Hz. Peygamber Devri
İslâm’dan önce Arabistan’da bir devlet yoktu ve belirli
kabilelere mensup olan Araplar, bu kabilelerin sosyal
yapısına uygun olarak yaşamlarını sürdürürlerdi.
Topraklarını korumaya ihtiyaç duyduklarında eli silah
tutan erkekler, kabile liderlerinin öncülüğünde bir askeri
birlik oluşturup savaşırlardı. Savaştan sonra ise tüm bu
erkekler gündelik yaşamlarına devam ederdi. Söz konusu
eski Arap gelenekleri bir süre Hz. Peygamber devrinde de
devam etti. Bağımsız bir devlet ve bu devlete ait
toprakların olmamasının yanında İslâm’da henüz savaşa
izin verilmemesi bu durumun temel nedenleridir. Ancak
Medine döneminde güvenlik ihtiyacı ortaya çıkmaya
başladı. Silâh kullanabilen her yetişkin Müslüman erkek,
yurt savunması için askerlik yapmakla mükellefti. Hz.
Peygamber, bir sefer düzenlediğinde veya düşman saldırısı
söz konusu olduğunda devlet başkanı sıfatıyla gönüllüleri
çağırırdı. Medine’deki gönüllüler hemen Hz. Peygamber’e
başvurur ve savaşa katılmak istediklerini bildirirlerdi.
Medine dışından gelecek asker varsa, bunları kabile
başkanları toplardı. Savunma savaşlarına herkes katılsa da
savaş Medine dışında olacaksa bazı Müslümanlar
Medine’de bırakılırdı. Böylece ekonomik hayatta bir
sıkıntı oluşması önlenirdi. Orduya katılanları bilmek için
bir sicil defteri açılır ve gönüllülerin isimleri buraya
yazılırdı. Buradan da anlaşılacağı üzere, askeri sistem
gönüllük esası üzerine kuruluydu.
Hulefâ-İ Râşidîn Devri
Hz. Peygamber’in vefatından sonra iki yıl boyunca halife
unvanıyla devlet başkanlığı yapan Hz. Ebubekir
döneminde, askeri yapılanmada herhangi bir değişim
olmadı. Hz. Ömer devrinde ise fetihler arttıkça İslâm
orduları, yeni topraklar elde etti. Genişleyen devlet
sınırları, daimi bir orduya ve bunun için gerekli
müesseselere ihtiyaç duymaya başladı. Fethedilen
topraklardan elde edilen cizye ve haraç vergileri hazine
gelirlerinin artmasına, devletin zenginleşmesine sebep
oldu. Halk, özellikle savaşlara katılan Müslümanlar ele
geçirdikleri ganimetlerle eskisinden çok daha müreffeh bir
hayat yaşamaya başladılar. Bu zenginlik insanlarda mal
kazanma hırsını artırdı. Ayrıca pek çok kişi, fethedilen
topraklara yerleşmeye ve tarımla uğraşmaya başladı.
Tüm bu gelişmeler cihad ruhunu canlı tutmaya engel olma
riski taşımaktaydı. Maaşlı-dâimî askerlik uygulaması,
insanların askerliği bırakıp tarım ve ticaretle
uğraşmalarının önüne geçerek bu riski ortadan kaldırmaya
hizmet ediyordu. Nitekim Hz. Ömer, ilk askerî divanı
kurarak askerliği devamlı hâle getirdi. Bu sisteme dâhil
olan askerlerin isimleri divan defterlerine yazıldı. Bu
askerlere ve ailelerine devlet hazinesinden (beytü’l-mâl)
maaş bağlandı. Askerler için daimî ordugâh-şehirler
(askerî garnizonlar) inşa ettirdi. Emsâr adı verilen bu
şehirler merkeze uzak, sınırlara ve harp sahalarına yakın
yerlerde kuruldu. Askerler aileleriyle birlikte bu korunaklı
şehirlere yerleştirildi ve hem kendilerinin hem eş ve
çocuklarının güvenlikleri sağlandı. Diğer iki halife
döneminde de gönüllük esası olup askeri sistemde yeni bir
yapılanma söz konusu olmadı.
