SORU: İslâm Ceza Hukuku'nda tazir cezası ile cezalandırılması gereken, İslâmiyet'in yasak kabul ettiği fiilller hangileridir? Araştırınız. Osmanlı Hukukundaki uygulamalarından örnekler veriniz.
Yasak Olan Fiiller ve Tazir Cezaları
A. Sövme ve Hakaret Etme (Şetm)
Karşısındaki kimseye sövme, hakaret etme amaçlı sözler söyleyen kişi, İslâm Ceza Hukuku hükümleri gereğince tazir cezası ile cezalandırılır[1].
Bu suç ve cezalandırma şekli, Yavuz Sultan Selim Kanunnâmesinde de yer almıştır. Bu Kanunnâmede geçen, “Eğer bir kimesne ahara tazir lazım olacak ya had lazım olacak şetm eylese, eğer had ise üç ağaca bir akçe cürm alına; eğer tazir ise iki ağaca bir akçe cürm alına”[2] hükmü, küfreden kişilere verilen cezaları açıkça ortaya koymaktadır (md. 21). Burada dikkat çeken nokta sövme suçuna hem tazir hem de had cezasının verilebileceğinin belirtilmiş olmasıdır. Normal koşullar altında tazir cezası gerektiren bir suç olan sövme eylemi, eğer edilen küfür “kahpe”, “fahişe” gibi zina iftirası suçunun oluşması için gerekli unsurları taşıyorsa, had cezası ile cezalandırılması gereken bir suç haline dönüşür[3]. Muhtemelen kanunnâme hükmünde söz edilen had cezası, bu tür sövme suçları için öngörülen cezalardır.
Şeriyye mahkemeleri kayıtlarında, söven, hakaret eden kişilerin olayı ikrar etmeleri, söylenen sözlerin şahitlerle ispatlanması ya da zanlıların yeminden kaçınmaları durumlarında tazir cezası ile cezalandırıldıkları görülmektedir. Nisan 1514 tarihli bir kayıtta Osman oğlu Yusuf’a sinkaflı sözlerle küfreden ve söylediği sözü kabul eden Koca Ebri tazirle cezalandırılmıştır[4]. Yine aynı tarihli, bir başka kayıtta; Bozacı Mahmut isimli kişinin Hayat Ali’ye ağır sinkaflı sözler söylediği şahitlerle ispatlanmış ve suçluya tazir cezası hükm olunmuştur[5]. Mayıs 1515 tarihli bir kayıtta ise Abdullah oğlu Kuzu Şeyh İsmail isimli kişinin Abdullah kızı Server’e “orospu, kahpe ve oğlun haramzâdedir” diyerek küfrettiği ileri sürülmüş, zanlının bu sözleri sarfetmediğine dair yemin etmekten kaçınması üzerine suçu sabitlenerek tazir cezası ile cezalandırılmıştır[6].
Mahkeme kayıtlarında yer alan sinkaflı küfürlerin dışında, hakaret içerdiği için tazirle cezalandırılan bazı sözler şunlardır: “Seffahça (gaddarca)”[7], “köpek”[8], “hârami”[9], “yüzü kara kâfir”[10], “müzevir (arabozucu)”[11], “hayırsız”[12], “kâfir gidi”[13], “bre hırsız boğazından asılası”[14], “çingene ve kızılbaş”[15] bir Gayrimüslimin Müslümana yönelik söylediği “sen Türksün sana ve senin yedi ceddine lânet olsun”[16]
Halktan bir kişinin, bir devlet görevlisine sözlü hakareti de yine tazir cezası ile cezalandırılmıştır. Mart 1535 tarihli bir kayıtta, Subaşı Mustafa Bey’e “boğazından asılası bre âmil” diyerek hakaret eden Gayrimüslim Nasuh oğlu Memi tazir cezası ile cezalandırılmış ve mahkemede cerimeye hükm olmuştur[17].
Sövme ve hakaret suçlarında, suçu işleyen kişilerin düzenli bir yaşantıları, eşleri ve çocukları yoksa, mahkeme suçun sabitlenmesi durumunda, suçlunun yaşadığı yerden ihracına da karar verebilmiştir. 23 temmuz 1747 tarihli, Üsküdar Şeriyye Sicili’ne ait bir hükümde, Emine ve Ümmühâni adlı kadınlar İbrahim Beşe’den şikâyetçi olarak, bu kişinin içkili bir halde Emine’nin kapısına gelip, kızına ve kendisine küfr ettiğini, Ümmühâni Hatun için ise “fahişe” dediğini belirtmişlerdir. Suçun şahitlerle sabitlenmesi üzerine, İbrahim Beşe’nin bekâr olması gerekçe gösterilerek, mahalleden ihracına karar verilmiştir[18]. Mahkemenin almış olduğu bu kararda, İbrahim Beşe’nin kadınlara vermiş olduğu rahatsızlığı sürdüreceği düşüncesi rol oynamış olabilir.
B. Yalancı Şahitlik
İslâm Hukuku’nda yalancı şahitlik yapmanın ya da yalan yere yemin etmenin cezası tazirdir. Ebu Hanife’ye göre, teşhir şeklinde tazir cezası uygulanır. İmameyn’e göre ise, teşhirden sonra hapis ve darp ile de tazir olunmalıdır[19].
Yavuz Sultan Selim Kanunnâmesinde yer alan “ ve yalan yere şehâdet edenin muhkem hakkından geleler.” Hükmü yalancı şahitlik suçuna Osmanlı Kanunnâmelerinde de yer verildiğini göstermektedir[20].
1525 tarihli Bozok Sancağı Kanunnamesinde yalancı şahitlik ile ilgili ayrı bir madde yer almış ve bu suçu işleyen kişilerin yüzlerine kara sürülüp teşhir edilerek ve beşer altın para cezasına çarptırılarak cezalandırılacakları hükm olunmuştur. Ayrıca yalancı şahitlikten dolayı karşı tarafa verilen bir zarar söz konusu ise bunun da ödettirilmesi emredilmiştir[21]. Aynı madde, Kanuni dönemine ait Alaüddevle Beğ Kanunnâmesinde de yer almaktadır[22].
Ayrıca çeşitli amaçlarla, belirli yerlerde düzenlemeler yapmaya yönelik çıkartılan fermanlarda da yalancı şahitlik cezalandırılması gereken bir suç olarak görülmüştür. 27 Ekim 1567 tarihli bir hükümde, Eyüp’te şarap ve tatar bozası satılması, çalgı çalınıp, çarşılarda tavla ve satranç oynanması yasaklanıp; kahvehanelerin kapatılması, fahişelerin yakalanıp cezalandırılması, esnafa eksik satış yapmamaları konusunda tembihte bulunulması emredilirken; yalancı şahitlik yapmakla tanınan kişilerin de himaye edilmemeleri, kasaba ileri gelenlerinin yardımları ile mahkemeye getirtilip, cezalandırılmaları istenmiştir[23].
