
gelebildiği gibi en çok kabul gören yorum, Allah için
savaşanlar olduğudur. Yol oğlu (ibnü’s-sebil) ise yola
çıkmış yolcular, seyyah veya turistlerdir. Bunlar, kendi
ülkelerinde zengin olsalar bile, yolculukları sırasında
fakirleşen garip kimselerdir. Öyle ki şehir, kasaba veya
köy gibi belli bir yerleşme bölgesinden gelip geçen bütün
yabancılara üç gün müddetle yiyecek-içecek verilmesi,
hatta barınması için yatacak yer gösterilmesi bütün
Müslüman toplumların âdeti olarak yaygınlaşmıştır.
Müslümanlar bu âdeti vakıf olarak, ribat ve kervansaray
gibi yolcuların emniyet içinde yollarına devam
edebilmeleri için kurulan sağlam ve korunaklı kurumlarla
müesseseleştirmişlerdir.
Tüm bunlardan çıkarılabilecek yorum, zengin ile fakir
arasındaki diyaloğun kurulmasına yardımcı olan ve bu
yolda zengine dinî bir sorumluluk yükleyen İslâmiyet’in,
fakirlik ve yoksulluk gibi toplumların en yaygın
hastalıklarını tedavi etmek için birçok müessesenin
kurulmasını teşvik etmekle kalmadığı, bilakis emrettiğidir.
Nitekim yukarıda da değinildiği gibi mâlî bir ibadet olan
zekât ve sadakalar bu tür müesseseleşmenin en açık
örneğini teşkil etmektedirler.
Sosyal Dayanışma Müessesesi Olarak Vakıflar
Vakıflar, insanların toplu olarak yaşadıkları köy, kasaba
ve şehir gibi yerleşim merkezlerinin kurulup gelişmesinde
önemli rol oynayan sosyal müesseselerdir. Bu kurumlar
yeni yerleşim merkezlerinin kurularak küçük yerleşme
yerlerinin büyüyerek şehirleşmelerine de katkıda
bulunmuşlardır.
Vakıf Nedir?
Vakıf kelimesi, sözlükte durdurma, alıkoyma, ayırma,
bağlama gibi anlamlara gelirken ıstılahta, bir malı veya
mülkü satılmamak kaydıyla bir hayır işine bağışlama,
bırakma şeklinde ifade bulmaktadır. İslâm hukukunda, bir
malın veya mülkün gelirinin tamamen insanların yararına
olarak, şahısların sahiplenmesine imkân verilmeksizin
tahsis ve hayır işine terkedilmesine vakıf denilmektedir.
Müslüman topluluklarda devletin asli görevi, sosyal,
ekonomik ve siyasî sıkıntılara düşmüş olanlara yardım
etmektir. Bu bağlamda devlet, ihtiyaç içinde bulunanların
muhtaç oldukları şeyleri temin etmek zorundadır. Aşağıda
bu durumun birkaç örneği bulunmaktadır:
• İş sahibi olmayanlara yardım elini uzatmak,
• Erkek-kadın, hür-köle, müslim-gayrimüslim
olduğuna bakılmaksızın devlet hazinesinden
yapılacak harcamalarla savaş esirlerini kurtarmak,
• Dul ve yetimlere devlet güvencesi vermek,
• Okullar, hastahaneler, camiler, belediye ve sosyal
hizmetleri yapabilmek için gerekli olan bütün kamu
binalarını inşa ettirmek,
• Yabancıların ağırlanması, yolcu ve seyyahların
yararlanacakları müesseselerle yol güvenliğinin
sağlamak ve yolcular için sağlık tedbirleri almak
vb.
Devletin tüm bu görevlerini hafifletici ve destekleyici
müesseselerden biri olan vakıflar; bu dünyada ve ahirette
mutluluğa ve refaha kavuşma, mallarını arttırıp çoğaltma,
manevî ve sosyal mevkiini yükseltme, adını kendisi
öldükten sonra da yaşatma gibi dinî, psikolojik, sosyolojik
ve ekonomik düşünce ve niyetlerle kurulmuşlardır.