Emeviler Devri
Emeviler, Hz. Ömer devrindeki askerî sistemde bir
değişiklik yapmadı. Ordu, II. Mervan’a kadar hamîs adı
verilen beş bölüm halinde düzenledi:
1) ortada başkumandanın emrinde savaşan merkez
birlikleri (kalbü’l-ceyş),
2) sağ kanat (meymene),
3) sol kanat (meysere),
4) süvarilerden oluşan öncü birlikler (talîa veya
mukaddeme),
5) artçı birlikler (sâkatü’l-ceyş).
II. Mervan’dan sonra ise kurdûs denilen taburlar ortaya
çıktı ve Bizans askerî yapısı taklit edildi. Emevi ordusu,
piyade ve süvarilerden oluşuyordu. İlk dönemlerde Emevi
ordusunda sadece Arap asıllı askerler bulunurken daha
sonra mevâlî (Arap olmayan Müslümanlar) de askere
alındı. Ordunun yönetimi Divânu’l-cünd tarafından
yürütülürdü. Emevi ordusunun temelini mürtezika denilen
nizami ve daimi statüdeki muvazzaf ücretli askerler
oluşturuyordu. Bunlar yaptıkları askerî hizmet karşılığında
devlet bütçesinden maaş alırlardı. Diğer ihtiyaçları da
devlet tarafından karşılanırdı.
Abbasiler Devri
Abbasiler, Emevi askerî geleneklerini sürdürdü. Ordunun
idari, mali ve kazai işlerini yine divanü’l ceyş adı verilen
askeri divan yürüttü. Ordunun temelini müretezika ve
mütetavvia (gönüllüler) oluşturuyordu. Abbasi ordusunda
beş temel grup bulunuyordu:
1) haresü’l-halife isimli halifenin muhafızları,
2) vezir, vali gibi devlet adamlarının emrinde görev
yapan birlikler,
3) vilayetlerdeki askeri birlikler,
4) Avasım ve Suğur adı verilen askeri bölgelerde sınır
garnizonlarında görev yapan birlikler,
5) Yardımcı kuvvetler.
Orduda görev yapan muharip sınıflar ise şöyleydi:
• Müşat veya Reccale: Kılıç, kalkan ve mızrakla
donatılmış yaya birlikler
• Fürsan: Miğferli ve zırhlı olan atlı birlikler, mızrak
ve savaş baltaları taşıyordu.
• Rumat: Özel olarak yetiştirilen okçu birlikler.
• Neffatün: Petrole bulaştırılmış paçavraları (neft)
düşman üzerine atan askeri birlikler.
• İstihkâm: Kaleleri kuşatmada kullanılan silahları
imal ve tamir etme, tünel açma, duvar yapma gibi
birçok görevi üstlenen askeri birliklerdir.
Türk askerlerinin hilâfet ordusu saflarına katılmasından
sonra beşli düzende değişiklikler yaşandı. Abbasiler,
Türklerin onlu askerî sistemini uygulamaya başladılar.
Buna göre arîf 10 askere, halîfe 50 askere, nakîb 100
askere, kâid 1.000 askere, emîr 10.000 askere komuta ediyordu.
Yüz neferin oluşturduğu askerî birlik bölüğü,
çok sayıda bölükler de taburu (kurdûs) meydana getirirdi.
Bu dönemin önemli bir değişikliği de Arap asıllı olmayan
komutanların iş başına getirilmesi oldu.
Türk-İslâm Devletlerinde Askerî Kurumlar
Emeviler devrinde, tek bir İslâm devleti bulunurken
Abbasiler zamanında birden fazla İslâm devleti
kurulmuştur. Bu bağlamda Müslüman Türk devletleri
askeri kurumlarına örnek teşkil eden devletler üç başlık
altında incelenmektedir.
