Hilâfet
Hilafet, bir kimsenin arkasından gelip onun yerine
geçmek, onun makamını almak, arkasından gitmek ve onu
temsil etmek demektir. Terim olarak hilafet, Hz.
Muhammed’den (as) sonra Hz. Ebubekir’in halife
seçilmesiyle birlikte kurulan devlet başkanlığı konumudur.
Halife, kelime anlamı olarak bir kimsenin yerine geçen,
onu temsil eden, kendisinden öncekine vekil olan
anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise Hz.
Muhammed’in (as) vekili sıfatı ile Müslümanların devlet
başkanını ifade etmektedir. Hilafete (devlet başkanlığına)
imamet, halifeye (devlet başkanına) ise imam
denilmektedir.
Hilafetin Kaynağı
Hilafetin kaynağını anlayabilmek için öncelikle kavram
boyutunda açıklamalar yapılmakta, ardından Hz.
Muhammed’in devlet başkanlığı anlatılmaktadır.
Kavram Boyutu: Hilafet kavramına iki tür yaklaşım söz
konusudur. Bakara, En’am, Yunus, Neml, Fatır surelerinin
ayetlerinde Allah’ın insanı yeryüzünün halifesi olarak
yarattığı ifadesi yer almaktadır. Siyasi bağlamından farklı
olarak burada halife, insanın yaratılışının anlamını ifade
eden bir bilinçtir. İnsanın sorumluluk alanıyla ilgilidir.
Diğer yaklaşım ise insanı Allah’ın halifesi olarak
görmektedir. Bu ise daha çok insanın yaratılış amacıyla
ilgilidir.
Siyaset bağlamında yorumlanmaya açık olan Araf, Yunus,
Nur, Sa’d surelerinin ayetlerinde halifeden, hak ile
hükmetmesi, nefsine yenik düşmemesi, Allah’a kul olma
bilinç ve davranışını her zaman göstermesi
beklenmektedir. İlk ayet grubunda yaratılışın anlamını
belirleyen bilinç, bu ayetlerde ise söz konusu bilincin
gerçekleşme yöntemi sunulmaktadır.
Bazı hadislerde halifelik kavramına yönelik önermelerin
doğruluğu tartışmalıdır. Söz konusu önermelere örnek
olarak halifenin Kureyş kabilesinden olması gerektiği, iki
halife söz konusu iken ikisine de biat edilirse sonrakinin
öldürülmesi gerektiği, Hz. Peygamber’den 30 yıl sonra
halifeliğin saltanata dönüşeceği gösterilebilmektedir.
Ancak bunlardan kimi hiç söylenmemiş, kimi
uygulanmamış kimiyse yanlış aktarılmış hadislerdir.
Hz. Peygamber’in Devlet Başkanlığı: Hz. Muhammed’in
(as) Medineli Evs ve Hazreç kabilelerinin ileri gelenleriyle
yaptığı anlaşma olan Akabe Biatı, siyasi liderliğinin
kabulünü simgelemektedir. Hicretten sonra Medineli
Yahudiler ve gayrimüslim Araplarla yaptığı Medine
sözleşmesi sayesinde Hz. Peygamber siyasi birliği
tamamlamış, Medine İslam Devleti’nin başkanı olmuştur.
Bu dönemde Mekke ve Medine’de yaşam parçalı bir
yapıda değildir ve sosyal, siyasal, dini, iktisadi alanlara
bölünmemiştir. Bu nedenle Hz. Muhammed (as) iyi bir eş,
iyi bir baba oluşunun yanı sıra namazda imam, savaşta
komutan, dönemin dünya liderlerini İslam’a davet eden bir
davetçi ve etkili bir devlet başkanı rolleriyle İslamı tebliğ
etmekle kalmamış aynı zamanda onu hayatın bütününde
uygulamıştır.
Hilafet-Devlet İlişkisi
Devlet birey, toplum, millet ve dünya hayatının düzenini
sağlayan etkili ve yetkili üst düzey bir organizasyon ve bir
kurumdur. Bu sebeple insanın halifelik görevinin yerine
getirilmesinde önemli bir unsurdur. Devlet olmazsa
insanın halifelik görevi, bireyin vicdanıyla sınırlanmakta
ve tam anlamıyla yerine getirilememektedir. Oysa hilafet,
bütün insanlığın yaratılış amacı olan İlahi gayeyi
yeryüzüne taşıma sorumluluğudur.