Mahkemede yalancı şahitlik yaptığı anlaşılan kişilere verilen cezaların başında, sürgün cezası gelir. 6 Şubat 1793 tarihli bir kayıtta, arz odasında yapılan mahkemede, yalancı şahitlik yaptığı anlaşılan Hasan, Bozcaada’ya sürgün edilerek cezalandırılmıştır[24].
Bir başka cezalandırma şekli kanunnamelerde de belirtildiği gibi yalancı şahitlik yapan kişinin teşhir edilerek cezalandırılmasıdır. 27 Ağustos 1851 tarihli, Adana Şerriyye Sicilleri’ne ait bir kayıtta, yalancı şahitlik yapan Malatyalı Ömer oğlu İbiş’in teşhir cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir[25]. 22 aralık 1850 tarihli bir başka kayıtta ise kaybolan bir tayın sahibinin tarifi ile şahitlik yapan Ahmet oğlu Mahmut ve İbrahim oğlu Muhammet adlı kişilerin daha sonra yalancı şahitlik yaptıklarını kabul etmeleri üzerine taziren teşhir cezası ile cezalandırılmalarına karar verilmiştir[26].
Yalancı şahitlik nedeniyle cezalandırılma her çeşit dava için söz konusudur. Fakat özellikle alacak-verecek davalarında, çıkar sağlamaya çalışan kişilerin, bu yönteme başvurarak kendilerini mahkeme önünde haklı göstermeye çalıştıkları görülmektedir. 3 Ağustos 1790 tarihli bir kayıtta, Ümmügülsüm Hatun’dan 4000 kuruş alacağı olduğunu iddia eden Ayşe isimli kadın, bu iddiasını ispatlamak için Kafesçi Mehmet adlı kişiyi şahit olarak göstermiştir. Fakat yapılan araştırmalar sonucunda Mehmet’in yalancı şahit olduğu anlaşılarak, işlediği suçtan ötürü Bursa’ya sürgün edilmesine karar verilmiştir[27]. 1 Temmuz 1801 tarihinde Davutpaşa Mahkemesi’nde görüşülen bir davada Pabuççu Sarkiz, elli dört kuruş on beş para ödünç verdiğini iddia ettiği Piryam oğlu Mıgıdiç’in gaib olması üzerine kefil durumunda bulunan Artin’den parayı talep etmiştir. Davasını ispatlayabilmek için kendisine Papuççu Evanos ile Papuççu Maruros’ı şahit olarak göstermiştir. Fakat mahkemenin ilerleyen zamanlarında duruşmaya katılan Ömer oğlu Paşalı İbrahim, sözü edilen elli dört kuruş ve on beş parada Sarkiz’in asla hakkı olmadığını, bu paranın yirmi altı buçuk kuruşunun kendisine, on altı kuruşunun ise şahitlik eden Maruros’a ait olduğunu, şahitlerin yalancı şahitlik yaptıklarını belirtmiştir. Yapılan araştırma sonucunda Paşalı İbrahim’in haklı olduğu anlaşılarak Evanos ve Maruros yalancı şahitlikten dolayı tazir cezasına çarptırılmıştır[28].
C. Görevini Kötüye Kullanma
İslâm Hukuku’nda memuriyet görevini ve nüfuzunu kötüye kullanarak, halka kötü muamelede bulunan, kanunsuz vergi toplayan, devlet malını çalan memurlar tazirle cezalandırılırlar. Bu ceza görevden azil şeklinde olabileceği gibi zulümlerin alışkanlık halini alması sonucunda siyaseten katl şeklinde dahi verilebilir[29]
Osmanlı Hukukunda da görevini kötüye kullanan kişiler için bu tür tazir cezaları aynen uygulanmıştır. Nitekim 1516 tarihli Bosna Kanunnâmesinde “bidatler ve zulümler eden her ne taifeden ise azloluna”[30] hükmü yer almaktadır.
1567 tarihli bir kayıtta, Kara Mahmut adındaki bir naibin, Musabeyli Karyesinde görev yaptığı sırada nüzül arabaları kirasından zimmetine para geçirdiği tespit edilmiş, paranın tahsili için mahkemeye çağırıldığında ise ortadan kaybolmuştur. Aynı zamanda reayaya zulmettiği belirlenen Kara Mahmut’un naiblikten azledilerek bir daha bu göreve getirilmemesi hükm olunmuştur[31].
5 Kasım 1570 tarihli bir başka kayıtta, Ayıntab kazasında menzilcilik görevinde bulunan ve aynı zamanda şehir kethüdalığı yapan Seyid’in, halktan yıllık iki bin beş yüz kuruş toplaması gerekirken, dört bin kuruş toplaması üzerine zimmetinde bulunan paranın tahsil edilerek, bir daha şehir kethüdalığı görevine getirilmemesi emrolunmuştur[32].
Devlet memurları halka zulmetmek, haksız vergi toplamak, zimmetine para geçirmek gibi suçların dışında kendilerine verilen görevi hakkıyla yerine getiremedikleri zaman da tazir cezaları ile cezalandırılmışlardır. Kasım 1765 tarihli bir kayıtta, Dergâh-ı Muallâ kapıcıbaşılığı görevinde bulunan Mustafa, Kıbrıs’ta çıkan karışıklıkları bastırmakla görevlendirilmiş; fakat görevinde başarılı olamadığı için Limni Adasına sürgün edilerek cezalandırılmıştır[33].
Görevini gereği gibi yerine getirmeyen devlet memurlarına verilen azil ve sürgün cezalarının yanında, mal varlıklarının müsadere edilmesi gibi bir takım mali tazir cezalarına da başvurulabilmiştir. Bu ceza, vezir-i azamlık gibi en üst düzeydeki devlet memurlarına[34] uygulanabildiği gibi (bu daha çok siyaseten katl cezasını takiben verilen bir ceza olarak uygulanmıştır) daha alt seviyedeki devlet görevlilerine de verilebilmiştir. Kendisine orduya katılması için ferman gönderilen Milas Ayanı Ömer Efendi, bu fermana uyarak gereğini yapmadığı için Haziran 1791’de Rodos’a sürgün edilmiş fakat bununla da yetinilmeyerek rütbesi gelir alınmış ve kendisine verilmiş olan mukataaları müsadere edilmiştir[35].