Karahanlılar:
Karahanlı ordusu saray muhafızları, hassa
ordusu, melik ve diğer hanedan mensupları ile valilerin
emrindeki askerler ve devlete tâbi Türk boylarına mensup
kuvvetlerden meydana geliyordu. Ordunun başında subaşı
adı verilen bir komutan bulunuyordu. Askerler genellikle
şehirlerin dışında çadırların kurulmasıyla oluşturulan
ordugâh-şehirlere yerleştirilirdi. Harp sırasında devlete
bağlı boylara haber gönderilerek askerî yardımları
istenirdi. Sağ-sol, öncü-artçı birliklerle hareket hâlindeki
ordunun güvenliği sağlanırdı. Savaş sırasında Turan
taktiğini uygularlardı. Onlu sisteme göre kurulan askerî
birliklerin başında subaylar bulunurdu. Ok, yay, kılıç,
süngü, balta, hançer, topuz, tulga, zırh, kalkan belli başlı
silâhlar arasındaydı. İyi ata binme ve isabetle ok kullanma
askere güç ve üstünlük sağlıyordu.
Selçuklular:
Melikşah ve Nizamülmülk, Selçuklu Devleti
teşkilâtını sağlam esaslara oturtmaya çalışırken, bir
taraftan da güçlü ve disiplinli bir ordunun kuruluşu için
gayret gösteriyorlardı. Anadolu Selçuklu Devleti ordusu,
Büyük Selçuklu Devleti ordusu esas alınarak kurulmuştu.
Her iki Selçuklu ordusunda da Gulaman-ı Saray (saray
köleleri) ve Hassa Ordusu (sipahi) bulunuyordu. Küçük
yaşta köle olarak satın alınan çocuklar, saraydaki
Gulamhane adı verilen okullarda aldıkları eğitimin
ardından kabiliyetlerine göre çeşitli devlet
memuriyetlerine getirilirlerdi. Öyle ki çok zeki ve
becerikli olanlar, vali ve komutan dahi olurlardı. Ordunun
diğer sınıflarından farklı olarak Gulaman-ı Saray ikta
sahibi değildi. Ancak Hassa Ordusu ikta sahibiydi ve bu
nedenle kendilerine maaş verilmiyordu. Kendilerine
verilen iktalarda yaşarlar ve çiftçilerden aldıkları
vergilerle geçinirlerdi. Melikler, valiler ve devlet ileri
gelenlerine bağlı askerler, Türkmen kuvvetleri, tâbi
hükümetlerin gönderdikleri askerler Selçuklu ordusunun
diğer askerî unsurlarını oluşturuyordu. Selçuklu devleti
serleşkerlik denilen askerî bölgelere ayrılmıştı.
Serleşkerlerin arasından ehliyet ve liyakat sahibi olanlar
emirü’l-ümera, yani beylerbeyi olurlardı.
Osmanlılar:
Osmanlı Beyliği’nin kuruluş yıllarında
düzenli bir askerî teşkilâtı yoktu. Aşiret beyleri,
gerektiğinde Osman Bey’in hizmetine giriyor ve kendi
kuvvetleri ile savaşa katılıyorlardı. Savaş sonunda
ganimetten pay alıyorlar, fethettikleri topraklara yerleşme
hakkı kazanıyorlardı.
Kapıkulu Askerleri: İlk düzenli askerî birlikler, İznik’in
fethinden önce Bursa Kadısı Çandarlı Kara Halil’in
teklifleri doğrultusunda oluşturuldu. Yaya ve Müsellem
denilen bu askerlerden meydana gelen birliklere Türk
gençleri alınmıştı. Müsellemler atlı askerlerdi. Genişleyen
sınırlarla birlikte zamanla ortaya çıkan asker ihtiyacı için
savaşlarda esir alınan ve askerliğe uygun Hıristiyan
çocuklarının kısa bir süre Türk terbiyesi ile yetiştirilerek
yeni bir askerî sınıf kurulması kararlaştırıldı. Beşte bir
olarak alınan bu çocuklara Pençik Oğlanı adı verildi. Daha
sonraları bu usul yerine, devşirme usulü getirildi. Bu yeni
sistemle yetiştirilen askerlere de Yeniçeri denildi. Bunlar
hassa (muhafız) birlikleri olduklarından kendilerine
Kapıkulu askerleri denildi.