Halife, teokratik sistemdekine benzer şekilde otoritesini
Allah’tan değil dini sınırlar içinde idare edeceği halkın
biatından almaktadır ve sorumluluklarını yerine
getirmediğinde görevden uzaklaştırılmaktadır. Hilafet ve
din ilişkisine iki tür yaklaşım söz konudur. Bir yanda
hilafeti, iktidarı ele geçirmede bir araç olarak görenler,
diğer yanda ise hilafetin devletle hiçbir ilgisi olmadığını
savunanlar bulunmaktadır.
Hilafetin Tarihi Serüveni
Hulefa-i Raşidin Dönemi: Hz. Peygamber, kendisinden
sonra siyasi halifenin kim olacağı ve bunun hangi usül ile
belirleneceği konusuna bir açıklama getirmeden vefat
etmiştir. Böylece kendilerini yönetecek halifenin seçimi,
Müslümanlara kalmıştır. Mekkeliler ve Medineliler
arasında, kimin devlet başkanı olacağına dair tartışmalar
başlamıştır. Ensar (Medineliler), Mekkelilere yaptıkları
yardımlardan dolayı halifeliğin kendilerinin hakkı
olduğunu savunuyor, Kureyş ise bu yardımları doğruluyor
ancak kendi fedakârlıklarını ve Araplar arasındaki siyasi
etkililiğini hatırlatarak halifeliği kendilerinin hak ettiğini
söylüyordu. Hz. Ebubekir, Arapların Kureyş kabilesi
tarafından yönetilmeyi kabul edeceğini belirterek
Kureyş’ten bir halife seçilmesini uygun görmüştür. Fakat
bu sosyolojik tespit, hilafet tartışmalarında uzun yıllar bir
kural olarak kabul edilmiştir.
Hz. Ebubekir, Müslümanların ilk halifesi olarak göreve
başladı. Hz. Ali ve Haşimilerin, bu duruma karşı
takındıkları tavır, İslam’da ilk siyasi ihtilaftır ve ileride
İslam dünyasını Ehl-i sünnet ve Şia olarak ikiye bölecek
zemini oluşturmaktadır. Hz. Ebubekir kendisinden sonra
sahabenin isteği üzerine Hz. Ömer’in halife olmasını
önermiştir ve onun halife oluş şekli, hilafetin saltanata
dönüşmesi sırasında veliaht tayinlerine örnek olarak
gösterilmiştir. Ancak bu tespit, kan bağları olmaması
dolayısıyla yanlıştır.
Hz. Ömer on yıllık halifelikten sonra bir suikast sonucu
ağır yaralanmıştı. Ondan kendisinin yerine bir halife
önermesini istediler. Ehlü’ş-Şura adı verilen altı aday
önermesinin ardından Ehlü’l-Hal’ ve’l-Akd seçimi
gerçekleşmiştir. Bu altı aday arasından Hz. Osman seçildi
ve üçüncü aday olarak görevine başladı. Toplamda on iki
yıl halifelik yapan Hz. Osman’ın hilafet süresini, sorunsuz
geçen ilk altı yıl ve idari uygulamalın eleştirildiği ikinci
altı yıl olarak ikiye ayırmak mümkündür. Mısır, Kufe ve
Basra’dan 2.000’den fazla isyancının Medine’yi basması
ile Hz. Osman şehit edildi ve onun yerine Hz. Ali
dördüncü halife ilan edildi. Ancak o da beş yıla yakın süre
halifelik yaptıktan sonra suikaste uğradı. İslam tarihinde,
bu dört büyük halife dönemi Asr-ı Saadet olarak
tanımlanmaktadır.
Hz. Ali’nin vefatının ardından biri Şam’da (Muaviye)
diğeri Kufe’de (Hz. Hasan) olmak üzere iki halife ilan
edildi. Ancak Hz. Hasan iç savaş çıkmasını istemediği
belirli şartlar karşılığında Muaviye ile anlaşarak hilafetten
çekildi. Bu şartlar: intikam siyaseti gütmemek,
kendisinden sonra halifeyi şuranın seçmesi ve ailesi için
hazineden tahsisat bağlanmasıdır. 661 yılına denk düşen
bu yıla, Birlik Yılı denilmektedir.