Sürgün şeklinde verilen tazir cezaları, görevini kötüye kullanarak halka zulmeden devlet memurlarının bunu alışkanlık haline getirmesi durumunda da uygulanmıştır. 24 Aralık 1617 tarihli bir kayıtta, sahte emir ve beratlar yazarak halka zulmeden naip Bekir oğlu Ahmet’in, Çankırı halkı tarafından şikâyet edilmesi üzerine ilk önce görevinden uzaklaştırılarak cezalandırıldığı görülmektedir. Fakat naibin geri dönerek halka zulmetmeye devam etmesi, kendisinin vilayetle ilgisinin kesilerek, Kıbrıs Adasına sürgün edilmesine neden olmuştur[36]. 1790-1792 yıllarına ait 25 numaralı kalebend defterinde halka zulmettikleri için sürgün cezasına çarptırılan kişilerin cezalarının, işlemiş oldukları suçun ağırlığıyla bağlantılı olarak, bir ay ile sekiz ay arasında değiştiği görülmektedir[37].
Osmanlı Devleti’nde zaman zaman çıkartılan fermanlarla da görevini kötüye kullanan, haksız yoldan gelir sağlayan ve bu şekilde reayaya zulm eden devlet görevlileri uyarılmış ve bu şekilde davranmaya devam eden kişilere verilecek cezalar belirtilmiştir. Nisan 1789 tarihli bir fermanda, belirlenmiş iltizam fiyatlarının bir kat daha üzerine koyarak, halka zulmeden; sefer vergilerinden bir kısmını kendilerine ayırarak, orduya eksik gönderen kadı, naib gibi görevlilerin, yaşamları boyunca kalebend olarak cezalandırılmaları; şehir kethüdası ve mübaşirlerin ise diğer devlet görevlilerine ibret olacak şekilde ceza almaları emredilmiştir[38].
Fermandan da anlaşılacağı gibi görevini kötüye kullanan devlet memurlarının bir diğer cezalandırma şekli kalebendliktir. Nitekim 1709-1792 tarihli kalebend defterinde, halka zulmeden devlet görevlilerinin, bir ay ile on bir buçuk ay arasında değişen kalebendlik cezası ile cezalandırıldıkları görülmektedir[39]
Çevresine zulmeden devlet görevlilerinin taziren en ağır cezalandırma şekli, siyaseten katl’dir. Temmuz 1824 tarihli bir fermanda, Antalya Kazası naibi Mehmet’in görevini kötüye kullandığı için önce Kütahya’ya sürgün edildiği, daha sonra hakkındaki soruşturmanın sonuçlanmasının ardından siyaseten katline karar verilip, Çavuş Hasan nezaretinde İstanbul’a getirtilmesinin emredildiği görülmektedir[40].
D. Kalpazanlık
İslâm Hukuku’nda, akçeleri ya da tam altınları tahrif edip, halk arasında yaymaya çalışanların cezası şiddetli tazir ya da uzun süreli hapistir. Ayrıca bakırdan para yapıp, bunları altın ya da gümüş suyuna batırarak; hükümet sikkesi görünümü verip, halkı aldatanlar da şiddetli tazir ve uzun süreli hapis cezası ile cezalandırılırlar[41].
Osmanlı Kanunnâmeleri içinde de kalpazanlık suçuna yer verilmiştir. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman Kanunnâmelerinde yer alan “Ve elinde kallâb esbabı bulunanın muhkem hakkından gelüb rızkın beğlik edeler.”[42] Hükmü kalpazanlık suçu ve bu suça verilecek cezayı belirtmektedir.
Uygulamalarda da kalpazanlık yapan, kalpazanlık yapmaya yarayan aletlerle yakalanan kimselerin tazir cezalarının en ağırları olan, kürek ve katl cezaları ile cezalandırıldıkları dikkat çekmektedir.
Kalpazanlık suçunu işleyen kimselere verilen kürek cezasının süresi, muhtemelen suçun teşebbüs aşamasında kalması ya da unsurlarının tamamının oluşması nedeni ile farklılık göstermiştir. 1720-1728 yılları arasında kalpazanlık suçu nedeni ile kürek cezası verilen beş mahkumdan ikisi, kalp altın ile yakalandıkları için on birer ay ceza almışlardır. Bir mahkuma verilen cezanın süresi belli değildir. Diğer iki mahkum ise müebbet kürek cezası ile cezalandırılmışlardır[43].
12 Ağustos 1567 tarihli bir kayıtta ise, evinde kalp akçe bulunan ve kalpazanlığı sabit olan Balyabadra Yahudilerinden İsak Ammar’ın siyaseten katl olunması emrolunmuştur[44].
E. Rüşvet
Rüşvet, en genel tanımı ile yetkili birine, bir başkası tarafından toplumun usul ve kurallarına aykırı şekilde çıkar vaad ederek veya sağlayarak bir işin yaptırılmasıdır[45].
İslâm Hukuku’na göre, herhangi bir işi yerine getirmek için rüşvet alan bir memur ile rüşvet veren kişilerin cezası tazirdir. Kadı ve görevlilere rüşvet vererek, halk arasında haksızlık yaratmaya çalışan kişilerin de şiddetli tazir ya da uzun süreli hapisle cezalandırılmaları hükm olunmuştur[46].
Osmanlı Devleti ilk kuruluş yıllarında basit bir örgütlenme içinde olduğundan rüşvet olaylarının da yaygın olmadığı düşünülebilir. Bununla beraber Osmanlı kaynakları, Orhan Bey zamanında, askeri teşkilâtın ilk adımı sayılan “yaya” sınıfının kurulması sırasında, Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil Paşa’nın rüşvet aldığından söz etmektedirler[47]. Bu söylentinin doğru olup olmadığını araştırmak imkânsız olmakla birlikte, verilen bilgi rüşvet kavramının Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinden itibaren bilindiğini göstermesi açısından önemlidir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın özellikle son dönemlerinde, rüşvetin devlet organlarının pek çoğuna hâkim olduğu ve devlet yönetiminde yaygınlaştığı görülmektedir[48].
XVII. yüzyılın başlarından itibaren, toplumsal hayattaki sosyal ve iktisadi çöküşe paralel olarak, rüşvet olayları da devletin bütün mekanizmalarına yerleşmiş, devlet hizmetlerine yetenekli olanlar değil, çok para veren kişiler atanmıştır[49]. Özellikle ulema sınıfı arasında rüşvet olaylarına sıkça rastlanmaktadır. Bu durumu, Osmanlı Hukukunun, ulema sınıfını cezalandırma açısından ayrıcalıklar tanıyan yapısı da etkilemiştir. Nitekim Osmanlı Kanunnâmelerinde yer alan hükümlerde ulema sınıfını diğer sınıflardan ayıran bu özelliğe dikkat çekilmektedir. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman Kanunnâmelerinde yer alan, “Ve kudât ve tedris ve tevliyet ve nezaret ve hitabet ve imamet ve sair bunların gibi cihetden ve menasıbdan şunlar ki, berât-ı padişahî ile nesne tasarruf edenleri tazir etmeyeler ve habs edilecek yerde kefil var iken habs etmiyeler. Dergâh-ı Muallaya arz edeler. Meğer ki şen’i-i azîm ola ve firar ihtimali ola, kefil bulunmaya, habs edeler” hükmü ulema sınıfının cezalandırılmasının diğer sınıflardan farklılığını ortaya koymaktadır[50].