Eyalet Askerleri: Osmanlı ordusunun en eski ve en önemli
askeri teşkilâtı Tımarlı sipahilerdir. Tımarlı sipahilerin
temeli tımar sistemine ve toprak idaresine dayanırdı.
Kendilerine devletçe maaş ödenmez buna karşılık dirlik
verilirdi. Dirlik sahipleri, dirliklerinin bulunduğu sancak,
kaza ve köylerde reayadan aldıkları vergilerle hem
kendileri geçinirler, hem de artan para ile atı, silâhı ve
savaş âleti tam olan atlı asker yani cebeli beslerlerdi.
Yardımcı Kuvvetler: Keşif, yağma veya tahrip maksadıyla
düşman topraklarında yapılan askerî faaliyete akın, bunu
yapan askere akıncı denilmiştir. Ancak yardımcı kuvvetler
akıncı ocağı ile sınırlı olmayıp bununla birlikte azablar,
deliler, yörükler, leventler, sekban ve sarıcalar, gönüllü ve
beşlileri de bünyesinde barındırmaktadır.
Askerin Ücretleri:
Hz. Peygamber devrinde savaşa
katılanlar savaşta ele geçirilen ganimetten paylarına
düşeni alırlar, ayrıca kendilerine bir ücret ödenmezdi.
Henüz dâimî ordu kurulmadığı için savaştan sonra askerler
işlerinin başına dönerlerdi. Hz. Ömer’in divan
kurmasından sonra bu durum değişti. O, İslâm’a girişteki
önceliği ve dine hizmeti ölçü alarak Medine halkına ve
fetihlere katılan askerlere maaş bağladı. Hz. Ömer, ücretli
askerlerin ticaret veya tarımla uğraşmasını yasakladı.
Emevilerde Muaviye döneminde 1.000 dirhem olan yaya
askerlerin yıllık maaşı, Mervan devrinde iki katına
çıkarıldı. Sonraki dönemlerde ekonomik hayatta yaşanan
değişimlerle birlikte, devlet hazinesinin durumu da değişti
ve tüm bu değişimler maaş miktarlarının azalıp
çoğalmasına neden oldu. Abbasiler zamanında asker sayısı
artsa da mürtezika yani ücretli dâimî askerlere maaş
ödemeleri sürdürüldü. Maaşlar, aylık, birkaç aylık veya
yıllık ödenirdi. Devletin kuruluşu sırasında yaya askere
ödenen ortalama ücret, yılda 960 dirhemdi ve bu ücret,
Emevilerin ilk yıllarındakinden daha düşüktü.
Selçuklular ve Osmanlılar devrinde kölelikten gelen
Selçuklu hassa askerleri üç ayda bir bistgânî denilen maaş
alırlardı. Devşirmeden gelen Yeniçeriler ise yine aynı
periyodlarla ulûfe adı verilen maaş alıyorlardı. Sipahilere,
yaptıkları askerî hizmetlerin karşılığı olarak maaş değil,
bunun yerine Selçuklularda iktâ, Osmanlılarda dirlik
veriliyordu. Bu sistem ile hem devlete yük olunmuyor
hem de toprağın işlenmesi ve üretimin artması
sağlanıyordu. Bu sistem Abbasiler ve eski Türk toprak
hukukunun yeni şartlara uydurulmuş bir şekliydi. İktâ
veya dirlik sistemi, devletin askerî olduğu kadar idarî ve
hukukî temellerinden birini oluşturuyordu.