Toplumun sosyal dayanışmasını temin etmektedirler.
Çünkü bu müesseselerde, Müslüman Türk toplumunda,
halkın devlete desteği, hiçbir zorlama olmaksızın
gerçekleşmektedir. Yalnız devlete desteği bakımından
değil, zengin ve hâli vakti yerinde kimselerin halk
arasında kazandıkları mevki ve itibarlarını korumak
düşüncesiyle ya da içinde yaşayıp sayesinde zengin
oldukları topluma karşı bir vicdan borcunu yerine
getirmek niyetiyle de kurulmuş olmaları, insanların birbiri
ile kaynaşmalarına da vesile olmuştur. Bir diğer ifadeyle,
toplumun sosyal dayanışması açısından da önemli bir
fonksiyonu yerine getirmişlerdir. Bölgelere ve zamana
göre ihtiyaç duyulan hususlar farklılık gösterdiğinden,
Türk-İslâm tarihinde çok değişik alanlarda vakıflar tesis
edildiği anlaşılmaktadır. Çevreye gelen leyleklere yiyecek
temininden, mahallede dolaşan köpeklere ekmek
dağıtımına kadar, insanların dışındaki varlıklar, canlılar
için bile vakıf belgelerinde şartlar bulunduğu, fakat daha
çok insanların fakir, muhtaç, dul ve yetimlerinin
ihtiyaçlarını karşılamak üzere vakıflar tesis edildiği
bilinmektedir.
Bu anlamda vakıflar, aşağıdaki gibi birçok
farklı amaca hizmet edebilmektedirler:
• Borçluların borçlarını ödeyebilmeleri,
• Esirlerin esaretten kurtarılmaları,
• Alışverişe çıkanların aldatılmasını önlemek üzere
çarşı ve pazarlara ölçek ve kantar konulması,
• Evlâtlık ve hizmetkârların azarlanıp dövülmemeleri
için kırdıkları kap-kacağın yerine konularak tazmin
edilmesi,
• Yoksul kızlara çeyiz verilmesi, düğünlerinin
yapılması, çalışamayacak kadar yaşlanan veya
sakatlanan meslek erbabı ile işçilere fonlar tahsisi,
• Halkın faydalanacağı eserlerin yazdırılması,
• Cezaevlerindeki mahkûmların birtakım
ihtiyaçlarının karşılanması vb.
Camiler, mescitler, namazgâhlar, mektep, medrese ve
kütüphaneler, dergâh, dârüşşifâ ve hastahaneler, aşevleri,
kervansaray, çeşme, kaldırım, suyolu ve tesisleri ile
köprüler, kale, ribat ve istihkâmlar, mesireler, dul ve yetim
evleri, emzirme ve büyütme yuvaları vakıflara
verilebilecek örnekler arasında yer almaktadır.
Vakfın Tarihçesi
Vakfın başlangıcı hakkında tam ve kesin bir tarih
göstermeye imkân yoktur. Bazı Müslüman ilim
adamlarına göre ilk vakıf İbrahim (as) tarafından Kâbe-i
Muazzamanın vakfedilmesiyle başlar. Eski kavimlerde de
vakıflar mevcuttu. İskenderiye Kütüphanesi, Kudüs
havuzları, Zemzem kuyusu, yollar, köprüler, mabetler
birer vakıf eseridir. Bütün bunlar bu kurumların gelir ve
kazançlarından halkın tamamının yararlanması için
vücuda getirilmiştir.
Hz. Peygamber sağlığında Fedek, Kureyza, Nadr ve
Hayber’deki arazilerinde bulunan hurmalıklarının
gelirlerinden hanımlarının nafakası ile işçilerin ücretinden
geri kalanlarının vakıf mahiyetinde olmak üzere tahsis
edildiği bilinmektedir. Hz. Ömer’e ait Semğ arazisindeki
hurmalık ise İslâm tarihinde vakıf statüsü taşıyan ilk işlem
olarak kabul edilmektedir. Ashabın da Peygamber
Efendimizi her konuda olduğu gibi bu hususta da takip
ettikleri görülmektedir. Enes b. Malik Medine’deki evini,
Zübeyr b. Avvam kızlarından birinin boşanması hâlinde
oturması için yine evini; Abdullah b. Ömer de babasından
kendisine miras olarak kalan hissesini vakfetmişlerdir. Hz.