Ulema sınıfından kişiler, rüşvet olaylarına karıştıklarında, suçu ilk defa isleniyorsa, genellikle tembih cezası ile cezalandırılmışlar, suçun tekrarlanması halinde azil ve sürgün cezasına çarptırılmışlardır. 19 Eylül 1568’de Bursa’da halktan rüşvet ve zulüm yoluyla mal alan Dâvûd Paşa Medresese müderrislerinden Mercanzâde Abdullah’a ilk olarak tembihte bulunulmuş fakat aynı hareketlere devam etmesi üzerine görevinden azl edilerek Kara Âmid’e sürgün edilmiştir[51].
Benzer cezalandırma şekilleri ulema sınıfının diğer üyeleri için de geçerlidir. Örneğin, 1794 tarihli bir fermanda, rüşvet aldığı ve kötü işlere karıştığı saptanan Erzurum müftüsü Abdurrahman Efendinin sürgün edildiği belirtilmektedir[52].
Bununla beraber özellikle üst düzey ulema arasında tazir cezalarının rahatlıkla uygulanamadığı görülmektedir. XVII. yüzyıl ortaları özellikle kadıaskerlerin rüşvet olaylarında sıkça adlarının geçtiği bir dönemdir. Örneğin, 1650 yılında Anadolu Kadıaskeri olan Hocazade, 1654 yılında Anadolu ve Rumeli Kadıaskerliğnde bulunan Memikzade ve İmamzade halk arasında rüşvetçilikleri ile tanınan görevlilerdir[53]. Fakat haklarında herhangi bir işlem yapılamamıştır.
İslâm Hukuku’nda sözünü ettiğimiz gibi Osmanlı Ceza Hukukunda da sadece rüşvet alan kişiler değil rüşvet verenler de tazirle cezalandırılmıştır. Haziran 1783 tarihli bir kayıtta, Divan-ı Hümayun ketebelerinden Mehmet Kâşif Bey, vefat eden kayınpederi Şair İbrahim’e ait olan zeameti bütünüyle ele geçirmek için, mirasta hiçbir hissesi olmamasına rağmen, Dergâh-ı Mualla kapıcıbaşılarından el-Hacc Sâlih Bey’e hazine odasında bin beş yüz akçe rüşvet verdiğini söylemiştir. Durumu ispatlamak için getirdiği şahit, el-Hacc Sâlih’e hazine odasında, kendi yanında, bin beş yüz akçe verildiği bilgisini desteklemesine rağmen, hazine odasının yerini gösterememiştir. Bu şaibeli durum nedeni ile zeamet davası hükümsüz kalmış, Mehmet Kâşif Bey ise rüşvet verdiğini kabul ettiği için Bursa’ya sürgün edilmiştir[54].
F. Evrakta Sahtekârlık
Kamu görevlilerinin yetkilerini kullanarak, düzenledikleri sahte evraklarla usulsüz işlemler yapmaları, İslâm Hukuku’nda tazirle cezalandırılması gereken suçlar arasında yer almıştır. Örneğin, tahsildarlık yetkilerini kullanarak, düzenlemiş olduğu sahte makbuzlarla, köy halkından kanunsuz vergi toplayan kişilerin, toplamış olduğu paralar kendilerinden geri alınmış ve tazir cezası ile cezalandırılmışlardır[55].
Osmanlı Hukuku uygulamalarında da evrakta sahtekârlık yaparak hak etmeyen kişilere görev tevcih eden, usulsüzlük yapan kişiler tazir cezaları ile cezalandırılmıştır. Aralık 1567 tarihli bir kayıtta, Balat Kazasında bulunan Ahmet Gazi Zaviyesi’nde, vergi tahsildarlığı görevini sahte berat ile ele geçirmeye çalışan Mustafa’nın hapsedilerek, sahte beratı yazan görevlinin araştırılıp derhal buldurulması emredilmiştir[56]. 15 Ağustos 1706 tarihli bir başka belgede ise fermanlara tuğra çekmekle görevli bulunan, ulema sınıfından Mehmet Bey’in sahte ferman düzenleyerek, çıkar sağlamaya çalıştığı tespit edildiğinden Limni Adası’na sürgün edilerek cezalandırılması hükm olunmuştur[57].
Hazırlatılan sahte belge ve evrakların dışında zaman zaman bazı devlet görevlilerinin mühürlerini taklit ettirip çıkar sağlamaya çalışan kişilere de rastlanmaktadır. Şubat 1568 tarihli bir hükümde, Maraş Mahkemesi naibi Şeyhi, kâtip Mehmet ve İsmail adlı görevlilerin, kadı’nın adına sahte mühür kazdırıp, borç senetleri verdikleri şikâyet olunduğundan, durumun araştırılması istenmiş ve suçlarının sabit olması durumunda hapsedilmeleri emredilmiştir[58].
G. Dine ve İbadetlere Aykırı Hareketler
Bir kimsenin İslâm dinini açıkça terk ettiğini beyan etmesi “İrtidat” suçunu oluşturur. İslâm Hukukçularının çoğu, bu suçun had cezası gerektiren bir suç olduğunu ve karşılığının da ölüm cezası olduğunu söylemektedirler[59]. Bununla beraber, cezalandırma konusunda mezhepler arasında da farklılıklar vardır. Hanefiler, erkeklerin savaşçı gruba dâhil olmaları nedeni ile İslâmiyet’e zarar verebileceğini düşündüklerinden, sadece erkeklerin ölümle cezalandırılmasının gerektiği görüşündedirler. Onlara göre kadınlar hapisle cezalandırılabilir. Diğer mezhepler ise kadın-erkek ayrımı yapmaksızın, irtidat suçunun cezasını ölüm olarak belirtmişlerdir[60].