Emeviler Dönemi: Muaviye’nin halifeliği ile birlikte,
İslam tarihinde yeni bir dönem başladı. Ülkenin başkenti
Şam’a taşındı. Kendinden öncekilerin aksine yeni halife
halifetullah (Allah’ın halifesi) sıfatını kullanmaya başladı.
Hz. Hasan ile yaptığı anlaşmaya uymadı ve halifeyi şura
değil kendisi seçti. Oğlu Yezid’i veliahtı tayin etti ve
böylece hilafetin özünde büyük değişiklik yaparak veraset
sistemini getirdi. Artık hilafet, babadan oğula veya
hanedanın bir başka üyesine devredilerek saltanata
dönüşmüştü. Bir diğer ifadeyle devlet, Emevilerin siyasi
mülkü haline gelmişti.
Din-siyaset ilişkileri incelendiğindeyse Hulefa-i Raşidin
döneminde siyasi otoritenin İslam’ın korunması ve
yayılması için kullanıldığı ve halifelerin meşruiyetlerini
dinden aldıkları görülmektedir. Muaviye ile birlikte ise
devlet din adına değil kabile adına yönetilmeye başladı.
Din, siyasetin hizmet alanına girdi ve meşruiyet, kabileye,
kuvvete yöneldi.
Muaviye vefat edince oğlu Yezid halife oldu ve kendisine
biat etmeyen Hüseyin b. Ali, bunun bedelini Kerbela’da
canı ile ödedi. Kerbela Olayı’ndan sonra İslam dünyasında
Emevilerin meşruiyeti sorgulanmaya başladı. Yezid’in
oğlu II. Muaviye babasının ölümünden sonra halifeliği
devralmadı ve Abdullah b. Zübeyr Mekke’de halifeliğini
ilan etti. Ancak Abdülmelik b. Mervan’ın komutanı
Haccac b. Yusuf es-Sakafî (Haccâc-ı Zâlim) ile Mekke’de
yaptığı savaş sonrasında kahramanca şehid oldu (692).
Abbasiler Dönemi: Ebu Müslim Horasani’nin
Abbasoğulları adına başlatmış olduğu ihtilal başarıyla
sonuçlandı ve Ebu’l Abbas Kufe Camii’nde halktan biat
alarak ilk Abbasi halifesi oldu (750). Çok kan döktüğü
için seffah adını alan Ebu’l-Abbas, 754 yılında vefat etti.
Veliaht tayin ettiği kardeşi Cafer el-Mansur, halife oldu.
Abbasiler devletinin gerçek kurucusu olan Cafer, hilafet
merkezini Bağdat’a taşıdı. Çocukların hilafet için
potansiyel risk taşıdığı gerekçesiyle, onları öldürüyordu.
Ehl-i Beyt’in Hz. Ali ve oğulları değil, Abbasoğulları
olduğunu ilan etti.
Abbasiler 750-847 yılları arasında, ilk on halife
döneminde güçlü dönemlerini yaşamışlardır. Hilafet
politikası açısından Emevilerden pek fazla bir şey
değişmedi. Halife tayininde saltanat sistemi, daha da katı
şekilde uygulanmıştır. Öyle ki çocuk yaştakiler bile halife
ilan edilmiştir. Emeviler dönemindeki halifetullah hitabı,
Abbasilerde sultanullah (Allahın sultanı)’a dönüştü.
Gerileme ve yıkılış dönemlerine karşılık gelen 847-1258
yılları arasında ise hilafet makamı giderek gücünü,
saltanatını ve etkisini kaybetti. Büveyhiler Bağdat’ı işgal
edince (945) hilafet, Büveyhi hanedanın etkisi ve kontrolü
altına girmiştir. Selçuklu ordusu, 17 Ocak 1055 tarihinde
Bağdat’a girerek hilafeti Büveyhilerden kurtarmıştır.
Abbasi halifesi bunun üzerine, Tuğrul Bey’in adının da
hutbelerde okunmasını emretmiş, ona törenle taç giydirip
kılıç kuşatmış ve onu “Sultanü’l- Mağrib ve’l-Maşrık”
(Doğunun ve batının hükümdarı) ilan etmiştir. Böylece
halifenin görev ve yetki alanı yeniden tanımlanmıştır.
Halife neredeyse tüm yetki, sorumluluk ve güçlerini
sultana devretmiştir.