Ebubekir, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin de vakıfları vardır.
Emevi halifeleri zamanında vakıf müesseseleri
genişlemiştir. Abbasiler devrinde İslâm toplumunun
muhtelif siyasî parçalara ayrılması ve nihayet Büyük
Selçuklu İmparatorluğu’nun kurulmasıyla Doğu
Müslümanlarının Türk hâkimiyeti altına girmesi vakıf
müessesesinin bir kat daha gelişmesine sebep oldu. Tekke
ve zaviyelerin birden bire çoğalması yanında
imparatorluğun vücuda getirdiği bir yığın dinî ve hayrî
kurumlar vakıf sermayesinin büyük oranda artmasına
sebep oldu. Büyük bir mâlî güce sahip olan Selçuklu
sultanları, şehzadeleri ve devlet adamlarıyla ileri gelenler,
büyük vakıflar tesisinde birbirleriyle yarışıyorlardı.
Selçuklulardan sonra ortaya çıkan Harzemşahlar,
Atabekler, Eyyûbiler, Mısır-Suriye Memlûkleri ve
Anadolu Selçuklu sülâleleri hâkim oldukları yerlerde, mâlî
güçleri nispetinde vakıflara önem vermişlerdir.
Vakıflar ve Vakıf Eserleri
İslâm medeniyeti ve Türk-İslâm medeniyeti tarihinde,
vakıfları dinî ve ilmî, sağlık ve sosyal gayelere yönelik
olmak üzere iki ana noktada toplamak mümkündür.
Vakıfların, vakıf senetlerine (vakfiye) dayanarak, bütün
İslâm devletlerinde ve topluluklarında görüldüğü şekliyle
özellikle Osmanlılarda ne tür vakıflar kurulduğu ve vakıf
eserleri yapıldığına dair örnekler şu şekildedir:
Dini ve İlmi Amaçlara Yönelik Vakıflar: Bazı vakıf
belgelerinde, yalnız öğrencilere değil, okullarda görevli
diğer personele de hisse tahsis olduğuna dair ifadeler yer
almaktadır. Örneğin bunlardan birinde, cami avlusunda
yapılan muallimhanede muallim olan kimseye günde 50
akçe ücret, kalfa olan kişiye de günde 20 akçe ücret, hat
hocasına günde 10 akçe ücret verilmesi gerektiği yazılıdır.
Diğer taraftan mektepteki fakir öğrencilerden 40’ının
vakıf gelirlerinden yılda birer çift mest pabuç, başlarına
birer fes ve birer kuşak alınıp giydirilmesi belirtilmektedir.
Kış günlerinde öğrencilerin soğuktan korunması için
yeteri kadar kömür alınıp mangalda yakılması ve yılda bir
defa mektebin hocası ile birlikte şehir dışına pikniğe
gitmeleri, buradaki yemek ve diğer masraflarının
karşılanması amacıyla vakıf gelirinden yeterli miktarda
ödenek verilmesi yazılıdır. Kimi vakıflar, piknik için
3.000 akçe tahsis edebilmektedir.
Sağlık ve Sosyal Yardım Gayelerine Yönelik Vakıf
Eserleri:
İslâm tarihinde çeşme, sebil, sarnıç, havuz,
kuyu, göl gibi tesisler ile yolların tamir ve düzenlenmeleri
için tahsis edilen vakıflar bulunmaktadır. Yanı sıra
kervansaray, hastane, Müslümanların ölenlerinin
defnedilmesi için hazire ve mezarlıklar da sosyal yardım
amacına hizmet eden vakıflardandır. Zayıf hayvanların
otlayıp beslenmeleri için meralar, çayırlar, göç edemeyen
kuşlar için yem almak üzere vakıfların yapılmış olması da
yine bu kapsamda değerlendirilmektedir.