İrtidat suçunun cezasının hadden verilmiş bir ceza mı, yoksa bir tazir cezası mı olduğu konusu çağdaş hukukçular arasında tartışmalı bir konudur. Mısırlı Hukukçu Muhammed Salim Awwa, irtidat suçuna verilen cezanın devlet başkanının takdirine bağlı olduğunu, dolayısıyla zaman ve mekâna göre değişebileceğini belirtmektedir. Awwa, Hz. Peygamber’in “Kim dinini değiştirirse öldürün” hadisinin emir kipiyle söylenmiş olmakla birlikte, devlet başkanlarına verilen bir ruhsatın ifadesi olduğu görüşündedir. Bu görüşünü de İslâmiyetin ilk dönemlerinde irtidat edenlere ölüm cezası verilmemesine ve Hz. Peygamber’in bazı irtidat olaylarında suçluları ölümle cezalandırmamasına dayandırmaktadır[61].
Osmanlı Hukuku uygulamalarında da irtidat suçlarında cezalandırma şekli, Hanefi mezhebinin öngördüğü biçimdedir. İslâm dinini benimsemiş kişilerin, bu dinden ayrıldıklarını sözlü olarak beyân etmeleri durumunda, bir süre fikirlerini değiştirmeleri beklenerek daha sonra şer’i emirlerin gösterdiği şekilde cezalandırıldıkları görülmektedir. Nitekim Karaferye’de yaşayan Kâhyaoğlu adlı kişi, bir süre önce İslâm dinini benimsemiş olmasına rağmen, irtidat ederek İstanbul’a gitmiştir. Burada belli bir zaman geçirdikten sonra yeniden Karaferye’ye dönmüştür. 13 Eylül 1746 tarihinde yazılan buyrultu ile durumun teftiş edilerek, “şer-i şerif cezâ-ı sezâsı”’nın düzenlenmesi için Kâhyaoğlu’nun Selanik divanının huzuruna getirilmesi istenmiştir[62].
İslâmiyeti sonradan kabul etmiş ve Muhammet adını almış olan bir kişi, hırsızlık suçu işlediği için tutuklu bulunduğu hapishanede irtidat etmiş, kendisine defalarca İslâmiyet’e dönmesi için uyarılarda bulunulmuş olmasına rağmen kabul etmediği için Nisan 1765 tarihinde şer’an katl cezasına çarptırılmıştır[63].
Osmanlı Hukuku’nda dini konularda cezalandırma sadece irtidat suçları için değildir. Bazı zorunlu kabul edilen ibadetlerin yapılmaması durumunda da bu ibadeti yerine getirmeyen kişilerin taziren cezalandırıldıkları görülmektedir. Osmanlı Kanunnâmelerinde de bu tür hükümlere yer verilmiştir. Yavuz Sultan Selim Kanunnâmesinde kasıtlı olarak namazını terk eden, “bey-namaz” olan kişilerin mahalle mahalle, köy köy teftiş edilerek tazirle cezalandırılmaları, iki sopa başına bir akçe cürm alınması emrolunmuştur. Bu hüküm sonunda, “Arza muhtaçdır, emr olunmayınca etmeyeler” haşiyesi yer almaktadır. Aynı Kanunnâme maddesinde, Cuma namazının vacib olduğu, bu namazı terk edenin de tazirle cezalandırılıp, iki sopa başına bir akçe cürm alınacağı belirtilmiştir. Hükmün bu kısmında ise “Emr-i şer muteberdir kanunu yoktur” haşiyesi bulunmaktadır[64]. Hükümlerin sonlarında yer alan haşiyelerden hangi kısmın İslâm Hukukunca emr edilen tazir cezalarından olduğu açıkça görülmektedir. Uygulamalarda Cuma namazına gitmeyen Ali oğlu Hasan’ın “Cum’a’ya varın” şeklinde taziren tembih cezası ile cezalandırıldığı görülmektedir[65]. Burada verilen cezanın en hafif tazir cezalarından olması, olayın alışkanlık haline gelmemiş olduğunun en önemli göstergesidir.
Kanunnâmelerde namaz kılmayan kişilere verilmesi uygun görülen sopa ya da para cezalarının dışında, uygulamalarda hapis cezalarına da rastlanmaktadır. Denizli’de Sarıbaba Zaviyesi’nde bulunan müritlerin, saz ve söz ile Allah’a karşı gelip, hak yolundan çıktıkları, namaz kılmadıkları bildirildiğinden, 26 Ekim 1567 tarihli bir hüküm ile durumun kadılar tarafından teftiş olunması istenmiştir. Zaviyede bulunan müridlere neden namaz kılmadıkları sorulduğunda, “Bu veliye hıdmet itdüğümüz kifayet ider.” yanıtı alınmıştır. Verilen hükümde, kadı aracılığı ile gerçekleştirilen teftişte isnad edilen suçlamaların sabit olması durumunda, suçluların hapis cezası ile cezalandırılmaları istenmiştir[66].
Osmanlı Hukuku’nda şeriata muhalif söz söylemenin cezasının da tazir olduğu anlaşılmaktadır. Eylül 1519 tarihli bir kayıtta, Mahmut oğlu Hamza’ya şeriata muhalif söz söyleyen Abdullah oğlu Kasım tazir cezası ile cezalandırılmıştır. Bu cezanın, para cezası şeklinde olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Üsküdar mütesellimi Gevherdaş oğlu Osman tarafından cezanın tahsil edildiği sicile kayıt düşülmüştür[67].
H. Ticari Hayatla İlgili Suçlar
İslâm Hukuku’nda alışverişe fesad karıştıran kişilerin taziren cezalandırılmaları uygun görülmüştür. Bu cezalandırmanın derecesi, işlenen suçun halka ve memlekete verdiği zarara bakılarak “siyaseten katl”’e kadar ulaşabilmiştir[68].
Osmanlı Devleti’nde alışveriş hayatını düzenlemek için esnaflık yapan kişileri doğrudan ilgilendiren ihtisâb kanunnâmeleri hazırlanmıştır. II. Bayezid dönemi, en önemli ihtisâb kanunlarının çıkartıldığı dönemdir. 1501 yılında hazırlanmış olan Bursa, Edirne ve İstanbul İhtisâb Kanunnâmeleri bunların başında gelir[69].
İhtisâb Kanunnâmeleri, ait oldukları şehrin ihtiyaçları göz önünde bulundurularak düzenlenmiş, üretilen ve satılan malların tabi olacakları esasları belirleyen kanunnâmelerdir. Bu kanunnâme hükümleri, esnafı her konuda belirli kuralları uymaya zorlarken, bu kurallara uymayan kişilerin de cezalandırılacaklarını belirtmektedir. Örneğin, İstanbul’a ait ihtisâb Kanunnâmesinde kasapların koyun eti ile keçi etini ayrı satmaları istenmiş, iki eti birbirine karıştırıp satanların tazirle cezalandırılacakları, fakat kendilerinden cerime alınmayacağı belirtilmiştir. Tespit edilen narhtan eksik satılması durumunda dirhemine bir akçe, farklı terazilerle eksik satılan etten ise iki dirhemine bir akçe cerime alınacağına işaret edilmiştir[70]. Kasaplara getirilen hayvanın derisini yüzen kişiler, bu işlem sırasında derilerde delik açıp vb. zarar verirlerse, verdikleri zarara göre cerime alınması istenmiştir[71]. Yemek pişirip satan aşçı, büryancı, börekçi gibi meslek erbabının, yemek pişirirken temizliğe dikkat etmeleri; kazanlarını, kepçelerini düzenli kalaylatmaları istenmiş; bu koşullara dikkat etmeyen kişilerin kadı kararı ile dövülerek cezalandırılacakları fakat cerime alınmayacağı belirtilmiştir[72].