Bayrak ve Sancaklar:
Cahiliye döneminden başlayarak
Mekke şehir yönetiminde bayraktarlık (liva’) ve
sancaktarlık (râye) görevi bulunmaktaydı. İlki
Abdüddâroğulları tarafından yürütülen bir görevdi ve livâ’
adı verilen bayrağı onlar saklıyorlardı. İkinci görev ise
Ümeyyeoğullarına verilmişti ve râye denilen sancak
onların elinde idi. Hz. Peygamber bütün seriyye ve
gazvelerinde hatta Hicret yolculuğunda bile bayrak ve
sancak kullanmıştı. Bayrak beyaz renkte, sancak ise siyah
renkte idi ve Ukaab (kartal) adını taşıyordu.
Emeviler bayrak ve sancaklarında beyaz liva kullanırken
Abbasiler, siyah rengi tercih etmişlerdi. Bayrak ve sancaklar
mızraklara veya uzun sırıklara bağlanırdı ve bayraktarlar
veya sancaktarlar tarafından develerin üstünde taşınırdı.
Karahanlıların ise tuğ kullandıkları ve bu tuğların
sayısının, sahibinin gücüne ve önemine göre değiştiği
bilinmektedir. Hükümdar bayrakları al (kırmızı) renkte
iken başka renkte bayrakların kullanılması da mümkündür.
Osmanlı Donanması’nda ise daha çok cihad ve gaza
kavramını hatırlatan yeşil renkli sancak kullanılmıştır.
Silah ve Aletler:
Hz. Peygamber ve sonrası devirlerde,
hemen herkesin bir silâhı vardı ve bunu kullanmasını
biliyordu. Dolayısıyla ilk zamanlarda savaş için bir araya
gelen insanlar, özel bir eğitime gerek kalmaksızın
ellerindeki silâhları ustalıkla kullanabiliyorlardı. Arapların
ilk zamanlardan bu yana kullandıkları silâhlar; kılıç,
kalkan, mızrak, ok-yay, gürz, zırh, miğfer, savaş baltası,
hançer, harbe, bıçak vb. idi. Araplar kadar Osmanlılar da
kılıca, dini-siyasi bir anlam yüklemiş ve önem vermiştir.
Kendine özgü pek çok kılıç türü geliştiren Osmanlılarda
en çok önem verilen tür, Dımaşkî dedikleri Şam kılıcıdır.
Ateşli silâhların ortaya çıkışından sonra terk edilmeyen tek
silâh ise kılıçtır. Önceleri avlanmada ve savaşta kullanılan
okların yerini zamanla yeni silahlar almaya başladı.
Mancınık ve arrade, bu silahlar arasındadır ve düşman
üzerine ağır taş gülleler, nefte bulandıktan sonra
tutuşturulan paçavralar, zehirli hayvanlarla dolu çömlekler
vb. atılmasının yanında kale kuşatmalarında da
kullanılmıştır. Askerlerin altında saklandığı ve kale
surlarına yaklaşarak surlara tırmandığı debbabe ve dabrlar
da bir diğer kuşatma silahıdır. Nakkab denilen kale
deliciler, yalnızca karada değil gemilerde de kullanılan
topların, tüfek ve tabancaların yanında savunma aracı
olarak kullanılan dikenli teller de o dönemde önem arz
etmektedir.
Donanma:
İlk deniz seferi, Bahreyn valisi Âlâ b. Hadrâmî
tarafından geçekleştirildi. Hz. Ömer’in halife olduğu
dönemde, deniz seferlerine izin verilmese de Hz. Osman
bu seferlere gönüllülerin katılması ve kimsenin
zorlanmaması şartıyla izin verdi. Müslümanlar, denizciliği
öğrenmeyi Bizanslılara borçluydular. Ancak, kısa
zamanda denizcilik konusunda elde ettikleri bilgi ve
tecrübeyle Akdeniz’i hâkimiyetleri altına aldılar.