Moğollar 1258 yılında Abbasi hilafetine son vermiştir. Bu
nedenle İslam dünyası üç yıl halifesiz kalmıştır. Memluk
sultanı I. Baybars, son halifenin amcasını halife ilan etmiş
böylece hem kendi iktidarının meşruiyetini sağlamış hem
de Müslüman dünyasında saygınlık kazanmıştır. Yetkisiz
ve etkisiz, yalnızca sembolik olan bu halifelik Yavuz
Sultan Selim’in Mısır’ı fethetmesiyle birlikte (1517) sona
ermiştir.
Osmanlı Dönemi: Osmanlı sultanlarının halife kabul
edilmelerinin tarihi sürecine yönelik iki yorum söz
konusudur:
1. Osmanlı sultanları, Osman Bey’den itibaren
halifedir. Nitekim Osmanlı tarihinin ilk
kaynaklarında (Osmanlı sultanlarının yazdıkları
resmi mektuplarda) kendileri için halife sıfatını
kullanmışlardır.
2. Osmanlı sultanlarının halife olmaları, Yavuz
Sultan Selim ile başlar. Yavuz, Mısır’ı fethetmiş
ve halifeliği Abbasilerden teslim almıştır. Ancak
kaynaklarda böyle bir bilginin yer almaması
bilginin doğruluğu konusunda tereddütlere yol
açmaktadır.
Osmanlı sultanları, halife unvanını resmi olarak ilk kez III.
Ahmed’in 1727 yılında Afgan Hükümdarı Eşref Han ile
imzaladığı anlaşmada kendisinin “bütün Müslümanların
halifesi” olarak nitelendirilmesiyle almıştır. Uluslararası
boyuta taşınması ise 17 Temmuz 1774 Küçük Kaynarca
Anlaşması ile mümkün olmuştur. Halifeliğe en fazla önem
veren Osmanlı sultanı II. Abdülhamid’dir. Öyle ki halife
unvanını, sultan unvanından daha çok önemsemektedir.
II. Abdülhamit’ten sonra, hilafet kurumu giderek güç
kaybetmeye ve zayıflamaya başladı. Savaşlar, iç
çekişmeler, siyasi krizlerin üzerine bir de İngilizlerin
Osmanlılara sunacakları siyasi ve ekonomik çıkarların ön
koşulu olarak hilafetin kaldırılmasını öne sürmesiyle
hilafet kurumu varlığını koruyamadı. 1 Kasım 1922’de
saltanat, hilafetten ayrıldı ve saltanat kaldırıldı. Ardından
3 Mart 1924 tarihinde de halifelik kaldırıldı.
Vezirlik
Farsça kökenli vezir sözcüğü, daha sonra Arapçalaşmıştır
ve üç kökten türemiş olabileceği belirtilmektedir:
1. Vizr kökü: Ağırlık anlamına gelir. Çünkü vezir,
hükümdarın, yönetim yüklerini taşımaktadır.
2. Ezr kökü: Sırt demektir. Çünkü vezir, nasıl sırt
vücudu destekliyorsa öyle hükümdarı
desteklemektedir.
3. Vezr kökü: Sığınak demektir. Çünkü hükümdar,
onun görüş ve yardımına sığınmaktadır.
Terim olarak ise padişahın hemen hemen bütün işlerini
yüklenen ve hükümdarlıkla ilgili konularda ona görüşleri
ve idaresiyle yardımcı olan kimsedir. Kur’an-ı Kerim’de,
yardımcı ve sığınak anlamlarında, hadislerde ise yardımcı
anlamında kullanılmıştır. Devlet memuru olarak vezir,
yasama, yürütme ve yargı yetkilerini kayıtsız şartsız elinde
bulunduran, hükümdarın vekili sıfatıyla bütün devlet
işlerini yürüten ve idare eden en yüksek dereceli
bürokrattır.
Vezirliğin Kaynağı
İslami dönemde, vezirliğin kaynağının Kuran, Hadis ve
Maslahat olduğu belirtilmektedir. Kurana göre
hükümdarın kendisine bir vezir tayin etmesi en meşru
hakkıdır. Çünkü Hz. Musa kendisine Allah’tan bir vezir
istemiş, o da kardeşi Harun’u ona vezir tayin etmiştir.