Bu sıralanan cezaların dışında kanunnâmede diğer esnaf içinde bir takım şartlar bulunmaktadır. Örneğin, ayakkabıcıların yaptıkları çizme, pabuç ve paşmakların satın alınan akçe başına iki gün dayanması gerektiği, bu süre dolmadan sökülürse, dikicinin; deri delinirse debbağın suçlu bulunup kıymeti kadar cerime alınacağı kaydedilmiştir[73]. Hamamcıların hamamlarda temizlik kurallarına uymaları, tellâkların dürüst ve çevik olması, kazancıların eski bakırı işlememeleri, at hamallarının hayvanlara fazla yük vurmaması, muhtesibin bütün bu nizamlara uyulup uyulmadığını kontrol ederek, uymayanların yeri geldiğinde kadı marifetiyle cezalandırılması istenmiştir[74].
Kanunnâmelerde görevlilerini gereği gibi yerine getirmedikleri takdirde, en ağır cezalarla cezalandırılmaları istenen meslek grubu fırıncılardır. Nitekim ekmeğin içinde kara bulunması, çiğ olması ya da eksik gramajlı ekmek çıkartılması durumlarında, bu aksaklığa neden olanlara tahta külâh vurulup, kendilerinden cerime alınarak cezalandırılacaklarına işaret edilmiştir. Ayrıca her fırıncının elinde en az iki aylık un bulundurması istenmiş, buna muhalefet edenlerin siyaset olunacaklarına dikkat çekilmiştir[75]. Elinde eksik un bulunduran fırıncılara böyle ağır bir tazir cezasının uygun görülmesinin en önemli nedeni, halkın beslenmesinde ekmeğin çok önemli bir yer tutmasıdır. Ülkede ekmek kıtlığına yol açmamak amacı ile fırıncılara gözdağı vermek için böyle bir önlem alınmış olabilir. Bizce buradaki amaç cezalandırmaktan çok, şiddetli ceza uygulanacağını söyleyerek önceden önlen alınmasını sağlamaktır.
İhtisap Kanunnâmelerinde yer alan, “Ve Ramazan ayında oruç dutmayanın gereği gibi hakkından gelüb teşhir edeler.”[76], “Ve namaz kılmayana, namaz kıl diye. Namaz kılmayanı mahalle imâmından teftiş edüb hakkından gele.”[77] Hükümleri ibadetlerini yerine getirmeyen kişilere verilecek tazir cezalarını ifade etmektedir.
Osmanlı Hukuku’nda yer alan ihtisab kanunlarına ek olarak, esnaf birliklerinin çalışmalarını daha iyi şartlarda sürdürebilmelerini sağlamak üzere hazırlanan ve esnafın uymakla yükümlü bulunduğu nizamnâmeler de vardır[78]. Nizamnâmelerde yer alan hükümlere uymamak tazir cezası gerektiren bin suç olarak görülmüştür. 19 Mayıs 1766 tarihli bir kayıtta, İstanbul Parmakkapı’da manavlık yapan İsmail, nizamnâme kurallarına ve belirlenen narha uymadığı için tembih ve hapis cezası ile cezalandırılmıştır. Cezası tamamlandıktan sonra yine aynı suçu işlediğinden bu kez Boğazkesen Kalesi’ne hapsedilmiş, fakat komşu esnaftan kendisine kefil olacak kişilerin bulunması üzerine serbest bırakılmıştır[79].
Esnafın uymakla yükümlü olduğu genel nizamnâmelerin dışında, zaman zaman aynı mahallede bulunan dükkan sahiplerinin bir araya gelerek uyulması zorunlu, ortak kararlar aldıkları da görülmektedir. İstanbul’un Mamûre mahallesinde bulunan dükkan sahipleri, Ocak 1583’de almış oldukları bir kararla, pazara gelen mallardan her kişinin kendi hissesini alarak birbirlerine muhalefet etmemeleri konusunda anlaşmışlar, bu anlaşmaya uymayanların tazir cezası ile cezalandırılıp, kendilerinden cerime alınması konusunda ittifak etmişlerdir[80].
İhtisap Kanunlarında yer alan hükümlere uygun hareket etmemek de, tazirle cezalandırmanın en sık karşılaşılan gerekçelerindendir. Tezgahında bozulmuş böbrek ve paça satan sakatatçı Abdullah oğlu Mahmut, bir ihbar üzerine mahkemeye davet edilmiş, fakat mahkemeye gelmediği için kuvvetli bir tazir cezası ile cezalandırılmıştır[81].
İhtisap Kanunnâmelerinde yer alan fırıncılarla ilgili sert cezalar zaman zaman çıkartılan ferman ve buyrultularla da desteklenmiştir. 24 Temmuz 1592 tarihinde, Galata kadısına yazılan bir buyrultuda ekmek için belirlenen narhtan eksik ekmek yapan fırıncıların, fırınlarının önünde asılarak cezalandırılmaları emredilmiş ve bu konuda bütün fırıncılara tembihte bulunulması istenmiştir[82].
Fırın denetimi sırasında, fırıncılara verilen cezaların başında dayak cezaları gelir. Sadrazamlar fırın denetimi yaparken ekmeği kırıp, tartarak kontrol ederlerdi. Ekmekte bir hile varsı fırıncılara kendi fırınlarında taziren dayak cezası verilirdi[83].
Suç işleyen esnafa uygulanan bir diğer taziren cezalandırma şekli kürek çezalarıdır. Eksik dirhem kullanın, eksik gramajlı ekmek çıkartan, altın narhına uymayan esnaftan bazı kişiler kürek cezası ile cezalandırılmıştır. Bunların içinde altın narhına uymayan Panayot oğlu Andon isimli Gayrimüslimin, müebbet kürekle cezalandırıldığı görülmektedir. Eksik gramajlı ekmek satan fırıncılara ise yirmi beş gün ile otuz altı gün arasında kürek cezası verilmiştir. Eksik dirhem kullanma ise yirmi dört gün kürekle cezalandırılmıştır[84].