İmaret: Dar manasıyla aşevlerini, geniş anlamıyla ise bir
şehrin veya kasabanın nüvesini teşkil eden külliye olarak
nitelendirilebilecek imaretler kapsamına cami, medrese,
bîmârhane, aşevi, tâbhane, mektep, kervansaray,
kütüphane, hângâh, arasta, hamam, meşrûta binâlar
girebilmektedir. Ancak sadece öğrenci ve memleket
fukarasının ihtiyaçlarının temin edildiği yerler olmayan
imaretler, aynı zamanda ülke dâhilinde birçok kimseye iş
bulma imkânlarının da sağlandığı yerlerdi.
Darüşşifalar: Sağlık yurdu anlamına gelen dârüşşifâdan
başka, aynı manada kullanılan diğer ifadeler şöyle
sıralanmaktadır: Dâru’s-Sıhha, Dâru’l-Âfiye, Dâru’rRâha,
Dâru’t-Tıb, Mâristan, Bîmârhâne, Tâbhâne, Şifâiye
vb. Hastaların tedavi edildikleri ilaçların yapıldığı bu
yerlere günümüzde hastahane denilmektedir. Bulaşıcı
hastalıkları önlemek amacıyla, gelen yolcuların bir müddet
şehir halkıyla karışması önlenerek müşahade altına
alındıkları yerler için “karantinahane” tabirleri
kullanılmıştır. Medreselerin bünyesinde açılan dâruttıblar,
tıp tahsili yaptırmakla birlikte devrinin en gelişmiş
hastahanelerine de sahip bulunuyorlardı.
Su, Yol ve Diğer Alt Yapı Tesisleri: Su, İslâm
kültüründe önemli bir yer tutar. Sadece temizlik maksadı
ile yapılan mimarî eserler yanında, yaz günlerinde soğuk
su dağıtılması için çeşitli vakıflar tahsis edilmiştir.
Mahalle halkının, gelip geçenin su ihtiyacını karşılamak
üzere sadece hayır gayesiyle yapılan çeşmelerin mimarî
tarz bakımından sade yapıda olanları bulunduğu gibi
âbidevî, kubbeli ve saçaklı olanları da vardır. Türk
hamamları, hem mimarî tarzları, hem de fonksiyonları
bakımından bütün dünyanın hayranlığını üzerine
çekmiştir. Soyunma yeri ve kurulanma ile peştemal
değiştirmeye mahsus soğukluğu, yıkanma yeri olan
sıcaklığı olmak üzere üç kısımdan oluşan ve kubbeli
olarak inşâ edilen hamamlar, Müslüman Türklerin önemli
vakıf eserleri arasında yer alırlar.
Yol yapımı için de vakıflardan tahsisatlar ayrılmıştır.
İnsan ve hayvanların gelip geçtikleri yolların düzeltilmesi,
temizlenmesi ve tamiri de vakıf yoluyla yapılmıştır. Hatta
işlek yollarda, konak yerlerinde ve ticarî merkezlerde;
yolcuları ve bineklerini barındırmak, kervanlarını
dinlendirmek gibi hizmetler için yapılmış olan han ve
kervansarayların çoğu vakıf eserleridir.
Kervansaraylar, daha önce İslâm dünyasında vakıf ve
hayır duygusu ile kurulmuş bulunan ribatların devamı
müesseseler olarak kabul edilebilir. Bundan dolayı,
Selçuklu devrine ait vakfiye, kitabe ve kroniklerde
bunlara, kervansaray ve han tabirlerine eş olarak ribat da
denilmektedirler. Ortasında geniş bir avlusu bulunan ve iki
katlı müstahkem binalar halinde yapılan kervansaraylar
yalnız Müslümanların değil, gayrimüslim olanların ve her
millete mensup insanların da yol emniyeti ve huzurunu
sağlarlardı. Misafirlerin üç günlük yeme, içme ve
yatmaları buradan sağlanırdı.