Vezirliğin kaynağının dayandırıldığı hadis ise şöyledir:
“Allah bir emire hayır murad ettiği zaman ona doğru ve
sadık bir vezir verir. Vezir ona yardım eder ve bir şeyi
unuttuğu zaman ona hatırlatır.” Devletin ve milletin
işlerinin iyi yürütülebilmesi için hükümdarın bir vezire
ihtiyacı olması da vezirliğin maslahat kaynağını teşkil
etmektedir. Öyle ki saltanat çadıra benzetilmekte, çadırın
direğinin de doğru ve ileri görüşlü bir vezir olduğu dile
getirilmektedir.
Vezirliğin Tarihi Serüveni
Vezirliğin tarihi serüveni incelendiğinde iki dönem olduğu
görülmektedir:
Abbasiler Dönemi: Hz. Peygamber, birçok konuyu Hz.
Ebubekir ve Hz. Ömer ile görüşür, onlarla istişare eder,
kimi zaman onların önerileri doğrultusunda hareket ederdi.
Bu nedenle ikisine, Resulullah’ın veziri denilmekteydi.
Hulefa-i Raşidin ve Emeviler döneminde vezir adı
verilmese de vezirlik görevi yapan danışmanlar
bulunmaktaydı. Vezirliğin kurumsal kimliğine kavuşması
ise Abbasiler döneminde olmuştur.
Abbasilerin kurucu halifesi olan Ebu’l-Abbas, bu kurumu
İslâm dünyasına taşımış ve ilk vezir olarak da Hemedanlı
Ebu Seleme Hafs b. Süleyman el-Hallâl’i
görevlendirmiştir. Böylece İslam idârî sistemi, hilâfetten
sonra ikinci kurumuna kavuşmuştur.
Abbasilerin ilk dönemlerinde vezirlerin tayin şekli pek
belirgin değildir. Ancak 900’lü yılların başlarından
itibaren, halifenin vezir olabilecek adayları belirlediği, bu
isimleri vezâretten ayrılan bir mutemedi ile görüştükten
sonra onlardan birini vezirliğe tayin ettiği, kaynaklarda
nakledilmektedir. Yeni halife genellikle kendinden önceki
halifenin vezirini görevine devam ettirirdi. Vezir olan kişi
sarayda yapılan törenle, halifenin kendisine hediye ettiği
hil’atı giyer, kılıcı kuşanır ve halifenin elini öperdi.
Abbasilerde iki tür vezirlik bulunmaktaydı. Tefvîz
vezirliği, devletin bütün işlerini halife adına görürdü.
Sadece, veliaht tayinine, halifenin tayin ettiği memuru
azle, azlettiği memuru da göreve alma yetkisi yoktu.
Tenfîz vezirliği, sadece görev alanına giren konulardan
sorumlu, yetkileri de görev alanı ile sınırlı idi. Özetle vezir
sultanı ve devleti yönetiyorsa, tefvîz vezirliği, sultan işi
elinde tutuyor ve bizzat yapıyorsa, tenfîz vezirliği
anlamına gelmektedir.
Osmanlı Dönemi: Osmanlılarda kuruluştan itibâren var
olan vezirlik makamındaki vezir, hükümdar ve kadı,
divanı oluşturmaktaydı. Osmanlı’nın ilk veziri, ulemâ
sınıfından gelmiş olan Alâeddin Paşa’dır. Murad
zamanında işler çoğalınca vezir sayısı ikiye çıkmış ve biri
“vezîr-i âzam” (baş vezir) olmuştur. Vezir sayısı, II.
Murad (1421-1451) döneminde dörde çıkmıştır. Kanuni
döneminin sonlarına doğru vezir sayısı yedi olmuş, bu sayı
1599 yılında yirmi üçü bulmuştur. Vezir sayıları 1600’lü
yıllarda yeniden azalmaya başlamıştır.
İlk zamanlar vezîr-i âzama hükümdar tarafından “ulu
vezir” denilir ve üzerinde sultânın ismi bulunan ve “mühri
hümâyun” denilen mühür, divit takımı ve üç tuğ verilir,
hilât giydirilirdi. Padişahın mührünü taşıdığı için vezîr-i
âzama sâhib-i mühür de denirdi. Seferlerde vezîr-i âzama
ayrı sancak verilir ve ayrı çadır kurulurdu. Vezîr-i âzam ve
diğer vezirler, berat veya menşur ile tayin edilirdi. Tayin
menşuru bizzat reîsülküttab tarafından vezirin konağına
götürülür, tayin belgesinde görev ve yetkileri açıklanırdı.