Esnafa verilen tazir cezaları arasında en sık rastlanan ceza uyarmadır. 1618 yılında İstanbul’da Büyükkaraman yakınlarında bulunan bir çarşıdaki ayakkabıcılardan bir grup, Sultan Ahmet Camii yakınlarında bulunan yeni bir çarşının ayakkabıcıları ile birlikte mahkemeye, müracaat ederler. Yeni çarşının esnafı “saraylı” dedikleri ayakkabı türünün yalnızca kendi çarşılarında satıldığını, ellerindeki padişah fermanına dayanarak ileri sürerler. Eski çarşının esnafı ise kendi çarşılarının daha eski olması nedeni ile her türlü ayakkabıyı satma hakları bulunduğunu belirtirler. Mahkeme sonunda her iki taraf uzlaşır. Fakat iki çarşının esnafından bir grup, kimi esnafın niteliksiz ayakkabı ürettiğini ileri sürerek, esnafın bu konuda uyarılmasını isterler. Mahkeme nitelikli ayakkabı üretimi konusunda esnafın uyarılmasına karar verir[85].
Örneklerden de görüldüğü gibi, esnaflık suçları en ağır tazir cezasından en hafifine kadar her türlü ceza şekli ile cezalandırılmıştır. Burada önemli olan işlenen suçun topluma verdiği zarar ve suçun tekerrür edip etmediği hususlarıdır.
[1] Bilmen, a.g.e., C. 3, s. 322.
[2] Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, C. 3, s. 91.
[3] Akman, şeriyye sicillerinde örneklerine rastlanan “kahpe”, “fahişe” gibi sıfatlar kullanılarak edilen küfürlerin aslında zina iftirası suçu oluşturduğunu, fakat kadıların bu tür suçlarda had yerine tazir cezasına hükmettiklerini belirtmektedir. Akman’a göre burada kullanılan “tazir” sözcüğü teknik anlamda kullanılmamaktadır. Bkz.: Mehmet Akman, Osmanlı Devleti’nde Ceza Yargılaması, İstanbul, 2004, s. 30.
Yaptığımız çalışmalar bu tür küfür olaylarında kadı’nın cezaya hükmederken, küfredilen kişinin çevresinde nasıl tanındığını araştırdığını ortaya koymaktadır. Kadın, iffetli ve namuslu ise suçluya had cezası verilmiştir, tam tersi ise suçu işleyen kişi tazir ile cezalandırılmıştır. Dolayası ile burada kullanılan “tazir” sözcüğü cezalandırma anlamında, teknik olarak da kullanılmış olabilir. Bazı durumlarda ise küfreden kişinin nasıl bir insan olduğu mahallesinden sorulmuştur. Eylül 1592 tarihli bir kayıtta, Ahmet kızı Hatice’ye “fahişe ve kahpe” diyerek küfreden Mustafa oğlu Derviş’in mahallesinden araştırılması üzerine mahalleli, kendisinin hiçbir kötülüğünü görmediklerini belirtmiştir. Kayıtta Derviş’e verilen ceza belirtmemiştir. İstanbul Kadı Sicilleri, Üsküdar Mahkemesi 84 Numaralı Sicil (H. 999-1000/M. 1590-1591). s. 84. (Belge No: 788).
[4] İstanbul Kadı Sicilleri, Üsküdar Mahkemesi 1 Numaralı Sicil (H. 919-927/M.1513-1521), s.130. (Belge No: 71).
[5] Y.a.g.ş.s., s. 132 (Belge No:70).
[6] Y.a.g.ş.s., s.188 (Belge No:233).
[7] Y.a.g.ş.s., s. 210 (Belge No:297).
[8] Y.a.g.ş.s., s. 342 (Belge No:608).
[9] Y.a.g.ş.s., s. 384 (Belge No:701).
[10] İstanbul Kadı Sicilleri, Üsküdar Mahkemesi 2 Numaralı Sicil (H. 924-927/M.1518-1521), s.143. (Belge No: 215).
[11] Y.a.g.ş.s., s. 154 (Belge No:252).
[12] Y.a.g.ş.s., s. 210 (Belge No:412).
[13] Y.a.g.ş.s., s. 250 (Belge No:486).
[14] İstanbul Kadı Sicilleri, Üsküdar Mahkemesi 5 Numaralı Sicil (H. 930-936/M.1524-1530), s.77.(Belge No: 80).
[15] 420 Numaralı Üsküdar Şeriyye Sicili, Belge No: 413.
[16] 13 Numaralı Ankara Şeriyye Sicili, vr. 9 (Belge No: 61); Çınar, a.g.e., s. 100’den naklen.
[17] İstanbul Kadı Sicilleri, Üsküdar Mahkemesi 9 Numaralı Sicil (H. 940-942/M.1534-1536), s.209. (Belge No: 453-455).
[18] 420 Numaralı Üsküdar Şeriyye Sicili, Belge No: 232.
[19] Bilmen, a.g.e., C. 3, s. 314.
[20] Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, C. 3. s. 93(md. 38).
[21] Y.a.g.e., C. 6, s. 230 (md. 49).
[22] Y.a.g.e., C. 7, s. 157 (md. 40).
[23] 7 Numaralı Mühime Defteri (975-976/1567-1569), C. 1, s.80-81 (Belge No:155).
[24] B.O.A., Cevdet’Adliye, 1008.
[25] 135 Numaralı Adana Şeriyye Sicili, Belge No: 1193; Mahmut Karatepe, 135 nolu Adana Şeriyye Sicili Defteri Transknipsiyonu ve Kataloğu (H. 1266-1269/M.1859-1860) (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Malatya, 2000, s. 232’den naklen.
[26] Y.a.g.ş.s., Belge no: 89; Karatepe, a.g.e., s. 128-129.
[27] B.O.A., Cevdet/Zabtiye, 1933.
[28] 7 Numaralı Davutpaşa Mahkemesi Şeriyye Sicili, Belge no: 293; Semih Akşehir, Davutpaşa Mahkemesi 37 Nolu Şeriyye Sicili Transkribi (H. 25 Zilkade 1215/13 Rebiülevvel 1216) (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Malatya, 1997, s. 215-216’dan naklen.
[29] Bilmen, a.g.e., C. 3, s. 314.
[30] Ömer Lütfi Barkan, XV ve XVI ıncı Asırda Osmanlı imparatorluğundan Zirai Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları, Kanunlar, C. 1, İstanbul, 1943, s. 396.
[31] 7 Numaralı Mühime Defteri (975/976/1567-1569), C. 2, s. 5.
[32] 108 Numaralı Gaziantep Şeriyye Sicili, (Belge No: 208): Fuat Yıldırım, 108 numaralı Gaziantep Şeriyye Sicili, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Elazığ, 1995, s.360-361’den naklen.