İslâm Medeniyet Tarihinde Vakıfların Yeri ve
Önemi
Vakıflar, bir malın veya mülkün gelirinin tamamen
insanların yararına olarak, kişilerin sahip çıkmalarına
imkân bırakmaksızın, hayır işine tahsis olarak kabul
edilmişlerdir. Buna göre; insanlar vakfolunan eserlerden
faydalanacaklardır. Faydalanmak için bu eserlere yakın
yerlerde bulunacaklardır. Böylece vakıf veya benzeri
eserlerin çevresinde iskân sahaları, yerleşme bölgeleri
oluşacaktır. Burada toplu yaşamanın gereği olarak
insanların birbirlerine yakınlaşmaları, birbirleriyle
kaynaşmaları mümkün olacaktır.
Vakıf eserlerden kadın-erkek, zengin-fakir, büyük-küçük;
herkes belli ölçüde yararlanabilmektedir. İyi işlediği ve
korunduğu devirlerde vakıf eserler muhtaç ve yoksul
insanların sığınacakları yuvalar olmuşlardır. Hatta bu
vakıflardan Yahudi, Hıristiyan ya da bir başka dine
mensup olan her ihtiyaç sahibinin yararlanması için
gerekli önlemler alınmıştır. İslâm dünyasında, muhtaç
olsun olmasın bütün insanların ihtiyaç duydukları
konularda vakıflar tesis etmeleri ve insanların hatta diğer
varlıkların bu müesseselerden yararlanmaları vakıf
müesseselerine verilen önemi ortaya koyar.
Öncelikle zengin-fakir ayırımı gözetmeksizin insanlığın
istifadesine sunulan vakıf eserlerinden çoğunlukla muhtaç
olanların faydalandıklarında şüphe yoktur. Nitekim
eğitim-öğretim hizmetlerinde, okul öğrencilerinin çeşitli
vesilelerle yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarını
karşılamak üzere tahsis olunan vakıf eserleri yanında,
fakir olup olmadıklarına bakılmaksızın kış mevsimlerinde
öğrencilerin soğuktan korunmaları için kömür alınarak
gerekli şekilde ısınmalarına imkân hazırlayan vakıflar da
tesis olunmuştur. Hatta öğrencileri piknik yerlerine
götürerek dinlenmelerini ve eğlenmelerini sağlamak gibi
pedegojik maksatlar yanında, okulların ihtiyaçlarını
karşılayan, öğretmen ve idarecilerin geçim sıkıntılarını
hafifleten vakıf eserlerine de rastlanmaktadır.
Devrin tam teşekküllü hastahaneleri niteliğini taşıyan
imaretler, dârüşşifâlar, medreseler, hamamlar ve diğer
tesisleriyle bir külliye halinde topluma hizmet
vermişlerdir. Çeşme, sebil, sarnıç, havuz, kuyu, hatta göl
gibi tesislerle yolların tamirleri ve düzeltilmeleri
maksadıyla toplumun birçok ihtiyacına cevap veren vakıf
eserlerinin yanı sıra yolcuların hizmetine açılan
kervansaraylar da önemli vakıflar arasındadır. Hayatının
baharında olan genç insanların elinden tutulması, kızların
çeyizlerinin hazırlanması, erkeklerin meslek sahibi olup
dükkân açmaları gibi birçok konuda hizmet gören vakıflar
sayesinde insanlar topluma kazandırılmışlardır. Bu tür
vakıflardan en belirgin olanı esnaflarla mahallenin
dayanışmasını ortaya koyan avârız vakıflarıdır.
Tüm bu anlatılanlardan varılacak sonuç, Allah’ın rızasını
kazanma isteği daha ağır basan vakıfların, dünyada
canlıları mutlu ve rahat ettirmek gibi yüce bir gayenin
gerçekleşmesine zemin hazırladıklarıdır. Böylece
insanların, birbirlerine sevgi ve saygı bağları ile
bağlanmalarına, karşılıklı yardımlaşmalarına vesile olan
vakıflar; netice itibariyle, sosyal dayanışmayı meydana
getiren çok önemli müesseseler olarak tarihimizde lâyık
oldukları yeri almaya hak kazanmışlardır.