Yeni vezir olanlar başta sultan olmak üzere üst düzey
bürokratlara pîşkeş ve câizeler (hediyeler) sunarlardı.
Vezîr-i âzam, görev ve yetkileri açısından Abbasilerdeki
“tefvîz vezirliği” gibiydi.
Fatih dönemine kadar vezirler genellikle köklü Türk
ailelerden tayin edilirdi. Ancak Fatih bu geleneği
değiştirdi ve vezirleri büyük ölçüde devşirmelere tahsis
etti. Vezîr-i âzamların görev süreleri, başarıları ve
hükümdarla ilişkilerine bağlı idi. Bir aylık süreli vezîr-i
âzamlar olduğu gibi görevinde yirmi yıl kalanlar da oldu.
Vezîr-i âzamlar, ya hükümdarın azletmesiyle ya eceliyle
ölmesiyle ya da öldürülmesiyle görevden uzaklaşırlardı.
Vezirler ise belirli süreler için tayin edilirlerdi. Süresi
dolunca görevi yenilenirse buna “ibkâ”, başkasına verilirse
buna da “tevcih” denirdi. Görevi yenilenenlere “ibkâ
beratı” verilir, onlar da başta sadrazam olmak üzere
ilgililere hediyeler takdim ederdi. Haklarında suistimal
veya zulüm isnâdiyle şikâyet olduğunda yargılanabilirler
ve sonunda azledilebirler hatta idam da edilebilirlerdi.
Kanunî Sultan Süleyman dönemiyle beraber vezîr-i âzam
yerine, “sadr-ı a‘zam” (sadrâzam), “sadr-ı âlî” ve “sadâret-
penâh” adları kullanılmaya başlanmıştır. Bunlardan en
yaygın kullanılanı da sadrâzamdır. Sadrâzamlık 1922
yılında saltanatın kaldırılması ile birlikte son Osmanlı
sadrâzamı Tevfik Paşa’nın istifasıyla sona ermiştir.
Vezirin Özellikleri, Görev ve Yetkileri
Bir vezirin taşıması gereken özellikler şu şekildedir:
1. İçtihat yapabilecek bir ilme sahip olmak.
2. İdâre, siyaset ve harp sanatlarını bilmek.
3. Emanet ehli olmak, asla hıyanet etmemek.
4. Doğru-dürüst, kendisine güvenilir olmak.
5. Kanaatkâr olmak.
6. Bedenen sağlam ve cesaretli olmak.
7. Kuvvetli bir hafızaya sahip olmak.
8. Zeki ve ferâsetli olmak.
9. Adil ve erdemli olmak.
10. Tecrübe ve ihtisas sahibi olmak
11. Ergin, Müslüman ve erkek olmak.
12. Halk ile arasında düşmanlığının bulunmaması.
13. Kötü alışkanlıkları olmaması.
Divanlar
Divan kelimesinin Farsçadan Arapçaya geçtiği
düşünülmektedir. Günümüz Arapçasında “devlet dairesi,
yönetim bürosu, memurluk yapılan yer, sekreterlik”
anlamlarında kullanılmaktadır. Terim olarak ise devlet
idaresindeki muhtelif idarî, askerî ve malî hizmetlerin
yerine getirilmesinde kullanılan defterlere; bunların ve
devlet memurlarının bulundukları yere verilen isimdir.
İslâm ülkelerinde devlet işleri ile alâkalı en yüksek idarî
makamı ifade eder.
Divanın Kuruluşu ve Kaynağı
Divan kurumu, Hz. Ömer döneminde devlet hazinesini
düzene koymak ve savaşlarda orduya katılanları kayıt
altına almak üzere kurulmuştur. Hz. Ömer döneminin
ilerleyen yıllarında Irak, İran, Cezîre, Suriye, Filistin ve
Mısır’ın fethiyle beraber gayrimüslimlerden alınan cizye,
haraç vb. çeşitli vergiler ve ganimetlerden gelen devlet
gelirleri çok artmış, bunların Müslümanlara dağıtımı
kurumsal bir organizasyonu ihtiyaç haline getirmiştir.
Bunun üzerine ileri gelen sahabe ile görüşmeler yapan Hz.
Ömer 641 tarihinde divan teşkilâtını kurmuştur. Bu divana
“Divânu'l-Atâ” adı verilmiştir.