[33] B.O.A., Cevdet/Dahiliye, 203.
[34] Müsadere yolu ile cezalandırılma ulema sınıfı için uygulanamamıştır. Bu sınıf içinde yer alan ve görevlerinde eksiklik görülen kimseler genellikle azil ve sürgünle cezalandırılmıştır. Örneğin, görevlerinden azl edilen Şeyhülislâmlardan Kara Çelebizade Abdülaziz Efendi, Esiri Mehmet Efendi, İmâm-ı Sultâni Mehmed Efendi, Halil Efendizade Mehmed Said Efendi azillerinden sonra Bursa’ya; Bolevi Mustafa Efendi ise Mısır’a sürgün edilmiştir. İlmiye Salnamesi, İstanbul, 1334, s.461, 478, 496, 525, 475.
[35] B.O.A., Cevdet/Dalihiye, 7623.
[36] 82 Numaralı Mühime Defteri (1026-1027/1617-1618), s.116-117, (Belge No:173).
[37] Aksın-Baytimur, a.g.m., s. 807.
[38] 6 Numaralı Adana Şeriyye Sicili, (Belge no:22); Feyzi Kaplan, 6 Nolu Adana Şeriyye Sicili (H. 1203/M.1788- H.1204- M. 1789). (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Malatya, 1996, s. 32-35.
[39] Aksın-Baytimur, a.g.m., s. 807.
[40] 13 Numaralı Kütahya Şeriyye Sicili, vr. 7a.
[41] Bilmen, a.g.e., C. 3, s. 316.
[42] Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, C. 3. s. 93 (md.39); C. 4, s. 303 (md.52).
[43] Erim, a.g.m., s. 184-188.
[44] 7 Numaralı Mühime Defteri (975-976/1567-1569), C. 1, s. 24 (Belge No:57).
[45] Ahmet Mumcu, Tarih İçindeki Genel Gelişimiyle Birlikte Osmanlı Devletinde Rüşvet (Özellikle Adli Rüşvet), İstanbul, 1985, s. 1.
[46] Bilmen, a.g.e., C. 3. S. 314.
[47] Mehmet Neşri, Kitâb-ı Cihannümâ-Neşri Tarihi (Hazırlayanlar: Faik Reşit Unat, Mehmet A. Köymen), C. 1, Ankara, 1995, s. 155; Mumcu, Rüşvet, s. 83.
[48] Mumcu, Rüşvet, s. 85.
[49] Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. III/1, s.228-229.
[50] Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, C. 3, s. 106 (md. 120); C. 4, s.318 (md. 186, 187).
[51] 7 Numaralı Mühime Defteri (975-976/1567-1569) C. 3, s. 33 (Belge No: 2040).
[52] B.O.A., Hatt-ı Hûmayun Tasnifi, 12410.
[53] Mumcu, Rüşvet, s.144.
[54] B 220/ 449 Numaralı Bursa Şeriyye Sicili, vr. 8 a.
[55] Bilmen, a.g.e., C. 3, s. 314.
[56] 7 Numaralı Mühime Defteri (975-976/1567-1569), C. I, s. 277 (Belge No: 573).
[57] B.O.A., Cevdet/Zabtiye, 202.
[58] 7 Numaralı Mühime Defteri (975-976/1567-1569), C. I, s. 519 (Belge No: 1088).
[59] Bilmen, a.g.e., C. 3, s. 317.
[60] Amir, a.g.e., s. 30.
[61] Awwa, a.g.e., s. 160-165; Aydın, Türk Hukuk Tarihi, s. 208.
[62] Vehbi Günay, H. 1159 (M. 1746) Tarihli Karaferye Kazası Şeriyye Sicili: Transkripsiyon ve Değerlendirme, İzmir, 1993, s. 318.
[63] 54 Numaralı Kasımpaşa Şeriyye Sicili, vr. 158 b: Tekin, a.g.e., s. 108’den naklen.
[64] Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, C. 3, s. 93, (md. 41). Benzer bir madde, Kanuni Sultan Süleyman Kanunnâmesinde de yer almaktadır. Bkz. Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, C. 4, s. 303 (md. 54).
[65] İstanbul Kadı Sicilleri. Üsküdar Mahkemesi 9 Numaralı Sicil (H. 940-942/M.1534-1536), s. 375 (Belge No:934).
[66] 7 Numaralı Mühime Defteri (975-976/1567-1569), C. 1, s. 1599 (Belge No: 312).
[67] İstanbul Kadı Sicilleri. Üsküdar Mahkemesi 1 Numaralı Sicil (H. 919-927/M.1513-1521), s. 407 (Belge No:752).
[68] Bilmen, a.g.e., C. 3, s. 317.
[69] Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, C. 3, s. 286.
[70] Y.a.g.e., C. 2, s. 287 (md. 1).
[71] Y.a.g.e., C. 2, s. 288 (md. 2).
[72] Y.a.g.e., C. 2, s. 289 (md. 7).
[73] Y.a.g.e., C. 2, s. 290 (md. 11).
[74] Y.a.g.e., C. 2, s. 294-295 (md. 46, 48, 58); Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlılarda Narh Müessesesi ve 1640 Tarihli Harh Defteri, İstanbul, 1983, s. 23-25.
[75] Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, C. 2, s. 292, (md. 21).
[76] Y.a.g.e., C. 2, s. 295 (md. 65).
[77] Y.a.g.e., C. 2, s. 296 (md. 67).
[78] Mehmet Demirtaş, Osmanlı Esnafında Suç ve Ceza, Ankara, 2010, s. 63.
[79] 25 Numaralı İstanbul Kadılığı Şeriyye Sicili, s. 44; Tekin, a.g.e., s. 36-37,’den naklen.
[80] İstanbul Kadı Sicilleri. Üsküdar Mahkemesi 56 Numaralı Sicil (H.990-991/M.1582-1583), s. 62-63 (Belge No: 42).
[81] İstanbul Kadı Sicilleri. Üsküdar Mahkemesi 1 Numaralı Sicil (H.919-927/M.1513-1521), s.422 (Belge No: 791).
[82] Ali Mesut Birinci, Galata Şer’iyye Mahkemesi Sicillerindeki Ferman, Berat ve Buyrulduların Değerlendirilmesi, İstanbul, 1996, s. 24.
[83] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı, Ankara, 1988, s. 141-144.
[84] Erim, a.g.m., s. 184-188.
[85] Mahkeme Kayıtları Işığında 17. yüzyıl İstanbul’unda Sosyo-Ekonomik Yaşam, (Editör: Timur Kuran) C. 1, İstanbul, 2010, s. 167-168 (Belge No: 63).