Denizcilik tekniklerinde Avrupa’nın hocaları oldular. Bu
gelişmenin açık izleri Batı dillerinde hâlâ kullanılan ve
Arapçadan geçtiği bilinen denizcilikle ilgili kelime ve
terimlerdir. Admiral’in (amiral) emiru’l-mâ’dan,
Arsenal’in (tersane) dâru’s-sınâa’dan geldiği
bilinmektedir.
Emeviler devrinde İslâm fetihlerinden önce inşa edilen üs
ve tersaneler, Müslümanlar tarafından genişletildi, harap
olanlar ise bakım ve tamirden geçirildi. Tamamen yeni
tersaneler de inşa edildi. Devlet, denizcilik için bütçede
özel bir fon oluşturmuştu. Bu fonda biriken paralar,
tersaneler ve donanmanın ihtiyaçlarının karşılanmasında
kullanıldı. Yine bu dönemde, bir Donanma Komutanlığı
kuruldu. Gemi komutanlarına kâid, kaptanlarına reis
deniliyordu. Tersanelerin kurulması, bakımlarının
yapılması, gemilerin silâh ve gerekli diğer araç-gereçlerle
donatılması, gemileri sevk ve idare edecek elemanların
yetiştirilmesi, Donanma Komutanı olan Emîru’l-Bahr’ın
görevi idi.
Selçuklular ve Osmanlılarda Donanma:
Türkler Anadolu’ya gelinceye kadar denizci bir millet değildi.
Anadolu’da ilk Türk donanması I. Kılıçarslan zamanında
Çaka Bey tarafından kuruldu. Biri Karadeniz’de, diğeri
Akdeniz’de bulunan donanmaların başında, Reisü’l-Bahr
denilen iki ayrı amiral bulunuyordu. Gemi kaptanlarına ise
reis deniliyordu. Osmanlıların ise Fatih devrine kadar
devlet himayesinde gelişmiş bir donanmaları yoktu. Fatih,
İstanbul’un fethine kadar 400 parçalık bir donanma
hazırladı. Donanmanın başına, yıllarını Akdeniz ve Ege
sularında geçiren devrin ünlü Türk denizcileri getirildi.
Türk donanmasında en büyük gelişme, Kanuni devrinde
görülür. Bilhassa Barbaros Hayreddin Paşa’nın kaptan-ı
deryalığı sırasında Türk donanması dünyanın en büyük
deniz gücü hâline geldi. Donanma-yı Hümayun denilen
Osmanlı deniz teşkilâtının başında Kaptan-ı Derya
bulunurdu. Vezir rütbesinde olan kaptan-ı deryalar, Divanı
Hümayun toplantılarına katılırlardı.
İslâmiyet’te Savaş Anlayışı:
İslâmiyet’in savaş anlayış ve uygulaması konusundaki gelişmeler,
Hz. Peygamber’in yaptıklarından öğrenilebilir.
Bu bakımdan Peygamberimizin savaşlarını (gazvelerini) bilmek
önemlidir. Hz. Peygamber’in savaşlarının amacı, dini,
vatanı ve milleti korumak, Müslümanlara karşı savaş
açanlara yine savaşla cevap vermekti. Oysa cahiliye
devrinde yapılan savaşlarda Araplar çocuk, kadın, yaşlı,
hasta demeden hasımlarına acımasızca saldırır, esirleri çok
defa işkence ederek öldürürlerdi. Çocukları ok atmak için
hedef tahtası gibi kullanır, esirlerin organlarını kesip
işkence ederlerdi. Hz. Peygamber, savaşın hedefini îlâ-yı
kelimetullah (Allah’ın adını yüceltmek için cihad) olarak
belirledi ve bütün bunları yasakladı. Esirlere temiz
elbiseler giydirilmesi, karınlarının doyurulup
istirahatlerinin sağlanması prensiplerini getirdi.
Anlaşmalara uyulmasını istedi. Elçilerin haklardan
mahrum bırakılarak haksız yere öldürülmesini yasakladı.
Barış şartlarının ihlâlini ve ihlâlde ısrar edilmesini savaş
sebebi saydı.