Hz. Ebubekir döneminde atıyye (gelirler) Medineliler
arasında eşit miktarlarda dağıtılmakta iken Hz. Ömer bu
uygulamayı değiştirerek dağıtımı farklı miktarlarda
yapmıştır. Ödemelerde Hz. Peygamber’e yakınlık,
fetihlere katılmış olma gibi ölçüler esas alınmış ve ödeme
miktarları da bu esaslara göre düzenlenmiştir. Gerek
divanın kuruluşunu ihtiyaç haline getiren şartlara ve
amaçlara, gerek kuruluş aşamasında ileri sürülenlere
gerekse daha sonraki işleyiş şekline dikkatle bakıldığında
bu kurumun kaynağının Bizans’a ya da Suriye’ye
bağlanmasının doğru olmayacağı ortaya çıkmaktadır. Hz.
Ömer bu kurumu, Müslümanların ihtiyaçlarını karşılaması
için İslâmî esaslardan kaynaklanan değerleri göz önüne
alarak kurmuştur.
Divanların Tarihi Serüveni
Emeviler ve Abbasiler Dönemi: Kurumun işlevselliği ve
önemi Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde de aynı
şekilde devam ettirilmiştir. Ülkenin idarî, siyasî ve
ekonomik gelişmesine paralel olarak artış göstermiş olan
divan, gerek sayı gerekse divan üyelerinin görev ve
nitelikleri bakımından Emeviler döneminde büyük bir
gelişme göstermiştir.
İlk Emevi halifesi zamanında, “Divânu'l-Atâ” ile
yetinilmeyip divan sayıları artırılmış ve görev alanları
yeniden düzenlenmiştir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
Divânu'l-Harâc, Divânu’r-Resâil, Divânu'l-Hâtem,
Divânu'l-Berîd, Divânu'l-Cünd , Divânu’n-Nafakât,
Divânu's-Sadakât, Divânu’l-Müstegallât ve Divânu'tTıraz.
Abbasiler dönemi, başlangıçta Emevi müesseselerini
aynen devam ettirmiş görünmekle birlikte divan kurumuna
birtakım yenilikler de getirmişlerdir. Emevilerde bulunan
divanlara Abbasilerin ilave ettiği divanları şöyle
sıralayabiliriz: Divânü’t-Tevki’, Divânü’l-Mezâlim,
Divânü’l-Ezimme, Divânü’l-Müsâdere, Divânü’l-Ceyş,
Divânü’d-Dıyâ’ ve Divânü Beytilmâl
Selçuklular Dönemi: Selçuklularda divan teşkilâtının
başında bütün devlet işlerinin yürütüldüğü “Büyük Divan”
veya “Divân-ı ‘lâ” vardı. Buna “divân-ı vezâret” de
denirdi. Bu Büyük Divan’a bağlı olarak dört büyük divan
daha vardı: Divân-ı İnşâ, Divân-ı İstifâ, Divân-ı İşraf ve
Divân-ı Arz.
Osmanlı Dönemi ve Divan-ı Hümayun: Selçuklulardaki
büyük divan’ın yerini Osmanlılarda bir anlamda “Divân-ı
Hümâyun” almıştır. Divân-ı Hümâyun’a geçiş II. Murad
döneminde başlayan ve Fatih döneminde tamamlanan bir
süreçte gerçekleşmiştir.
Fatih dönemine kadar hükümdarın, sonraları vezir-i
âzamın başkanlığında toplanarak devlet işlerine bakan ve
padişah adına karar veren Divân-ı Hümâyun’a padişahın
başkanlık etme geleneği, Fatih’in İstanbul’u fethinden
sonra son verilmiştir. Padişah, vezir-i âzam ve diğer
vezirler, kadıaskerler, defterdarlar, nişancı, Rumeli
Beylerbeyi, Yeniçeri Ağası ve Kaptan Paşa’nın yer aldığı
Divân-ı Hümâyun’da vezirlik rütbesine yükseldikten sonra
Yeniçeri Ağası ve Kaptan Paşa divanın aslî üyesi
olurlardı. Divan üyesi olmamakla birlikte Şeyhülislâm, her
zaman ve kimseye haber verme ihtiyacı duymadan divan
müzakerelerine iştirak edebilirdi, ancak oy hakkı yoktu.
Divan, her gün sabah erkenden namazdan sonra padişahın
huzurunda toplanarak gerek devlete, gerek halka ait askerî,
malî, idarî, hukukî ve örfi işler hakkında kararlar verirdi.